DENİZCİ SADUN BORO’YU SON SEFERİNE UĞURLAMAK *** Denizlerin sakin rüzgarın uyarına olsun ve denizlerden bir öykü

05 Haziran 2015 

MAVİ CENNETE YELKEN AÇMAK

Teknesiyle dünya turu yapan ilk Türk olan Sadun Boro, Marmaris’te tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Sadun Boro’yu son seferine “Denizlerin sakin rüzgarların uyarına olsun” diyerek uğurluyoruz .

Sadun Boro kimdir?

Boro dünyanın çevresini teknesiyle dolaşan ilk Türk denizci. 1928 İstanbul doğumlu. Çocukluğu Caddebostan sahilinde geçti; denizciliğe sandalla başladı. Galatasaray Lisesi’nde okudu. İlk yelkenlisini lise yıllarında aldı. 1948’de İngiltere’ye giderek Manchester Üniversitesi’nin Tekstil Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi.

Türkiye’de yelkenle dünya turu denilince akla gelen ilk isim Sadun Boro olacaktır. Eşi Oda Boro ile çıktığı 1962’de çıktığı dünya turunu 1965’te tamamladı. Ardından bu seyahatinin anılarını bizlere rehber olacak mükemmel bir kitap olan “Pupa Yelken”de topladı. Burada hayatlarını kısaca aktarmaya çalıştığımız dünya turu yapan diğer Türk yelkencilerin hepsi hayatının bir döneminde bu kitapla tanıştı. Bazılarının çocukluğunda okuduğu bu kitap içlerinde yelkenle dünya turu tutkusunu ateşledi

İngiltere deki eğitimi sırasında 1952’de bir İngiliz ile beraber LING adlı 11 metrelik yelkenli ile 6 ay süren ilk açık deniz Atlantik seyahatini yaptı. O zaman ‘Cumhuriyet’ gazetesinde tefrika olan bu gezinin anıları 2004’te Bir Hayalin Peşinde adıyla kitap olarak yayınlandı.

1963’te kendi yelkenlisi Kısmet’i yaptırdı. Kısmet Salacak’ta Athar Beşpınar ın atölyesinde kızağa kondu.

1965’te Almanya asıllı eşi Oda Boro ile birlikte 10,5 metrelik Kısmet yelkenlisi ile dünya seyahatine çıktı.

Kanarya Adalarında aldıkları ve Miço adını verdikleri bir kedi de kendilerine eşlik etti. Seyahat üç yılda tamamlandı.Seyahat sırasında Deniz adını verdiği bir kızı oldu. Hürriyet gazetesi seyahat anılarını tefrika olarak yayınladı. Bu anılar, daha sonra Pupa Yelken adlı kitapta toplandı.Kızı Deniz 8 yaşına geldiğinde 2 senelik bir seyahat yaparak Karayipler ve Kuzey Amerika’nın doğu kıyılarını gezdi.

Boro 1980 sonrası yaşamını Bodrum da ardından Gökova Körfezi’nde geçirdi. Özellikle Gökova, Göcek, Fethiye gibi güney Ege kıyılarının korunması için çalışmalar yaptı.

Denizcilik üzerine gazete ve dergilerde yazılar yazdı.

Gökova’daki Okluk Koyu’nun ortasındaki Denizkızı heykeli yaptırıp körfeze armağan etti. Son kitabı Vira Demir ise İstanbul’dan Antalya’ya denizciler için rehber niteliğindeydi.

Teknesi Kısmet, İstanbul/Hasköy’deki eski Haliç tersanesinin olduğu yerde, Rahmi Koç Müzesi’nde sergileniyor.

DENİZDEN ÖYKÜLER
HAYMATLOS

Bölüm I

Teknede iki kişiydik. Karalarda tutunamayan ve kendini denizlere atarak kaçmak istediklerinden uzaklaşan ya da uzaklaştığını sanan iki eski arkadaş, iki gerçek dost. Hayat ikimize de hiç acımamış bizi hiç bitmeyen bir fırtınan içinde sararmış, kurumuş, küçülmüş iki yaprağa dönüştürüp rüzgarın esaretine terk etmiş, ne göklerde kaybolmamıza ne de topraklara varmamıza müsaade etmişti. Oradan oraya atıp durmuştu hep.

 Yan yana için için yanan iki tütsüydük denizlerin üzerinde. Bizden yükselen dumanların göklere yükselip bulut olduğunu biliyorduk. Ama hiçbir zaman yağmayacak, içini asla boşaltamayacak iki kara bulut. İçimizdekileri saklayarak göklerde oradan oraya savrulan.
 
Kimsenin bilmediği, kimsenin öğrenmek istemediği şeylerle dolmuş koca bir hayatın sonuna doğru yapayalnız kalan iki adamdık biz. Denizlere atılmış, savrulmuş iki sarı yaprak. Kaçtıklarımızın hatıraları aklımızın derin karanlıklarına atılıp üstü örtülmüş, acısı yüreklere gömülmüş, hatıralar kitabı kapatılmış ve hayata yabancı iki yaşlı adam.
 
Artık son yolculuklarına çıkmaya karar vermiş, dönüşü olmayacak sonu bilinmeyen bir gidişi cesaretle karşılamaya hazır iki adam. Yıllarca kah denizin kenarında balık tutarak, kah ufak teknelerimizle yelken yaparak ama Marmara’dan hiçbir zaman dışarı çıkmadan denizi kendi halimizde yaşayarak denizci olmuştuk. Kimse bize bir şey öğretmemiş kimseden yardım almamıştık. Geride kalan 65 senede ne biliyorsak kendimiz öğrenmiş kendimiz yapmıştık. O da ben de. Zaten tanışmamızda denizlerde olmuş, birbirimizi denizde bulmuştuk. Onca zaman sonra hayatla dövüşe dövüşe çekilmiş, buralarda kala kala yine ikimiz baş başa kalmıştık işte. Ne öte yandan bizi gözleyen hayat arkadaşlarımız ne de uzak diyarlarda babalarının varlığından bir haber evlatlarımız vardı etrafımızda. Sadece biz. İki eski denizci. İki eski yoldaş.
Bunca sene birbirimize sırt vermiş, arka çıkmış onlarca badirelerden birlikte sıyrılmış ama artık ömür denen yokuşun en üstüne ramak kalmış, oraya vardığında dibi görünmeyen uçurumdan aşağıya belki de beraber yuvarlanacak iki gönüldaştık biz.

Charles Bukowski’ nin dediği gibi “ Yaşamda hepimiz senaryosu baştan yazılmış bir sinema filminin içine hapsolmuş gibiyiz. Replikler herkesçe biliniyor. Yürüyeceğimiz yön belli. Yapacaklarımızda öyle. Nasıl oynayacağımızı da çok iyi biliyoruz. Ama tek fark etrafta hiç kamera yok. Ve çok istesek de çıkamıyoruz bu filmin içinden. Ama en kötüsü film çok acıklı. Ve karanlık bir sonla bitiyor”
 
Şehri terk etmeye karar verince son paramızla ufak bir yelkenli almış, evini o andan itibaren o yelkenli bilmiş iki deniz adamı.
 
Saroz’da bulmuştuk teknemizi. Onu almaya gittiğimizde sonbahar bitmek üzereydi. Pek bilinmeyen bir ufak koyda, derme çatma yapılmış bir tahta iskeleye eskilikten lime lime olmuş halatlarla bağlıydı. Yaşlı demirini tutan zincir defalarca tamir görmüş, yıpranmış, paslanmış bir yadigardı belli ki.
 
Etraf ıssız, etraf sessizdi onu ilk gördüğümüzde. Ağır ağır salınıyor, eski günlerini arayan bir terk edilmiş gibi başını bir o yana bir bu yana sallıyordu. Bizim kadar olmasa da belli ki o da çok yaş almıştı bu hayattan. Üzerinde onca yaşanmışlıkların izleri, çevresinde uzun yılların, büyük seyirlerin atmosferi duruyordu. Sahibi çıka geldi sonra. Başı ile bize merhaba dedikten sonra uzun uzun onu süzdü. Belliydi paylaştığı çok şeyi olduğu. İstediği parayı söyledi usulca. Anlaşıp da parayı ona verince ağlar gibi bize baktı bir süre. Sonra bakışlarını önce yere sonra teknesine çevirdi son kez. Yanına gidip eliyle okşadı uzun uzun. Berisine yaklaşıp tam ona bir şey söyleyecekken beni susturdu.” Vaz geçmeden hemen avara olun. Olun ki kolay olsun benim için.” Ve hızlı adımlarla uzaklaşıp gözden kayboldu.
 
Sybil idi teknenin adı. Eski Girit dilinde “ Geleceği görebilme yeteneği olan” demekti. Bir tür kahin gibi. 9 metre boyunda 2 yelkeni olan, bordasında yer yer dökülmüş mavi boyalıydı Sybil (Sibel).   Bakıma ve ilgiye çok ihtiyacı vardı. Belki bizim de kendisinin de geleceğini biliyor ve o sonu bekliyor gibi duruyordu hareketsizce.

 Eski model bir Sun Odyessey di. Odessey Girit dilinde macera demekti. Maceracı bir kahinle hayatında maceralardan uzak durmuş ve yaşam yolculuğunun sonunu kestiremeyen iki adam olarak baş başa kalmıştık bu soğuk sonbahar gününde gri bulutlar altında.
 
İşte Sybil’in havuzluğuna böyle adım attık. İkimizde hiç konuşmadan dudaklarımızda birer sigara, elimizde soğumuş kahvelerimizle oturduk karşılıklı. Saroz’da soğuk kışa dönmeye hazırlanan bir gecenin simsiyah karanlığında göklere bakıyorduk sadece. Yarın sabah erkenden çıkacağımız ve nereye gidileceği belli olmayan plansız yolculuğumuzun arifesinde. Nelere gebe olursa olsun umursamadığımız belki de böyle olduğu için gidiyor olduğumuz yolculuk öncesinde sessizce duruyorduk Sybil’le o tahta iskelede. Salınarak ve sakince. Her salınımda 65 senenin yükünün birazını denize atar gibi sallanıyorduk usulca. Bir o yana bir bu yana.
 
Üçümüz de hazırdık artık. Buralara bir daha geri gelmeyecek, bundan sonrasını denizlerin koynunda geçirecektik. Rüzgar bizi nereye atarsa. dalgalar nereye götürürse. Ve kahin Sybil nerede durursa. Bu yolculuğun eşiğinde son gecemizi bitiriyorduk sessizce. Hiç konuşmadan. Hatta bakışmadan. İki eski dost. İki kader arkadaşı. Son yolculuğa birbirimiz uğurluyorduk sakince. Gelenin gidenin ve bilenin olmadığı o zifir Saroz gecesinde. Sabah Egeye açılmak üzere bekliyorduk yeni başlangıcı…

DENİZDEN ÖYKÜLER
HAYMATLOS
 
Bölüm II

 Dört gündür yoldaydık. Hava kışa dönmüş iyiden sertleşmişti. Soğuk çok güçlüydü. Kuzeylerden, sanki kutuptan kopup gelmiş bir hava Egenin üzerindeydi. Kah Karayel kah Poyraz esip savuruyordu Sibel’i dalgaların içinde. Gök sanki hep geceymişçesine karanlık, bulutlar daim ve rüzgar delicesineydi. 65 yıl sonra ilk kez Marmara’dan çıkmışken, ilk kez Sibel’in yelkenlerini rüzgarla doldurmuşken ve ilk kez plansız seyir ederken kış bizi çok zorluyor ve içine berisine sığdıramadığı kasvetini saçıyordu üzerimize.  Oysa biz tıka basa efkar doluyduk zaten. Ne Karayel’in sağanaklarıyla, ne Ege’nin dalgalarıyla ne de dümen suyumuzdaki köpüklerle dağıtılmayacak kadar çok efkarla yüklüydük.
 
Ne bir korku vardı ikimizde ne de bir yerde durma isteği. Sırası ile Çanakkale boğazını, Bozcaada’yı ve Midilli’yi bordalayıp geride bıraktık.
 
İndiren yağmur denizlere her vuruşunda nota çaldırıyor, görüş mesafemizi sıfıra indiriyordu neredeyse. Sibel yıllar sonra Arşipel’e kavuşmaktan hoşnutça sakince suları yarıyor, biz gözlerimizle ufku yakalamaya çalışıyorduk. Sakindik. Fırtınaya rağmen. Dalgalara ve sağanak yağmura rağmen. Soğuktan da gittiğimiz her yere bizimle gelen efkarlardan da korkmuyor yelken basıyor, dümen tutuyorduk. Artık Sybil bizi biz onu tanımış ve alışmıştık. Kışın en soğuk zamanında Egede ilerliyorduk yavaşça. Karayel de Ege de halimizden anlayacaklardı nasıl olsa. Bunca zamandan sonra Ege’nin dalgaları ve sert havası içinde sınanıyor hissi ile seyir ediyorduk. Ama yavaş yavaş alışarak. Koca Ege’nin lacivertlerinde bir tek biz vardık o fırtınada.
 
Yıllardır içine tıkılıp kaldığımız koca şehirde ruhlar bozuk akıllar hastaydı. Şehrin bozulmuş insanları kendilerinden de bozuk şehrin girdap sokaklarında, labirent caddelerinde ruhlarını satarak olmadı kiralayarak gün tüketip adına da yaşam deyip geçiyorlardı umursuzca.
 
Ortaçağda Avrupa ruh ve akıl sağlığı bozulmuş zavallı insanları çarmıhlara gerip ateşlerde yakarken, Osmanlı başta Edirne, bir çok şehirde akıl ve ruhlara şifa dağıtan darüşşifalar açmıştı. Buradaki hastalara musuki dinletiliyor, dört bir yanı kaplayan havuz ve kanallardan dökülen şırıltılı su sesleri eşliğinde bin bir çeşit hoş kokularla tedaviler tamamlanıyordu.
 
65 sene ruhumuza ve aklımıza yapılan onca saldırının yarattığı derin tahribatları şimdi biz denizlerin kucağında dalgaların ve yağmurların sesleri, denizin iyot, kıyılarındaki ormanların kekik ve çam kokuları ve kah bordamızdan kah sahillerden gelen su sesleri ile tamir edecek, zaman içinde iyileşecektik.
 
Sybil ile her tramola attığımızda, gitarların tremolosu gibi denizin derinlerinden gelen ritimler ile tedavi olacaktık. Büyüyen denizler ve hızını alan karayelle baş etmek zorlaşmaya başlayınca gücümüz tükenmeye ve yön tayini ile tekneyi kumanda etmek imkansızlaşmaya başladı. Bu sabah Çeşmeyi bordalamış Egenin ortasında bir yerlerdeydik. Gece yarısını geçmiştik ve fırtına flok u ile 8-9 mil hızla güneye doğru bata çıka ilerliyorduk. Etrafta ne karalardan gelen bir ışık ne de yakından geçen birilerinin seyir fenerleri vardı. Şom bir karanlığın ortasında deli bir fırtınanın içinde kalmıştık. Son hatırladığım bordadan aldığımız koca bir dalganın üzerimizde kırılmasıydı. Sonra her şey kararmıştı aniden. Sessizlik ve karanlık çok uzun sürmüş olmalıydı.
 
Gözümü açtığımda gökten bana bakan güneşle göz göze geldik. Sahilde kumların üzerindeydim. Biraz ileride o yatmaktaydı. Sybil ise sahilin sonunda yarısı kumlara gömülü vaziyette duruyordu. Hemen ayağa kalkıp arkadaşımın yanına gittim. Kendine geliyordu. Fırtına dinmiş hava sakindi. Koşarak Sybil’in yanına vardık. Sağlamdı. Yara almamış sadece kuma gömülüp durmuştu. Neredeydik acaba ? Sybili biraz uğraşla denize kavuşturup ta durumu kontrol altına alınca haritaları açıp mevkimizi anlamaya çalıştık. Furni adında bir yunan adasında olmalıydık. Adanın güneydeki koylarının birinin içinde kuytudaydık. Yanımızda bırakın vizeyi pasaportumuz dahi yoktu. Sonra birden Furni adı tanıdık gelmeye başladı. Düşününce hatırladım. Askerliğimi İzmir’de kurmay başkanlıkta yapmıştım. O zamanlar Ege’de uçaklarımız alçaktan uçar ve 1947 Paris anlaşmasına göre silahsızlandırılmış olması gereken Yunan adalarının casus resimlerini çeker bizim bölüme ulaştırırlar biz de çözümlemelerini yapardık. Bu ada ta o zamanlardan silahlandırılıyor ve ana ikmal noktalarından biri haline getiriliyordu Yunanlılar tarafından. Bu bilgileri Ankara’ya sürekli rapor ettiğimizi hatırlıyorum. Hatta bir seferinde adadaki yunan garnizonunda tavla oynarken çekildiklerini fark edip havadaki uçağımıza bakan yunan askerleri bile vardı resimlerde. İşte yıllar sonra kader bizi bu adaya atıp bırakmıştı.
 
Üçümüzde sağlamdık çok şükür. Hava kalmış ve rüzgar esmiyordu. Buradan hemen çıkmak için motoru çalıştırıp koydan dışarı atmamız gerekiyordu kendimizi. Marşı defalarca bastık. Geceki çalkantıdan olsa gerek hava yapmış olmalıydı Sybil’in eski motoru. Çalışmadı bir türlü. Rüzgarsızlıktan yelkende açıp çıkamadık o ufak koydan. Çaresiz beklemeye başladık. Endişeliydik çünkü askeri hareketliliğin çok olduğu Ege’nin ortasında bir Yunan adasında pasaportsuz, evraksız, vizesiz kalakalmıştık.
 
Sonra aniden fark ettik ki koyun yamacında bir asker gözetleme kulesi vardı. Dikkatli bakınca içindeki askeri gördük. Muhtemelen yukarıdan bize bakıyordu. Issız kumsalda ve koyun tam ortasında bizi görmemiş olması imkansızdı. Gurcatada yunan bayrağı olmadığı gibi kıçta sancak tarafta dev bir Türk bayrağı dalgalanıyordu. Burada olduğumuzu bilen bir tek kişi bile yoktu ayrıca. Şayet bizi yakalarlarsa bilemediğimiz sonumuz bir yunan hapishanesinin dört duvarının arasında biterdi de kimseler sonsuza dek akıbetimizi öğrenemezdi. Durum çok ciddi bir hal almıştı. Hemen buradan ayrılmamız gerekiyor ancak yerimizden kıpırdayamıyorduk.

DENİZDEN ÖYKÜLER
HAYMATLOS
 
Bölüm III
 
Derken arkamızda aniden bir tekne belirdi. Sanki durumu kavramış gibi bize bir halat atıp koçboynuzuna kazık bağı atıp volta etmemizi istedi. Beyaz sakallı kır uzun saçlı biz yaşlarında zayıf, uzun boylu bir denizciydi karşımızda duran.

 Halatları volta edip tamam işareti verince ağır yol hareket etti. Bizi yedeklemiş açık denizlere çekiyordu. O önde biz arkada birkaç saat yol aldık sessizce. Başında sarımsı bir denizci şapkası, ağzında tütün kokusu burnumuza kadar gelen piposunu yakmış ufukları tarayarak dümen tutuyor ara sıra arkasını dönerek bizde sorun olup olmadığını kontrol ediyor, belli belirsiz gülümsüyordu.
 
Batıya gidiyordu. Aşağı inip haritalara baktım. Önümüzde yunan ana karasına kadar hiçbir kara yada adacık görünmüyordu. Öyleyse bizi nereye götürüyordu bu esrarengiz adam. Ve kimdi. Aksanı düzgün bir Türkçe konuşmuştu. Türk müydü peki ? Kim olduğunu ve nereye gittiğimizi bilemeden yol alıyorduk. Rüzgar hiç esmiyor sadece motorla seyir ediyorduk. Hava kararmaya yakın ufukta bir adacık göründü. Dümeni oraya kırmış, adaya gitgide yaklaşan bir seyrin içine girmiştik. Haritaları bir daha kontrol ettim. Bu ada haritalarda görünmüyordu. Durum daha da bilinmez bir hal almaya başladı. Nedendir bilmiyorum merak içindeydik ama tedirgin olmamıştık. Sakince arkasından yol alıyor ve bekliyorduk.
 
Neden sonra bir ufak adanın kuytusundaki gizli ufak koya ulaştık. Kıyıdaki derme çatma bir iskeleye bağlandı önce. Ardından da yavaşça halatımızı çekerek teknemizi yanına kadar getirdi. Yanına bağlandığımızda merakımız ayyuka çıkmıştı.
 
Yanımıza geldi sonra. Sıcak bir “Geçmiş olsun” dedi. “ Sizin mahsur kaldığınız koyun karşısında ufak bir adacığın açığında demirliyken olan biteni görüp anladım. Türk sancaklı bir teknenin zor duruma düşmesini içime sindiremezdim. Neyse ki sizi burada bulamazlar, rahat olun” dedi.
 
Sonra da bizi evi dediği adanın ortalarında kayaların arasında kuytu bir köşedeki ahşap kulübesine davet etti.
 
Kulübeye vardığımızda çocukluğumda defalarca okuduğum Robinson Cruose hikayesinin tam da ortasına düşmüş zannettim kendimi. İçeri girip de demli çaylarımızı avuçlarımıza alınca suratına baktım yavaşça. Ve o an anlamaya başladım yavaş yavaş. Kimse onun kadar yalnız olamazdı sanki bu dünyada. Bir küskünlük oturmuştu simasına. Burada kurduğu yalnız dünyasının dışında kalan her şeye kırgın bir hali vardı.Çizgi çizgi yüzünde, gölgeli yeşil gözlerinde, ağır sessizliğinde kim bilir ne hikayeler gizlenmiş duruyordu.
 
Burada karanlık gecelerle, yalnız gündüzlerle bir başına dans ediyordu sanki hayatla. Kahpe dünyadan kaçmış, burada bir kardelen olmayı denemişti sanki. Her bahar öncesinde heyecanla yaşama gözlerini açan sonra kopan, koparılan.
 
Gözleri yorgun bakıyor, ifadesi üzgün karşımızda konuşmadan çayını yudumluyordu. Göz pınarlarında akmaya hazır bekleyen gözyaşlarında saklıydı sırrı belli ki.
 
Sonra sigarasından bir nefes çekip biz sormadan başladı anlatmaya sakince. “ Ben seksenimi çoktan geçmiş yaşlı bir adamım. Yıllar önce geldim bu adaya. Mübadele yapılmadan hemen önce. İzmirliyim ben. Eski bir balıkçı, eski bir yelkenci. Yaşlı dedemle beraber yaşarken İzmir’de, 9 Eylül de Kemalin askerleri şehre girdiğinde ufacık bir yetim ve öksüzdüm. Ailemin bir kısmı savaşta bir kısmı yollarda kaybolmuş yalnız bir çocuk. Daha okula bile başlamadan kendimi denizlerde bulmuş balık avlayan ve yelken yapan bir deniz sevdalısı çocuktum ben. O kargaşada dedemi de bulamadım. Muhtemelen o da gemilerden birine binip gitmiş olmalıydı. Ama hiç öğrenemedim ne olduğunu. Ailemden kimseye ulaşamayınca haftalarca, benim de gitmem gerekiyor diye düşündüm. Ama ötekiler gibi Atina’ya, Pire’ye yada Selanik’e gidemezdim ki. Ne tanıdığım ne de akrabam vardı.

Günlerce İzmir’in sokaklarında avarece dolaşıp durdum. En sonunda tek varlığım yelkenli küçük teknem, oltalarım ve üç beş parça eşyamla annemin kilerdeki küpe sakladığı altınları da yanıma alarak açıldım bir sabah karanlığında Egeye, gözlerimde akan yaşları sile sile. İzmir arkamdan ufalıp gözden kayboluncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağladım. Birkaç gün seyir ettikten sonra Ege’de şuursuzca kopan büyük bir fırtına beni işte bu adını bile bilmediğim ve haritalarda görünmeyen bu adaya attı. Bir ucundan diğerine 8-10 dakikada yürüyebileceğiniz bu adacığa. Önceleri hemen toparlayıp buradan ayrılmayı planlıyordum. Ama gittikçe bu ufak adanın bana ait olduğunu ve sanki benimde ona bağlandığımı hissettim.
 
O gün bu gün buradayım. Egenin iki yanını da vatan bilemediğimden olsa gerek burayı vatanım, toprağım belledim. Zaman içinde bir köpeğim ve nereden geldiğini bilmediğim birkaç kuşum oldu. Balık tutarak, ve civar adalara gidip diğer bazı ihtiyaçlarımı karşılayarak yaşadım gittim.

Hep İzmir’e dönmeyi hayal ederek. Ama hiçbir zaman cesaret ve cüret edemeden. Ara sıra adalardan aldığım kitaplar, tamir edile edile başka bir şekle bürünen neredeyse 100 yıllık teknem ve köpeğimden başka hiçbir şeyim yok. Vaktimi avlanarak, kitap okuyarak ve denizlerle oynaşarak geçiren, alabildiğince özgür ama bir o kadar da yalnız bir haymatlosum ben.”
 
Hikayesi şaşılacak kadar garipti. İnanmak ile inanmamak arasında gelip giderken “Burada tek başına bir köşede ölmekten korkmuyor musun?” dedim aniden. Bu belki biraz ona ama çokça kendime sorup da cevabını alamadığım bir soruydu belki de.
 
“ En büyük kötülük sandığımız ölüm belki de en büyük iyiliktir. Ölümü kimse bilmez. Bilmediğimiz bir şey hakkında konuşmak cehaletin ta kendisi değil midir? En nihayetinde iki ihtimal var. Ölüm ya tam bir son ve yok oluş. Ki şayet böyle ise sonsuzluk sadece deliksiz uyunan bir tek gece kadar kısadır bize. Bu da korkulacak bir şey değildir. Ya da ruhun özgürleştiği ilk gecedir ölüm. Ve ruh başka diyarlara, farklı alemlere gidip de orada bütün hatırladıkları eşi dostu ailesine kavuşacak ve sonsuza dek beraber olacaklarsa bundan daha iyi ne olabilir” dedi bilgece.
 
Haklıydı. Sadece iki seçenek vardı ve ikisi de huzur doluydu.
 
Nefes almadan dinlediğim bu adama inanmak öyle zordu ki. Anlattıkları gerçek olabilir mi diye geçirip durdum içimden. Karşımda gerçek bir Robinson Cruose duruyordu. Ama bu gönüllü olanıydı. Belki bu dünyadaki tek gönüllü sürgün.
 
Biz tam da yağmurdan kaçarken doluya tutulmayı yaşıyorduk. Şehirden bunca sene sonra tek yöne bilet alan iki arkadaş bu adamı dinledikten sonra kaçışın ne demek olduğunu belirsizliğin, bilinmezliğin neye benzediğini anlıyorduk. Denizler Ülkesi işte böyle bir yerdi.
 
Birkaç gün sonra bir sabah sessizce oradan ayrılıp Sybil ile yeni denizlere, bilinmeyen rotalara yelken basarken arkamızda usulca kaybolmakta olan adanın ve içindeki haymatlosun gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyorduk beraberce…
 
Cenk Şahin
http://www.denizlerden.com/?action=contents&page=content&catno=2&no=291

This entry was posted in DENİZ VE DENİZCİLİK, EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR, Genel Kultur, HAYATIN İÇİNDEN. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *