KOMUTA KADEMESİ NEDEN İÇ CEPHEDE TESLİM OLDU ?

Naci KAPTAN
22 Şubat 2013

Değerli okur

Yazının özüne geçmeden önce 1920 senesi temmuz ayının son gününe,Afyonkarahisar’a gitmek gerektir ;

Afyonkarahisar’da 1920 senesinde Temmuz ayının son günü idi.
Afyon Kalesinin gölgesi daha şehirin üzerine düşmemişti.
Bozkırdan doğru sıcak bir rüzgar havayı tozlatarak esiyordu.

Karargahta içtima meydanına toplanmış olan subaylar yaz güneşinin altında kıyafetlerine bir kez daha çeki düzen veriyorlar,palaskalarını düzeltiyorlardı.Kaba yünlü kumaştan yapılmış,eskimiş fakat temiz üniformalar içinde terliyorlardı.Hepsi heyecan içinde Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarının muzaffer komutanı Mustafa Kemal paşayı bekliyorlardı.

Karargaha giriş nizamiyesi önüne yaklaşan bir toz bulutu arasından eski birkaç otomobil ile arkasında da atlı süvariler belirdi.Mustafa Kemal paşa geliyordu.karargah komutanı ve kurmayları nizamiye girişinde saygıyla dizilerek selam durdular.

Mustafa Kemal Paşa arabasından indi.Komutan ve karargah subaylarının ellerini sıkarak meydanda toplanmış olan subaylara doğru yürüdü.Subayların önünde durarak hepsini kucaklarcasına sevgiyle baktı.Çakmak gözlerinden yaz güneşinin parlaklığı akıyordu.

Ve subaylarına şöyle seslendi ;

Efendiler!

Eski silah arkadaşlarımla böyle yakından ve samimi temasta bulunmaktan büyük vicdani zevk hissediyorum. Sizinle oturup uzun hasbıhal etmek isterdim. Fakat çoksunuz; müsait yer de yok. Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle İle mülahaza etmekle yetineceğim.

Arkadaşlar! İngilizler ve yardımcıları milletimizin bağımsızlığını İmhaya karar vermişlerdir. Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atfetme borçlu değildir. Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete hürriyet ve bağımsızlık vermez. Milletlerde tabiat en yaratılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvede, mücadele İle mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vazıyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.

Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lâzımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.

Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdanı imadır

İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar.

Her halde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. orduyu imha etmek için, mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz.

Bu hakikat karsısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar.

Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak lüzumuna tam bir iman ile kani olmuş ve buna kati azim İle karar vermiştir. Zaman zaman, şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması, hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki İmanına sekte vurmamıştır ve vurmayacaktır.

Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu İçin lazım olduğunu söylediğim kaynak ki milletin vicdanı imanıdır mevcuttur. Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur. Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; “ordunun ruhu subaylardır.” O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak İstenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir. Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.

Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebalı subaylara ait olacaktır. Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve fesaretleriyle, giriştiğimiz Bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler. Şahsi ve özel hayatları itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürür. Onları aşağılar ve hor görürler.

Hayatında bir an olsa hile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü hu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak İçin bir çaresi vardır. Şercimi korumak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına atmaktır.

Dolayısıyla subay için “ya istiklâl. ya ölüm” vardır Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız!” *1*

***

Paşanın konuşması sona erdi !!!
Toplanmış olan subaylarına tekrar sevgiyle baktı.
Çakmak gözleri subayların yüzünde dolaştı.
Gözleri daha önce emrinde çalışmış olan subaylara değdikçe,
onları da sessizce başını eğerek gülümseyip selamladı.
Bir selam vererek komutana döndü,
Karargah binasına doğru yürürken elindeki kırbacı çizmelerine vuruyordu.

Mustafa Kemal Paşa bu konuşması ve yüksek öngörüsüyle
1920 senesinden bu günlere de seslenmiş oldu.

***

Gün geldi , tarih 2007 yılını gösterdiğinde ;

“Her halde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. orduyu imha etmek için, mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz. “

“kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar. ”

***

Beşiktaş’ta 1000 subay esir verirsen Uludere’yi savunmak zorlaşır !!!
“Org. Işık Koşaner’in istifa gerekçesinde ortaya koyduğu direnç sürdürülseydi, Türk Ordusu bugünkü durumuna gelmezdi ve iç cephe düşmezdi
.

Genelkurmayın anlayışına göre, yargıdan basına kadar herkes iç cepheyi savunmakla görevli. Savaşta görevini kabul etmeyen bir tek Genelkurmay var.

NATO düzeninde askerin adı “personel” olmuştur. Özel ordunun askeri olmaz. Personeli olur! Personel, porselen gibi bir çağrışım yaratıyor Türk milletinde! TSK, bu “personel” lafını bırakmalı, subay ve asker kavramlarına sarılmalıdır. Türk Ordusunun askeri olur, personeli değil.”

ÖNCE KONU HAKKINDA BİR YORUM ;

Aslında Türk Silahlı Kuvvetleri, başa geçmiş bütün hükümetler gidişi gördü.Sorumluluk sahibi olanlar sorunlarla, küresel oligarşiyle yüzleşmeye cesaret edemediler.Sorunları sürekli olarak ertelemeye, halı altına süpürmeye çalıştılar.Gidin sorun Süleyman Demirel hala sağ, bu günleri görüş müydü, görmemiş miydi?

Ben daha 25 yaşımda gencecik bir sağlık ocağı hekimiyken, Hakkari’de Peşmerge göçünü, ardından Keşif Güç ve Çekiç Güç tedbirlerini gördüğümde anladım, konuştum, söyledim.Bu iş bölgede müstakil bir Kürt bölgesi yaratmaya yöneliktir, bunun sonuçları her geçen gün ağırlaşacaktır, dedim.

Konuştuğum genç subaylarda aynı şeyleri söylediler.Savcısından, öğretmenine, hatta MIT mensuplarına kadar herkes bunları böyle gördü, konuştu, söyledi, yazdı.Bunlar çoğu zaman istihbarat raporlarıyla, konuşmalarla devlet büyüklerinin hepsinin önüne geldi.

Daha o zamanlarda Amerikan helikopterleri PKK militanlarına yardım paketleri atıyorlardı.Bunu bizzat gören, hatta ateş açan subaylarla konuştum, tanıştım.Bunlar hep raporlandı, yukarılara iletildi.

Kimse gereğini yapmadı.
Ama, bu ordu bunları göre göre Amerikan aleytarı oldu.Birden değil.
O zaman tanıdığım teğmenler şimdi albay, yüzbaşı, binbaşılar şimdi general oldular.

Benim tesbitim, anahtar nokta dış borç, ülke ekonomisinin finansmanı.
Sorumlu olan herkese ekonomi brifingleri veriliyor.Hepsine de ayda şu kadar sıcak para girmezse, ya da şu kadar yabancı para çıkarsa çökeriz deniliyor.

O dönemlerde aylık sıcak para ihtiyacı belki, birkaç milyon dolardı, sonra birkaç milyar dolara doğru tırmandı, şimdi on milyarın katlarıyla olduğu söyleniyor.İşte yiğitlerin elini kolunu bağlayan şey bu.

Bu milletin önüne geçip de bir mücadele başlatacak yiğit kişinin önce yaşanacak ağır ekonomik şantaja, ekonomik savaşa karşı halkı hazırlaması lazım.

Yoksa bu millet geriye dönüp milleti 5 sente muhtaç ettiler, ekmeği karneye bağladılar, ülkede tüpgaz, ekmek kuyrukları oldu diye adamın kuyruğuna teneke bağlar.Bizim milletimiz de alıştı, çalışmadan, üretmeden tüketmeye, rahat yaşamaya alıştı.Ahlakı bozuldu.

Şimdi kim, hangi yiğit çıkacak, bu milletin karşısına çıkacak ve dönüp tıpkı Winston Churchill gibi ben “Saadece kan, zahmet, gözyaşı, ter vaat ediyorum” diyecek.Ve o millet de o yiğidin peşine takılacak.Ne millet o millet, ne yiğitler o kadar yiğit.

Venezuella-Hugo Chavez, Küba-Fidel Castro,
Ekvador-Rafaela Correa falan.
Hiç benzerlik var mı?

Daha çok Pinochet-Arjantin, Salazar-Elsalvador,
Honduras ve generaller benzerliği var.

Sorun burada.
Dejenere, borçlanarak yaşamaya, üretmeden tüketmeye alışmış bir millet.
İster hoşunuza gitsin, ister gitmesin böyle işte.
Yerimiz böyle.

Oraj POYRAZ

Yenilgi Mahkeme Salonunda Değil Muharebe Meydanında

DOĞU PERİNÇEK
Cumartesi, 09 Şubat 2013

E. Korg. Engin Alan, Sözcü gazetesine yukarıdaki değerlendirmesini yapıyor.

Peki bu değerlendirme gerçek mi, doğru mu?

Türk Ordusuna iç cephede yabancı devlet harekâtı Muharebe, mahkeme salonunda olmadı.
Türk Ordusuna karşı kendi ülkesinde, yabancı bir devlet harekât yaptı.
TSK, bu harekâta karşı koymadı. Çünkü komuta kademesi teslim oldu.

Mahkeme salonu, savcılık koridoru, emniyet nezarethanesi; Savaş bu yerlerde olmadı.
Savaş, bütün alanlarıyla iç cephede cereyan etti. İç cephede kurşun atmadan düşürüldü!
Bu olayı, sağlıklar diliyoruz, E. Org. Ergin Saygun “Orduya Balyoz” diye adlandırdı. Halen görevli Tüma. Semih Çetin’in “Bir İhanetin Öyküsü” başlığı yeterince açık!

Komuta kademesi teslim olmuştur

Türk subayının gururu kırılmıştır. Ama yaşanan olay “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” türünden özürlerle açıklanamıyor.Düşman savaşta silahı doğrulttuğu zaman, elleri havaya kaldırmak ne anlama geliyorsa, komuta kademesinin yabancı devlet harekâtına karşı tavrı da odur.

Komutanlarımız, savaşın silahlı ve silahsız bütün cephelerde yürütüldüğünü kuşkusuz çok iyi biliyorlar.
Silah kullanmadan yenmek, her savaşta birinci önceliktir.Düşman, bizi bu aşamada silah kullanmadan yenmiştir. Ayağa kalkmak için, önce bu gerçeği saptayacağız.

Mahkemede zafer merasimi yapıldı

Komuta kademesi direnmediği için, düşman olayı “mahkeme salonlarında” bitirmiştir. Daha doğrusu mahkeme salonu, savaş zaferinin merasimine sahne olmuştur. Yenilgiyi mahkeme salonuyla açıklamak, çok ciddi, çok ağır bir askeri hatadır.

Çünkü bu savaş, mahkeme salonunda kazanılamazdı. Türk subayı o salonda, bir muharip değil, fakat esirdi. Esir, ne kadar savaşabilirse, o kadar savaştı.

Komuta kademesi savaşı yargıya havale etti!
Savaş, Genelkurmay karargâhında kaybedilmişti.
Komuta kademesi, Türk Ordusuna karşı düşmanın iç harekât yaptığını görmezden geldi, görmeye cesaret edemedi.
O nedenle Genelkurmay, savaşı mahkeme salonuna havale etti. “Hukuk çözer, yargı çözer” dedi.

Mustafa Kemal Paşa, İngiliz emperyalistlerinin ve Damat Feritlerin iç cephedeki harekâtlarını yargıya mı havale etmişti?

Anzavurları mahkemeler mi tepeledi, yoksa hukuk devleti mi?

Bütün komutanlara soruyoruz:

Bir ordunun iç cepheyi savunma görevini mahkemelerin üzerine attığı bir başka örnek var mıdır?

Bırakalım binlerce yıllık geleneği olan Türk Ordusunu, hangi ordu düşmanın iç cephedeki harekâtına karşı koymaları için savcılardan ve yargıçlardan medet ummuştur?

İç cephe ve dış cephe birbirinin devamıdır.

Bu yazıyı okuyan bazı sorumlu komutanlarımızın “ne yapsaydık yani, darbe mi yapsaydık” dediklerini duyar gibiyim.Vatan savunması görevinden ve bizi vatan yapan Kemalist Devrimi savunma görevinden vazgeçmenin, böyle bir açıklaması olamaz!

Düşmanın dış cephe harekâtı ile iç cephe harekâtı arasında bir fark yoktur. Nitekim bugün geldiğimiz noktada, dış cephe gündeme gelmektedir. Örneğin E. Tuğg. Cihangir Dumanlı, Aydınlık’ta “Doğu Akdeniz ısınıyor” uyarısını yapıyor (6 Şubat 2013).

E. Tüma. Türker Ertürk, “Türk Ordusuna Ergenekon- Balyoz operasyonu yapılmasaydı, Güneydoğu’da bu tablo oluşur muydu, Türkiye Suriye’ye terörist ihraç edebilir miydi” diye soruyor (Sky Türk 360, 6 Şubat 2013)

Beşiktaş cephesinde teslimiyet Güneydoğu’da ve Doğu Akdeniz’de teslimiyettir

2002 yılından bu yana görev yapan komuta kademeleri iç cephede direnemedikleri için, aslında Doğu Akdeniz’de, Ege’de, Güneydoğumuzda ve “Kürt Koridoru” denen cephede teslim olmuşlardır. Bu NATO kafası devam ederse, yarının komutanları da, “napalım firkateyne komuta edecek subayımız, uçağa binecek pilotumuz kalmamıştı” mı diyecekler? Yenilgiye mazeret çoktur, usavurma yenmek için olmalıdır.

Beşiktaş’ta 1000 subay esir verirsen Uludere’yi savunmak zorlaşır

Savaşı kabul etmek için güç dengesine ilişkin mazeretler geçersizdir.

Savaşı biz açmıyoruz. Düşman Güneydoğu’da dolaylı güçlerle yürüttüğü savaşı iç cephede yayıyor. Beşiktaş cephesinde taarruza geçiyor.

Görülmüyor mu? Asıl cephe Beşiktaş’ta idi. O cephede 1000 subay esir verildi!

Güneydoğu’da kaç subay esir verildi? Bir mi iki mi?

Beşiktaş’ta teslim olursak Diyarbakır BOP başkenti olur

Ve sonuç; Kuzey Irak cephesi düştü. Sözümona kırmızı çizgisi vardı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin!

Beşiktaş’ta direnmeyen Genelkurmay, şimdi Diyarbakır’ın BOP başkenti olması tehdidiyle karşı karşıya! Veya vatanın bölünmesi artık tehdit değil!

Bu durumda, savaşın Beşiktaş cephesinde kabul edilmesi, düşmanın iç cephedeki bu taarruzuna her imkânla karşı koyulması gerekirdi.Kuvvet dengesi ne olursa olsun, düşman silah çektiği zaman, savaşı kabul etmeye mecburuz.

21.08.2009 CNN de yayınlanan harita

Kaldı ki direnseydik, bugün Diyarbakır’ı nasıl koruyacağız, Doğu Akdeniz’de nasıl savaşacağız noktasına gelmezdik. Ege denizinde vatan topraklarımıza yabancı bayrakların çekilmesini seyretmezdik.

Asıl olan dahili cephedir

Mustafa Kemal Paşa da vurguluyor, “asıl olan dahili cephedir”!

“Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, mağlup olabilir. Fakat bu hal, hiçbir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren dahili cephenin düşmesidir” (Atatürk’ün Bütün Eserleri c. 20, Nutuk II, s. 168; c.12 s. 313 vd; Doğu Perinçek, Türk Ordusu Kuşatmayı Nasıl Yaracak, 3. Basım, s. 222)

Bunları komutanlarımız bilmez olurlar mı?

İç cepheyi savunma kararlılığında zaaf

Açık söyleyelim: Komutanlar, harekâtın ABD tarafından uygulandığını herkes gibi biliyorlar. Nitekim mahkeme dosyasına giren raporlarda aralarında bu saptamayı yapmışlar. Ancak vatan ve iç cepheyi, ABD emperyalizmine karşı savunma kavramı yok!

İç cephedeki harekâta karşı koymak, ille darbeyle olmaz. Sonsuz yöntem ve olanak vardır. Ama önce iç cepheyi savunma kararı olacak! Komuta kademesinde o karar olmadığı için, TSK yenilmiştir.

Org. Işık Koşaner’in direnişi sürdürülmedi

2002’den sonraki on yıllık süreçte Org. Işık Koşaner’in direnmesini görüyoruz.2011 30 Ağustosundaki istifa, direnme eylemiydi ve arkasından bir model bıraktı. Ama gelen komutanlar o çizgiyi izlemedi. Damat Feritlere topuk selamı düzenine geçildi.

Yaşananlar asker karakteri için utançtır.

Org. Işık Koşaner’in istifa gerekçesinde ortaya koyduğu direnç sürdürülseydi, Türk Ordusu bugünkü durumuna gelmezdi ve iç cephe düşmezdi.

Pilotlar Aydınlık gazetesi yüzünden mi istifa etti?

Savaşı mahkeme salonuna havale ettiğiniz zaman, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tek kurşun atmadan 1000’den fazla komutanını niçin esir verdiğinizi açıklayamazsınız!

Ve bugünkü tablo ortaya çıkar.

Bakınız Hava Kuvvetlerimizde 110 pilotumuzun istifa etmesi haberlerine, bugünkü Genelkurmay “yıkıcı propaganda” diyor.Demek ki, Hava ve Deniz kuvvetlerinin onurlu subayları, komutanları teslim olduğu için değil, fakat Aydınlık gazetesinin yayınları nedeniyle görevlerini bırakıyorlar!

Necdet Özel

Genelkurmay, savaşı dün yargıya havale etmişti, şimdi de basına havale ediyor.Askerlik, en yüksek ciddiyet isteyen iştir. Çünkü ciddiyetsizliğin bedeli, ölümdür ve ülkenin esir olmasıdır!

Savaş görevi herkesin Genelkurmay hariç
Genelkurmayın anlayışına göre, yargıdan basına kadar herkes iç cepheyi savunmakla görevli. Savaşta görevini kabul etmeyen bir tek Genelkurmay var.NATO düzeninde askerin adı “personel” olmuştur. Özel ordunun askeri olmaz. Personeli olur! Personel, porselen gibi bir çağrışım yaratıyor Türk milletinde! TSK, bu “personel” lafını bırakmalı, subay ve asker kavramlarına sarılmalıdır. Türk Ordusunun askeri olur, personeli değil.

Bir komuta zaafı yaşandığı apaçık ortadadır. Bunun örtbas edemeyiz. Çünkü bu yenilgiyi kesinlikle kabul etmiyoruz.

Yenilen komutandır, Türk Ordusu yenilmemiştir.Ve kesinlikle belirtiyoruz: Göreceksiniz, Türk Ordusu bu süreçten Mustafa Kemalleşerek çıkacaktır. *2*

Komuta kademesi iç cephedeki düşman harekâtına niçin teslim oldu?

Doğu Periçek

Pazar, 10 Şubat 2013

Soru gurur kırıcıdır ama örtbas edilemez. Çünkü Türkiye’nin ayakta kalması için, bu soruyu sormak zorundayız.
Peki, iç cephe niçin düştü, komutanlar düşman harekâtına niçin direnemedi?
Atlantik stratejisinde “Kemalist Devrime kefen biçiliyordu”

En önemlisi stratejik nedendir.

NATO bize iç cephede Kemalist Devrimi savunmayı öğretmedi, tersine Atatürk Devrimini savunanları bastırmayı öğretti.

ABD emperyalistleri daha 1945 yılında Türkiye’ye girerken, Kemalist Devrimin kökünü kazıma kararındaydılar. Bunu raporlarına yazdılar. “Türkiye Kemalizmde devam ederse, komünizme gider” dediler.Bizim “Küçük Amerika” dönemindeki millî güvenlik stratejimiz, Atatürk Devriminin güvenliğini sağlamak değildi, NATO’nun güvenliğini sağlamaktı.

TSK içinde Mustafa Kemal geleneği evet yaşadı, ama Atlantik dalgalarında çırpınarak yaşadı.
Atatürk Devrimi yıkılırsa vatan ve millet kalır mı?

İç cephede Atatürk Devriminin sağlam tutulması ile vatan bütünlüğü arasındaki tunç bağı Atlantik sisleri içinde kayboldu. TSK komutanlarının çoğu, Atatürk Devrimini yıkıma uğratan bir rejimde vatanın parçalanacağını görmediler. Bugünkü komuta kademesi, hâlâ görmüyor.

TSK komutanları, Atatürk Devrimini yıkanların yönettiği bir Türkiye’de, etnik çatışmaların, mezhep kavgalarının kaçınılmaz olacağını da görmediler.ABD güdümünde varacağımız yer, komşularımıza El Kaide terörü ihraç etmekti ve Barzanistan’a bekçilikti. Onu yaptık ve şimdi Diyarbakır’ı Barzanistan’a başkent yapma aşamasına geldik.

Atlantik rejimine sadakat, vatanın bölünmesine sadakat oldu. Ve milletin parçalanmasına sadakat!!!

NATO silahları neyi korudu?

Komutanlarımız, “NATO silah vermezse biz nice oluruz” diyerek ABD emperyalizmine bağlandılar.

Türk Ordusunun sözümona modern silahları vardı. Ama o silahlar, iç cephede Atatürk Devrimi yıkılırken hiçbir işe yaramadı.O NATO silahları, Beşiktaş Adliyesi’nde koca koca komutanlar esir alınırken, hiç ama hiç işe yaramadı.Türk Ordusu NATO silahıyla bırakalım vatanı korumayı, kendisini bile koruyamadı.

Meğerse o NATO silahları, bu Cumhuriyeti bu vatanı korumak için değil, Kemalist Devrimi yıkma sürecinde TSK’yı teslim almak içinmiş.

Uçak var pilot yok Gemi var komutan yok

Bugün çok çarpıcı değil mi, ABD’nin verdiği F-16’larımız var, ama uçaklarımızı uçuracak pilotlarımızı kaybediyoruz.Gemilerimiz var, ama bahriyede komutanımız kalmadı. ABD emperyalizmi ve işbirlikçileri, Deniz Kuvvetlerimizi bir torpido atmadan esir aldı.Çünkü TSK’nın komuta kademesinde, ABD güdümlü bir iç harekâta karşı koyma kavramı yoktu. NATO’nun kitabında yazılı değildi bu görev.

NATO’da Türk subayının başına gelenler

Daha önemlisi Atlantik sistemi içinde Türk subayının İstiklâl Savaşı değerleri örselendi.

Türk subayı ya devrimcidir ya da subay değildir.

Şöyle de söylenebilir:

Türk subayı, ya Mustafa Kemal’in askeridir, ya da asker değildir.

İtiraf etmek zorundayız, Atlantik döneminde Türk subayının devrimci karakterinde bozulmalar oldu. Subay karakteri bozulmasaydı, yüzlerce generalini, binin üzerinde silah arkadaşını düşmana teslim eder miydi?

Düşman niçin Kemal’in askerlerini hapse attı?
Çünkü Türk Ordusunu nereden vuracağını biliyor.

Subayın ruhundan Atatürk’ü çıkar, geride kalan artık Türk subayı değildir; NATO personelidir.
Genelkurmay bugün Harp Okulu’nda Mustafa Kemal’in adı okununca “burda” denmesinden korkuyor.

Atlantik’teki ideolojik yıkım

Türkiye’de yıllardır 1908 Hürriyet Devrimi düşmanlığı yapılıyor, Atatürk Devrimi yıkılıyor. İstiklâl Savaşı, Ermeni ve Rumlara soykırım savaşı oldu. Cumhuriyet Devrimi, “Dersim katliamına” indirgendi. Şeyh Sait heykelleri dikildi. Saidi Nursi hükümet oldu.

Düşman kendi ülkemizde Türk Devriminin değerlerini çiğnedi ve çiğnedi.

İttihat Terakki devrimciliğini mahkûm eden Genelkurmay başkanları gördük. Oysaki hürriyetimizin, istiklâlimizin kökleri ordaydı. Atatürk, o Hürriyet Devrimcilerindendi, Türk subayının fedai ruhu o köklerdeydi.Türk Ordusu, Balkan Savaşı yenilgisinden sonra devrimci bir anlayışla yeniden örgütlenmişti. O sayede Birinci Cihan Savaşı’nda “yedi düvele” büyük başarıyla direnmişti. Atatürk, Türk Ordusunu İstiklâl Savaşı’nın başında aynı devrimci anlayışla yeniden kurdu. Bunu Sovyet Generali Frunze’ye çok güzel anlatır (Mehmet Perinçek, Atatürk’ün Sovyetlerle Görüşmeleri, Kaynak Yayınları).

Atlantik sisteminde o devrimci kökler yıpratıldı. Türk subayının devrimci karakteri, fedakârlığı, vatana adanmışlığı hep saldırıya uğradı.Bugün o nedenle “ihanet öyküleri” yazıyoruz.

Düşmanın ideolojik harekâtı Genelkurmay Başkanı’nı esir aldı.Genelkurmay, düşmanın ideolojik harekâtına karşı koymadı. Hatta Genelkurmay Başkanı, 20 Nisan 2005 günü Harp Akademileri’nde, “millî egemenlik ve millî güvenlik” kavramlarının eskidiğini ilan etti.

Kimse Türk Ordusunun ideolojik olarak küreselleştirilmesinin kabahatini Org. Hilmi Özkök’ün üzerine atmasın, bütün komutanlar o sözleri kuzu kuzu dinledi. Hatta bu açılımı, “tartışalım” diyenler oldu. Neyi tartışacaklardı? Millî ordunun tasfiyesini mi?

Bunları bugün söylemiyoruz. Org. Özkök’ün o karanlık konuşmasından dört gün sonra Kocatepe’ye çıktım ve haykırdım. Ertesi gün, 25 Nisan 2005 günü Irak Türkmen Derneklerinin Hilton Oteli’ndeki davetinde, o zaman Genelkurmay Harekât Dairesi Başkanı olan Korg. Metin Yavuz Yalçın’ın başında bulunduğu 10 kadar yüksek rütbeli komutana açık açık belirttim. E. General Erdal Sipahi ve E. Alb. Cumhur Utku da ordaydı. “Türk Ordusunda komuta zaafı” diye konferanslar verdim. Bu başlıkla Teori’de yayımlandı.

Genelkurmay Başkanı “Millî güvenliğin zamanı geçti” dediği gün, Türk Ordusu yenilmişti. Türk subayı, daha o gün esarete boyun eğmişti. Mahkûm salonuna oradan gelindi. Bugün Silivri Kalasında yatan komutanlardan bazıları o gün oradaydı.

Asker “Mustafa Kemal’in askeri” değil mi?

Atatürk Devrimini kaybedince, Ordumuz dahil her şeyimizi kaybetme tehdidiyle yüz yüzeyiz.
Şimdi Türkiye, yeniden Atatürk Devrimi temelinde varolma eyleminin eşiğine gelmiştir.
Atlantik boyunduruğuna isyan başlamıştır. 2012’de milyonlar “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye ayağa kalktı.
Genci, aydını, kamu çalışanı, işçisi, “Mustafa Kemal’in askeriyiz” diyor.

Peki askerler, “Mustafa Kemal’in askeri” değil mi?

Ordu Mustafa Kemalleşiyor

Türk Ordusu, Atlantik duvarlarını yıkacak, NATO kelepçesini çözecek, Mustafa Kemalleşecektir.

Mustafa Kemalleşme başladı.

Feleğin sillesi, Türk subayını, Türk askerini Mustafa Kemalleştiriyor.

Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Silivri, Sincan, İzmir’deki ve Ankara’daki ve Diyarbakır, Erzincan, Malatya, İstanbul ve Çorlu’daki ve Gölcük ve İskenderun’daki bütün komutanlara aynı soruyu soruyorum:

Türk Silahlı Kuvvetleri, düşmanın iç cephedeki harekâtına niçin karşı koymadı, niçin bugünkü duruma geldi? Türkiye kuşatmayı nasıl yaracak? Vatan bütünlüğünü, Cumhuriyetin geleceğini nasıl kurtaracağız ve nasıl yeniden Atatürk Devrimi rotasına gireceğiz?

Cevaplarınızı bu köşede ve Aydınlık sayfalarında yayınlamaya hazırız. *3*

Kaynak ;

*1* Kaynak: “Afyon’da çıkan ikaz gazetesinden aktaran: Anadolu’da Yenigün gazetesi, 10 Ağustos 1920. •Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.9, Kaynak Yayınlan, istanbul. Ekim 2002, s. 112-113

*2* http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/dou-perincek/19084-yenilgi-mahkeme-salonunda-degil-muharebe-meydaninda.html

*3* http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/dou-perincek/19109-komuta-kademesi-ic-cephedeki-dusman-harekatina-nicin-teslim-oldu.html

This entry was posted in EMPERYALİZM, FAŞİZM, Fetullah Gülen, HUKUK-YARGI-ADALET, İSTİHBARAT KURUMLARI, Politika ve Gundem, TSK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *