Bir zamanlar Genel Kurmay tam kadro Soma’daydı, ama…

Bir zamanlar Genel Kurmay tam kadro Soma’daydı, ama…

Orhan Özkaya – 07 Mayıs 2024

Genel Kurmay Başkanlığı’nın bütün kuvvet komutanlarıyla birlikte Soma’yı ziyarette bulunması anlamlı bir davranış. Ayrıca Kırkağaç’ta ve Soma’da ailelere taziyede bulunmaları, facia ile ilgili bilgi almaları çok duygulu anlar yaşanmasına neden oldu. Ancak 19 Mayıs günü bu ziyaretin yapılması, törenlerde yer almamak üzüntü verici bir durum. Bu ziyaret bir gün önce veya bir gün sonra yapılabilirdi. 19 Mayıs’ta Anıt Kabir’ deki törene sadece Gençlik ve Spor Bakanı’nın katılması, Abdullah Gül’ün İstanbul’da tebrikleri kabul etmesi, Anıt Kabir törenlerinin kaldırılması, Erdoğan’ın başka bir toplantıda gazetecileri dolaylı olarak patrona hedef göstermesi, artık Cumhuriyet kazanımlarının yok edilmesine askerin de onay verdiği anlamına gelir.
Facia nedeniyle 19 Mayıs törenlerinin yapılmaması eğer ilan edilen yas ile ilgili ise, yas daha önce zaten bitmişti. Kaldı ki, AKP’liler Meclis Başkanı ve Bülent Arınç yas devam ederken düğün törenlerine katılabildiler. Ayrıca 19 Mayıs eğlence olmadığına ve bu ülkenin “Kurtuluş Savaşı” ateşinin yakıldığı gün olduğuna göre onu yasaklamak kasıtlıdır. Gençlik, Samsun’ dan yola çıkarak bu anmayı yürüyüşlerle yerine getirdi ve halkta buna katıldı. İktidarın uygulaması yürüyüşlerle tüm ülkede protesto edildi. İşte askerin bu tutumu uygun değil ve Cumhuriyet’in yara almasına karşı onay vermektir. Gelecekte ülkenin böyle bir yıkıntı altında kalması hangi boyutlara varacak? Ancak Türk halkı buna asla izin vermeyecektir. Komutanların bunu akıllarına getirmemeleri olanaksız.

Ermenek’te yoksulluğun lastik ayakkabıdaki onurlu duruşu

Soma katliamı daha soğumadan yurdun çeşitli yerlerinde ölümlü kazalar devam etti. Bunların en dramatik olanlarından birisi de Ermenek’te yaşandı. Günlerce toprak altında kalan işçilerin bedenlerine ulaşılamadı; su ve balçıkla dolu olan ocak kısmen temizlenebildi ve 18 maden şehidinden 10’unun cesedi çıkartılabildi. Bu kadar korkunç bir ihmal ve insan yaşamına kıyılması ancak geri bıraktırılan bizim gibi ülkelerde oluyor. Dünya maden kazalarını aşmış, hele grizu patlamaları tarihe karışmış iken böyle bir cinayetin devler eliyle işlenmesi, Afrika kıtasındaki emperyalizmin pençesinden kurtulamamış ülkelerde yaşanır. Bir de bizim ülkemizde yaşanmakta.
Basında, Almanya’daki maden ocaklarının çelik duvarlarla tahkim edilmiş galerilerinin görüntüleri günlerce yayınlandı. Ama yine de ders alınmıyor. Halkımızın duyarlılığına da aldırış eden yok. Varsa yoksa rant… Cansız bedeni çıkartılan Tezcan Gökçe’ nin cenaze töreninde, babası Recep Gökçe’ nin yırtık lastik ayakkabılar ve delik ceketle yer alması tüm Türkiye’yi yasa boğdu. Tezcan Gökçe’nin annesini, “oğlum yüzme bilmez ki, o sudan nasıl kurtulacak!” demesi, yüreklere işledi. Halkımız ne yapacağını şaşırdı; yardım edebilmek için adeta yarıştı. İşte Türk halkının duyarlılığının, dayanışma kültürünün büyüklüğü buradan anlaşılıyor. Bir de Karaman Valisi’nin yeni lastik ayakkabı alarak babaya vermesi, ülkemizin getirildiği karanlık noktayı ortaya koyuyor.
Bir tarafta yerin 4 kat altında ve 4 kat üstünde yer alan kaçak saray, oda sayısının bin mi, yoksa beş bin mi, diye tartışılması ve daha planın tamamlanmadığı, yeni eklentilerin olduğu, 250 odalı ikametgâhın yapılmakta olduğu açıklamaları, ayrıca sökülen 80 yıllık ağaçların yerine, 250 tır dolusu ithal ağaca verilen milyonlarca dolar. Üstelik tutmadığı için de defalarca ithal edilmesi, halkın kanını dondurmaya yetiyor. Binanın altında Esenboğa Havalimanı’na giden tüneller açıldığı, bazı büyükelçiliklere kadar giden tünellerin yer aldığı söylemleri basın ve medyaya yansımış durumda. Bütün bu gösteriş, israf ancak böyle karşıdevrimci kafalarda olur. Ayrıca gelecekten korkmanın ifadesi olarak değerlendirmek mümkündür. Üstelik bin odalı olmasını savunan iktidarın başı, bu odaların kendilerine gerekli olduğunu savunmaktan da geri durmuyor…

Yoksulluğun onuru en büyük servet

Sanal büyüklük duygusu, yalancı iktidar macerası artık sona gelmiş durumda. Zira Türk halkı bu kadar yoksulluğu kaldıramaz ve de bu yağmaya, talana izin vermez. Tarımı yok ederek köylüyü kent merkezlerinin mahallesi haline getirerek AB normlarına hizmet etme anlayışı aslın da uluslararası tekellerin emirlerine boyun eğmekten başka bir şey değildir. Bütün köylü topraklarından dışlanarak, soyutlanarak yoksulluğun pençesinde ve kredi kartı terörünün tut sağı olarak bu ölüm ocaklarına zorlanıyor. Toprağının efendisi olma konumunu yıllar önce terk ettirilerek, ülkenin efendisi, Atatürk’ün yol arkadaşı olmak tan uzaklaştırılmaya çalışıldı. Ancak onu, hiç güç O’na olan sevgi ve bağlılıktan uzaklaştıramayacaktır. Gelecek, Kurtuluş Savaşı kahramanı köylünün elindedir. İşte o köylümüz, AB müktesebatları adına kendisine kurulan tarımın bitirilmesi tuzaklarını, “Büyük Şehir Yasaları” nı yırtıp atmasını mutlaka bilecek ve bu dönemi sonlandıracaktır. Asla ABD ve AB sömürüsüne biat etmeyecektir. Belki çaresizliğinden yine ölüm ocaklarına inecek, ama asla onurundan, gururundan ödün vermeden bu tükenmişliği yenecek ve bir gün biriken öfkesiyle ayağa kalkacaktır.

Efem Çukuru köylüsünün acı çöküşü ve Soma…

Tarım alanları altın madeni yüzünden ellerin den gasp edilerek alınan Efem Çukuru köylüleri, “Kurtuluş Savası” n da Atatürk’ün en büyük dostu olarak düşmana karşı savaşmış, köylerine kadar ulaşan düşmana karşı kahramanca, çete savaşı vermişler. Derme çatma silahlarıyla, ancak çelik gibi kararlı duruşlarıyla geri adım atmamışlar, kırık dökük mavzerleriyle, av tüfekleriyle düşmanı geri püskürtmüşlerdir.
Onların köylerinin bu isminin ünü de bir anlamda, bu kahramanlıklarından ve ilk mücadele ateşlerinden birini yakmalarından kaynaklanıyor. Kendi mütevazı yaşantılarıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşan Efem Çukuru köylüleri, yörenin en güzel siyah üzümünü yetiştirmenin onurunu da bu civardaki Kavacık köyü ile paylaşıyorlar. Aslında beyaz rezaki üzüm de bir zamanlar çok ünlü iken, siyah üzüm öne çıkmış. Dağ ve orman köyü olan Efem Çukuru, geniş orman alanlarıyla kaplı arazi yapısı nedeniyle keçi besiciliğine uygun olmasına karşın, yağma ve talan kurbanı olmuş, “keçi hayvancılığı ormana zarar veriyor” denilerek bitirilmiştir.
Daha sonra altın madenciliğinin ağır basmasıyla tarım ve dünyanın en güzel siyah üzümcülüğü, bağcılık, şarapçılık sönmüştür. Altın madenciliğinin vereceği tahribat ve arazilerinin kamulaştırılmasındaki hukuksuzluklar nedeniyle mahkemelere yıllarca taşınan ve maddi, manevi büyük kayıplara uğrayan köylü, Kanadalı El Dorado ve TÜPRAĞ birlikteliğine karşı yenik düştü. Yapılan onurlu mücadele halkın büyük ilgisini çekmesine, çevreci kuruluşlar mücadeleyi en üst düzeye çıkarmış olmasına karşın, çöken tarım ve hayvancılıkla birlikte şimdi maden işçisi konumuna düşürülmekten kurtulamadılar. Kurtuluş Savaşı’nda düşmandan kurtulan köylü, yabancı şirket istilasından ve işbirlikçi ihanetinden kurtulamadı! Tıpkı Soma ve çevresi gibi…

Kalkınmanın itici gücü tarım yok edildi

Tarım ve hayvancılık Ege’de bitirilmiş; dünya çapındaki altın sarısı Akhisar tütünü, Bergama süt ürünlerinin ünü, besicilik ve tarım, Savaştepe hayvancılığı ve tarım ürünleri, Kınık tarım ürünlerinin namı, Alaşehir “sarı kız” üzümü ve diğerleri… Bölge halkının tarım alanındaki istihdam sorununun olmaması ve bunu aşarak yöreye işçi akınının olması, bölgenin tarımla kalkındığı gerçeğini ortaya koyan en büyük göstergeydi. İzmir kenti, tütün ve incir işletmelerinin cenneti ve işçi kenti konumundayken yoksulluk altında, sokaklarında dilenen vatandaşlarla, göçle gelen yoksullukla perişan durumda. Daha önce, köylü kendi yağıyla kavrulabiliyor; borç nedir bilmiyor, kredi kartıyla tanışmamışken, en önemlisi de tüketici değil üretici konumuyla, ekonominin itici gücünü oluşturuyordu. İşte bütün bunlar yok edilince, halk, tamamen yabancısı ve isteğinin dışında yabancı maden şirketlerinin işçisi, kölesi konumuna düşürüldü. Halk borç bataklığına terk edilerek yabancı efendilerin tüketim kölesi yapıldı.

Zorla ve hukuksuzca dayatılan maden talanı

Efem Çukuru köylüsü, kurduğu kooperatif aracılığıyla, şarapçılıkta en favori hale gelen üzümünü, şarabını doğrudan Avrupa’ya pazarlıyorken, başta İtalya, Fransa ve Almanya olmak üzere sürekli dışa açılmış durumdayken; altın madenciliğinin saldırısı altında ve iktidar gücünün sömürgeci güçlerin yanında konumlanmasıyla ve muhalefetin etkisiz ve edilgen tutumu sonucunda; “Büyükşehir Yasaları” nın tuzağıyla yoksulluk sınırının altına düşürüldü; ne kooperatifçilik kaldı ve ne de dış bağlantılar…
Tarımı AB dayatmalarına teslim edenler, köylünün üretimden dışlanarak korumasız, kolsuz kanatsız ve yalnız kalmasına neden oldular. Bitirilen Türk köylüsü, adeta kendi ülkesinde sanki bir konuk haline getirilmiştir. Toprakları yok pahasına yerli ve yabancı yağmacılar tarafından sistemleştirilmiş bir rant saldırısı ile elinden alınmıştır. Bütün bu yağmanın “yasa” adı altında kılıfı da hazırlandı… Efem Çukuru köyündeki halkın, Kanadalı El Dorado Gold şirketinin kolu olan TÜPRAĞ Madencilik tarafından arazilerine “altın madeni” işletmeciliği adına bir kısmı satın alınarak ve bir kısmı da “kamulaştırılarak” el konuldu. Onlardan geri adım atmalarını beklemek çok büyük bir aymazlık.
Kaz Dağları’nda, Uşak Eşme’ de, Efem Çukuru’ n da ve Soma’da direnmeye devam edecek olan halkımızın gücünün birleşmesi bu geri adımları attıracaktır. Bütün bu yağma, rant düzenine “dur!” diyen Devrimci Atatürk’ün askerleri devre dışı edilerek kıyıma uğratıldı. Bir de ABD ve Batı’nın maşaları tarafından FETÖ tuzakları; Ergenekon, Balyoz ve Casusluk davaları döşendi…

Çetin Doğan’ın Kemalist Devrim isyanı

Bu tuzakları kırmak için mücadele edenlerden olan Çetin Doğan, tutsak alındı. Onurlu direnişiyle yapılan haksızlıklara isyan ederek, “Bu dava bitmeyecek. Ben darbeci değilim, ben, ‘Mustafa Kemal’in askeriyim!’ demiştim. Ben devrimciyim. Atatürk Devrimcisiyim. Yaş günümü parmaklıklar arasında geçirdim. ‘Adalet yerini buldu’ deyip neşe içerisinde mutlu olduğumu söylemem zor. Burada şehitler verdik. Bunların hüznü içimize işledi. Bir süre önce Dışişleri Bakanlığı’nda geyik muhabbetiyle birtakım görüşmeler yayınlandı. Esas vatan hainleri bu davayı öne sürerek gerçek tehlikeleri komşularımızın eline verdiler. Milli güvenliğimiz onarılamaz yaralar aldı” diye, sözlerini sürdürdü. Daha sonra Hıdır Hokka’nın Silivri nöbet çadırının önüne giderek teşekkür etti ve ‘Onların seslerini, türkülerini rüzgârın desteğiyle dinledik!’ şeklindeki sözleri belleklerdeki yerini aldı.

Berna Albay’ın onurlu duruşu

Balyoz davasının tek tutuklu sanığı Albay Berna Dönmez, “Çok zor bir süreç yaşadık. Bunun biteceğini biliyordum. Ülkemizde bir gün adaletin tecelli edeceğini biliyordum. Bizlere bu haksızlıkları yapanların da adaletin önünde bizlere yaptıkları gibi adil yargılanmalarını diliyorum. Çünkü biz bu uğurda şehitler verdik. Ben Murat Albayımın da Yarbay Ali Tatar’ında çocuklarına, eşlerine kavuşmasını çok isterdim. Ama olmadı. Onların da artık ruhunun özgür olduğuna inanıyorum” şeklindeki duygu dolu konuşması, onu karşılamaya gelenleri duygulandırdı. Oysa bazıları “İçeri giremem, yaşlıyım. Konuşursam, iyi olmaz” diyerek, omzundaki yıldızları yok saydı. Kimisi de “ete soğan doğrayamam!” dedi. Bir başkası da “Ne yapsaydım yani. Ordu Evine tank mı yürütseydim?” şeklideki açıklamalarını, mangal partilerinde sürdürdü. Dolmabahçe mutabakatlarıyla, aldığı nişanlarla, zırhlı makam araçları içinde “mutlu” yaşamını sürdürmeyi tercih etti. İşte Berna Albay, küçücük bebeğine rağmen, Mustafa Kemal’in askeriyim diyerek, düşman kumpasına göğsünü siper etti. Tıpkı Kara Fatmalar gibi.

Hapishaneler yazar ve ressam üretti

Mamak Askeri Cezaevi’nden konvoylar halinde ellerinde Türk Bayrakları ve Murat Albayın resimleri olan komutanlar yakınlarının gözyaşlarıyla tahliye oldular. Mamak’tan tahliye olan Kurmay Albay Mustafa Önsel, Şehit arkadaşı Kurmay Albay Murat Özenalp’ ın ailesini ziyaret ederek, “Murat kardeşimizle hem Hasdal’da hem Mamak’ta birlikteydik. Bütün bu davalarda başta Ali Tatar olmak üzere birçok arkadaşımız maalesef bugünleri göremedi. Murat Özenalp’te bunlardan biriydi. Özgürlüğümü tam anlamıyla yaşadığımı söyleyemem. Evime uğramadan önce annemin elini daha sonra Samiye annenin elini öptüm. Murat burada olmalıydı. Son yazdığım, ‘Casusluk Kumpası’ diye bir kitabım vardı. Kitabı bitirdim, Murat yanıma geldi. Kitaba bir bakayım dedi. Kitabı ona verdim, Murat düzeltti. Kitabı yayınevine verdim, Murat bunu görmedi. Daha sonra ben de kitapta Murat’ı anlattığım bir bölüm yazdım” diye, sözlerini sürdüren Önsel, “Büzüm şahsımızı hedef almadılar. Şahsımız üzerinden TSK’yı hedef aldılar. Bütün bu davaların amacı buydu.
Bize bu kumpası yapanların amacı Türk Milletini bölmektir. Biz onlarla mücadeleye devam edeceğiz. Bu kumpasları kuranlar bizi vicdansızca, ahlaksızca, çetevari tavırlarla yargılayanlar bunun hesabını verecekler. Yaptıkları vatana ihanettir. İnsanlık suçu işlemişlerdir. Onlar cezalarını çektikten sonra bu davalar kapanacaktır” şeklindeki isyanı, bugüne kadar yayın yapmamak için ellerinden gelen her mazereti sıralayan Kanallar bile, canlı yayın araçlarıyla, bir açıklama alabilmek için koşuşturup durdular. Hapishaneler, askerlerin yazar ve ressam olarak kendilerini aşmasını sağladı. Yine Türk halkıyla çok büyük iletişim kurmaları, mektuplaşmaları tarihe geçmiş oldu.

Hep korktukları Atatürk’ün bu esir alınamayan askerleri

Onların içerde olmasını fırsat bilerek, Kemalist Devrimi rotasından çıkardılar, Orduyla istedikleri gibi oynadılar, Jandarmayı kaldıracaklarını, Orduları iki Ordu haline indireceklerini, askerliği tamamen paralı hale getireceklerini, sayısını azaltacaklarını, askerliği kısaltacaklarını, Askeri Yargı’yı kuşa çevirerek, işlemez hale getirdiler. MGK’ nu sivilleştiriyoruz diye, biat kurulu haline getirdiler, “İrticaı, bölücülüğü, Milli Güvenlik Bildirisi’nden çıkartıp, tehlike olmaktan çıkardılar. Askeri Şura’da Genel Kurmay Başkanı yerini korumayarak, alt kademeye düşürüp, memurluk kademesine indirildi. Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanma girişimlerine karşı sessiz kalındı. Ordu’nun Cumhuriyet kazanımlarıyla elde ettiği okulları, Ordu Evleri, tesisleri, arazileri, malları, mülkleri satışa çıkartıldı. Ülkemize ait 16 adanın Yunanistan tarafında işgal edilmesine karşı, aciz kalındı ve Meclis görüşmelerinde Dışişleri Bakanlığı, bu durumu kabul ederek, Yunan Genel Kurmayı’ nın lafta dahi olsa yalanlamasını, bile açığa düşürdü. Yunanistan’la olan “casus belli” ve “it dalaşı” sona erdi.
Bütün bu haksızlıklar ve hukuksuzluklar, Türk Ordusu’ndan Lozan, Montrö, Kıbrıs, 27 Mayıs, 28 Şubattan intikam alınması ve Milli Ordu projelerinin gerçekleşmemesi ve BOP tuzağının kolayca yürütülmesi adına yapıldı. Çok vahşice uygulanmasının ne deni de Ordu’ya diz çöktürmek, korkup sinen, sütre gerisinde biat eden NATO’ cu bazı Generaller ve Ordu Komutanlarının durumlarından ders çıkarılmasını sağlamak idi. Kaya gibi dimdik duran Kemalist askerler, en üst rütbelisi ve en sade teğmeniyle, ast subayı ile bölük bölük yakınlarının uğurlamasıyla içeri kapatıldılar, ama bugün milyonlar olup çıktılar. İşte emperyalizm ve taşeronları hep bu birlikten, beraberlikten, milyonlarca olmuş halk ordularından korkarlar. Çünkü Atatürk’ten bu dersi aldılar. Şimdi yapılacak iş, Silivri duvarlarını yıkıp camdan yapmak ve yeni konuklarını, “Adalet Tanrıçası” nın şeffaf kollarında yargılamak… Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin unuttukları; Büyük Atatürk’ün, dağıtılmış, komutanlarının apoletleri sökülmüş ve yerli, yabancı ajanlarla kuşatılmış bir ülkeyi yoksul, kolsuz kanatsız bırakılmış bir halkı, çelikleşmiş iradesiyle ayağa kaldırmış, isyan ettirmiş ve sonunda “Tam Bağımsız” bir ülke kurarak tüm ezilen uluslara örnek olmasıdır.
This entry was posted in Uncategorized. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *