ŞEREFSİZ ADAM ÜLKEYİ ÇATIR ÇATIR SOYDUNUZ

Posted in VİDEOLAR, YOLSUZLUKLAR, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

Bu saltanat bitecek * Amerikalı sordu; “Bu nerenin padişahı!!!”


Bu saltanat bitecek

SÖZCÜ – Emin Çölaşan


Sevgili okurlarım, Almanya cumhurbaşkanı birkaç gün önce Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulundu. Merak edip araştırdım. Öyle ya, koskoca Almanya’nın cumhurbaşkanı olduğuna göre mutlaka birden fazla uçakla gelip gövde gösterisi yapmış olması gerekirdi.

Sonuçta, yanıldığımı anladım.
Tek uçakla gelmiş.
Makam araçlarını falan da getirmemiş.

Bizimkini soracak olursanız birkaç ay önce Birleşmiş Milletler toplantısına katılmak için New York’a gitmişti. Havada oluşturulan konvoyunda beş adet Saray uçağı vardı.

Birine kalabalık Saray kafilesi ve yandaş gazeteciler, diğerine ise beyefendinin New York’ta bineceği gösterişli makam araçları yüklenmişti. Gerçekleri bilmeyenler zannederdi ki Fatih Sultan Mehmet yeni bir sefer düzenleyip ABD’nin fethine soyunmuştu!

Ancak bizimki bu kadarla da yetinmedi. Devletin ve milletin parasıyla New York’ta çok sayıda taksi ve kamyonet kiralandı. Bunların üzerine kocaman propaganda afişleri, Türk bayrakları ve Recep Tayyip’i öven sloganlar asıldı. Caddelerde ve bulvarlarda görenler şaşırıyor, hayretler içinde kalıp soruyordu:

Bu nerenin padişahıdır!

Bizim hortumlanan paralarımız sayesinde New York’taki taksi ve ulaşım sektörü büyük paralar kazanmıştı.

Beyefendinin katıldığı Birleşmiş Milletler toplantısına 100’e yakın ülkenin devlet ve hükümet başkanları katılmıştı ama hiçbirinin aklına böyle bir cingözlük gelmemişti… Çünkü o ülkelerde, birkaç diktatörlük dışında, böyle bir komedinin, rezaletin hesabı sorulurdu.

Dün Sözcü’nün manşetindeki haberi okudunuz…Recep Tayyip Malezya, Endonezya ve Pakistan gezisinde. Bu iş dört gün sürüyor… Ve Recep Tayyip bu geziye üç adet uçakla gidiyor.

İlk ikisinde kalabalık Saray kafilesi ve aile bireyleri, üçüncü uçakta ise beyefendinin makam araçları ile devlet başkanlarına hediye olarak götürdüğü elektrikle çalışan TOGG’lar!

Bunlar öyle sıradan uçaklar değil. Esas makam uçağı zaten petrol zengini Katar şeyhi tarafından kendisine armağan edilmişti.

Hediyesi 450 milyon dolar!..
Neyin karşılığında verilmişti acaba?

İçinde toplantı salonları, yatak odaları, özel yemekler için düzenlenen mutfaklar ve görkemli sofralar, ne ararsanız var.

Bu son Uzakdoğu seferine, has adamlarından olan Diyanet Başkanı Ali Erbaş isimli şahsı da götürmüş. Elbette götürecek, kambersiz düğün olur mu! Halifelik özentisi içinde olan bu şahıs yakın geçmişte Ayasofya’nın minberinde belinde kılıçla nutuk çekmişti.

Peki, bu çark nasıl dönüyor?

Recep Tayyip’in makam araçlarını taşıyan cumhurbaşkanlığı uçağı o ülkeye önceden gidiyor ve araçlar indiriliyor. Sonra sıra beyefendinin kafilesini taşıyan uçakları beklemeye geliyor. Bu kalabalık saltanat kafilesinin bütün masrafları devletten!

Şu olanları gördükçe kendi kendime söyleniyorum…

“Bundan sonra hiç kimse devletin lüks ve şatafata harcayacak parası olmadığını falan iddia edip yalan söylemesin. Bizde paradan bol hiçbir şey yok. Bütçeden para alamayan milyonlarca emekli, milyonlarca asgari ücretli kafayı biraz çalıştırsın da olanı biteni iyi görmeye çalışsın!..”

Sevgili okurlarım, bu dış gezilerin bir de yandaş gazeteciler boyutu var… Recep Tayyip’in her dış gezisine en az 15 adet yandaş gazeteci davet ediliyor. Bu sözüm ona gazetecilerin görevi kendisine danışıklı dövüş sorular sormak ve uçakta kendisiyle birlikte fotoğraf çektirmek!

Ancak sorular ve yanıtlar Saray tarafından önceden hazırlanıp basın kuruluşlarına servis ediliyor…Yani aralarında böyle bir soru yanıt muhabbeti olmuyor…Bu fotoğrafları bugün görebilirsiniz…

Ve bu aile boyu gezilerin bütün harcamaları devletten, yani bizlerin cebinden. Sonra da ortaya çıkıp hiç sıkılmadan açıklama yapıyorlar… “Bütçe imkanlarımız kısıtlı olduğundan!..”

Bu saltanat ve yutturmacalar günün birinde elbette sona erecek…Böyle gitmesi mümkün değil. Bu kadar yükü hiçbir ülke, petrol zengini bile olsa taşıyamaz.

Bu şatafatlı saltanat gezilerinin hesabı
bir gün mutlaka sorulacak.
Sorulmazsa yuh olsun.

Posted in FAŞİZM, Politika ve Gundem, YOLSUZLUKLAR, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

TARİHİN İÇİNDEN * HALİÇ, BALYOZ, ABDÜLHAMİD VE AKP

HALIC-BALYOZ-ABDULHAMID-VE-AKP....png

Denizin, kendisine ulaşan akarsunun yatağının bir bölümünü istila etmesiyle oluşan yapının Arapça adıdır Haliç. Yurtdışında “Golden Horn” (altın boynuz) olarak bilinen Haliç, Osmanlı döneminden bu yana özel bir isim haline gelmiş, birçok semti kapsayan bir yerleşim bölgesinin adı olmuştur İstanbul’da! Balyoz ise Yunancadan dilimize girmiş olup, kazık çakmak ve büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı ağır çekiç anlamına gelir.

İki farklı kültürden gelerek dilimizin bir parçası olan bu iki kelimenin tarihi süreç ve hala yaşadıklarımız paralelinde kazandıkları anlamlar, bugünkü yazımızın konusu olacak. Bunlardan birincisi Haliç Baskını, ikincisi ise Balyoz Baskınıdır!

Ruhsal Sağlık Durumu İyi Değildi

Amcası Abdülaziz’in 1876’da tahttan indirilmesine ve şüpheli ölümüne, V. Murat’ın tahta geçtikten üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla görevden alınmasına ve Çırağan Sarayı’na kapatılmasına tanıklık eden Osmanlı’nın 34. padişahı Abdülhamid, tahta çıkar çıkmaz Osmanlı Donanması’na karşı Haliç Baskınını gerçekleştirdi.

Haliç Baskını, amcası tarafından büyük yatırım yapılan ve tonaj bakımından dünya ikincisi durumuna getirilen Osmanlı Donanması’na yapılmıştı. Abdülhamid, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra Osmanlı Donanması’nı ana üssü olan Haliç’e gönderdi ve yaklaşık 20 yıl buradan çıkmasına izin vermedi. Çünkü 33 yıllık iktidarı sırasında Kızıl Sultan olarak adlandırılmasına neden olan uygulamaları ile ün salan II. Abdülhamid vesveseliydi, ruhsal sağlık durumu iyi değildi, darbe ve ölüm korkusu içindeydi, amcasının başına gelenlerde denizcilerin vefalı davranmadığını ve onu korumadığını düşünüyordu ve donanmaya karşı kindardı.

20 Yıl Haliç’te Çürütüldü

Gerçi bugün yaşadığımız ileri demokrasi uygulamalarını, aradaki zaman farkını ve halen içinde bulunduğumuz çağın şartlarını da düşünürsek; II. Abdülhamid döneminden hiç de aşağı kalınmadığını söylemek mümkün.

Haliç Baskını nedeni ile tam tamına 20 yıl gemilerimiz Haliç’te çürümeye bırakıldı ve bakımları yapılmadı. Ayrıca denizcilere eğitim, tatbikat ve atış bile yaptırılmadı. Sonuç olarak; Osmanlı Donanması bu 20 yılda yalnız materyal olarak değil, nitelikli insan gücü olarak da bitirildi. Osmanlı Donanması yıkıcı ve tahrip edici bu süreçten sonra ilk defa 1897 yılında, Osmanlı-Yunan savaşı için Haliç’ten çıkarıldı. Değil savaşmak, çürümüş gemiler ve eğitimsiz personelle düşmanın karşısına kadar bile gidilemedi.

Adaların Kaybının Sorumlusu Abdülhamid’dir!

Haliç Baskınının maliyeti sadece bu kadar da değil! Donanmamız olmaması yüzünden İtalyanlar, Trablusgarp Savaşı sırasında 24 Nisan 1912’den itibaren ellerini kollarını sallayarak, hiçbir dirençle karşılaşmadan On İki Adaları işgale başladılar. Adaların ağırlıklı nüfusu olan Rumlar işgali sevinçle karşıladılar. İngilizlerin kışkırtmasıyla, 8 Ekim 1912’de Balkanlar’dan saldırıya geçen Karadağ, Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan ile başlayan Balkan Savaşı ile Osmanlı iki ateş arasında kaldı ve 18 Ekim’de On İki Adaları da İtalyanlara bırakarak Uşi Barış Antlaşması’nı yaptı. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sonunda On İki Adalar tamamen İtalyanlara verildi. İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) sonrasında 1947 Paris Antlaşması ile de On İki Adalar ve Meis bu sefer Yunanistan’a bırakıldı.

Demek ki; On İki Adalar ve Meis 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması ile değil, 18 Ekim 1912 tarihli Uşi Antlaşması ile İtalyanlara verilmiş, 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması ile İtalyanlara verildiği Osmanlı tarafından teyit edilmiş, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile On İki Adalar üzerindeki fiili durum Ankara tarafından kabul edilmek zorunda kalınmış ve İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye’nin taraf olmadığı 1947 tarihli Paris Antlaşması ile adalar Türkiye’nin güvenliği için askersizleştirilmiş statüde Yunanistan’a verilmiştir.

Averof Zırhlısı

Balkan Savaşı sırasında da yine İngilizlerin kışkırtması ile Yunan Donanması ve ağırlıklı olarak Averof Zırhlısı tarafından –II. Abdülhamid tasarrufunda yok edilmiş Osmanlı Donanmasının yokluğundan istifadeyle- Ege’deki Gökçeada, Bozcaada, Tavşan adaları dâhil başta Boğaz Önü Adaları ve Saruhan Adaları olmak üzere tüm adalar ele geçirildi. Lozan’da ise Boğaz Önü Adaları’ndan Gökçeda, Bozcaada ve Tavşan adaları geri alındı ve Saruhan Adaları ile Boğaz Önü Adaları (Limni, Semadirek) ise Türkiye’nin güvenliği için askersizleştirildi.

Lozan Antlaşması’nın eki olan Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne göre Boğazların askersizleştirilmesinin gereği olarak askersizleştirilmiş statüde olan Türkiye’ye ait Boğaz Önü Adaları’nın (Gökçeada, Bozcaada, Tavşan Adaları) durumu ise 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi gereğince değişti ve Türkiye bu adaları silahlandırabilme hakkına sahip oldu. Ama Yunanistan’a ait Boğaz Önü Adaları’nın (Limni ve Semadirek) Türkiye’nin güvenliği gerekçesi ile askersizleştirilmiş olan statüsü devam etmektedir.

Abdülhamid’in Yatacak Yeri Yok!

Osmanlı Donanması’nın yok edilmiş olmasının tek sonucu Ege Adaları’nı kaybedişimiz değil. 1915’de Çanakkale’de binlerce vatan evladını şehit vermiş olmamızın da nedenidir II. Abdülhamid. Eğer Osmanlı Donanması olsaydı, İtilaf Devletlerinin Donanmaları Güney Ege ve Orta Ege Geçitlerinde karşılansa, savaşılsa, en azından kayıp ve hasar verdirilebilseydi; bu kadar kolay Limni Adası’na gelip Mondros Limanı’nı ileri üs yapıp buradan ellerini kollarını sallayarak ve meydanı boş bularak Çanakkale Boğazı’na saldıramayacaklardı. Yani II. Abdülhamid’in elinde ama bilinçli, ama bilinçsiz Türk ve Müslüman kanı vardır!

II.Abdülhamid’in yatacak yeri yoktur! Günümüzden 142 yıl önce, 4 Haziran 1878’de imzaladığı Kıbrıs Sözleşmesi ile de Kıbrıs’ı İngilizlere vermiş ve 12 Temmuz 1878’de Kıbrıs’taki her yerden Ay Yıldızlı Osmanlı Bayrağı indirilerek, İngiliz Bayrağı başta Lefkoşa olmak üzere adanın tüm kale burçlarına ve devlet binalarına çekilmiştir.

Balyoz, TSK’nın Bütününe Yönelikti!

Balyoz Baskını ise 2009’da meydana geldi. Baskını yapanlar; emperyalizmin desteğini alan AKP İktidarı ve Cemaat idi. O gün yere göğe konamayan, işbirliğinde sınır tanınmayan, yardım ve yataklık yapılan cemaatin adı sonradan FETÖ olarak değiştirildi. Tabii ki baskına bu iki yapıyı beraberce kullanan başta ABD olmak üzere Batı sınırsız destek verdi!

Ülkemiz açısından Balyoz’un sonuçları Haliç’ten daha ağır oldu ve oluyor! Çünkü Haliç Baskını sadece donanmaya yönelikti. Balyoz Baskını ise Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bütününe yönelikti.

Donanmamız daha önce de baskınlar yemişti. 1571’de İnebahtı Baskını ile Türklerin 1300’den beri devam eden Avrupa’daki yenilmezlik efsanesi yıkıldı, Akdeniz’deki deniz üstünlüğü bitti ve Osmanlı, esasında bu tarihten itibaren inişe geçti. 1770’deki Çeşme Baskınından sonra, o güne kadar iç deniz olan Karadeniz’i Ruslarla paylaşmak zorunda kaldık. 1827’deki Navarin Baskını sayesinde Yunanistan’ın bağımsızlığına giden yol açıldı ve bu sefer de Ege’yi Yunanlılarla paylaşmak zorunda kaldık. Haliç Baskını ile de Ege Adaları’nın tamamını kaybettik. Balyoz Baskının neticelerini şu an yaşayarak görüyorsunuz, daha da göreceksiniz! Son iki baskını diğerlerinden ayıran fark ise baskını yapanların dışarıdan değil, içeriden olmasıdır.

Balyoz Olmasaydı!

TSK‘ya Balyoz baskını ve kumpası yapılmasaydı; Türkiye Ortadoğu bataklığına sokulamayacak, BOP‘un değirmenine su taşınamayacak, PKK’nın Suriye bacağı 100 bin kişilik bir orduya ve Suriye‘nin %30’una sahip olamayacak, ülkemiz El-Kaide ve IŞİD türevleriyle komşu olmayacak, 15 milyon sığınmacı/yabancıyı kucağımızda bulmayacak, ABD’nin ve AB’nin şantajlarına hassas hale gelmeyecek ve ekonomimiz iflas etmeyecekti.

Bayar-Menderes ikilisi 1950 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı darbe yaptı, Genelkurmay Başkanı ve bazı kuvvet komutanları dâhil 15 General-Amiral ve 150 albay emekliye sevk edildi, albaylar tümen komutanlıklarına vekâlet etti, ettirildi ve arkasından Meclis onayı olmadan Kore’ye savaşa gittik! Balyoz olmasaydı, Suriye ve Libya’da da savaşa gidilemezdi! İktidarın seyrettiği bu rotanın kahve falında başka yerlerde de savaş var, bilesiniz!


HALİÇ, BALYOZ, ABDÜLHAMİD VE AKP

Posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, BOP, Tarih | Leave a comment

TUZAĞA DÜŞTÜNÜZ

Posted in ORGANİZE İŞLER, PERDE ARKASI, VİDEOLAR | Leave a comment

KISSADAN HİSSE

İngiliz bir doktor şöyle diyor: “İngiltere’de tıp o kadar ilerledi ki, bir adamın karaciğerini kesip başka bir erkeğe veriyoruz ve o da 6 hafta içinde iş arıyor.”

Alman doktor şöyle diyor: “Bu bir şey değil, Almanya’da beynin bir kısmını aldık, onu başka bir adama verdik ve o da 4 hafta içinde iş arıyor.”

Rus doktor şöyle diyor: “Beyler, bir adamın yarım kalbini aldık,
bir başkasının göğsüne koyduk, 2 hafta sonra iş arıyor.”

Amerikalı doktor gülüyor: “Hepiniz arkamızdasınız. Birkaç ay önce beyni olmayan, kalbi olmayan, karaciğeri olmayan bir adamı alıp başkan yaptık. Şimdi bütün ülke iş arıyor!”

Posted in KISSADAN HİSSELER | Leave a comment

Gaziantep’in Gazilik Unvanını Verildiği 8 Şubat Bağımsızlık Mücadelesi ve Tarih Bilinci

Gaziantep’in Gazilik Unvanını Verildiği 8 Şubat
Bağımsızlık Mücadelesi ve Tarih Bilinci

İbrahim ortaş, iortas@cu.edu.tr


Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı Devleti’nin yenilmesiyle, eski adı Antep olan bugünkü Gaziantep önce İngilizler, ardından 5 Kasım 1919’da Fransızlar tarafından işgal edildi. Kurtuluş Savaşı’nda Fransızlara karşı kahramanca direnen Antepliler, 25 Aralık 1921’de şehri işgal etmeye çalışan Fransızları kenti terk etmeye zorlayarak Gaziantep’i düşman işgalinden kurtarmıştır. Gaziantep halkı, önder konumundaki Şahin Bey, Karayılan, Kılıç Ali gibi kahramanların liderliğinde büyük bir direniş gösterdi. Bu tarihi mücadeleyi, 1970’li yıllarda Gaziantep’te öğrenci iken öğrendim. Ancak, tarihi bilgimizin yetersiz olması nedeniyle, bu direnişi tam anlamıyla kavrayamamıştım. Sadece kutlamaları ve resmigeçitleri izlemekle gurur ve mutluluk duyardık. Kutlamaların görkemi özelliklede “çetelerin” atlı geçişleri büyüleyiciydi. Tarih bilincimiz zamanla geliştikçe yaşanan sürecin bir savaş değil, bir bağımsızlık mücadelesi oluğunu fark ettim. 11 ay süren Antep Savunmasının (1 Nisan 1920 – 9 Şubat 1921), örgütlü bir halk direnişi olduğunu ve binlerce sivil ile askerin hayatını kaybettiği zorlu bir bağımsızlık mücadeleye sahne olduğunu anladım.

Bağımsızlık Bilinci Emperyalizme Yol Vermedi

Başkalarının topraklarında gözü olan emperyalist devletlere karşı seferber olan Antep’in yiğit insanları—kadın, erkek, çocuk—hep birlikte destansı bir direniş örneği göstererek şehirlerini bağımsızlaştırdılar. “Vurun Antepliler, bu namus günüdür!” diyen Karayılan ve nice kahraman şehitler, halkın hafızasında daima yaşayacak büyük fedakârlıklar göstermiştir.

Gaziantep’in gazilik unvanı, halkın bağımsızlık mücadelesindeki azim ve fedakârlığının en önemli sembollerinden biridir. Bu unvan, Antep halkına 8 Şubat 1921’de verilmiş ve o günden itibaren bu tarih, Gaziantep’in bağımsızlık mücadelesindeki direniş ruhunu ve vatan sevgisini simgeleyen önemli bir gün olmuştur. Fransızların kenti terk etmek zorunda kalmasının ve halkın gösterdiği direnişin anısını yaşatmak amacıyla her yıl 8 Şubat’ta Gaziantep Gazilik Günü kutlanmaktadır.

Tarih Bilinci İle Kültürel Mirası ve Değerler Korunur

Bugün de aynı duygularla bağımsızlığı ve özgürlüğü savunmak, bölgeyi havadan kuşatan ve kendilerini dünyanın sahibi ilan eden tüm güçlere karşı durmak, geçmişe sahip çıkmak anlamına gelir. Her bireyin bulunduğu coğrafyada kendi otokton kültürüne, inancına, düşüncesine ve doğal yapısına sahip çıkması gerekir. Bölgemizin tarihi, insanlığın binlerce yıllık geçmişine ışık tutmaktadır. Sümerlerden Gılgamış Destanı’na, günümüze kadar pek çok medeniyet ve kültür burada varlığını sürdürmüştür. Tarihin korunması ve anlaşılması, geleceğe ışık tutacaktır. Tarihi anlamadan kur kuruya sevinmenin tarafgir olmanın ötesinde esaslı objektif bir dünya tarihi öğretisi ile insanın düşüncelerinin sağlam bilgilere dayalı bir tarihi bilincinin gelişmesi bilinçle hareket etmek bakımından önemlidir.

Irak’ın işgali sonrası Bağdat Müzesi’nin Amerikan askerleri tarafından yağmalanması, bana Mısır’daki İskenderiye Kütüphanesi’ni hatırlattı ve bu durum üzerine “Kültürsüz Kültürlülük” konusunu yazmıştım. O dönem Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabını henüz okumamıştım. Daha sonra bu kitaptan etkilenerek, herkesin de okumasını özellikle tavsiye eder oldum. Çünkü kimse, başkasının tarlasını, malını, mülkünü işgal etmemeli.

Bölgedeki tarihi eserler ve kültürel miras, savaşlar nedeniyle büyük tahribata uğradı. Irak, Suriye, Filistin ve Lübnan’da geçmişe dair pek çok belge ve kalıntı yok edildi. Kültürel değerleri yok edenler, ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Ancak, tarih, arkeoloji, kültür ve antropoloji bilmeden, sadece silah tutan ellerin “düşman” olarak gördüğü her şeyi yok etmesi büyük bir kıt anlayışın göstergesidir. Savaşlar sadece insanların ölmesiyle sınırlı kalmıyor; doğayı da tahrip ediyor, sayısını bilmediğimiz bitki ve hayvan türlerini yok ediyor.

Bölgemizde yaşanan çatışmalar konusu çok yönlü derin ve hayati öneme sahiptir. Tarihi bilincinin toplumda oluşması ile bilinçle kültürlerine ve değerlerin korunacağı gerçeği ile tekrar Anteplilerin Gaziantep olma gününü kutluyorum. Günleri kutlu olsun memleketimin!

08 Şubat 2025, Adana

Posted in Tarih | Leave a comment

Santorini’de deprem fırtınası Ege’yi tehdit ediyor: Kül yağışı, tsunami uyarısı

Santorini’de deprem fırtınası Ege’yi tehdit ediyor:
Kül yağışı, tsunami uyarısı

Yazar: YetkinReport / 12 Şubat 2025


Yunanistan’ın turistik Santorini Adası’nda son iki haftadır devam eden ve “deprem fırtınası” olarak adlandırılan olağandışı sismik hareketlilik, Türkiye’nin batı kıyıları için de risk oluşturmaya devam ediyor.

Yunanistan’ın turistik adası Santorini’de son iki haftadır devam eden ve “deprem fırtınası” olarak adlandırılan olağandışı sismik hareketlilik, Türkiye’nin batı kıyıları için de risk oluşturmaya devam ediyor.

Atina Üniversitesi Sismoloji Laboratuvarı’nın verilerine göre, 26 Ocak’tan bu yana bölgede 12 binden fazla deprem kaydedildi. En büyüğü 5.3 büyüklüğünde olan bu sarsıntılar, İzmir ve çevre illerde de hissediliyor.

Santorini’de deprem fırtınası: Üç farklı senaryo

Cumhuriyet Gazetesi’nin haberine göre İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nden bir grup bilim insanının hazırladığı kapsamlı raporda, bölge için üç olası senaryo değerlendiriliyor.

Birinci senaryoda, sistemin 7 büyüklüğünü aşan bir depremle rahatlaması ve ardından volkanik aktivitenin başlaması öngörülüyor.

İkinci senaryoda ise önce volkanik aktivitenin başlaması, ardından 7’nin üzerinde bir depremin meydana gelmesi bekleniyor.

Üçüncü ve nispeten daha az riskli senaryoda ise, sistemin herhangi bir volkanik aktivite göstermeden sönümlenmesi ve deprem etkinliğinin zamanla azalması öngörülüyor.

Kül yağışı ve tsunami riski

Rapora göre, Santorini’de büyük ölçekli bir volkanik patlama meydana gelmesi durumunda, etkileri geniş bir coğrafyada hissedilebilir.

Türkiye’nin Ege kıyıları başta olmak üzere, Batı Anadolu’dan Doğu Akdeniz’e, hatta İsrail’e kadar uzanan bölgede yoğun kül yağışları görülebilir. Ayrıca, denizaltı heyelanlarının tetikleyebileceği tsunami riski de büyük endişe kaynağı oluşturuyor.

AFAD alarma geçti

Artan riskler karşısında AFAD, kapsamlı önlemler almaya başladı. Çeşitli illerden 70 kişilik özel bir takviye ekip İzmir’e gönderilirken, bölgede acil durum hazırlıkları da hızlandırıldı.

İzmir, Aydın ve Muğla’da kurulan mobil siren sistemleri, olası tsunami ve diğer doğal afetlere karşı 24 saat hazır bekletiliyor.

AFAD bünyesinde oluşturulan özel deprem kurulu, MTA Genel Müdürlüğü, Meteoroloji Genel Müdürlüğü, Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü ile bilim insanlarından oluşan geniş bir ekiple durumu yakından takip ediyor. Kurul, önümüzdeki günlerde İzmir’de kapsamlı bir durum değerlendirmesi yapmak üzere toplanacak.

Risk altındaki bölgeler

Uzmanlar, 7.5 büyüklüğünde bir deprem yaşanması durumunda en çok risk altında olan bölgeleri şöyle sıralıyor:

• İzmir Körfezi
• Kuşadası Körfezi
• Söke Ovası
• Gökova Körfezi

Bu bölgelerde deprem şiddetinin 8’e kadar çıkabileceği belirtiliyor. Bu nedenle, bölgedeki bina envanterinin acilen çıkarılması gerektiği vurgulanıyor.

Yetkililer, özellikle kıyı bölgelerinde yaşayan vatandaşların dikkatli olması ve acil durum çantalarını hazır bulundurmaları gerektiğini hatırlatıyor. AFAD’ın kuracağı erken uyarı sistemleri ve siren sistemleriyle ilgili duyurular da yakından takip edilmeli.

Kaynaklar: T24SabahCumhuriyetBBC

Posted in DOĞAL FELAKETLER | Leave a comment

İRTİCA, VATAN HAİNLİĞİ * Şeyh Sait İsyanı

Şeyh Sait İsyanı

CUMHURİYET – Sinan Meydan – 12.02.2025


Bir taraftan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diyen teğmenler “disiplinsizlik” gerekçesiyle ordudan atılırken diğer taraftan, Cumhuriyeti daha doğarken boğmak amacıyla silahlı isyan çıkarıp “vatana ihanet” suçlamasıyla idam edilen Şeyh Sait’i eleştirenler, “Şeyh Sait’in anısına hakaret!” gerekçesiyle ifadeye çağrılıyor.

İSYANIN GELİŞİMİ

Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1925’te Diyarbakır’ın Eğil bucağına bağlı Piran (Dicle) köyünde saklanan mahkûmları almaya gelen jandarmalara ateş açılmasıyla başladı. İsyanın elebaşısı Şeyh Sait’in emriyle telefon ve telgraf hatlarını kesen isyancılar, 16 Şubat’ta Darahini’yi (Genç) ele geçirerek vali, jandarma komutanı ve diğer görevlileri esir aldılar. Çapakçur (Bingöl), Muş ve Diyarbakır olmak üzere üç cepheden saldıran isyancıların Diyarbakır cephesi komutanlığını Şeyh Sait üstlendi. 21 Şubat’ta Lice, 23 Şubat’ta Çapakçur (Bingöl) ve Palu, 24 Şubat’ta Elazığ isyancıların eline geçti.

İsyancılar ele geçirdikleri kentleri yağmaladılar, jandarmayı ve devlet görevlilerini esir aldılar. 7 Mart’ta Şeyh Sait’in emrindeki beş bin silahlı aşiret mensubu üç koldan Diyarbakır’a saldırdı. Ordu Müfettişi Kâzım (Orbay) Paşa, Vali Cemal (Bardakçı) Bey ve Kolordu Komutanı Mürsel (Bakü) Paşa tarafından yapılan savunmaya Diyarbakır halkı da katıldı. İsyancılar bir ara kente girmeyi başarsa da geri püskürtüldüler, 8 Mart’ta Diyarbakır kurtarıldı. Ancak Varto, Bulanık ve Malazgirt’in de isyancıların eline geçmesiyle 12 Mart’ta isyan en geniş sınırlarına ulaştı. 24 Mart 1925’te Türk ordusu tenkil harekâtına başladı. 26 Mart’ta Varto, 27 Mart’ta Piran (Dicle) ve Maden, 1 Nisan’da Lice ve Silvan, 2 Nisan’da Hani, 4 Nisan’da Palu, Bulanık ve Malazgirt, 8 Nisan’da Kulp ve Çapakçur (Bingöl), 12 Nisan’da ise Darahini (Genç) isyancılardan temizlendi. (İhsan Şerif Kaymaz, “Şeyh Sait Ayaklanması”, ataturkansiklopedisi.gov.tr)


ŞEHİTLER

Şeyh Sait İsyanı sırasında eli silahlı isyancılar Genç’i, Bingöl’ü, Lice’yi, Palu’yu, Elazığ’ı, Silvan’ı, Hani’yi, Bulanık’ı, Malazgirt’i ve Varto’yu işgal ettiler, Diyarbakır’ı işgal etmeye kalktılar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin valisini, kaymakamını, müftüsünü, jandarmasını, memurlarını esir aldılar. Ele geçirdikleri illeri ve ilçeleri yağmaladılar. Ziraat Bankası şubelerini soydular. Birçok suçsuz asker, subay, devlet memuru ve vatandaşı yaraladılar ve bazılarını şehit ettiler. O şehitler arasında bir üsteğmen, bir kaymakam ve öğretmen dikkat çekicidir.

Örneğin, Şeyh Sait İsyanı’nda isyancılar, Piyade Üsteğmen Erzurumlu Mehmet Seyfettin’i, Kaymakam Filibeli Hüseyin Bey’i, Bingöl Merkez Başöğretmeni Mehmet Zeki Dündaralp’i şehit ettiler.


ŞEHİT ÜSTEĞMEN ERZURUMLU MEHMET SEYFETTİN

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 13 Mayıs 1925 tarihinde “Şeyh Sait İsyanı’nda şehit edilen Piyade Üsteğmen Erzurumlu Mehmet Seyfettin’in ailesine maaş bağlanmasına” karar verdi. (Bu konuda arşiv belgeleri için bkz.BCA, 030.11.1, 13.20.17)


ŞEHİT KAYMAKAM FİLİBELİ HÜSEYİN

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 12 Nisan 1925 tarihinde, “Şeyh Sait İsyanı’nda şehit edilen Kaymakam Filibeli Hüseyin’in ailesine maaş bağlanmasına” karar verdi. (Bu konuda arşiv belgeleri için bkz.BCA, O30.11.1, 12.14.14)


ŞEHİT ÖĞRETMEN MEHMET ZEKİ DÜNDARALP

Bingöl merkezde öğretmenlik yapan Mehmet Zeki Dündaralp’in, Şeyh Sait İsyanı’ndan birkaç ay önce, bölgedeki Kürtçülük faaliyetlerini fark ederek 26 Ekim 1924’te tuttuğu zabıt varakası, 3 Kasım 1924’te eski Genç Milletvekili Hamdi Bey’in ihbar mektubu ile hükümete bildirildi. Ancak Bingöl Kaymakamı Hüseyin Hilmi Bey, “asılsız ihbar suçlamasıyla” Mehmet Zeki Dündaralp öğretmen hakkında soruşturma başlattı. Genç Valisi İsmail Hakkı Bey de Mehmet Zeki Dündaralp’i 6 Ocak 1925’te görevden aldı. Bunun üzerine Dündaralp, eski Genç milletvekili Hamdi Bey’in önerisiyle 6 Ocak 1925’te hem Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya hem de İçişleri Bakanlığı’na telgraf göndererek isyan hazırlıklarını ihbar etti. İçişleri Bakanlığı, konunun araştırılmasını istedi. Genç Valisi, yaptığı incelemeler sonunda, 13 Ocak 1925’te İçişleri Bakanlığı’na yazdığı yazıda Dündaralp ve Hamdi Bey’in ihbarlarının asılsız olduğunu belirterek adı geçen şahısların Bitlis Askeri Mahkemesi’ne sevk edilmelerini önerdi. Bunun üzerine Dündaralp, Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekerek ifadesinin Ankara’da alınmasını istedi. Dündaralp, 15 Ocak 1925 tarihli üçüncü telgrafında bir kere daha isyan hazırlıklarından söz edecekti. Bu sırada, asılsız ihbarda bulunmak suçlamasıyla mahkemeye sevk edilen ve gıyaben üç ay hapisle cezalandırılan Mehmet Zeki Dündaralp, Bingöl’den kaçıp Lice’deki eniştesinin yanına sığındı. Şeyh Sait İsyanı başladığında Lice’de bulunan Mehmet Zeki Dündaralp öğretmen, 10 Mart 1925 tarihinde bulunduğu evi basan isyancılar tarafından şehit edildi. (Ayrıntı için bkz. Eyüp Ertüren, Şark İstiklal Mahkemesi: Şeyh Sait İsyanı, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Mayıs 2018, s. 230-236)

20 Mayıs 1925 tarihinde İzmir’de yayımlanan Türkili gazetesinde de “Çapakçur Telgrafhanesinde Boğulan Esrar” başlıklı haberde şöyle deniliyordu: “Bir muallim, isyanı vukuundan üç ay evvel haber verdiği için bir yalanla mahkûm edilmişti. İsyanın zuhurundan sonra ise Şeyh Sait’in emriyle şehit edildi.” (Türkili, 30 Mayıs 1341, s.3.)

Mehmet Zeki Dündaralp öğretmenin ihbarlarını dikkate almayan Bingöl Kaymakamı Hüseyin Hilmi Bey ve Genç Valisi İsmail Hakkı Bey, Şeyh Sait davasında İstiklal Mahkemesi’nde yargılandılar. Kaymakam Hüseyin Hilmi Bey idama mahkûm edildi. Ancak daha önceki vatan hizmetleri dikkate alınarak idam cezası, 15 yıl kürek cezasına çevrildi. Genç Valisi İsmail Hakkı Bey ise görevi suiistimal suçundan bir yıl hapse mahkûm edilerek devlet görevinden uzaklaştırıldı. Mehmet Zeki Dündaralp öğretmene üç ay hapis cezası veren hâkim Ali Rıza Efendi ise sınır dışı edildi. (Bkz. Şark İstiklal Mahkemesi (Kararlar ve Mahkeme Zabıtları), TBMM Basımevi, Ankara, 2016, s.83)

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk şehitlerinden Şehit Üsteğmen Mehmet Seyfettin’i, Şehit Kaymakam Filibeli Hüseyin’i ve Şehit Öğretmen Mehmet Zeki Dündaralp’i saygı ve minnetle anıyorum.


Savcı Süreyya Bey, Şeyh Sait İsyanı davasının açıklamasında, Şeyh Sait’ten şöyle söz ediyordu: “Şeyh Sait Efendi, yüzlerce, binlerce askerin, halkın, ibadın (ibadet edenlerin) malını, hayatını yok eden hareketi fiilen idare etmiş hepsine emretmiş, mürted, muannit (inatçı) vatan hainidir.” Dikkat edilirse bizzat davanın savcısı, Şeyh Sait’in “vatan haini” olduğunu açıkça ifade etmiştir.

İstiklal Mahkemesi, 28 Haziran 1925’te kararını açıkladı. Kararda “Hınıs kasabasında oturan ve dolaylı olarak ticaretle meşgul olan Palulu, 61 yaşındaki Nakşibendi şeyhi Şeyh Mahmut oğlu Şeyh Sait” ve adamlarının “güya dini ve şeri ve fakat herhalde bağımsız bir Kürdistan hükümeti oluşturmak amacıyla Cumhuriyet hükümetine karşı fiilen ve silahlı olarak ayaklandıkları” belirtiliyordu.

Kararda Şeyh Sait İsyanı’nın çıkış ve yayılma nedenleri ayrıntılı olarak belirtiliyor; din ve şeriat araç yapılarak “gerçekte bağımsız bir Kürdistan kurma” amacına yönelik olan Şeyh Sait İsyanı’nın devam ettiği sürede birçok şehir, kasaba ve köyü, devletin polis ve asker kuvvetleri ile kanlı bir çatışma ve çarpışma yapmak suretiyle işgal ederek ve hatta Diyarbakır’ı kuşatarak birçok suçsuz asker, subay ve vatandaşı öldüren ve yaralayan, yağma, hırsızlık yapan ve yaptıran 81 sanıktan 47’si idama mahkûm edildi deniliyordu.

Kararın gerekçesinde, idam cezası alan Şeyh Sait dahil 47 sanığın, “müstakil (bağımsız) bir Kürdistan kurmak” ve “bu gaye ile isyan etmek”, “ihtilal emelini yerine getirmek için silahlı olarak isyana katılmak” nedeniyle “…Yüce devletin mülklerinin bir kısmını hükümet idaresinden çıkarmaya çalışanlar idam olunur” diyen İhaneti Vataniye Kanunu’nun 45. maddesine dayanarak “vatana ihanetle” idamlarına karar verildiği belirtiliyordu. (TBMM Arşivi, Dosya No: 130-74-87-83-82-81-72-59-61- 54-68-71; İlam No: 69-D.9/1 (1-6. zarflarda)

Sözün özü şu ki Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni daha doğarken boğmaya kalkan Şeyh Sait, dini kullanıp ülkeyi parçalamak amacıyla silahlı bir isyan çıkarmak; illeri, ilçeleri işgal etmek, yağmalamak; asker, memur ve sivil halkı öldürmek suçlamasıyla Hıyaneti Vataniye Kanunu çerçevesinde İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp “vatana ihanet” suçundan idam edildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin suçlu bulup idam ettiği Şeyh Sait’in “anısına hakaret” suçu icat edip Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını bu gerekçeyle yargılamaya kalmak, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Atatürk’ü yargılamaya kalkmaktır.

Posted in İrtica, Tarih, YOBAZLIK - GERİCİLİK | Leave a comment

Neden Atatürk’ün askerleriyiz?

Neden Atatürk’ün askerleriyiz?

CUMHURİYET – Cengiz Karahan – 12.02.2025


Kurtuluş Savaşı’nı, kendi oluşturduğu düzenli ordularla kazanan Atatürk’ün ordusundan, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diyen teğmenler ihraç edildiler. Bu milletin hepsi/ hepimiz Mustafa Kemal’in askerleriyiz. Peki neden? Yanıtlayalım.

“Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. İstanbul hükümeti üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirmemektedir. Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” dediği için Atatürk’ün askerleriyiz.

“Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılan zaferler kalıcı olmaz. Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür” dediği için Atatürk’ün askerleriyiz.

“Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır ya da esaret ve sefalete terk eder. Milli eğitim işlerinde kesinlikle zafere ulaşmak gerekir. Bir milletin gerçek kurtuluşu ancak eğitimle olur. Bütün umudum gençliktedir. Milleti kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Eğitimde feda edilecek tek bir fert bile yoktur. Zaferlerin kalıcı sonuç vermesi ancak irfan ordusunun varlığıyla mümkündür” dediği için Atatürk’ün askerleriyiz.

“Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi, ne bir dine ne de bir mezhep kabulüne icbar edebilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz. Bizi yanlış yola sevk eden habisler, çoğu din perdesine bürünmüş şeytanlardır” dediği için Atatürk’ün askerleriyiz.

“Hayatta en hakiki mürşit bilimdir, fendir. Eğer bir gün benim söylediklerim bilimle ters düşerse bilimi seçin” dediği için Atatürk’ün askerleriyiz.

“Bizim sosyal toplumumuzun başarısı, kadınlarımıza verdiğimiz değer kadar ilerleyecektir. Medeniyet yolunda yürümek ve başarılı olmak, hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde duraklayanlar veya bu yol üzerinde ileri değil, geriye bakmak cehalet ve gafletinde bulunanlar, medeniyetin coşkun seli altında boğulmaya mahkûmdurlar” dediği için Atatürk’ün askerleriyiz.

Dünya tarihinde emsaline az rastlanır Kurtuluş Savaşı gibi bir savaşı, ulusumuzla birlikte başardıktan sonra, “Yurtta sulh cihanda sulh” dediği için Atatürk’ün askerleriyiz.

Kurtuluş Savaşı’nı kazandıktan sonra bütün güç ve olanaklar elindeyken; saraylara kapanıp padişah, sultan, kral, halife olmadığı ve kimilerinin ruhunu satın alan bu dünya nimetlerini elinin tersiyle ittiği için Atatürk’ün askerleriyiz.

Anayasasında, “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” yazan, Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurduğu ve bu devletin yönünü “muasır medeniyete” döndürdüğü için kadına ve erkeğe eşit yurttaşlık hakları sağladığı için Atatürk’ün askerleriyiz.

Mehmet Metiner demiş ki “Atatürk kimin askeriydi?” Atatürk, yukarıda açıklanan özellikleri, kadim varlığında ve kültüründe taşıyan bu milletin askeriydi. Ama mesela; vatan lime lime parçalanırken, millet can derdindeyken, İngilizlerin gemisine binip kaçanların askeri değildi.

Atatürk ve Kuvayı Milliyeciler hakkında, “dinsiz, asi ve katli vacip” fetvası yayımlayan Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’ın, halkı Milli Mücadele’den uzak tutmak için, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin tarafını tutan bazı şeyhlerin, “din adamlarının” askeri değildi. Ali Kemal, Refi Cevat Ulunay, Sait Molla gibi satılmış, sözde aydınların askeri değildi. Bilimde, teknolojide, sosyal hayatta, medeniyette zamanının çağdaşı dünya devletlerinin gerisinde kalmış, saray entrikalarından başka bir işlevi kalmamış, tebaasını ilkel şartlarda yaşatan Osmanlı’yı diriltmek için, Cumhuriyet kurulduktan bu yana, Cumhuriyete ve Türk Devrimlerine karşı, amansız bir sinsi mücadele sürdürenlerin askeri değildi.

CENGİZ KARAHAN – E. MAARİF MÜFETTİŞİ, YAZAR

Posted in ATATURK, LAİKLİK - CUMHURİYET - DEMOKRASİ | Leave a comment

KISSADAN HİSSELER * Bir ülkenin işgali…

Bir ülkenin işgali…

CUMHURİYET – 12.02.2025
Prof. Dr. Çağatay Güler


Bir ülkenin başına gelebilecek en kötü durum düşman kuvvetlerince işgal edilmesidir. İstanbul’un işgalinden, Nazi işgallerine, en son Filistin işgaline kadar bütün işgalcilerin yaptıkları arasında büyük benzerlikler vardır.

Direnen siyasi partiler, işçi sendikaları ve etkinci (aktivist) gruplar yasaklanır. Barışçıl gösteriler, toplu tutuklamalar, dayaklar ve silahlı saldırılar vb. şiddetli baskılarla karşılanır.

‘İŞLEVSİZ YASALAR ÜLKESİ’

İşgalci güçler eğitim sistemini karmaşıklaştırırken, eğitimde fırsat eşitliğini sağlayan devlet düzenini de ortadan kaldırırlar. Çocuk ve gençleri kendi amaçları doğrultusunda koşullayarak kullanma çabası içine girerler. Düzensiz göçleri ulusal bütünlüğü bozacak biçimde destekler kimi zaman da zorlarlar. Düşman gruplar yaratmak için toplumdaki basit ayrışmaları keskinleştirirler. İşgalci güçler ve işbirlikçileri özel yaşamı ve her türlü iletişimi izlemeye yönelik bir fişleme düzeni kurarlar. Siviller muhbir olmaya zorlanır ve yalancı muhbirlere tanık statüsü verilir.

Üniversite öğrencileri tarihsel olarak işgal karşıtı hareketlerde önemli bir rol oynadığından potansiyel suçlu muamelesi görürler. Birçoğu hapsedilir, okuldan atılır veya kaybolurlar. Şüpheli görülen profesörler ve araştırmacılar işten atılır, hapsedilir veya öldürülürler.

İşgal edilen birçok yerde davalar, sanıkların adil bir şekilde yargılanmadığı, güdümlü mahkemelerde görülür. Uydurma suçlamalar yöneltilerek siyasi muhalifler, hatta öğrenciler ve gençler bile mahkum edilir. Tam anlamıyla bir düşman hukuku egemen olur. Ülke kimsenin aldırmadığı göstermelik bir anayasa ve işlevsiz yasalar ülkesi haline getirilir.

İşgalcilerin çıkarları açısından sakıncalı görülen kitaplar, felsefi ve siyasi görüşler yasaklanır. Okul müfredatları genellikle işgalci gücün ideolojisine uyacak şekilde yeniden yazılır.

SÖMÜRÜDEN ÇIKIŞ YOLU

İşgalci güçler, kontrolü sürdürmek için farklı etnik veya dini grupları birbirine karşı kışkırtırlar. İşbirlikçi ve yandaşlardan oluşan göstermelik bir hükümet kurarlar. Bu yöntem işgalcilere doğrudan yönetiyor gibi görünmeden kontrolü sağlama olanağı verir.

İşgalci kendi çıkarı için ülkenin tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürür. Doğaya tam bir yağmacılık ve yıkıcılıkla yaklaşılarak ekosistem yok edilir. Ekonomik sistemi bozup mali denetim sistemini ortadan kaldırarak önemli endüstrileri ve kaynakları ele geçirirler. Çaresiz kitlelerin emekleri sömürülür, mal ve mülkleri mevzuat oyunlarıyla ellerinden alınır. Sömürünün son kertesinde toplum bireyleri karınlarını doyurmaktan başka bir şey düşünemez hale getirilir.

Gün gelir muhalif eylemlere yanıt olarak toplu cezalandırmaya gidilir. Özel yaşam hatta günlük yaşam, hareket kısıtlamaları yoluyla kontrol altına alınır, normal ekonomik ve sosyal etkinlikler bile zorlaşır. Silahlı devriyeler, ev baskınları ve keyfi ve gözdağı vermeye yönelik gözaltılar yaygınlaşır.

Günümüz sömürgecileri işgal etmek yerine, bütün bunları “gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunanlara” yaptırarak ülkeleri sömürmekte, bölüp parçalamaktadır. Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi” bu durumdaki ülkelere de yol gösterecek en önemli rehberdir.

Posted in FAŞİZM, İHANET VE YABANCI YANDAŞLAR | Leave a comment