EMEKLİ AMİRALLERİN MONTRÖ DAVASI * Yine mi aynı film…

Yine mi aynı film…

Yeniçağ 0 Selcan TAŞÇI

Hâkim soruyor:
– Rahatsız mısınız?
Sanık:
– Değilim
Oysa, salondaki herkes; sanık sandalyesinde yan yana oturduğu silah arkadaşları, izleyici koltuklarını dolduran eski silah arkadaşları, milletvekilleri, hukukçular, kıdemli kumpas mağdurları, gazeteciler, görüyor ve hissediyor ki, rahatsız.
Sesi titriyor; elleri de…
Konuşurken zorlanıyor.
Sık sık duraksıyor.
Olduğu yere yığıldı yığılacak;
öyle güçlükle ekliyor sözcükleri birbirine.
Taşıyamadığı ağır bir yük var sanki üzerinde; ezdikçe, eziyor.
Rahatsız, hem de alabildiğine.
Ancak hâkimin zannettiği gibi fizyolojik değil kaynağı;
Tamamen duygusal.
Onursal.
Gurursal.
Vatansal.
Dinledikçe de, konuştukça da, yazdıkça da kötü bir şaka gibi geliyor ama;
“Montrö, Karadeniz’i barış denizi yapan, Türkiye’nin istemeden savaşa girmesini önleyen bir sözleşmedir; masaya gelmesine neden olabilecek her türlü söylem ve eylemden kaçınılması gerekir” dedikleri…
Bir amiralin resmî araçla gittiği cemaat/tarikat evinde, resmî üniformasının üzerine cüppe ve takke giymiş haldeki fotoğraflarının yayınlanması üzerine, TSK’da FETÖ’vari başka yapılanmalara yol verilmesi durumunda, bunun “beka sorunu” oluşturabileceği uyarısında bulundukları…Bunları söyledikleri açıklamaya da “Yüce Türk Milleti’ne” hitabıyla başladıkları…
Devletin bekasına dönük muhtemel tehlikeleri “aksi halde” diyerek dillendirdikleri için “suç işlemek üzere anlaşmak”la suçlanan -ki suç da “darbe” bu arada- 103 emekli amiralin yargılandığı Ankara 20’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nden bildiriyorum;
Havada “tekerrür” kokusu var!
Olmayan suçtan yargılananlar…
İspatlanması gereken “suç” iken, masumiyetlerini ispata zorlananlar…
Vatanı neden sevdiklerini açıklamak; dahası savunmak durumunda bırakılanlar…
Ve, bunu zül sayanlar…
Tıpkı, hâkimin hasta olduğunu düşünüp de ara vermeyi teklif ettiği emekli amiral Ahmet Şenol gibi, layık görüldükleri zülün pençesinde kıvrananlar…
Halbuki ne kolay olurdu, köşelerine çekilip de, pişmiş ete soğan doğramıyormuş gibi yaparken, ceplerinde gizledikleri zehirli hançerleri bilemekle meşgul olsaydılar; ilk fırsatta saplamak üzere devletin tam böğrüne!
Ne kıymetli olurdular!
Ne istiyorlarsa yaptırırdılar!
“Atatürk’ün askerleri”nin dün de, bugün de, muhtemelen yarın da öyle olacak, tek büyük suçları bu bence; bu ülkenin yazılı olmayan “el üstünde tutulma koşulu”nu unutuyorlar; Her ne kadar “sadakat” bekliyor görünseler de, nankörüne aşık olmaktan kendini alamıyor bizde iktidarlar!
Solurken ciğerimi parçalayan “hava”yı anlattığım kadar uzun anlatmayacağım hukuki durumu. Zira, sanık sandalyesine oturtulan 103 emekli amiralden ikisinin avukatlığını da yapan İstanbul Barosu eski Başkanı ve Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ümit Kocasakal’ın, dün, duruşmanın hemen başında sıraladığı itirazlarla, başlamadan bitti aslında bu dava; en azından kamu vicdanında!
Kağıt üzerinde 181 sayfa duruyordu ama;
Sadece isim ve soyadlardan oluşan 26 sayfayı çıkardı…
Bildirinin kendisinden oluşan 5 sayfayı çıkardı…
Tarihî olaylardan oluşan 5 sayfayı çıkardı…
WhatsApp yazışmalarından oluşan 40 sayfayı çıkardı…
Kamuoyuna yansıyan tepkilerden oluşan 2 sayfayı çıkardı…
Çıkara çıkara, Ümit Hoca’nın üzerine “hukuken” konuşabileceği 1,5 sayfa kaldı, sonunda!
Bir de bunun gibi sayısız soru:
– İddianamede siyasilerin demeçlerinin ne işi vardı? Siyasiler, emekli subayların eleştiri yahut uyarılarından memnun kalmadı, beğenmedi, eleştirdi diye bunlar “suç” mu sayılacaktı?
– Sağlık Bakanlığı “Covid bitti” dediği halde, davanın, üstelik de usule aykırı şekilde “yargı çevrelerine” bölünmesi ne demekti? Sanıkların her celsede bulunma hakkı nasıl engellenebilirdi?
– Birine, soğuk havada “Aman sıkı giyin aksi takdirde üşütürsün” demek adam öldürmeye teşebbüs müydü ki, iktidara “Montrö’yü kaldırma, paralel yapılara yol verme aksi halde bekamız tehlikeye girer” demek darbeye teşebbüs olsundu?
– Bir grup emekli deniz subayı mesleki kaygılarını dile getirdi diye, ordu hemen “E, tamam o zaman, madem siz öyle istiyorsanız, biz bir darbe yapıverelim” mı diyecekti? Darbeyi yaşları 60 ile 90 arasında değişen emekli deniz subayları yapamayacağına göre “suç için” kiminle “anlaşmış” olabilirlerdi?
– TCK 316, şikâyete bağlı suç olmadığına göre, başta Cumhurbaşkanlığı, kurumlar nasıl bu davaya “şikâyetçi” olarak katılabilirdi? Müdahil olmak için “suçtan doğrudan etkilenmek” gerekirken, nasıl “müdahil” olabilirlerdi?
– Ne demekti “emekliler konuşmasın”; vatan sevgisinden emekli mi olunurdu? Kaldı ki, konuşmak, düşünceyi açıklamak izne mi tabiydi?
Ve en mühimi;
– Bu davanın da üst mahkemesi yani hakemi konumunda olan Yargıtay’ın “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin güvenliğine, anayasal ve demokratik düzen ile bireysel hak ve özgürlüklere yönelik her türlü müdahaleye karşı; yargı yetkisini Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız şekilde kullanan yargı kurumları, yasalar çerçevesinde gereğini takdir ve ifa edecektir” açıklamasından sonra yargılamanın adil olacağına inanmak mümkün müydü?
Duruşma boyunca hep aynı cümle fısıldandı salonda kulaktan kulağa:
Biz bu filmi gördük…
Finalini de tabii…

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yine-mi-ayni-film-522864h.htm
This entry was posted in ANLAŞMALAR-SÖZLEŞMELER, DENİZ VE DENİZCİLİK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *