İTİBARIN BÖYLESİ; ERDOĞAN DÜNYANIN EN PAHALI CUMHURBAŞKANI * CUMHURBAŞKANLIĞI KORUMA GİDERLERİ DAKİKADA 52 BİN / GÜNLÜK 75.6 MİLYON TL

Posted in Ekonomi, YOLSUZLUKLAR, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

Amerikan National Endowment for Democracy (NED) * Demokrasi maskesi altında küresel müdahale aygıtı CIA’nın yasal penceresi NED

ARAŞTIRMA/ İNCELEME YAZISI;
CIA’nın ARKA YÜZÜ;
NED (National Endowment for Democracy)

Naci Kaptan – 16.11.2025

 

 Illustration: Liu Rui/Global Times

Amerikan National Endowment for Democracy (NED)
Demokrasi maskesi altında küresel müdahale aygıtı


NED: dünya kamuoyunun özellikle son 20 yılında adından sıkça söz ettiren bir yapılanma.

1983 yılında ABD Kongresi tarafından kurulmuş bir örgüt olarak, “demokrasiyi teşvik etme” misyonunu taşıdığını iddia etse de, bu sözde misyonun ardında, çeşitli ülkelerdeki hükümetleri devirmeye yönelik müdahaleci politikalar yattığı uzun süredir biliniyor. Son olarak, Çin Dışişleri Bakanlığı’nın geçtiğimiz haftalarda yayınladığı rapor, NED’in karanlık yüzünü bir kez daha gözler önüne seriyor.

NED, bir hükümet dışı organizasyon (NGO) olarak tanımlansa da, bütçesinin tamamı ABD Kongresi tarafından sağlanıyor ve her yıl Kongre’ye faaliyet raporu sunuyor. Kuruluşun hedefi, sözde “demokrasi”yi desteklemek amacıyla diğer ülkelerdeki sivil toplum kuruluşlarına kaynak aktarmaktır. Ancak, NED’in faaliyetleri, ‘yardımsever bir misyon’ olmanın ötesine geçmektedir. Örneğin, Nikaragua’daki Sandinist hükümete karşı yürütülen kanlı iç savaşta paramiliter grupları finanse etmek, NED’in ilk büyük operasyonlarından biriydi. Bu tür faaliyetler, demokrasiyi teşvik etmekten çok, başka ülkelerde istikrarsızlık yaratma çabası olma niteliği taşıyor.

NED’in misyonuna ilişkin en açık tanımlama, NED’in kurucusundan gelmişti. Örgütün kurucu başkanı Allen Weinstein, 1991 yılında Washington Post’a verdiği bir demeçte, “Bugün bizim yaptıklarımızın büyük kısmı 25 sene önce CIA tarafından gizli bir şekilde yapılıyordu,” sözleriyle aslında NED’in gerçek amacını itiraf etmişti. Bu ifadeler, NED’in bir ‘STK’ olma iddiasının tersine, gerçekte ABD’nin kirli işlerini yürüten bir araç olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

NED, Sırbistan’daki “Buldozer Devrimi” (2000), Gürcistan’daki “Gül Devrimi” (2003), Ukrayna’daki “Turuncu Devrim” (2004) ve Kırgızistan’daki “Lale Devrimi” (2005) gibi birçok renkli devrimin arkasındaki güç olarak tanınıyor. Eylemcilere yapılan yardımlar, ‘kitlesel demokrasi eylemlerinin’ öncesinde verilen eğitimler ve daha fazlası…

Bu olaylar, ABD’nin demokratikleşme söylemi altında aslında kendi jeopolitik çıkarlarını maksimize etme ve bu ülkeleri Batı’nın çizgisine çekme planının en vurucu kısımları. ABD, NED aracılığıyla bu ülkelerdeki hükümetleri devirerek, kendine sadık yönetimler oluşturmayı hedefliyor.

Peki NED nedir?
ABD Ulusal Demokrasi Vakfı (National Endowment for Democracy – NED), 1983 yılında ABD Kongresi tarafından kurulan ve amacı “dünyada demokrasiyi teşvik etmek” olarak tanımlanan bir kuruluş. Ancak, NED’in faaliyetleri ve tarihine yakından bakıldığında, bu kuruluşun gerçek amacının, ABD’nin dış politikadaki çıkarlarını korumak ve maksimize etmek için diğer ülkelerde siyasi müdahalelerde bulunmak olduğu ortaya çıkıyor.

Soğuk Savaş ikliminde kuruldu
NED, Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler Birliği’nin etkisini dengelemek ve Batı’nın demokrasiyi yayma iddiasını desteklemek için kuruldu. ABD, bu kuruluş aracılığıyla, doğrudan müdahale etmek yerine, demokrasiyi teşvik etme kisvesi altında çeşitli ülkelerdeki siyasi süreçlere dolaylı yollardan müdahale etmeyi hedefledi. NED’in kurucuları, bu tür faaliyetlerin CIA gibi istihbarat örgütleri tarafından gizlice yapılmasından rahatsızlık duyan politikacılardı ve bu yüzden benzer işlevleri daha “şeffaf” bir çerçevede yerine getirecek bir araç olarak NED’i geliştirdiler.

NED, dört ana organizasyondan oluşan bir yapıya sahip:

1. Ulusal Cumhuriyetçi Enstitüsü (IRI): ABD’nin Cumhuriyetçi Parti’sine bağlıdır ve dünyadaki merkez sağ partilerle işbirliği yapar.

2. Ulusal Demokratik Enstitü (NDI): Demokrat Parti ile bağlantılıdır ve merkez sol partilerle işbirliği yapar.

3. Özgür Sendika Enstitüsü (FTUI): Sendikal hareketleri destekler, ancak genellikle ABD’nin işçi hareketlerini zayıflatmak için kullanılır.

4. Uluslararası Özel Girişim Merkezi (CIPE): Özellikle serbest piyasa ekonomisini teşvik eden gruplara finansal destek sağlar.

Bu yapının bizzat varlığı, NED’in faaliyetlerinin ABD’nin iç siyasi dinamikleriyle nasıl iç içe geçtiğini gösterir nitelikte. Cumhuriyetçi ve Demokrat partiler, NED üzerinden dünya genelinde kendi politik ajandalarını uygulamaya çalışıyorlar. Ancak, bu süreçlerin çoğu, demokrasiyi yaymaktan ziyade, ABD’nin jeopolitik çıkarlarını maksimize etmeye yöneliktir.

NED’in ‘müdahaleleri’
NED, demokrasi ve insan hakları savunuculuğu kisvesi altında, farklı ülkelerdeki hükümetleri devirmeye yönelik faaliyetler yürütüyor. Renkli devrimler olarak bilinen birçok olayda NED’in aktif bir rol oynadığı biliniyor.

Örneğin:

1. Sırbistan’daki Buldozer Devrimi (2000): Slobodan Milošević’in devrilmesiyle sonuçlanan bu hareket, NED’in finansal desteğiyle güçlenmişti.

2. Gürcistan’daki Gül Devrimi (2003): Eduard Şevardnadze’nin devrilmesine yol açan bu olayda da NED’in katkısı büyük olmuştur.

3. Ukrayna’daki Turuncu Devrim (2004): Viktor Yanukoviç’in seçim zaferine karşı başlatılan bu protestolar, NED tarafından desteklenmişti.

4.Kırgızistan’daki Lale Devrimi (2005): Askar Akayev’in devrilmesi, yine NED’in dolaylı desteğiyle gerçekleşmişti.

Yalnızca bu örnekler bile, NED’in, ABD’nin çıkarlarına hizmet eden rejim değişikliklerini desteklemek için nasıl kullanıldığını gösteriyor NED, bu tür müdahaleleri gerçekleştirmek için yerel sivil toplum kuruluşlarına finansal destek sağlar, medya kampanyaları düzenler ve siyasi muhalefeti organize eder.

NED’in en büyük misyonlarından biri, demokrasiyi teşvik etme bahanesiyle, aslında ABD’nin dünya genelindeki hegemonyasını pekiştirme aracı olarak kullanılmasıdır. Demokrasi ve insan hakları, NED’in elinde, ABD’nin çıkarlarına hizmet eden araçlar haline gelmiş durumda. Bu durum, ABD’nin müdahaleci politikalarının bir uzantısından ibaret. NED, bu tür faaliyetlerle, ülkelerin iç işlerine karışmakta, siyasi süreçleri manipüle etmekte ve genellikle bu ülkelerde istikrarsızlık yaratmaktadır.

NED’in bir diğer eleştiri noktası, faaliyetlerinin genellikle demokratik olmayan yollarla gerçekleştirilmesi. NED’in desteklediği renkli devrimler, birçok kez şiddetli çatışmalara ve uzun süreli istikrarsızlıklara yol açtı. Bu devrimler, halkın demokratik taleplerini dile getirmesinden ziyade, dış müdahalelerin bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ayrıca, NED’in finanse ettiği birçok grup, halklar tarafından meşru olarak görülmüyor. Bu gruplar, ABD’nin çıkarlarına hizmet eden araçlar olarak algılanıyor ve yerel siyaseti derinlemesine etkileyerek, halkın gerçek demokratik taleplerinin önüne geçiyor.

NED, yüzeyde demokrasiyi teşvik etmeyi amaçlayan bir kuruluş gibi görünse de, derinlerde ABD’nin küresel müdahaleci politikalarının bir aracı olarak faaliyet yürütüyor. Bu kuruluşun etkinlikleri, birçok ülkede siyasi istikrarsızlığa yol açmakta ve demokratik süreçleri baltalıyor. NED, ABD’nin dünya üzerindeki etkisini artırmak için kullandığı bir mekanizma haline gelmiş durumda ve demokrasi söylemi altında, başka ülkelerin iç işlerine müdahale etmeye devam ediyor. Bu nedenle, uluslararası toplumun NED gibi kuruluşların faaliyetlerini daha yakından incelemesi ve bu tür müdahalelere karşı daha güçlü bir duruş sergilemesi gerekiyor.

https://www.cgtnturk.com/ned-demokrasi-maskesi-altinda-kuresel-mudahale


CİA’nin yasal penceresi NED

Yazan Thierry Meyssan

2006 yılında Kremlin, Amerikan Ulusal Demokrasi Vakfı (National Endowment for Democracy – NED) tarafından yürütülen, bazıları ülkenin istikrarsızlaştırılmasına yönelik olan bir gizli plana katılan yabancı kuruluşların Rusya’daki sayısının artışından şikayet ediyordu. Olası bir « renkli devrimin » önüne geçmek için, Vladislav Surkov, bu « sivil toplum kuruluşlarına (STK) » yönelik sıkı kurallar getirdi. Batı’da bu idari adım, « diktatör » Putin’in ve danışmanının örgütlenme özgürlüğüne karşı yeni bir saldırısı olarak tanımlandı.

Bu politika, uluslararası basının « diktatörlük » olarak sunduğu başka Devletler tarafından da izlendi.

ABD hükümeti « dünyada demokrasinin geliştirilmesi » için çabaladığını belirtiyor. Kongrenin NED’i ve bu kurumun da bu kez kendi payına doğrudan ya da dolaylı olarak dünyanın her yerinde bu yönde çaba harcayan dernekleri, siyasi partileri ya da sendikaları mali açıdan desteklemesi talebinde bulunmaktadır. Tanımları gereği, sivil toplum kökenli yani « hükümet dışı » olması gereken STK’lar, Büyükelçiliklerin, bunlara konu olan Devletlerin hükümranlığını ihlal etmeden gerçekleştiremeyeceği siyasi girişimlerde bulunabilirler. Dolayısıyla tüm sorun tam da burada gizleniyor: NED ve finanse ettiği STK ağı, Kremlin’in haksız bir şekilde baskı astlında tuttuğu sivil toplum girişimleri mi yoksa müdahale ederken suçüstü yakalanan ABD gizli servislerinin paravan kuruluşları mıdır?

Bu soruya yanıt vermek için, National Endowment Democracy’nin kökeni ve çalışma şekline göz atacağız. Ama her şeyden önce, ABD resmi « demokrasi ihracı » projesinin tam olarak ne anlama geldiğini incelemeliyiz.

ABD’yi kuran püritenler, burayı dünyayı aydınlatan « ışık saçan ülke » haline getirmek istiyorlardı. Kendilerini bir politik modelin misyonerleri olarak görüyorlardı.


BÖLÜM 1

HANGİ DEMOKRASİ?
Halk olarak ABD’liler, kurucu atalarının ideolojisine bağlıdırlar. Kendilerini, Tanrı’ya itaat eden bir kent kurmak için Avrupa’dan gelmiş bir koloni olarak görmektedirler. Ülkelerini, iki yüzyıl boyunca Devlet Başkanlarının söylevlerinde kullanılan Aziz Matta’nın « dağa vuran ışığı » olarak düşünmektedirler. ABD, bir dağın tepesinden bütün dünyayı aydınlatacak örnek bir ulus olacaktır. Ve yeryüzündeki diğer bütün halklar selamete erişmek için bu modeli örnek alma umudu içerisinde olacaklardır.

ABD’liler için bu saf inanış, ülkelerinin kendiliğinden örnek bir demokrasi olduğu ve bunu dünyanın geri kalanına yaymak biri Mesihçi bir görevleri bulunduğu sonucuna varıyor. Aziz Matta, adil bir yaşam sürdürmenin inancın yayılması için yeterli olmasını öngörürken, ABD’nin kurucu ataları ateş yakılması ve bunun bir rejim değişikliği olarak yayılmasını düşünüyorlardı. İngiliz püritenleri, Hollanda ve ABD’ye kaçmadan önce I.Charles’in kafasını keserler ve ardından Yeni Dünya’nın yurtseverleri İngiliz Kralı III. George’un otoritesini reddederek ABD’nin bağımsızlığını ilan ederler.

Bu ulusal efsaneyi benimseyen ABD’liler hükümetlerinin dış politikasını emperyalizm olarak algılamazlar. Onların gözünde, kendilerinden farklı olan yani uğursuz bir modeli canlandırma hevesi içerisindeki bir hükümeti devirmek meşrudur. Aynı şekilde, Mesihçi misyonlarına o kadar çok inanıyorlar ve buna o kadar çok memur olmuşlar ki, işi işgal ettikleri ülkelerde güç kullanarak demokrasi dayatmaya kadar vardırmışlardır. Örneğin okullarında GI’lerinin (Deniz Piyadelerinin) Almanya’ya demokrasi getirdiğini öğretiyorlar. Tarihsel gerçeklerin bunun tamamen tersi olduğunu görmezden geliyorlar: Hükümetleri, Sovyetleri yenmesi için, Weimar’ı devrilmesinde ve bir askeri rejimin kurulmasında Hitler’e yardım etmiştir.

Bu akıldışı ideoloji, kendi kurumlarının niteliğini ve « zorla demokrasi » kavramının saçmalığını sorgulamalarına engel oluyor. Oysa Başkan Abraham Lincoln’un formülüne göre, « demokrasi, halkın, halk tarafından halk için yönetimidir ».

Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde ABD, bir demokrasi değil ama yasama ve yargı karşı iktidarlarıyla halkın keyfiliğini sınırlandırabildiği oligarşinin elinde olan yürütme erkinden oluşan bir melez sistemdir. Her ne kadar Kongreyi ve bazı hakimleri seçen halk ise de yürütme erkini seçen federal devletlerdir ve yüksek hakimleri de belirleyen yürütmedir. Mahkeme’nin 2000 yılında Bush’a karşı Gore olayında hatırlattığı gibi, her ne kadar yurttaşlardan devlet başkanları konusundaki tercihleri sorulsa da, oyları sadece istişari niteliklidir. ABD Anayasası halkın egemenliğini tanımaz, çünkü iktidar halk ve Federal devletler, yani yerel seçkinler arasında paylaşılmıştır.

Bu arada, « Rusya Federasyonunda egemenliği elinde bulunduran ve iktidarın tek kaynağı çok uluslu halkıdır » (Başlık I, 1. bölüm, sayfa 3) ifadesinin yer aldığı Rusya Federasyonunun Anayasasının, aksine –en azından kağıt üzerinde- demokratik olduğunu gözlemleriz.

Bu entelektüel bağlam, ülkelerinin Anayasal olarak demokratik olmamasına rağmen, hükümetleri « demokrasi ihraç etmek » istediğini duyurduğunda ABD’lilerin neden destek verdiklerini açıklıyor. Ama ellerinde olmayan ve kendi ülkelerinde görmek istemedikleri bir şeyi nasıl ihraç edebileceklerini bilemiyoruz.

Son otuz yıl içerisinde, bu çelişki NED ile taşındı ve birçok Devletin istikrarsızlaştırılmasıyla somutlaştı. Binlerce avanak militan ve STK, vicdan rahatlığının dingin gülüşüyle halkların egemenliğini ihlal ettiler.


BÖLÜM 2

ÇOĞULCU VE BAĞIMSIZ BİR VAKIF
Başkan Reagan, 8 Haziran 1982 tarihinde İngiliz Parlamentosunda yaptığı ünlü konuşmasında, Sovyetler Birliğini « Şer İmparatorluğu » olmakla suçladı ve burada ve diğer yerlerde bulunan muhaliflere yardım edilmesi önerisinde bulundu. « Demokrasi için gerekli altyapının oluşturulmasına katkı yapılması söz konusudur: basın özgürlüğü, sendikalar, siyasi partiler, üniversiteler; böylece halklar kültürlerini geliştirmek ve aralarındaki sorunları barışçıl yollardan çözmek için kendilerine hangi yolun uygun olduğunu seçmekte özgür olacaklardır ».

Zorbalığa karşı mücadele konusunda uzlaşılan bu temelde, iki partili bir düşünce komisyonu Washington’a Ulusal Demokrasi Vakfı (NED)’in kurulmasını önerdi. Vakıf, Kasım 1983’te Kongre tarafından kuruldu ve hemen finanse edilmeye başlandı.

NED, yurtdışındaki işçi ve işveren sendikalarına ve sağ ve sol partilere ayrılan parayı dağıtan dört özerk yapıyı beslemektedir. Bunlar:

Bugün Amerikan Uluslararası İşçi Dayanışması Merkezi (American Center for International Labor Solidarity – ACILS) adını alan ve AFL-CIO işçi sendikasına bağlı Hür Sendikalar Enstitüsü (Free Trade Union Institue-FTUI); ABD Ticaret Odasına bağlı Uluslararası Özel Girişim Merkezi (Center for International Private Entreprise – CIPE); Cumhuriyetçi Parti’ye bağlı Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü (International Republican Institue – IRI); Ve Demokrat Parti tarafından yönetilen Uluslararası İlişkiler için Ulusal Demokratik Enstitüsü (National Democratic Institute for International Affairs – NDI).

Bu şekilde sunulduğunda, NED ve dört yalancı ayağı, sanki toplumsal çeşitliliğini ve siyasi çoğulcuğunu yansıttıkları sivil topluma dayalıymış gibi görünmektedir. Kongre aracılığıyla ABD halkı tarafından finanse edilen bu kurumlar, evrensel bir ideal uğruna çaba harcıyor gibidir. Başkanlık yönetiminden tamamen bağımsız görünmektedirler. Ve şeffaf faaliyetleri, itiraf edilemeyen ulusal çıkarlara hizmet eden gizli operasyonların örtülmesine olanak veremez. Oysa gerçek tamamen farklıdır.

ABD 1982 yılında, « Şer İmparatorluğunu » devirmek için Birleşik Krallık ve Avustralya’nın ortaklığıyla NED’i kurdu.


BÖLÜM 3

CIA, MI6 VE ASIS’İN ORTAK MİZANSENİ
Ronald Reagan’ın Londra’da yaptığı konuşma, CİA’nin kirli işlerinin parlamento soruşturma komisyonlarınca ortaya çıkarılması çevresinde oluşan skandallar sonrasına denk geliyor. Kongre CİA’ye, yeni pazarlar bulmak üzere askeri darbeler düzenlemesini yasaklar. Beyaz Saray’da Ulusal Güvenlik Konseyi bu yasağı delmek için başka araçlar kullanma arayışındadır.

İki partili düşünce komisyonu, her ne kadar Beyaz Saray’dan resmi görevlendirilmesini sonra almış olsa da, Ronald Reagan’ın konuşmasından önce oluşturuldu. Dolayısıyla da Başkanlığın abartılı hırsına cevap vermiyor ama onun öncülü. Bunun sonucunda konuşma, kaba hatlarıyla zaten belirlenmiş olan ve iki partili komisyon tarafından uygulanmaya yönelik olan kararların söylem olarak süslenmesinden başka bir şey değildir.

Komisyonun başkanı, ticaretten sorumlu ABD özel temsilcisiydi ve bu da demokrasinin geliştirilmesini değil ama kutsanmış terminolojiyle, « piyasa demokrasisini » öngördüğünü ortaya kurdu. Bu garip kavram ABD modeline uygundur: Bir ekonomik ve mali oligarşi piyasalar aracılığıyla siyasi tercihlerini dayatırken, halkın seçtiği parlamenterler ve hakimler, bireyleri yönetimin keyfiyetinden korumaktadır.

NED’in dört uydu kuruluşundan üçü koşullara uygun olarak oluşturuldular. Öte yandan dördüncüsünü, sendikal birimi (ACILS) kurmak gerekmedi. Bu kurum zaten İkinci Dünya Savaşından beri vardı, ama 1978’de CİA’yle bağlantısı ortaya çıkarıldığında isim değiştirmişti. Buradan da CIPE, IRI ve NDI’nin kendiliklerinden ortaya çıkmadıkları ve aynı şekilde CİA’nin rehberliğinde kuruldukları sonucunu çıkarabiliriz.

Üstelik NED her ne kadar ABD hukukuna göre kurulmuş bir dernek olsa da, sadece CİA’nin aygıtı değil ama İngiliz (bu nedenle kuruluşu Reagan tarafından Londra’da açıklanmıştır) ve Avustralya gizli servislerinin ortak aygıtıdır. Bu çok önemli husus hep sessizlik içerisinde geçiştirilmiştir. Oysa bu durum, sözüm ona « STK »’nın XXnci kuruluş yıldönümü dolayısıyla Başbakan Tony Blair ve John Howard tarafından gönderilen kutlama mesajlarıyla teyit edilmiştir. Echelon elektronik algılama ağında olduğu gibi, NED ve yalancı ayakları, Londra, Washington ve Canberra’yı birbirine bağlayan Anglosakson askeri paktın aracıdır. Bu düzenek sadece CİA değil ama İngiliz MI6 ve Avustralyalı ASIS tarafından da kullanılabilir.

Bu gerçeği gizlemek için NED, müttefikler arasında kendisiyle çalışan benzer örgütlerin de kurulmasına ön ayak olmuştur. 1988 yılında Kanada, özellikle Haiti ve ardından Afganistan üzerinde odaklanan Haklar ve Demokrasi Merkezi kurulmuştur. 1991 yılında, Birleşik Krallık Westminster Foundation for Democracy (WFD)’yi oluşturmuştur. Bu kamu kuruluşunun işleyişi NED’in bir kopyasıdır: yönetim siyasi partilere emanet edilmiştir (sekiz temsilci: üçü Muhafazakar Partiden, üçü İşçi Partisinden, biri Liberal Partiden ve sonuncusu da Parlamentoda temsil edilen diğer partilerden). WFD Doğu Avrupa’da çok faaliyet yürütmüştür. Son olarak 2001 yılında Avrupa Birliği, mevkidaşlarından daha az şüphe çeken, European Instrument for Democracy and Human Rights (EIDHR)’i kurmuştur. EuropAid’a bağlı olarak çalışan bu ofis, güçlü olduğu kadar çok da tanınmayan Hollandalı Jacobus Richelle adlı bir üst düzey memur tarafından yönetilmektedir.


BÖLÜM 4

77 NOLU BAŞKANLIK YÖNERGESİ
ABD’li parlamenterler 22 Kasım 1983’te NED’in kuruluşunu oylarlarken, aslında vakfın 14 Ocak tarihli bir Başkanlık yönergesi uyarınca zaten gizlice kurulduğunun farkında değillerdi .

Ancak yirmi yıl sonra tasnif dışı olan bu belge, propaganda yerine, siyasal olarak düzgün bir tanım olarak kullanılan « kamu diplomasisini » düzenlemektedir. Beyaz Saray’da Ulusal Güvenlik Konseyi içerisinde, biri NED’i yönetmekle yükümlü olan çalışma gruplarının oluşturulmasını öngörmektedir.

NED yöneticisi Henry Kissinger. Bir « sivil toplum temsilcisi » mi?
O halde, Vakfın yönetim kurulu, Ulusal Güvenlik Konseyinin hareketini aktaran bir kayıştan başka bir şey değildir. Görüntüyü korumak için, genel olarak CİA’de fiilen çalışan ve eski ajanların yönetici olarak atanmamaları kararlaştırıldı.

Yine de olan biten şeffaftır. Ulusal Güvenlik Konseyi’nde önemli rol oynayan üst düzey memurların çoğu NED’te yöneticilik yapmıştır. Bu durum örneğin Henri Kissinger, Franck Carlucci, Zbigniew Brzezinski ya da Paul Wolfowicz için geçerlidir. Bu şahsiyetler, birer demokrasi idealisti olarak değil ama birer ahlaksız şiddet uzmanı olarak tarihe geçeceklerdir.

Vakfın bütçesi, istihbarat örgütleri arasında geniş kapsamlı operasyonların parçası olan faaliyetler yürütmek üzere talimatlarını Ulusal Güvenlik Konseyinden aldığı için tek başına yorumlanamaz. Fonlar, özellikle de Uluslararası Yardım Ajansı’ndan (USAID) gelenler, bunların « hükümet dışı kalmalarını sağlamak için », bütçesinde görünmeksizin NED üzerinden nakledilmektedir. Vakıf bunun dışında, Smith Richardson Foundation , John M. Olin Foundation ya da La Lynde and Harry Bradley Foundation gibi özel aracılarda aklandıktan sonra dolaylı olarak CİA’den de para almaktadır.

Bu programın kapsamının genişliğini iyi değerlendirebilmek için, NED’in bütçesini, Dışişleri Bakanlığının, USAID’in, CİA’nin ve Savunma Bakanlığının ilgili alt bütçeleriyle birleştirmek gereklidir. Böyle bir değerlendirmeyi yapmak bugün için imkansızdır.

Yine de bilinen bazı unsurlar bunun büyüklüğüyle ilgili bir fikir sahibi olmamızı sağlamaktadır. ABD son beş yılda, Lübnan gibi 4 milyon nüfuslu bir küçük ülkedeki dernek ve siyasi partiler için 1 milyar dolar harcamıştır. Global olarak, bu paranın yarısı Dışişleri Bakanlığı, USAID ve NED tarafından kamuoyunun gözü önünde dağıtıldı. Diğer yarısı ise CİA ve Savunma Bakanlığı tarafından gizlice ödendi. Bu örnekten hareketle ABD’nin kurumsal yolsuzluk genel bütçesinin yıllık on milyarlarca dolar olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Bugün, Avrupa Birliğinin kamuoyuna tamamen açık olarak yürütülen ve ABD faaliyetlerine de katkı sağlayan eşdeğer programının yıllık bütçesi 7 milyar Euro’dur.

Sonuç olarak, NED’in hukuksal yapısı ve resmi bütçesinin hacmi şaşırtmacadan başka bir şey değildir. Doğası gereği, daha önce CİA’ye atfedilen legal faaliyetlerden sorumlu bağımsız bir kuruluş değil ama Ulusal Güvenlik Konseyinin yasadışı operasyonlarının yasal unsurlarını yerine getirmekle görevlendirdiği bir vitrindir.


BÖLÜM 5

TROÇKİST STRATEJİ
NED, kuruluş aşamasında (1984) Allen Weinstein, sonra da dört yıl boyunca John Richardson (1984-88) ve son olarak da Carl Gershman tarafından yönetildi (1998’den beri).

Bu üç adamın, üç ortak noktası bulunuyor. Üçü de Yahudi, Social Democrats USA adlı Troçkist partinin eski militanı ve Freedom House’da çalışmışlar. Bunun bir mantıklı açıklaması var: Stalinizme duydukları nefret nedeniyle kimi Troçkistler, Sovyetlerle mücadele etmek için CİA’ye katıldılar. Beraberlerinde, « renkli devrimlere » ve « demokratikleşmeye » aktardıkları dünya ölçeğinde iktidarın ele geçirilmesi teorisini de getirdiler. Troçkist kutsal söylemi Antonio Gramsci tarafından analiz edilen kültürel mücadeleye uyarladılar: iktidar güçten çok bilinçle ilgilidir. Kitleleri yönetmek için, öncelikle bir seçkin grubunun onlara egemen olan iktidarı kabullerini programlayan bir ideoloji aşılaması gerekir.

AMERİKAN ULUSLARARASI İŞÇİ DAYANIŞMASI MERKEZİ (ACILS)

Solidarity Center adıyla tanınan, NED’in sendikal kolu ACILS, çok uzaktan bakıldığında onun başlıca kanalıdır. Vakfın bağışlarının yarısından fazlasını dağıtmaktadır. Soğuk Savaş süresince Vietnam’dan Angola’ya, Fransa’dan Şili’ye dünyadaki komünist olmayan sendikaları yapılandırmaya hizmet eden önceki kuruluşların görevini devralmıştır.

CİA’nın programını gizlemek için sendikacıların tercih edilmesi, benzeri görülmemiş bir ahlak bozukluğudur. « Dünyanın bütün işçileri birleşin! » Marksist sloganının çok uzağında kalan ACILS, ABD’li işçi sendikalarını diğer ülkelerin işçilerini ezen emperyalizmle birleştirmektedir.

Bu yan kuruluş, 1948 yılından 1989’daki ölümüne kadar, çok renkli bir kişiliğe sahip olan Irving Brown tarafından yönetildi. Irwing Brown, 1981 yılında İşçi Gücü genel sekreteri André Bergeron’un yardımcılığı görevine Jean-Claude Mailly’yi getirir. Mailly, faaliyetlerini CİA sayesinde finanse ettiğini kabul edecektir. Mailly, 2004 yılında İşçi Gücü’nün Genel Sekreteri olur.

Bazı yazarlar, Brown’un bir beyaz Rus’un, yoldaş Aleksandr Kerenski’nin oğlu olduğunu söylüyorlar. Kesin olan bir şey varsa, İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD’nin gizli servisi OSS’nin ajanı olarak çalışmış ve CİA ve NATO’nun Gladyo ağının kuruluşunda görev almıştır. Doğrudan kuruluşun yönetiminde yer almayı reddetmiş ve kendi uzmanlık alanı olan sendikalar konusuna yoğunlaşmayı tercih etmiştir. Washington’a değil, ama İtalya ve Fransız kamuoyunda özel bir etki yaratacak şekilde Roma’ya, ardından da Paris’e yerleşmiştir. Yaşamının son günlerinde, Fransız İşçi Gücü sendikasını el altından yönetmekle, öğrenci sendikası UNI (ki bu sendikada Nicolas Sarkozy ve Michèle Alliot-Marie ve Millet Meclisi Başkanı Bernard Accoyer ve Parlamento Çoğunluk Grubu Başkanı Jean-François Copé görev almışlardır) ve sol kesimde aralarında Jean-Christophe Cambadelis ve geleceğin Başbakanı Lionel Jospin’in de bulunduğu bir küçük Troçkist grubun üyelerini şahsen eğitmekle öğündü.

90’lı yılların sonunda, AFL-CIO konfederasyonu üyeleri, ACILS’in gerçek faaliyetlerine ilişkin hesap verilmesi talebinde bulundular, oysa bu sendikanın birçok ülkede suç işlediği birçok belgeyle ortaya konulmuştu. Bu büyük itiraftan sonra işlerin değiştiğine inanılabilirdi. Ancak hiç de öyle olmadı. ACILS 2002 ve 2004 yılında, Venezüella’da Devlet Başkanı Hugo Chavez’e karşı gerçekleştirilen başarısız darbe girişimine ve Haiti’de Cumhurbaşkanı Jean-Bertrand Aristide’e karşı bu kez başarılı olan darbeye aktif bir şekilde katıldı.

ACILS, bugün kendisi de Social Democrats USA adlı Troçkist Parti kökenli olan AFL-CIO konfederasyonunun eski Başkanı John Sweeney tarafından yönetilmektedir.


BÖLÜM 6

ULUSLARARASI ÖZEL GİRİŞİM MERKEZİ (CIPE)

Uluslararası Özel Girişim Merkezi (CIPE), liberal kapitalist ideolojinin yayılması ve yolsuzluğa karşı mücadele konuları üzerine odaklanıyor.

CIPE’nin ilk başarısı, 1987 yılında European Management Forum –Avrupalı büyük patronlar kulübü-‘un World Economic Forum –uluslarötesi yönetici sınıfın kulübü-‘a dönüştürülmesi olmuştur. İsviçre’deki Davos kayak istasyonunda gerçekleştirilen, Gotha global ekonomik ve siyasal büyük yıllık buluşması, bir ulusal kimlik ötesi sınıf aidiyetinin pekiştirilmesine yol açmıştır.

CIPE, Davos’taki Forum ile hiçbir yapısal bağının olmamasına özen göstermektedir ve World Ekonomik Forum’un CİA tarafından araçsallaştırıldığını –en azından şimdilik- kanıtlamak mümkün değildir. Aksi ile kanıtlamak gerekirse, Davos sorumluları, bazı siyasi liderlerin, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nde planlanan operasyonlardan ibaret olan büyük öneme sahip olayları oynamak üzere onların ekonomik Forumunu neden kullandığını açıklamakta bir hayli zorlanacaklardır. Örneğin 1988 yılında, Yunanistan ve Türkiye –BM’de değil- Davos’ta barışmışlardır. 1989 yılında, iki Kore Bakanlar düzeyindeki ilk toplantılarını ve iki Almanya ise birleşme yolundaki ilk zirvelerini yine Davos’ta gerçekleştirirler. 1992 yılında, Frederik de Klerk ve Nelson Mandela Davos’a birlikte gelip Güney Afrika için tadarladıkları ortak projelerini açıklarlar. Yine daha inanılmazı, 1994 yılında, Oslo mutabakatı sonrasında, Şimon Peres ve Yaser Arafat Davos’ta müzakere için bir araya gelirler ve mutabakatın Gazze’de ve Eriha’da uygulamasına ilişkin protokolü imzalarlar.

Forum ve Washington arasındaki bağlantı, herkesin bildiği gibi, Dışişleri Bakanlığı çalışanları meslek derneği eski müdiresiyken, CIPE’yi yöneten ABD Ticaret Odası Vakfının Müdiresi olan Susan K. Reardon sağlamaktadır.

Uluslararası Özel Girişim Merkezi’nin bir diğer başarısı da Transparency International’dır. Bu « STK » resmi olarak, aynı zamanda CIPE’nin de yöneticisi ve halen FBI’nin istihbaratçılarının işe alım sorumlusu ve özel istihbarat ajansı Fairfax Group’un Genel Müdürü olan, ABD askeri istihbarat subayı Michael J. Hershman tarafından kurulmuştur.

Transparency International, her şeyden önce CİA’nin ekonomik istihbarat faaliyetleri için kullandığı bir paravan kuruluştur. Aynı şekilde, Devletleri pazarlarını dışa açmak üzere yasalarını değiştirmeye ikna etmek için kullanılan bir iletişim aracıdır.

Transparency International’ın kökenini gizlemek için CIPE, Dünya Bankasının eski basın yayın müdürü yeni-muhafazakar Frank Vogl’un bilgilerinden yararlanma yolunu seçer. Vogl, sivil toplum kökenli bir dernek izlenimi vermeye hizmet edecek bir şahsiyetler Komitesi kurdu. Bu vitrin komitesi, eşi 2004 ve 2009 yılları arasında SPD’nin Federal Almanya Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı adayı olan, Dünya Bankasının Doğu Afrika’daki eski müdürü Peter Eigen tarafından yönetilmiştir.

Transparency International’in çalışmaları ABD çıkarlarına hizmet ediyor ve hiç de güvenilir değil. Sözde STK, 2008 yılında, Venezüella Devlet Petrolleri Şirketi PDVSA’daki yolsuzlukları ifşa ediyor ve tahrif edilmiş haberlerden hareketle bu kurumu dünya kamu şirketleri sıralamasında son sıraya yerleştiriyordu. Amaç tabii ki, Devlet Başkanı Hugo Chavez’in anti-emperyalist politikasının ekonomik temelini oluşturan bir şirketin itibarını sabote etmekti. Basının yönlendirirken suçüstü yakalanan Transparency International, Latin Amerika basınının sorularını cevaplandırmayı ve raporunu düzeltmeyi reddetti. CIPE’nin Venezüella temsilcisi Pedro Carmona’nın, 2002 yılında ABD tarafından Hugo Chavez’e karşı gerçekleştirilen darbe sırasında iktidara yerleştirildiğini hatırladığımızda bu durum hiç de şaşırtıcı değildir.

Transparency International, medyaların dikkatini ekonomik yolsuzluk üzerinde odaklayarak, yönetici seçkinlerin Anglosaksonlar yararına siyasi yolsuzluğu NED’in faaliyetlerini bir şekilde gizlemektedir.


BÖLÜM 7

ULUSLARARASI CUMHURİYETÇİLER ENSTİTÜSÜ (IRI) VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER İÇİN ULUSAL DEMOKRATİK ENSTİTÜSÜ (NATİONAL DEMOCRATİC INSTİTUTE FOR INTERNATİONAL AFFAİRS – NDI)

Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü (IRI) sağcı partilere rüşvet vermesiyle tanınırken, Uluslararası İlişkiler için Ulusal Demokratik Enstitüsü (NDI) sol partilerle ilgilenir. Birincisinin Başkanı John McCain, ikincisinin ise Madeleine Albright’tir. Dolayısıyla bu iki şahsiyetin birer basit siyasetçi, muhalefet lideri ve bilge emekli olarak değil ama Ulusal Güvenlik Konseyinin aktif sorumluları olarak algılanmaları gerekir.

IRI ve NDI, dünyadaki başlıca siyasi partileri eğitmek için, Liberal Enternasyonal ve Sosyalist Enternasyonal’i kontrol etmekten vazgeçmiştir. Onların yer,ne Uluslararası Demokratik Birlik (IDU) ve Demokratların İttifakı (AD) gibi rakip örgütler kurmuşlardır. Birinci kurumun Başkanlığını Avustralyalı John Howard yürütmektedir. Adil Dava (Правое дело)‘dan Rus Leonid Gozman Başkan Yardımcısıdır. İkincisi ise İtalyan Gianni Vernetti tarafından yönetilmekte, eşbaşkanlığını ise Fransız François Bayrou yapmaktadır.

IRI ve NDI aynı zamanda Avrupa’daki büyük siyasi partilere (Almanya’da altı, Fransa’da iki, Hollanda’da bir ve bir tanesi de İsveç’te) bağlı siyasi vakıflardan da destek almaktadır. Bunun dışında, kimi operasyonlarda, son olarak Afganistan’daki hileli seçimleri düzenleyen Democracy International Inc. Gibi, bazı gizemli özel şirketlerin taşeronluğundan da yararlanılmaktadır.

Rahm Emanuel’in eski yardımcısı ve NDI’nin bugünkü sorumlusu Tom McMahon, Sosyalist Partinin ön seçimlerini düzenlemek için Fransa’ya geldi. Bunlar kulağa hiç de hoş gelmiyor. ABD, dünyadaki büyük siyasi partilerin ve sendikaların birçoğuna rüşvet dağıttı. Sonuç olarak, destekledikleri « demokrasi », her ülkenin iç sorunlarını –özellikle kadın ya da eşcinsel hakları gibi toplumsal sorunları- tartışmak ve tüm uluslararası sorunlarda Washington’la birlikte hareket etmeyi gerektirmektedir.

Seçim kampanyaları, NED’in kimisine hiç sunmamakla birlikte bazılarına ihtiyacı olan mali imkanları sunarak casting’ini oluşturduğu gösterilere dönüştüler. NED, kendisiyle aynı uluslararası ve savunma politikasını izlemesi kaydıyla bir kampı ya da bir diğerini alternatif olarak desteklediği için, ardışıklık kavramı bile anlamını kaybetmiştir.

Günümüzde Avrupa Birliği ve diğer yerlerde demokrasinin yaşadığı krizden şikayet edilmektedir. Bunun açık bir şekilde sorumlusu NED ve ABD’dir. Peki, John McCain gibi başlıca muhalefet liderinin aslında Ulusal Güvenlik Konseyinin memuru olduğu, ABD gibi bir rejimi nasıl nitelemeliyiz? Kesinlikle demokrasi olarak değil.


BÖLÜM 8

BİR SİSTEMİN BİLANÇOSU
USAID, NED, uydu kuruluşları ve aracı vakıfları zamanla geniş ve iştahlı bir bürokrasinin doğmasına neden oldular. Her yıl Kongrede NED’in bütçesinin görüşülmesi sırasında bu dokunaçlı sistemin yararsızlığı ve bu kurumu yönetmekle sorumlu ABD’li siyasetçilerle ilgili zimmete para geçirme dedikoduları üzerine şiddetli tartışmalar yaşanıyor.

Daha iyi bir yönetim kaygısıyla, bu mali akışların etkisini ölçmek üzere birçok araştırma sipariş edildi. Uzmanlar, her bir Devlete ayrılan tutarlarla, Freedom House’un bu Devletlere ilişkin verdiği demokrasi notlarını karşılaştırdılar. Ardından, bir Devletin demokrasi notunu bir puan kadar yükseltebilmek için fert başına ne kadar dolar harcanması gerektiğini hesapladılar.

Hillary Clinton’un sivil toplum ve gelişen demokrasiler konusundaki danışmanı Tomicah Tillemann, Dışişleri Bakanlığında NED’in düzeneğini denetlemektedir.

Tabii ki bütün bunlar kendini meşrulaştırma girişiminden ibarettir. Bir demokrasi notu düzenleme düşüncesinin hiçbir bilimsel yanı yoktur. Totaliter bir yaklaşımla, sadece bir tür demokratik kurum olduğunu varsaymaktadır. Ve çocuksu bir şekilde, tutarsız bir kriterler listesi düzenleyerek, toplumsal karmaşıklığı tek tip bir rakama indirgemek için bunları hayali katsayılarla dengelemektedir.

Sonuç olarak, bu incelemelerin büyük bir çoğunluğu başarısızlığa işaret etmektedir: dünyadaki demokrasilerin sayısı artıyor olsa da, Ulusal Güvenlik Konseyinin harcadığı paralarla, demokratik gelişme ya da gerileme arasında hiçbir bağ yoktur. Öte yandan, USAID’in sorumluları Vanderbilt Üniversitesinin gerçekleştirdiği bir araştırmadan söz etmektedirler. Buna göre, NED’in sadece USAID ile ortak finanse ettiği operasyonlar etkili olmuştur, çünkü USAID bütçesini dikkatli yönetmektedir. Bu çok özel araştırmanın USAID tarafından finanse edildiğini söylersem şaşırmayın.

Ne olursa olsun, 2003 yılında, yirminci kuruluş yıldönümü dolayısıyla NED, faaliyetlerinin bir siyasi bilançosunu çıkarır ve bu raporda dünya çapında 6 000’den fazla siyasi ve toplumsal kuruluşu desteklediğini açıklar. Bu sayı bugüne kadar artışını sürdürmüştür. Vakıf Polonya’da Solidarnoc sendikasını, Çekoslovakya’da Charta 77 (77’ler Bildirgesi) ve Sırbistan’da Otpor’u tamamen kendisinin kurduğunu kabul ediyor. Eski Yugoslavya’da radyo B92’yi ya da Oslobodjenje gazetesini ve « özgürleştirilen »Irak’ta birçok yeni bağımsız medyayı tam teşekküllü olarak kurmakla övünüyor.

Aralık 2011’de, Mısırlı yetkililer Kahire’deki National Democratic Institute ve International Republicain Institute kurumlarının merkezlerinde arama yaparlar. Bulunanlar, 1979 yılında Tahran’daki “ajan yuvasının” ele geçirilmesinden beri ABD’nin müdahalesini anlatan en önemli belgelerdir. Casuslukla suçlanan NED yetkilileri adalete sevk edilirler: fotoğrafta Robert Becker (NDI’nin Kahire Müdürü) davanın ilk duruşmasında görülüyor. Belgeler NED’in, Müslüman Kardeşleri iktidara taşımak için 4000 ölümle sonuçlanan Tahrir Meydanı sözde devrimini tamamen kışkırttığını ve yönlendirdiğini ortaya koyuyor.


BÖLÜM 9

ÖRTÜ DEĞİŞTİRMEK
Dünya çapında başarılı olduktan sonra, demokratikleşme söylemi artık ikna edici olmuyor. Başkan George W.Bush bunu her durumda kullanarak tüketmeyi başardı. Artık kimse NED’in yaptığı desteklerin uluslararası terörizmi ortadan kaldıracağı düşüncesini ciddi olarak destekleyemez. Aynı şekilde, ABD birliklerinin Saddam Hüseyin’i Irak’lılara demokrasiyi armağan etmek için devirdiğini bundan böyle kimse iddia edemez.

Üstelik dünyanın her yerinde demokrasi için mücadele eden yurttaşlar kuşkucu olmaya başladılar. NED’in ve yalancı ayaklarının armağan ettiği yardımın aslında onları yönlendirmeye ve ülkelerini tuzağa düşürmeye yönelik olduğunu anladılar. Dolayısıyla da gün geçtikçe kendilerine önerilen « karşılıksız » bağışları kabul etmiyorlar. ABD’nin farklı rüşvet kanallarındaki yetkililer de bir kez daha sistemi susturmayı öngördüler. CİA’nin süslü darbelerinden ve NED’in şeffaflığından sonra, güvenilirliğini yitirmiş bir oluşumdan görevi devralacak yeni bir yapı kurmayı öngörmektedirler. Bu yapı artık sendikalar, işverenler ve iki büyük parti tarafından değil, Asia Foundation modelinde olduğu gibi çokuluslu şirketler tarafından yönetilecektir.

80’li yıllarda basın, Asia Foundation’un CİA’nin Asya’da komünizmi yenmek için kullandığı bir paravan yapı olduğunu ifşa etmişti. O zaman vakıfta reform yapılmış ve yönetimi çokuluslu şirketlere (Boeing, Chevron, Coca-Cola, Levi Strauss v.b. gibi) emanet edilmişti. Bu yeni imaj, kuruluşundan beri CİA’ye hizmet eden bir yapıya, hükümet dışı ve saygın bir görünüm vermek için yeterli olmuştu. SSCB’nin dağılmasından sonra, ortaya çıkan yeni Asya Devletlerinde gizli faaliyetleri yaygınlaştırmak üzere bu kuruma Eurasia Foundation adında bir kardeş daha gelmiştir.

Bir başka tartışmalı konu da « demokrasinin teşviki » için yapılan bağışların sadece belirli projelerin gerçekleştirilmesi için bir tür sözleşme kapsamında mı yoksa sonuç zorunluluğu olmaksızın verilen destekler olarak mı verileceğidir. Birinci formül daha iyi bir yasal koruma sağlarken ikincisi yolsuzluk için daha büyük kolaylıklar sağlamaktadır.

Karşımızdaki manzaraya baktığımızda, bunun için geliştirdikleri bürokrasi aşırı ve aşırı titiz olsa da, Vladimir Putin ve Vladislav Surkov’un Rusya’daki STK’ların finansmanına kurallar getirilmesi şartı meşrudur. ABD Ulusal Güvenlik Konseyinin otoritesi altında yapılanan NED düzeneği, dünyadaki demokratik çabaları desteklemekle kalmıyor, onları zehirliyor da.


Thierry Meyssan
Çeviri Osman Soysal
Kaynak Odnako (Rusya)

https://www.voltairenet.org/article192990.html

Posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, İSTİHBARAT KURUMLARI | Leave a comment

Mesele 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesi! * iktidarın hedefi bununla da sınırlı değildir. Emperyalizmin desteği ile kurulan ve 47 yıl boyunca ülkeyi kana bulayan silahlı terör örgütü PKK’nin elebaşı Öcalan ile yine emperyalizmin isteği doğrultusunda pazarlık sürdürülürken

Mesele 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesi!

CUMHURİYET – Zülal Kalkandelen – 14.11.2025


AKP-MHP koalisyonunun CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’na karşı yürüttüğü operasyon, 11 Kasım’da mahkemeye sunulan 3739 sayfalık İBB iddianamesi ile yeni bir evreye girdi.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği bir yazıyla, “CHP hakkında anayasanın 68. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. ve devamı maddeleri uyarınca gereğinin takdir ve ifası” talebinde bulunması da gösteriyor ki burada hedef yalnızca İmamoğlu değil, onunla birlikte CHP’nin de tasfiyesidir.

Ama iktidarın hedefi bununla da sınırlı değildir. Emperyalizmin desteği ile kurulan ve 47 yıl boyunca ülkeyi kana bulayan silahlı terör örgütü PKK’nin elebaşı Öcalan ile yine emperyalizmin isteği doğrultusunda pazarlık sürdürülürken, 1923 Cumhuriyeti Devrimi’nin lideri Atatürk’ün kurduğu CHP’nin de siyaset alanından çıkarılmasıyla, aslında 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesi planlanıyor.

Sakın bazıları gibi Erdoğan’ın son günlerde sosyal medyada yayılan kalpaklı fotoğrafına, Selanik’teki Atatürk Evi’nin elden geçirilerek 10 Kasım’da yeniden açılmasına ya da cumhuriyet düşmanı AKP’li trol Furkan Bölükbaşı’nın tutuklanmasına aldanmayın. Bunların hepsi, toplumsal gerilim arttığında AKP’nin toplumdan gaz almaya yönelik ufak müdahaleleri! ……………………………..

Yazının tamamı; https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/zulal-kalkandelen/mesele-1923-cumhuriyeti-nin-tasfiyesi-2452476

Posted in İrtica, SİYASAL İSLAM, TARİKAT VE CEMAATLAR, YOBAZLIK - GERİCİLİK | Leave a comment

TARİHİN İÇİNDEN * PEARL HARBOUR BASKININDA PASİFİK FİLOSU KOMUTANI OLAN Amiral Benjamin (Mustafa) Edward Kimmel (Kemal) neden MUSTAFA lakabını aldı?

7 Aralik 1941, Pearl Harbour baskını

Naci Kaptan – 15.11.2025


PEARL HARBOUR DENİZ ÜSSÜNÜN KOMUTANI
Amiral Benjamin Edward Kimmel (KEMAL / MUSTAFA)

Husband Benjamin Ronald KEMAL/ MUSTAFA (d. 26 Şubat 1882 – ö. 14 Mayıs 1968) Amerika Birleşik Devletleri Donanması’nda tümamiral rütbesiyle görev yapmış bir komutan. Japon İmparatorluk Donanması’nın Pearl Harbour’a yaptığı saldırı esnasında görevde bulundu.

26 Şubat 1882 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nin Kentucky eyâletinde dünyaya gelmiş ve eğitimini tamamladıktan sonra 1904 yılında ABD Deniz Kuvvetleri Akademisi’nden mezun oldu. Pek çok deniz savaşında görev aldıktan sonra 1937 yılında tümamiralliğe yükseldi. 1941 yılında merkezi Pearl Harbour Deniz Üssü olan ABD Pasifik Filosu Komutanlığı’na atandı. Pearl Harbour saldırısında isabet eden bir mermiyle yaralandı. II. Dünya Savaşı’na katıldı. 1942 yılında Tümamiral rütbesiyle emekli oldu. 14 Mayıs 1968 tarihinde öldü.

7 Aralık 1941 pazar günü, Japon donanmasının uçakların desteğinde Hawaii Adasında, Pearl Harbour deniz üssünde bulunan Amerikan’ın Pasifik donanmasına karşı yaptığı sürpriz saldırının tarihidir. Pearl Harbour Donanma üssününün komutanı olan Amiral Husband Edward Kimmel’in (26.2.1882-14.5.1968), iyi bir komutan, ileri görüslü, liyakatlı ve kararlı asker olması nedeniyle takma ismi ( lakap) (nickname) Kimmel (Kemal) (Mustafa) olarak bilinir, . Mustafa takma adını Mustafa kemal Atatürk’e ithafen soyadı olan Kimmel ile Kemal arasındaki fonetik benzerlikten almıştır. [1/2]

Amerika’lı bir amiral’in bile Mustafa Kemal adını bir lakap olarak alması ve kullanması Atatürk’ün yüceliğini göstermektedir. Ne mutlu Türk Milletine ki; yabancıların büyük saygı duydukları, örnek aldıkları Mustafa Kemal Atatürk gibi şanlı, muzaffer bir komutan ve bilge bir devlet adamı bu topraklardan yetişmiş ve bizlere bir vatan, bir devlet, özgürlük ve laik demokratik cumhuriyeti armağan etmiştir. Türk Milletinin tarih içinde eriyip gitmesini önleyerek varlığımızın devamlılığını sağlamıştır.


DİP NOT;
1* Twomey, Steve (2016). Countdown to Pearl Harbor : the twelve days to the attack. New York. ISBN 978-1-4767-7646-0. OCLC 953164642.
2 * Gnall, Stacy (2016). “Swan Song”. Colorado Review. 43 (1): 118-119. doi:10.1353/col.2016.0031. ISSN 2325-730X.)

KAYNAK; https://tr.wikipedia.org/wiki/Husband_Kimmel

Posted in ATATURK, Tarih | Leave a comment

DENİZ KÜLTÜRÜ * PİRİ REİSİN HARİTASINDAKİ GİZEM

DENİZ KÜLTÜRÜ *
PİRİ REİSİN HARİTASINDAKİ GİZEM

SABRİ ÇAĞRI SEZGİN scsezgin@gmail.com


Piri Reis’in Güney Amerika kıyılarını, Afrika’nın ve Avrupa’nın batı sahillerini gösteren ünlü haritasını çizmesinin üzerinden beş asır geçti, 1929 yılındaki keşfine kadar kimsenin böyle bir haritanın varlığından haberi yoktu. Aradan geçen 91 yıl boyunca pek çok araştırmacı tarafından incelendi ve hakkında sayısız yayınlar yapıldı. Peki, bu haritayı eşsiz kılan neydi?

Yeni keşfedilen Amerika kıtasının bilinen en eski haritalarından biri olması dışında, Piri Reis’in bu kıymetli eseri çağının çok ötesinde bir denizcilik bilgisi ve hakkında sayısız teorinin ortaya atılmasına neden olan birçok detay içeriyordu. Bu yazımızda Piri Reis’in ilk dünya haritasını kısaca inceleyecek ve taşıdığı gizemlerin izini süreceğiz.

Piri Reis’in dünya haritası, boylamın kesin olarak hesaplanamadığı bir dönemde yapılmıştı; karaların şekillerinin kesin olarak çizilebilmesi ise ancak XVII. yy’daki keşiflerle gerçekleşecekti. O döneme kadar yapılan haritalar sembolik anlatımlara dayalı bir sistemle göre hazırlanır, kılavuz çizgileri doğrultusunda seyreden gemiler haritada belirtilen kerteriz noktalarına göre yönlerini tayin ederlerdi. Bu, orta çağ haritalarında sıkça rastlanılan portolan tekniğiydi. İtalyanca “portolano”, limanlarla bağlantılı anlamına geliyordu ve bu teknikle hazırlanan haritalarda kıyıları, adaları, limanları ve bunlar arasındaki mesafeleri belli referans noktalarından geçen rota çizgileriyle kabaca belirlemek mümkündü.

Portolan tekniğine uygun olarak çizilen bir haritada, anahtar noktalara yerleştirilen rüzgârgüllerinden ışınsal olarak çıkan kılavuz çizgileri birbirlerini keserdi. 16 veya 32 kollu rüzgârgülleri, denizci pusulalarındaki yönleri temsil etmekteydi; ayrıca haritalarda tali pusula gülleri ve ölçek skalaları da bulunurdu. Piri Reis’in bu teknikle hazırladığı dünya haritasının günümüze ulaşan parçasında da iki büyük rüzgârgülü, üç adet tali pusula gülü ve iki adet ölçek skalası görülmektedir. Yazdığı kenar notunda Piri Reis, bu dünya haritasını yaparken 20 haritadan yararlandığını söyler ve yararlandığı haritaları sıralarken bir adet de Kolomb haritasından bahseder. Daha sonra yazdığı Kitab-ı Bahriye isimli eserinde, amcası Kemal Reis ile birlikte Kolomb’un üç seferine katıldığını söyleyen İspanyol bir denizciyi esir aldıklarını ve bu haritayı o sırada ele geçirdiklerini anlatacaktır.

Piri Reis büyük bir ihtimalle Karayipleri çizerken Kolomb’un bu haritasından faydalanmıştı, bölgenin hatalı konumu da bu iddiayı destekler nitelikte… Kuzey-güney doğrultusunda yerleştirilen kırmızı renkli büyük adanın neresi olduğu ilk bakışta anlaşılmıyor, ancak haritayı saat yönünün tersinde 90 derece çevirdiğimizde Küba’yı ve hemen yanındaki Hispanyola ve Porto Riko adalarını fark ediyoruz. Yine de haritanın bu bölümü Karayiplerin gerçek konumunu tasvir etmekten çok uzak, Küba’nın şekli orantısız ve gerçekte var olmayan pek çok ada mevcut.

Juan de la Cosa’nın (1500) ve Alberto Cantino’nun (1502) portolanlarında Karayipler daha gerçekçi bir şekilde gösterilirken, Brezilya’nın doğu kıyılarını onlara göre daha doğru çizen Piri Reisin haritasındaki bu durum biraz tuhaf… Peki bunun sebebi ne olabilir?

Piri Reis’in haritasını çizdiği zamanlarda Karayipler ve Güney Amerika kıyıları çoktan keşfedilmişti. Amerigo Vespucci, 1499-1502 yılları arasında ana karaya iki sefer yapmış, 50. paralelin güneyine kadar ulaşmıştı; bu nokta Macellan boğazından ve Tierra del Fuego’dan çok uzakta değildi. Vespucci’nin Asya’ya değil yeni bir kıtaya geldiğini fark etmesi üzerine yeni topraklar onun adıyla anılmaya başlandı. İlk başlarda bu isim sadece kıtanın güneyini tanımlamak için kullanılıyordu, Karayiplerin kuzeyinde keşfedilen toprakların ise hala Asya’yla bağlantılı olduğuna inanılıyordu.

Hassas ölçüm tekniklerinin mevcut olmadığı dönemlerde haritacılar, yeni keşfedilen yerleri seyahat notlarına göre çizerlerdi; bu notlar burunların, adaların, nehir ağızlarının, koyların ve körfezlerin vb. genel hatlarıyla kabaca tasvirinden ibaretti. Haritalar bu nedenle doğru hesaplanmamış coğrafi veriler ve bilgi parçaları içerirdi, çoğu zaman da bu parçalar arasında doğru bir ilişki kurulamazdı. Genellikle haritalar bölgeyi hiç görmeden çizilir, çoğunlukla mevcut haritalardan kopyalanır ve ihtiyaca göre değiştirilirdi; bu nedenle bir araya getirilen haritalarda farklı ülkeler için farklı ölçekler ortaya çıkabiliyordu.

O dönemlerde dünyanın gerçekte olduğundan daha küçük olduğu düşünülürdü ve bu durumda Atlas Okyanusunun karşı kıyısında Asya kıtası uzanıyor olmalıydı. Yenidünyanın keşfinin ilk yıllarında, 1507’ye kadar çizilen haritalar eski Uzakdoğu haritalarına eklenmiş, buna bir de güneyde var olduğuna inanılan “Terra Incognito”, yani Keşfedilmemiş Topraklar ilave edilmişti. Tüm bu fikirler Rönesans’ta yeniden keşfedilen Antik Yunan filozoflarının görüşlerine dayanmaktaydı, bazen haritalara mitolojik adalar da yerleştiriliyordu. Piri Reis’in haritasında da karşımıza çıkan efsanevi St. Brendan adası bunlardan biriydi ve o dönemlerde Azorlardan çok uzak olmadığı düşünülüyordu.

Martin Behaim’in 1492 tarihli düzlem küresinde görülen Uzakdoğu çiziminin Piri Reis’in haritasındaki Karayipler ile karşılaştırılması

Kolomb da dünyanın çevresini yanlış hesaplamış ve Hint Adalarına ulaştığını zannetmişti. İşte Piri Reis’in haritasında Küba’yı kuzey-güney doğrultusunda yerleştirilmesine neden olan, Kolomb’un muhtemelen seyahatleri sırasında kullandığı Uzakdoğu haritasına yeni keşfettiği adaları Hint Adaları zannederek eklemesiydi. Piri Reis’in Toscanelli tarafından çizildiği düşünülen Kolomb’un kayıp portolanından kopyalamış olduğu kısım, aslında yeni keşfedilen adaların eklenmiş olduğu XV. yy. Uzakdoğu çiziminden başka bir şey değildi! Bunun en büyük kanıtı ise Küba olarak görülen adanın XV. yy haritalarında “Cipango” denilen Japon adalarının çizimiyle büyük benzerlik gösteriyor olması… Aynı çizim Martin Behaim’in 1492’de hazırladığı düzlemküresinde de Cipango olarak açıkça görülüyor; 1500’lerin başında Giovanni Contarini ve Francesco Rosselli’nin düzlem kürelerinde de benzer şekilde tasvir edilmiş. 1528 yılında hazırladığı 2. dünya haritasında Piri Reis bu hatayı düzeltecek ve Karayipleri gerçeğe uygun bir şekilde çizecekti.

Piri Reis’in haritasında göze çarpan bir diğer tuhaflık da Güney Amerika kıyılarının doğuya uzanan şekli… Bunun deri parşömenin şeklinden ya da kullanılan özel projeksiyon tekniğinden kaynaklandığını ileri süren pek çok iddia ortaya atılmış; bunlardan en ilginci de Piri Reis’in dünya dışı varlıklar tarafından yapılan Kahire merkezli bir dünya haritasından faydalanmış olabileceği iddiası… Yine bazı araştırmacılar haritada görülen uzantının o dönemde henüz keşfedilmemiş olan Antarktika Kıtası olduğunu ileri sürmektedirler; ancak haritanın bu bölümüne dikkatli bakıldığında bu parçanın kıtanın devamı olduğu kolayca fark edilebilir. Neden bu şekilde çizildiğine gelince, bunun cevabı Piri Reis’in bu bölüm için kullandığı Portekiz portolanlarında yatıyor…

1494 yılında Portekiz ve İspanya arasında imzalanan Tordesillas Antlaşması ile Yenidünya, “la Raya” adı verilen meridyen boyunca İspanyollarla Portekizliler arasında paylaştırılmıştı ve bu antlaşmaya göre Portekiz meridyenin doğusunda, İspanya ise batısında keşfedilen topraklara sahip olacaktı. Kıtanın güneyindeki topraklara ilk varanlar Portekizliler olmuştu ve yeni keşfettikleri yerlerde hak iddia edebilmek için haritalarında Brezilya’nın güney sahillerini ve Tierra del Fuego’yu la Raya’nın doğusuna doğru genişletmeyi tercih etmiş olabilirler. Dolayısıyla Piri Reis’in bu amaçla çizilen Portekiz portolanlarından birkaçını kaynak olarak kullanmış olması en akla yatkın iddia; zira o dönem haritalarında derece hataları fazla olduğundan sıklıkla bu gibi politik amaçlar için değiştirilebiliyordu.

Şimdi dilerseniz Piri Reis’in haritasının alt kısmında tasvir edilen yerleri daha iyi tanımlayabilmek için haritayı bir kez daha saat yönünün tersine 90 derece çevirelim. Haritada yapılan distorsiyona rağmen Güney Amerika kıyılarında San Matias Körfezini, Valdes Yarımadasını ve San Jorge Körfezini tanımlayabiliyoruz; bu kısmın Arjantin kıyıları olduğuna dair önemli bir işaret ise haritanın sağ alt tarafında görülen ve Piri Reis’in “Il de Sare” olarak isimlendirdiği büyük ada ve çevresindeki küçük adalar…

Piri Reis’in haritasında Güney

Amerika’nın kıvrılan kısmı ve modern bir haritada Macellan Boğazının girişi

Bunlar Falkland/Malvinas adalarının ilk çizimleri olabilir; ayrıca adaların güneyinde Macellan Boğazının girişi ve hemen yanındaki San Sebastian Körfezi de açıkça görülüyor. Haritanın çizildiği yıllarda henüz Macellan Boğazı resmen keşfedilmemişti, Falkland Adalarının keşfi ise 1592 yılında gerçekleşecekti. Ancak vakanüvis Antonio Pigafetta, 1519 yılında sefere çıktığında Macellan’ın böyle bir boğaz hakkında zaten bilgisi olduğundan ve bunu Martin de Bohemia tarafından çizilen bir haritadan öğrendiğinden söz eder. Aynı konumdaki bir grup ada Martin Waldseemuller’in 1507 ve Pedro Reinel’in 1522 tarihli haritalarında da görülmektedir.

Peki, Antarktika olduğu iddia edilen ve Macellan Boğazının doğusuna doğru uzanan kıtaya birleşik topraklar neresiydi? Piri Reis’in haritasının bu bölümünde bir yılan resmi vardır ve altındaki notta terkedilmiş bu bölgenin her yerinin büyük yılanlarla dolu olduğu yazar. Açıklamanın devamında Portekizli denizcilerin bu yüzden buraya yaklaşmadıkları, ayrıca bu kıyıların ikliminin de çok sıcak olduğu belirtilir; oysa Antartika bu özelliklere uygun değildir. Burası “Tierra del Fuego”, yani Ateş Ülkesi’nin doğu ucu olabilir. Buraya Ateş Ülkesi anlamına gelen ismi veren Macellan’dı, çünkü boğazı geçerken yerli köylerinde yanan ateşler görmüştü. O dönemlerde birçok coğrafyacı Güney Amerika’nın güney kısımlarının “Terra Australis Igcognita” adı verilen keşfedilmemiş mitolojik güney topraklarına bağlı olduğuna inanıyorlardı; yaygın olarak Ateş Ülkesinin de keşfedilmemiş güney topraklarına bağlı bir yarımada olduğu düşünülüyordu.

Anlaşılan Piri Reis Macellan’dan önce Tierra del Fuego’ya ulaşan Portekizli denizcilerin notlarını da ele geçirmişti ve 1500 yılların başında popüler olan bu coğrafi teorilerden etkilenerek Güney Amerika sahillerini Terra Australis’e bağlamıştı. Bu konuda Lopo Homem’in keşfedilmemiş güney topraklarını gösteren 1519 tarihli haritası, Piri Reis’in haritasının eksik parçalarını tahmin etmemize yardımcı olmaktadır.

Sonuç olarak Piri Reisin 1513 tarihli dünya haritası, o zamana kadar yapılan tüm haritaların ve seyahat notlarının derlenmesiyle oluşturulmuş, çağının en ileri bilgilerini içeren eşsiz bir çalışmadır. Piri Reis bu derlemeyi yaparken elbette kendi denizcilik tecrübelerini de eklemeyi ihmal etmemiş ve elindeki dağınık verileri tek bir bütün halinde en iyi şekilde sentezlemeye çalışmıştı. Elde ettiği yeni verilerin ışığında 1528 yılında ikinci bir dünya haritası çizecek ve dünya denizcilik tarihine adını altın harflerle yazdıracaktı.

Posted in DENİZ VE DENİZCİLİK | Leave a comment

KAST SINIFINDA İKİZ YARGI SİSTEMİ; BİZDEN OLANLAR VE BİZDEN OLMAYANLAR!!! * “ALO FATİH” * Ailecek Dokunulamazlar

Ailecek Dokunulamazlar

CUMHURİYET – Işık Kansu – 15.11.2025


BAĞLANTILI YAZI;
TİCARİ SİYASAL İSLAMIN PERDE ARKASI; ALO FATİH * Önce BİM marketlerini sonra da AKP’yi kurdular: Gözaltına alınan Fatih Saraç’ın bilinmeyenleri https://nacikaptan.com/2025/11/ticari-siyasal-islamin-perde-arkasi-alo-fatih-once-bim-marketlerini
Her taşın altından çıkan adam: M. FATİH SARAÇ
https://nacikaptan.com/2014/02/her-tasin-altindan-cikan-adam-m-fatih-sarac/

Futboldaki bahis bataklığına yönelik operasyonlarda eski Kasımpaşaspor Başkanı Mehmet Fatih Saraç ifadesi alınıp hemen birkaç saat sonra serbest bırakıldı.

CHP’li belediye başkanlarının eş, baba, çoluk çocuk, artık kim bulunursa ailecek soruşturulduğu bir dönemde Mehmet Fatih Saraç’ın serbest kalması hiç de şaşırtıcı değildi. Çünkü ailesinin, bu iktidarda dokunulmazlar arasında olması doğaldı.

Fatih Saraç’ın babası Emin Saraç’tı. Emin Saraç, Yozgatlı İhsan’ın öğrencisiydi. Yozgatlı İhsan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisinin yetkili organlarına danışmadan, Devlet Bahçeli ile görüştükten sonra CHP’nin cumhurbaşkanı adayı yaptığı, seçilemeyince MHP’den milletvekili olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babasıydı. Yozgatlı İhsan, Cumhuriyetin ilanı ve hilafetin kaldırılışının hemen ertesinde Mısır’a gitmiş, şeriat okulu olan El Ezher’de eğitim görmüştü. Mısır’da birlikte olduğu Mustafa Sabri ise İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni kuran, Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliyeciler için ölüm fetvası çıkaran eski şeyhülislamın ta kendisiydi.

Dönelim Emin Saraç’a. Emin Saraç, “ilim hicreti” için gittiği Mısır El Ezher’de, hocalarının tanımıyla “Osmanlı devletinin çocukları” adıyla eğitim görenlerdendi. Aynı zamanda Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da yer aldığı İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın kurucularındandı.

Fatih Saraç işte o Emin Saraç’ın oğluydu.

Fatih Saraç, BİM mağazalarının, Yeni Şafak gazetesinin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bizim aile dostumuz” diye tanımladığı Yasin El Kadı’nın eski ortaklarındandı. Kendisi, Ciner Yayın Holding’in başında bulunduğu süreçte dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından sık sık telefonla aranarak yayınlar konusunda uyarıldığı için “Alo Fatih” diye anılıyordu.

Fatih Saraç’ın kardeşi Prof. Dr. Yekta Saraç ise AKP iktidarı döneminde uzunca süre YÖK başkanlığı yapmıştı. Böyle bir aileye ve çevreye sahip Fatih Saraç’a dokunulabilir mi?

Dokunulamaz ama milyonlarca kişinin oy verdiği 100 yıllık CHP’nin kapatılması istenebilir!


KİNCİLER

Saray yandaşı gazetelerin yazarlarından tutun, 12 Eylül cuntasının YÖK düzeni sonucu adının önüne profesör kondurulmuşlara değin Atatürk’e kin kusanlara tanık olduk son günlerde.

Kurtuluş Savaşı’ndan başlayarak Cumhuriyet kuruldu kurulalı bunların soyu hep böyleydi. İşbirlikçilik, arkadan hançer, her uygar atılıma taş koyma, ortaçağda takılıp kalma.

Kafa taş, içindeki de saman oldukça bir gıdım ileri gidemediler, gidemeyecekler de. Çeyrek yüzyıldır iktidardalar. Türkiye’nin ve de yurttaşın durumu ortada. Bugünler geçip gittikten sonra nasıl anılacakları da ortada.

Atatürk, tarihe kazınmış bir kere. Boşuna didinmesinler.


EL ELE İMRALI’YA, NEDEN?

İmralı’daki Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli yurttaşları mı temsil ediyor?

Yok öyle bir şey.

İmralı’daki, ileri sürdükleri gibi siyasal ve eylemsel Kürtçülük hareketinin önderi mi?Aralarındaki ilişkiler derinlemesine irdelendiğinde hiç de öyle gözükmüyor.

İmralı’dakinin, yalnızca binlerce kişinin ölümünden sorumlu bir terör örgütünün başı olduğu varsayılıyorsa da onun içinden de ayrı ayrı sesler çıkıyor.

Öyleyse, Türkiye Cumhuriyeti’nin en önde olması gereken organı TBMM’nin temsilcilerinden oluşan komisyon üyeleri, el ele tutuşup neden kardeş kavgasının baş sorumlusunun ayağına, hem de barışı sağlayacağı gerekçesiyle gider?

Pek akla yatkın bir iş değil açıkçası.

Aklını yitirmiş bir ülkede, akıl aramak da ayrı bir çelişki hiç kuşkusuz.

Posted in SİYASAL İSLAM, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

TAVUKLARINIZI SANSARA, ÇOCUKLARINIZI ENSAR’A TESLİM ETMEYİN… * 46 çocuğa istismarla gündeme gelmişti… Ensar Vakfı yine ‘sahnede’: ‘ Okullarda din eğitimi’ programı!

46 çocuğa istismarla gündeme gelmişti…
Ensar Vakfı yine ‘sahnede’: ‘
Okullarda din eğitimi’ programı!

CUMHURİYET – 15.11.2025


Karaman’da 46 çocuğun istismar edildiği vakayla gündeme gelen ve AKP’liler
tarafından savunulan Ensar Vakfı “Dünyada Okullarda Din Eğitimi” düzenledi.

Karaman’da 46 çocuğun istismar edildiği vakayla gündeme gelen Ensar Vakfı “Dünyada Okullarda Din Eğitimi” programı düzenledi.

Vakfın genel merkezindeki programda seçilen ülke örnekleri üzerinden din eğitimi ve öğretimi meselelerine dair bildiriler sunuldu.

Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mahmut Zengin ile aynı fakülteden Doç. Dr. Abdurrahman Hendek’in editörlüğü ve proje yürütücülüğündeki çalışmada, 100 ülkenin eğitim sistemleri, eğitim politikaları ve sistem içerisinde din eğitiminin yeri, ülkelerin din eğitimi uygulama modelleri ve yaklaşımları ele alındı.

Çalışma kapsamında 100’ün üzerinde akademisyen ve yazarın katkılarıyla hazırlanan içerikler, 10 bölgede 10 kitap olarak yayımlandı.

Prof. Dr. Zengin, yaptığı açıklamada, 2,5 yıl süren projenin ürünlerini tanıtmak ve kamuoyuyla paylaşmak için programda bir araya geldiklerini söyledi.

Dünyada din eğitiminin çok tartışılan önemli bir konu olduğunu belirten Zengin, “Türkiye’nin ‘Türkiye Yüzyılı’ konsepti içerisinde yeni bir anayasa öngörüsü var. Dolayısıyla ‘Acaba din eğitimi dünyada anayasal olarak nasıl bir görünüm arz ediyor, ülkeler din eğitimi politikalarını, modellerini nasıl gerçekleştiriyorlar?’ Bunları ortaya koymak istedik. Bu düşünceden hareketle farklı bölgeleri, coğrafyaları konu edinen 10 farklı kitap çalışması gerçekleştirdik” dedi.

NE OLMUŞTU?

Karaman’da Ensar Vakfı ve Karaman Anadolu İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği’ne (KAİMDER) ait evlerde kalan çocukların cinsel istismara ve cinsel saldırıya maruz kaldığı ortaya çıkmıştı.

Olayın ardından istismarcı önce ihraç edilmiş, ardından tutuklanmıştı.

Posted in DİN-İNANÇ, EĞİTİM, İrtica, SİYASAL İSLAM, TARİKAT VE CEMAATLAR | Leave a comment

YARGI KUMPAS KURAR MI? * ”MEŞE’Yİ ÇIKARMIŞ YERİNE İLKE’Yİ KOYMUŞLAR” * CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İBB’nin Kabataş Meydanı ve Transfer Merkezi 2. Etap açılışında açıklamalarda bulundu.

”MEŞE’Yİ ÇIKARMIŞ YERİNE İLKE’Yİ KOYMUŞLAR”

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İBB’nin Kabataş Meydanı
ve Transfer Merkezi 2. Etap açılışında açıklamalarda bulundu.

13.11.2025 CUMHURİYET


Özel’in konuşmasından bazı kısımlar şöyle:

”İddianameyi ikiye ayıralım. İddianamede bilinmedik bir şey yok, bilmediğimiz bir şey yok ama bildiğimiz bir şey de yok. Televizyonlara söylenen bütün fasiküllere, her gün yandaşlara ne sızdırdılarsa son gün buna bir kat yapmışlar! Güya soruşturmada gizlilik vardı. Her gün yandaşlara ne sızdırdılarsa son gün buna bir kap yapmışlar ansiklopedi gibi iddianame diyorlar. Sözünüzün bir ağırlığı varsa tanık beyanıyla tutuklanan onlarca arkadaşımızı derhal serbest bırakın. Bu konuda olmayan şey; kanıtlayacağız, ispatlayacağız. Başta Kadriye Kasapoğlu, Mehmet Pehlivan, Kadir Öztürk ve daha niceleri sadece tanık beyanıyla şu an tutuklular. Sözünüzün ağırlığı varsa onlarca arkadaşımızı derhal serbest bırakmanız lazım.

”BİR TEK KANIT YOK”
Ortada bir tek kanıt yok. Ama Ekrem Başkan’ın oğlu bir tekne almış. 772 bin lira, Anadolu Ajansı, TRT bunu 772 milyon lira yazmış. Sehven bilinçli olarak.

”ERDOĞAN’DAN ÖZÜR BEKLİYORUM”
Atılan iftiralar var arkası boş. Ama Anadolu Ajansı TRT’den bir istifa ve özür bekliyorum. Bunların en üstünde Recep Tayyip Erdoğan’dan bir özür bekliyorum. Bunların sonunda CHP’yi kapatmaya kalktılar. Millet bir ayağa kalktı bu partiyi Kenan Evren kapatamamış. Hemen açıklama yaptılar. Kapatılmaktan dolayı mağdur olan AK Parti buna da kalkıştı.

”MEŞE’Yİ ÇIKARMIŞ YERİNE İLKE’Yİ KOYMUŞLAR”
19 Mart tarihinde 3 gizli tanık vardı; Meşe, Ladin, Çınar. O gün İlke diye biri yok. Bugün 15 tane gizli tanık var. Ama 19 Mart’ta onlara söylenen ifadelerde Meşe, Ladin, Çınar, özellikle Ekrem Başkana Meşe ifadesi. O gün İlke diye biri var mı, yok. O gün Meşe diye biri var. O Meşe’ye bir sözler vermişler. Meşe 7’nci kata girememeye başlayınca, verilen sözler tutulmamaya başlayınca, Meşe artık gizli tanık olabilecek özelliği kaybetmiş. ‘Konuşurum’ demiş, ‘doğrusunu anlatırım’ demiş. Beyefendiler iddianameyi yaparken, Meşe’nin ifadelerini çıkarmışlar, iddianamede şimdi Ekrem Başkan ve arkadaşlarına sorulan Meşe ifadelerinin hiçbiri yok. Meşe yok. Yerine İlke’yi koymuş. 31 Mart’ta İlke yoktu. Şimdi diyor ki 18 Kasım 2024’te İlke ifade verdi. Meşe’nin çektiği ifadeleri İlke’ye şarj etmişler. O yalanları İlke diye yazmışlar. Suçüstü yakalanmışlar.”

NE OLMUŞTU?
CHP lideri Özgür Özel, İBB iddianamesinde yer alan gizli tanıklara ilişkin dün akşam Sultanbeyli’deki mitingde gizli tanık ayrıntısına dikkat çekmişti. Özel, şu ifadelere yer vermişti:

”Dün iddianame çıktı ve onlarca arkadaşımızın suçlamalarında gizli tanığın söyledikleri ya da iftiracıların söyledikleri var. Buradan bir çok üzerinde konuşacağımız bir bombayı ifade edeyim. İlk başlarda bir ‘Çınar’ vardı, her iftirayı o atardı. Sonra bu ‘Çınar’la araları bozulmuş. Bu ‘Çınar’ın söylediği sözler, verilen vaatler, attığı yalanlar birbiriyle örtüşmemiş. Bu ‘Çınar’ı 7’nci kata almamaya başlamışlar. Bu ‘Çınar’, 6’ncı katta intihara kalkışmış. Buradan bütün adliye muhabirlerinin bildiği intihara kalkışma olayındaki kişi ‘Çınar’ın ta kendisidir. Şimdi o ‘Çınar’ın aylar önce söylediği ifadeleri ‘Çınar’dan almışlar ‘İlke’ diye yeni bir gizli tanığa söyletmişler. Yalan olduğu, kumpas olduğu buradan belli bir soruşturmada, gizli tanığın sekiz ay önce söylediklerini alıp ‘İlke’ denen gizli tanığa veriyorlar.”

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı konuya ilişkin açıklama yaparak Özel’in Çınar ile Meşe’yi karıştırmasından kaynaklı iddiayı yalanlayarak şunları kaydetmişti:

“Sosyal medya hesabında paylaşılan videodaki olayın 26.08.2025 tarihinde gerçekleşen bir vatandaşımızın intihar girişimine ilişkin olduğu, olaya güvenlik görevlilerimizce müdahale edilerek şahsın ikna edilmek suretiyle intihardan vazgeçirildiği, şahsın suç örgütüne ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında ifadeleri alınan Çınar ve İlke kod isimli, haklarında tanık koruma prosedürü uygulanan şahıslardan her ikisi de olmadığı, ayrıca soruşturma kapsamında İlke kod isimli tanığın ifade tarihinin 18/11/2024, Çınar kod isimli tanığın ifade tarihinin ise bahsedilen ifadeye çok yakın bir tarih olan 21/11/2024 olduğu, sonuç olarak yapılan açıklamaların dezenformasyon niteliğinde olduğu açıkça anlaşılmıştır.”

Posted in HUKUK-YARGI-ADALET, KUMPAS-TEZGAH-ÜÇ KAĞIT, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

Adaleti ara ki bulasın! * İnsan unutur. Siz unuttunuz. Ben hatırlatayım. * Türkiye Varlık Fonu devlet şirketlerinden biri olan Eti Maden’in Lüksemburg’da kurulu Etimine S.A (Luxembourg) adlı yan şirketinden İstanbul Başsavcı’sının 9 ay boyunca maaş aldığı ortaya çıktı

Adaleti ara ki bulasın!

SÖZCÜ – Necati Doğru


İnsan unutur.
Siz unuttunuz.
Ben hatırlatayım.

Stratejik planımızı yaptık, çalışmaya başladık. Hedefe kilitlendik.
Şimdi 19’uncu ekonomiyiz. 10’uncu büyük ekonomi olacağız.
Bu hedef için varız, demişlerdi.

Neler duymuş, neler görmüş, ne umutlara vidalanmıştık: Türkiye yine döviz sıkıntısı içine düşmüştü ve yine “Vatanı iyiye götürmek için” diyerek devlet bankaları; Ziraat, Halkbank, Vakıfbank, Borsa İstanbul, enerji şirketleri; BOTAŞ, TPAO, ulaştırma şirketleri; THY, PTT, maden şirketleri; Eti Maden, Türkiye Maden, Çay Kur, Türk Şeker gibi devlet malı 30 şirket, 2 devlet imtiyazı lisans, çok sayıda taşınmaz devlet varlığı Türkiye Varlık Fonu’na alınmıştı. Devlet bu değerli varlıkları, yüksek verimlilikte işletilecekti.

Küresel ölçeğe geçme.
Küresel sinerji yakalama.
Küresel rekabete ulaşma.

Mukayeseli üstünlük yaratma diyerek Varlık Fonu işte bu anlatılan vizyondan doğdu. Varlıkların ebesi sinerji olacaktı.

Varlıklar doğuracak.
Doğuracaktı.
Dış borç bitecekti.

Singapur’da TEMASEK neyse, Malezya’da KHAZANAH ne yapıyorsa;
Türkiye’de de Türkiye Varlık Fonu o olacak diye sözler verip umutlar yükseltmişlerdi.

Yeni nesil tarım.
Yeni nesil enerji.
Yeni nesil sağlık.
Finansal teknoloji.
Lojistik ve eğitim.

Yatırımlar buralara yönelecek. Girişim sermayesi yaratıyoruz. Global şirketler çıkartacağız.
Girişimci ateşini yakacağız. Dünyada 80 varlık fonu var. Biz 80’in içinde 20’nciyiz demişlerdi.

Türkiye Varlık Fonu bu büyük umutlar ve ışıklı iyimserlik yaratan “Müjdeli sözlerle” 2016 yılında kurulmuş, Sayıştay ve Meclis denetimi dışında tutulmuş, ilk başkanlığına da Mehmet Bostan adlı biri getirilmişti.

Dakika bir, gol bir!

Türkiye Varlık Fonu, kurulduğu yıl dolandırıldı. Başkan Mehmet Bostan, “25 milyar dolarlık fon anlaşması yaptım, bunun için 25 milyon dolar komisyon ödememiz gerekir” demiş, komisyon Örtülü Ödenek’ten ödenmiş fakat fon gelmemişti, Türkiye dolandırılmıştı.

Başkan Mehmet Bostan, görevden atıldı. Onun yerine “Varlık fonu yönetmekte uzman” 2 profesör getirildi. 2 finans profesörü de bir gecede, sebepsiz, gerekçesiz görevlerinden alındı, Cumhurbaşkanı Fonu kendine bağladı ve bütün şirketlerin yönetim kurulu başkanı oldu.

Profesörler de sustu.

2025 yılını bitirmek üzereyiz; Varlık Fonu, “Kör borçlanma kuyusuna” dönüştü. TEPAV Maliye ve Para Politikası Araştırma Merkezi Direktörü Coşkun Cangöz, “Şubat 2024’de kümülatif (birikmiş) borcu 500 milyon dolar olan Türkiye Varlık Fonu, takip eden dönemde art arda yaptığı borçlanmalarla Eylül 2025 itibariyle borç stoku 4 milyar 549 milyon dolara çıktığını” açıkladı. Coşkun Cengiz, TEPAV’ın blog sayfasında yayımlanan yazısında; “Türkiye Varlık Fonu, Hazine’den daha yüksek maliyetle borçlanıyor. Alınan borçların nerelerde kullanıldığının bilgisi de verilmiyor, şeffaflık yok” eleştirisine yer verdi.

Türkiye Varlık Fonu devlet şirketlerinden biri olan Eti Maden’in Lüksemburg’da kurulu Etimine S.A (Luxembourg) adlı yan şirketinden İstanbul Başsavcı’sının 9 ay boyunca maaş aldığı ortaya çıktı. Başsavcı da “Ben o maaşı Adalet Bakan Yardımcısı iken aldım, başsavcı olunca almayı bıraktım” savunması yaptı.

Pahalıya dış borç bul.
Adalet adamına maaş ver.
Adaleti ara ki bulasın!

Başsavcı’nın içinde “Rüşvet, irtikap, belediye parası ile zenginleşme”
suçlamalarıyla dolu 3 bin 741 sayfalık iddianame açıkladığı gün
Sultanbeyli meydanda halk, “Hak-hukuk-adalet” diye bağırdı.

Posted in FAŞİZM, HUKUK-YARGI-ADALET, NECATİ DOĞRU YAZILARI, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

EDEBİYAT, ŞİİR * ORHAN VELİ’NİN ARDINDAN

*Orhan Veli 1937 Ankara

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, bilmiyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, bilmiyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul’u dinliyorum.

Orhan Veli Kanık


Orhan Veli’nin ardından

CUMHURİYET – Tolga Aydoğan – 14.11.2025


1950 senesinin soğuk bir Ankara gecesi… Karanlıkta ayak sesleri… Hırıltılı bir nefes… Yalpalar bir sağa bir sola… Adeta bir gemi gibi… Yolunu bulmaya çalışarak yürür. Nereye gittiği meçhul. Sonra belirir gözleri karanlıkta. Bir çift göz bir açılır, bir kapanır, geceyi aydınlatır. Nereye gittiği meçhul… Kolunun altında sıkıştırılmış bir tiyatro metni; Moliere’in Saygılı Yosma piyesi… Ankara’da bulunma nedeni de bu aslında. Yürür. Ulus’un ara sokaklarındaki Üç Nal Meyhanesi’nde içmiş o gece… Kimlerle olduğu da meçhul, belki Melih Cevdet, belki Oktay Rifat, belki küs olduğu Nurullah Ataç, belki Cahit Sıtkı Tarancı… Yürür meçhule, yürür Yenişehir’e doğru… Ve sonra karanlığı böler davudi ses; “Paaat”. Düşer çukura bu genç adam. Belediyenin açtığı çukura… Karanlık gecede yankılanır bu ses: Paaat!

Evet, Orhan Veli’dir çukura düşen. Bundan tam 75 yıl önce. 1950’nin soğuk bir kasım gecesinde… Yıllar boyu hep yazıldı çizildi. Denildi ki bir çukura düşüp başını çarptı, beyin kanaması geçirdiği anlaşılamadı ve birkaç gün sonra da vefat etti. Peki gerçekten böyle miydi?

“VEFATIN ARDINDAKİ GERÇEKLER”
14 Kasım 1950 günü aramızdan ayrıldı Orhan Veli. Ölüm nedeni ise yıllar boyu yanlış bilinmiştir. Bu konuda kız kardeşi Füruzan (Kanık) Yolyapan bir röportajında Orhan Veli’nin Ankara’da çukura düştüğünü doğrulamıştır. Ağabeyinin İstanbul’a döndüğü zaman bacaklarındaki kabuk bağlayan yaraları gösterdiğini ama çukura düşerken sadece bacaklarını sürttüğünü ifade etmiştir. Çukura düşerken başını çarparak beyin kanaması geçirdiğini iddia eden ise erkek kardeşi Adnan Veli olmuştur. 1953 senesinde yayımladığı “Orhan Veli İçin” adlı kitabında şöyle anlatmıştır:

“1950 yılında Ankara’da bir karanlık sokakta, belediye tarafından kazılan fakat gece işaret konmayan bir hendeğe düştü. Başını adam akıllı zedeledi. İki gün sonra İstanbul’a geldi. Vücudundaki sızılardan şikâyet ediyordu. 14 Kasım Salı günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçirdi, hastaneye kaldırıldı. Beyninde damar çatlaması yüzünden başlayan baygınlığın sebebi ilkin hekimler tarafından anlaşılamadı. Alkol zehirlenmesine karşı tedavi yapıldı.”

Orhan Veli’nin vefatının ardından ölüm nedenini öğrenmek için otopsi yapılmış, Orhan Veli’nin alkole bağlı bir beyin kanaması sonucu vefat ettiğini anlaşılmıştır. Bu raporu gören Sabahattin Eyuboğlu bu bilgiyi Mahmut Dikerdem’e gönderdiği mektubunda belirtmiştir. Vefatın ardından gazeteler ölüm nedeni olarak “alkol zehirlenmesi” ve “aşırı alkole bağlı beyin kanaması” olduğunu sayfalarına taşımıştır. Adnan Veli’nin vefat nedenini bir çukura düşmeye bağlamasının ardında ise ailenin itibarını koruma düşüncesi yatmaktadır. Bu nedenle “çukur” ile “beyin kanaması” ilişkisi yan yana getirilmiştir.

“ŞİİRİ SOKAĞA İNDİREN ŞAİR”
Orhan Veli’yi ünlendiren şiir ise “Kitabe-i Sengi Mezar” adlı şiirdir. Hepimizin bildiği “Hiçbir şeyden çekmedi bu dünyada nasırdan çektiği kadar” diye başlayan “Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” diye biten o meşhur dörtlük…

Şiirleri eleştiri konusu olmuştur hep. Baki’nin 1600’lü yıllarda yazdığı “Zülf-i siyâhı sâye-i perr-i Hümâ imiş” diye başlayan gazellerinden, Şair-i Azam Abdülhak Hamit Tarhan’ın Makber’indeki “Güller gibi meyl-i ibtisâm et, Dağ-ı dile çâre bul, merâm et!” dizelerine uzanan o ağdalı şiir geleneği… İşte bunu değiştirmiştir Orhan Veli… Bugün bile o yalın “Cımbızlı Şiir” akıllardadır:

“Ne atom bombası
Ne Londra Konferansı
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!”.

Bir kesim tarafından eleştirilmiş, bir kesim tarafından “Şiiri Sokağa İndiren Adam” olarak görülmüştür. Öte yandan babası Mehmet Veli Bey de oğlunun şiirlerini eleştirenlerin başında gelmiştir. Hatta bir şiirine de itiraz etmiştir. Orhan Veli “İstanbul Türküsü” şiirinde “İstanbul’da Boğaziçi’nde / Bir fakir Orhan Veli’yim / Veli’nin oğluyum / Tarifsiz kederler içindeyim” diye yazınca babası kızarak “Oğlum fukaralığını dünya âleme ilan ediyorsun da beni niye karıştırıyorsun?” demiştir. Ama ilerleyen yıllarda oğlunun bazı şiirlerini sevmiş ve bestelemiştir.

*Garip Akımını başlatan Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, arkadaşları Şinasi Baray ile. 1931/1932 Sonbaharı Ankara Zafer Parkı.

ORHAN VELİ İSTANBULLU MU YOKSA ANKARALI MI?
Orhan Veli güzel yaşamıştır, biraz da parasızlık çekmiştir. Bir kitap yazmıştım onunla ilgili ve şöyle demiştim: “Ankara’da okudu, Ankara’da âşık oldu, Ankara’da çalıştı, Ankara’da yazdı en güzel şiirlerini, Ankara’da Evkaf’taki memuriyetten istifa etti güzel havalarda, Ankara’da düştü çukura. Orhan Veli Ankara’da doğmadı, Ankara’da ölmedi ama Ankara’da yaşadı.”

Aslında Ankara’da yaşadığı pek bilinmedi bunca yıl. Oysa 36 yıllık ömrünün neredeyse 25 senesini Ankara’da geçirdi. Garip Akımı, Ankara’nın Atatürk Bulvarı üzerindeki bir pastanesinde, Özen’de ortaya çıktı. Nahit Hanım ile dillere destan o gizli aşkı da Ankara’da yaşadı. Hasan Âli Yücel’in Tercüme Bürosu’nda dünya klasiklerini çevirdi. Dostlar edindi Ankara’da, Tarancı’dan Tanpınar’a, Külebi’den Cumalı’ya, Eyuboğlu’ndan Dino’ya… Sarhoş oldu Posta Caddesi’ndeki lokantalarda, şiirinde geçtiği üzere eve ekmek ve su götürmeyi Ankara kaldırımlarında unuttu. Melih Cevdet ile aynı kıza âşık oldu, ilk şiirlerini Ankara’da yazdı, Yaprak dergisini yine Ankara’da çıkardı. Ankara sinse de şiirlerine ama o hep İstanbullu şair olarak bilindi. Oysa o Ankara’daydı. Evet o Ankara’da doğmadı ölmedi ama Ankara’da yaşadı. Doğumu gibi ölümü de İstanbul’da oldu. Bugün Aşiyan’da uyuyor. Hatırlarız değil mi o güzel satırları; “Urumelihisarı’na oturmuşum; Oturmuş da bir türkü tutturmuşum” derken yine aynı şiirde geçtiği üzere “Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları”.

Günümüzde Rumelihisarı’nda mezarı, hemen sahilde ise heykeli… Tepesinde ise bir martı… Şiirinde geçtiği gibi… Aslında her ölüm erkendir ama onun ki çok erken… 36 yaşındayken vedalaştı bizlerle ve giderken 75 sene öncesinden bize bir şiir fısıldadı geçmişten:

“Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne gördük şu fâni dünyada
Kötülükten gayri?
Ölünce kirlerimizden temizlenir,
Ölünce biz de iyi adam oluruz;
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
Hepsini unuturuz.”

Orhan Veli’yi vefatının 75. senesinde özlemle anıyoruz.

Posted in EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR | Leave a comment