DOĞA BİLİM İNSAN HAKLARI *GÜNEŞE ULAŞMA YA DA GÜNEŞİ KULLANMA HAKKI !..

Çelik ERENGEZGİN
9 Şubat 2010

GÜNEŞE ULAŞMA YA DA,GÜNEŞİ KULLANMA HAKKI !..

Güneş, varlığımızın temeli.. İnsan varlığının ve dünyadaki her türlü canlılığın olmazsa olmaz kaynağı. Peki bu muhteşem kaynağın insanlara adaletli bir dağılımla ulaştığını söyleyebilir miyiz ?.. İklimsel farklılıkların yarattığı doğal kısıtlamadan değil, her hangi bir iklim bölgesinde mevcut kentsel yapılanmadaki adaletsizlikten bahsediyorum.

Bir yandan, güneşi temel alan sürdürülebilir enerji kullanma yöntemlerinden heyecanla bahsediyoruz. Diğer taraftan güneşi göremeyen ya da günün önemli bölümünde bir başka binanın gölgesinde kaldığı için güneşe yeterince ulaşamayan yapılardan oluşan kent planları yapmakta ısrar ediyoruz. Ve o kente, büyük bir aymazlıkla “sürdürülebilir kent” adını koyabiliyoruz.. Bu nasıl bir akıldır ya da nasıl bir vicdan ?.. Çocuğumuza “akıllı”yı çağrıştıran bir isim koymakla değil, ancak gereken donanımı sağlamakla açarız akla giden kapıyı..

Kentsel planlamada birbirine gölge düşüren yapılanma, artık en büyük günahlardan sayılmalıdır. İnsanların; yeşilden yararlanma, suyu kullanma hakkının henüz karşılandığı söylenemez. Fakat “bundan böyle karşılanmalıdır !” şeklinde genel kabul gördü ve tasarımların temel koşullarından olmaya başladı. Güneşe ulaşabilme, ışınlarını engelsiz alabilme hakkının da “bundan böyle ön koşul !” sayılması gerekmektedir kent planlarında.. Çünkü ancak bu takdirde, güneş tabanlı “enerji mimarlığı” ilkelerinin yapısal çözümlere kavuşabilmesi mümkün olacaktır.. Yani, gerçekten sürdürülebilir bir gelecekten söz etmeye hakkımız olacaktır.

TARİHİ ve ÇAĞDAŞ ÇÖZÜMLER

Belki tam burada, çok sıcak ülkelerin tarihi yerleşim örneklerinde, güneşten korunma amaçlı dar sokaklar akla gelecek ve gölgenin faydalarından bahsedilecektir. Bunlar sadece aşırı sıcak ülkelere has uç örneklerdir. Çok özel durumlarda hala geçerli olmakla birlikte, tek çözüm olmaktan uzaktadırlar artık. Çünkü günümüz teknolojisi; güneşin sadece ısıtan değil aynı zamanda soğutan enerji olduğunu fark etmiştir.

Absorbsiyonlu metotta olduğu gibi, güneşi yoğunlaştırarak elde edilen buhar ile mekanik yoldan soğutma yaygınlaşmaktadır. Ya da bir güneş bacası, rüzgâr kepçesi, venturi bacası ile doğal yoldan serinlik elde etmek çok kolaydır artık. Duvar elemanlarının yalıtım değerleri beklenmedik seviyelerdedir. Basit bir güneş duvarı veya seranın ters çalışması, yani ısınan havanın iç mekana değil, dış mekana yollanması sağlandığında, kuzey yönünden üç dört derece düşük, ya da toprak altından ortalama 15 derece sabit serin havanın alınması için vakum etkisi yaratan enerji, yine güneş olmaktadır..

Aynı sera ya da güneş duvarı yaz gecelerinde, bu kez iç mekânın soğutulmasına hizmet verebilmektedir. Çünkü geceleyin, yüksekte toplandığı için üst menfezden bu kurguya girecek olan sıcak hava, cam dış yüzeyle temas ederek soğuyacağından, alttaki menfezlerden içeriye düşük sıcaklıkta dönecektir. Bu sirkülâsyonu kendi ürettiğimiz elektrikle çalışan fanla desteklemek ise elbette performansı arttıracaktır.

Yani anlaşılması gereken; güneşin, rüzgârın, yağmurun, kaçıp korunmamız gereken doğa olayları değil, doğanın bize sunduğu enerji kaynakları olduğunun anlaşılmasıdır.

GÜNEŞ ve GÖLGE KONTROLÜ

Bir yüksek binanın gölgesinde kalan ya da aynı yükseklikte olsa da, aralarında yeterli mesafe olmamasından ötürü birbirini gölgeleyen yapı blokları, kendi enerjisini üretebilme gayretinin en büyük engelidir. Üzücüdür ki, dünyanın en önemli kentsel tasarımcıları dâhil olmak üzere, parsel düzenleme, yolları yönlendirme ve yapı yükseklikleri seçiminde bu kurala riayet edilmemektedir. Daha doğrusu böyle bir kural yok sayılmaktadır. Bence bir yapının güneş kontrolü hakkı, bir insanın nefesini kontrol hakkı gibidir. Sadece kendisine aittir. Engellenemez.

Güneşi takip eden yansıtıcı ve koruyucu, yatay ve düşey kanatlarla bu verimin iki katına kadar çıkarılması da mümkündür. Yeter ki güneşe özgürce sahip olalım.

KENT PLANI İLKELERİ

Bir kent planı, örneğin mevcut bir sahil bandının paralelinde olma endişesindeki yollardan ibaret değildir. Mevcut doğal çizgiyi içgüdüsel olarak taklit eden bir kolaycılığın tuzağına düşülmemelidir. Sahile paralel yapı sıralarının nasıl bir sosyal cinayete yataklık yapacağını bilmemek, daha önce bu yanlışa düşen kentlerimizin yaşadığı sıkıntıları, denizle kara arasındaki doğal hava akımının ve görsel ilişkinin engellendiğini görememek apayrı bir planlama kusurudur.

Çağdaş bir kent; hakim rüzgarları ve her ölçekteki hava hareketini taşıyabilen bir yol haritasına ve parsel yapısına sahip olmanın dışında, her Allah’ın günü aynı yerden doğup batan ve yaz kış eğimleri değişmeyen güneş ışınlarının da her mekana ulaşabileceği bir planlama becerisine sahip olmak zorundadır. Sürdürülebilirlik sözcüğü, bir tarlayı değil, hayatı sürdürebilmeyi anlatır. Hayatın olmazsa olmazı ise güneştir.

Rüzgârdan yararlanma ve güneşe ulaşma hakkını temelinden sarsan; kapalı iç avlulu, yani genellikle dört yöndeki yollara bakan parseller düzeninde, bitişik nizam yapı önerileri, tarihi kentsel yanlışların mezarlığına gömülmelidir artık. Kamusal bile olamayan şirin bir iç bahçe, yani sadece bireysel sahibiyet duygusunu destekleyen bir yeşil alan peşinde olmamalıyız. Çünkü bu düzende, kent planı gereği yaratılan sanal merkeze yani iç avluya, biraz yeşil biraz havuz kandırmacası ile yönlenmek zorunda bırakılan tüm yapılar, rüzgâr ve güneşin eşit kullanımı konusundaki tüm haklarından peşinen vazgeçmiş olmaktadır.

GLOBAL ISINMA

Büyük Sahra’nın günde iki metre yani yılda 700 metre genişlediğini, kuzey kutbundaki buzul alanın son 25 yılda beşte birini kaybettiğini duydu isek, bu gidişle kalanının 100 yıl içinde yok olabileceğini hesaplayabiliyorsak, “ülkemiz ya da kentimiz oralara çok uzak. Yani bizi pek ilgilendirmez !” diyebilmek mümkün müdür? Sizce global ısınmanın sonuçları bizi hiç mi etkilemeyecektir?

Dünya genelinde büyük yıkımlara yol açan ve bizim kapımızı da orta ölçekte çalmaya başlayan sellere bakarak, her an büyük bir felaket ile karşılaşabileceğimiz tahmin edilebilmekte. Aynı endişe depremsellik açısından da bire bir geçerli.. O konuda da, en doğru taşıyıcı yapı malzemesi olarak, dünyada 8–10 kata kadar uygulaması yaygınlaşan ve deprem riski sıfıra yakın olan ahşabı, ayrıca ele almak gerek.

Peki biz, insanlar ölene ya da topraklarımız çölleşip artık bizi doyuramayacak hale gelene kadar ne yapmak gerektiğini düşünmeyecek miyiz?

Bu küresel dönüşümün nedenlerini irdelerken, temel kaynak güneşi yerli yerinde, yeterince ve eşitlik ilkesince kullanabilmek yerine; enerji denince tek çare sanılarak; yakıldığında iklimsel felaketlere yol açan fosil kaynaklara ve doğal yıkımlara kapı açan nükleer sevdasına endeksli bir yaşamın tek seçenek olduğuna inanmamız doğru mudur?

KAPALI MEKÂNLAR ve ENERJİ

Yıllardır vurgulamaya çalıştım. Bilinmektedir ki; dünyada üretilen ya da üretmek zorunda olduğumuza ikna edilen enerjinin tam yarısı kapalı mekânlarda tüketilmektedir. Bunun sadece ülkemiz için karşılığı ise; bir yıl için 25-30 milyar dolardır. Yani bundan büyük ne bir harcamamız ne de daha çok tasarruf şansımız vardır. Projelendirdiğimiz ve uyguladığımız örneklerde gördük ki o kapalı mekan; kendisini ısıtmak, soğutmak, aydınlatmak, havalandırmak ve atık sorununu çözmek için bir liralık enerji satın almadan hayatını sürdürebilmektedir. Yani bir anlamda güneş sayesinde, o harcamanın tek kuruşundan sorumlu değildir artık.

Dünya örnekleri de deneyimlerimizi desteklemekte… Elektronik, mekanik çarelere başvurmadan, “Enerji Mimarlığı” ilkelerini kullanarak, yani sadece; güneşi temel alan doğru yön, doğru malzeme ve doğru tasarım yöntemi ile, ilave para harcamadan; bu miktarın % 50’si kadar tasarruf yapma şansımız vardır… Ama ille de güneş… Yani güneşe ulaşma hakkına riayet edilerek.. Elbette bu kurala, kentsel plan ölçeğinde uymaya başlamak koşulu ile… Belki de öncelikli olarak kuzey değil, güney yamaçlarını tercih ederek işe başlamalıyız.

DİĞER YARISI !..

Kalanın dörtte biri, ulaşım sektöründe tüketilmektedir.. O konuda hep birlikte izlediğimiz gelişmeler ise, bedava ulaşım olanağı bile doğurabilecek kent içi ulaşım araçlarına sıra geldiğini göstermektedir… Çok basit bir örnek verirsek, kendi eviniz için üretme gayretine girdiğiniz enerjinin sadece elektrik bölümünde, Türkiye koşullarında daima fazlanız olacaktır. Dolayısı ile, güneş sayesinde yıl içinde ürettiğiniz fazlayı devlete satmak yerine, kendi aracınızın aküsünü doldurmayı tercih edebileceksiniz demektir.. Sıra gelir, hidrojeni ve güneşi birlikte kullanabilen hibrit toplu ulaşım araçlarına… Şimdilik 600 patent var. Yani bence pek yakında !…

Sona kalan dörtte bir; sanayi tarafından tüketilmekte.. Bir birim üretim için gittikçe daha az enerji tüketen makinaların geliştirilmekte olduğu ise bilinmekte.. Diğer yandan, insanlık bilincinin beklenen geleceğinde, tüketim alışkanlıklarımızın yaşam konforunu yükselttiği mi yoksa yaşamı bir esarete mi döndürdüğü irdelendikçe, o kadar çok makineye gerçekten ihtiyacımız olup olmadığı gözden geçirilecektir. Eminim ki böylece, dördüncü çeyrek içinde de evrensel gelecek adına çok önemli tasarruf ve alternatif üretim yöntemlerine kavuşacağız.

İLK HEDEF; 2030

Bundan beş yıl öncesine kadar “2030’da enerjinin % 10’unu temiz kaynaklardan üretebilsek !” demeyi bile çok cesaretli söylem sayan Amerika, 2030’da “tamamen” temiz kaynaklarla yetinebilmeyi taşımıştır artık gündemine.. Dünyanın en önemli ekonomik gücü haline gelen Çin, 2030’da üçte biri çoktan hedefe koymuştu. Şimdi daha da öteye geçmeyi tartışıyor.. Yani bazılarının sandığı gibi, artması kaçınılmaz nüfusun karşısında güneş ve türevi kaynakların insanlığa yetmeyeceği savı çoktan çürütülmüştür..

Güneşten bir günde gelen enerji, dünyada bir yılda tüketilenin nerede ise otuz katıdır. Diğer bir deyimle; güneşten bir yılda gelen enerji dünyada bir yılda tüketilenin on bin katıdır.. Üstelik, kainatın da % 97’si hidrojen.. Yani artık geleceğin temiz enerji kaynağı olarak öngörülen ve doğalgazın en doğru alternatifi hidrojen…

GERÇEK BAĞIMLILIK..

Hangi gerçekten bahsediyoruz?… Sözde “sanayi devrimi” denilen paranoyanın pompaladığı, kapitalist düzenin hormon kattığı, global ticareti yönetenlerin dibini suladığı bir sanal ihtiyaçtan mı?…

“Gelişmek için daha çok enerji tüketmek gerek” diyen uzun yılların tortusu siyaset adamlarımız yüzünden, % 80’e çoktan ulaşıp, enerjide % 100 dışa bağımlılığa koşan, yani adeta kendi karadeliğine çökme telaşındaki Türkiye’yi yaratan da tam bu anlayıştır işte…

El alem, yıllık enerji ihtiyacı artışını eksi birlere ve sonunda 1980’ler seviyesine çekip, aynı zamanda dünya konfor ve teknoloji şampiyonu olabilirken biz; yıllık % 8.5 artış da yetmez zokasını seve seve yutarsak, elbette bu kaynaklar, böyle akılsızca sürdürülen yaşam ve üretim tarzına yetmez…

İyi vatandaş, akıllı insan olmayı ıskalayıp sadece iyi müşteri oluruz birilerine…

YERİNDE ÜRETİM, AZALAN TÜKETİM…

Yarım yamalak Kyoto bile, geri atılabilecek karbon adımlarına 1990’lar seviyesini referans olarak gösterebiliyorsa, demek ki dediklerimiz hiç de hayal değil… Karbon azaltımı demek, sadece temiz kaynak kullanımı değil, fosil kaynakların da daha az ve verimli kullanımı demektir… Yani artan değil azalan enerji ihtiyaçlarından bahsedebiliriz artık… Ama yaşam konforundan asla geri adım atmadan…

Yerinde ve temiz enerji için yapılacak yatırım, güneşi farklı biçimlerde kullanarak “nefes alma kolaylığında üretim ve tüketim” sağlamakta, enerji ve ekoloji dengesi daima korunmaktadır.

Amerika’nın, çevresel bilinç miladı sayılan yetmişli yıllardan bu güne sürdürdüğü verimlilik politikası “bir milyar” aracın trafikten çekilmesine eşdeğer bir karbon azaltımı sağlamıştır. Ve üstelik bu gayret için harcadığı bir doların, iki buçuk dolar olarak geri döndüğünü görmüştür. Bu dönüşüm içinde, sonunda “elektrik bedava olacak !” zannı ile yola çıkılan nükleer planındaki 97 santralden vazgeçmiştir Amerika…

Ve harcanan milyarlarca dolar boşa gitmiştir. Çünkü sadece tasarruf tedbirleri, büyüyen ekonominin enerji ihtiyacını karşılamaya kâfi gelmiştir. Bunu da biliyor muyduk?

O yüzden Obama, 2009 yılında enerji verimliliği ve ağırlıklı olarak “güneş kaynaklı” temiz enerji adına 45 milyar dolar harcamayı göze almıştır.

Enerji deyince sadece; petrol, doğalgaz, alnımızın karası kömür, serseri mayın nükleer ve maalesef doğa katili haline getirilen HES’leri anlıyorsak, evet onlar fani kaynaklardır. Ya kendiliğinden tükenecek ya da yarattıkları çevresel tepkimeler yüzünden kendilerini yok edeceklerdir…

Tüketim çılgınlığını “ihtiyaç” zanneden insanlara hiçbir zaman yetmeyeceklerdir. Hatta tersine, o çılgınların sonu da, kullandıkları kaynaklar yüzünden olacaktır eminim…

Artık kabul etmeliyiz ki; “güneşi kullanma hakkı” en önemli insan hakkıdır.

Ve “Sağduyu” her zaman buluşabileceğimiz en sağlam zemindir. Aklı kullanmak, bize daima yetecektir..

Çelik ERENGEZGİN
www.erengezgin.net

This entry was posted in Bilim ve Teknoloji, Doga - Cevre - Ekoloji - Tarim, İNSAN HAKLARI - DEMOKRASİ. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *