ÜÇLEME * Sinan Meydan * TÜRKİYE’DE EĞİTİMDE DEVRİM VE KARŞI DEVRİM 1/2/3

TÜRKİYE’DE EĞİTİMDE DEVRİM VE KARŞI DEVRİM

BÖLÜM 1 – CUMHURİYET –  Sinan Meydan – 14 Haziran 2023 Çarşamba

‘Osmanlı’da Öğretimin Bölünmüşlüğü,
Reform Çabaları ve Dinsel Tepki’


AKP iktidarının “davası”, Atatürk’ün kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti’ni, “Yeni Türkiye” adlı bir tür dinselsiyasal rejime dönüştürmektir. Eğitimin dinselleştirilmesi, imam-hatip okullarına ağırlık verilmesi, ekonomide “nas”cılık, laik ulus devleti hedef alan yeni anayasa tartışmaları, kadın haklarına yönelik saldırılar, Evrim Kuramı’nın müfredattan çıkarılması, tarikat, cemaat yurtlarının sayısının artırılması, Boğaziçi Üniversitesi gibi bilim kurumlarının baskılanması ve son olarak bazı okullarda “manevi danışman” adı altında imamların görevlendirilmesi hep bu dönüşüme yönelik adımlardır. Bu dönüşümün odağında laik ve ulusal eğitim-öğretim vardır.
AKP iktidarı, Türkiye’nin yaklaşık 150- 200 yıllık eğitim-öğretimde modernleşme sürecini tersine çevirmeye, Cumhuriyetin laik ve bilimsel eğitim sistemini dönüştürmeye çalışıyor. Anayasaya aykırı olarak yeniden medreseler ve sıbyan mektepleri açılıyor, akılcılığın yerine nakilcilik, bilimsel bilginin yerine dinsel anlatı yerleştirilmek isteniyor.
Medrese kafası
Osmanlı’nın klasik öğretim kurumu medreseler, 16. yüzyılın 2. yarısından itibaren bozulmaya başladı. Zamanla yeni bilimlere kapılarını kapatan medreselerde felsefe, matematik, astronomi ve tıp gibi bilimler programdan çıkartıldı. Böylece medreseler yalnızca dinsel öğretim kurumu haline geldi. Pozitif bilimleri okumadan medreselerden mezun olan kadılar, müftüler meslek hayatlarında büyük zorluklarla karşılaştılar.
Resmi dilin Arapça olduğu medreselerde Türkçe okutulmazdı. Medrese, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesine de karşıydı. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, 2011, s. 255-257)
Osmanlı’da bozulan medrese öğretimi sonrasında toplumda “âlim” ve “cahil” diye adlandırılan iki tip ortaya çıktı. Prof. Berkes, o zaman “ilim” sözcüğünün henüz “bilim” demek olmadığını, kitap ve sünnetten gelen kıyas ve icma ile yorumlanarak geliştirilen dinsel bilgiye “ilim”, bu dinsel bilgiye sahip olana da “âlim” dendiğini belirtir. İşte medreseler bu dinsel bilginin, “ilmin” verildiği okullardı. “Cahil denilince kastedilen ise halktı. Fakat bu dönemde cehalet yalnız halk yığınlarına özgü okuma-yazma bilgisizliği demek değildi. (…) Cahillik halk yığınlarını aşmış, ulemayı ve devlet adamlarını da içine almıştı. Halk yığınları gibi bunlar da ne İslam ilmini, ne de modern fenleri biliyorlardı…” (Berkes, s. 179-180)
1914’te sadece İstanbul’da 178 medrese vardı. Bunlarda 7 bin öğrenci kayıtlıydı. Üniversitedeki öğrenci sayısı medreselerdeki öğrenci sayısının yarısı kadar bile değildi. Medrese öğrencilerinin yaş ortalaması 30- 35’ti. 40-45 yaşlarında öğrenciler de vardı. Medreseler işsizlerin ve asker kaçaklarının yuvası haline gelmişti.
29 Eylül 1914’te bir tüzükle medreseler düzenlenmeye çalışıldı. Medreseler, ilkorta-yüksek diye üç bölüme ayrıldı. Ders programına dinsel konuların yanında pozitif bilimler de alındı, hatta öğrencilere bir yabancı dil öğretilmesine karar verildi. Ancak I. Dünya Savaşı ortamında bu düzenleme başarılı olamadı.
İlköğretim sorunu
Osmanlı’da ilköğretim mahallelerde, cami ve mescit yanındaki sıbyan mekteplerinde yapılırdı. Bu mekteplerin amacı çocuklara İslamı öğretmekti. Ancak zamanla aileler çocuklarını bu sıbyan mekteplerine değil, zanaat öğrenmeleri için esnaf yanına çırak vermeye başlayınca İslamı bilmeyenlerin sayısı arttı. 1824’te II. Mahmut, ilköğretimi zorunlu yaparak çocukların zanaata verilmeyip mektebe gönderilmesini istedi. Ferman, çocukları “dünya işlerine” değil “ahiret hayatına” hazırlamak gerektiğini ileri sürüyordu. (Berkes, s. 180)
Osmanlı’da Meşrutiyet dönemine kadar ilkeğitim medrese ürünü “imamhatip” etkisinde kaldı. Çünkü ilköğretim Şeyhülislamlık makamına, yani dinsel otoriteye bırakılmıştı. II. Abdülhamit döneminde eğitim-öğretim alanında çeşitli gelişmeler olmakla birlikte ilkeğitimde önemli bir gelişme olmadı. Meşrutiyet döneminde bile ilkokul programlarında Kuran, tecvit, namaz sureleri, ilm-i hal birçok saati kapsardı. Hatta Meşrutiyet dönemi parlamentosunda ilkokullarda yalnızca Kuran öğretilmesi bile teklif edilmişti. (Berkes, s. 181-183)

Osmanlı Sıbyan Mektebi Şehadetnamesi (İlkokul Diploması): Ali Fuad Türkgeldi, 14 Ağustos 1878 İlm-i Hâl: 10 Kur’an-ı Kerim maa Tecvîd: 10 Sarf-ı Osmânî (Dilbilgisi): 10 Coğrafya: 10 Tarih ve Kısas-ı Enbiya (Peygamberlerin Hayatı): 10 Hesab (Matematik): 10 Sülüs: 10 Rika’: 10.
Yeni okullar
Osmanlı, 17. yüzyıldan itibaren yeni öğretim kurumları açmaya başladı. Öncelikle ordunun güçlenmesi amaçlandığı için ilk aşamada subay yetiştirecek okullar açıldı. Deniz ve Kara Mühendishaneleri (1773-1793), Tıbbiye (1826) ve Harbiye (1834) bu okulların en önemlileridir.
Tanzimat döneminden itibaren ilköğretimden-yükseköğretime kadar, pozitif bilimlerin de okutulduğu ilkokul düzeyinde İptidai, ortaokul düzeyinde Rüşdiye, İdadi ve Sultani adlı okullar açıldı. Eğitim-öğretim ilk-orta ve yüksek diye üçe ayrıldı. Yükseköğretimde ise çeşitli meslek okulları açıldı. Örneğin, 1848’de açılan Darülmuallimin (Erkek Öğretmen Okulu) ve 1870’te açılan Darülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu) bunların en önemlilerindendi. 1869’da Maarifi Umumiye Nizamnamesi hazırlandı. 1870’te açılan Darülfünun (Üniversite) ancak 1900’de süreklilik kazandı.
Tanzimat döneminde 1862’den itibaren kız çocukları da ortaöğretim görmeye başladılar. Bu dönemde kızlar için rüştiyeler ve sanat okulları açıldı. İlk kez 1873’te bir okula bir kadın öğretmen, 1883’te de bir kadın yönetici tayin edildi.
Yabancı okullar
Osmanlı’da çeşitli azınlıkların da kendi Azınlık Okulları vardı. Ayrıca kapitülasyonlardan yararlanan yabancılar da kendi ülkelerine bağlı Yabancı Okullar açtı. Kapitülasyon hukuku nedeniyle Osmanlı Devleti’nin yeterince denetleyemediği bu okullar ülkenin dört bir yanına dağıldı. II. Abdülhamit döneminde ülke yabancı okullarca kuşatıldı. Örneğin, Zühtü Paşa’nın 1894 tarihli raporuna göre Osmanlı’daki Protestan okullarının sayısı 398’i bulmuştu. 1907’de Osmanlı’daki misyoner okullarının sayısı 465’e yükselmişti. Aynı tarihte Osmanlı’da 37 kentte 72 Fransız okulu, 19 kentte 27 ABD okulu vardı. 1917’de bile yalnız İstanbul’da İngilizlere ait 83 okul vardı. Rus okullarının sayısı 44, İtalyanların 24, Almanların ve Avusturyalıların ise 7’şer okulu vardı. Beyrut’ta 89, Elazığ’da 83, Erzurum’da 24, Diyarbakır, Halep ve Bitlis’te 22’şer, Adana’da 18, Ankara’da 9, Van’da 8 yabancı okul vardı. (Şerafettin Turan, Yeni Türkiye’nin Oluşumu, (1923-1938), 3. Kitap, Birinci Bölüm, Ankara, 2005, s. 63-64)
19. yüzyılın sonunda, 20. yüzyılın başında Osmanlı’da yabancı okulların yanında azınlık okullarının sayısında da büyük artış oldu. Örneğin, 1919’da Paris Barış Konferansı’nda Venizelos, Batı Anadolu’da tam 2 bin 228 Rum okulu bulunduğunu ileri sürmüştü.
Sonuçta Osmanlı eğitim-öğretim sistemi, eski ile yeninin yan yana olduğu ikili (düalist) bir yapıya büründü. Öğretim bölünmüşlüğü “mektepli-medreseli” iki ayrı insan tipinin yetişmesine neden oldu. Böylece toplum iki kültürlü, iki eğitimli, iki kişilikli hale geldi. Bu ikiliğin yanında bir de hiç eğitim görmeyip “cahil” bırakılmış halk vardı. İşte Cumhuriyet, eğitim devrimi ile eğitim-öğretimdeki bu dağınıklığa, bu bölünmüşlüğe son verip toplumdaki yaygın cehalete savaş açtı.
Çağdaş eğitim düşmanlığı
Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde yeni okulların açılmasına İslamcı çevreler tepki gösterdi. Meşrutiyet döneminden itibaren toplumda geleneksel-dinsel anlayışın temsilcisi durumundaki “cami hocasının” karşısına çağdaş eğitim-öğretimin temsilcisi “muallimin” (öğretmenin) çıkması, İslamcıları çok rahatsız etti. Öyle ki 1912/1913 Balkan Savaşları sonrasında bazı İslamcı çevreler okul düşmanlığına başladılar. Balkan Savaşları’nın kaybedilmesini, ordunun hazır olmamasına, politik bölünmüşlüğe değil, yeni okullara ve buralarda genç nesillere yeni bilgiler veren öğretmenlere bağladılar. Yeni eğitimde “İslam dininin ihmal edilmesi” nedeniyle savaşın kaybedildiğini söylediler. Onlara göre geleneksel sıbyan mekteplerinin kaldırılması manevi bir yıkıma neden olmuştu! Bu nedenle o günlerde mecliste bir milletvekili okullarda din derslerinin artırılmasını isterken, başka bir milletvekili ilkokullarda öğrencilere sadece Kuran okutulmasını teklif etti. (Berkes, s. 454-455)
Ziya Gökalp’in reform önerisi
Bu sırada yenilikçiler, tam tersine sorunun dinsel eğitimin ihmal edilmesinden değil, eğitimin yeterince akılcı ve bilimsel olmamasından kaynaklandığını düşünüyorlardı. Bu nedenle eğitimi dinsel otoriteden kurtarmaya karar verdiler. Ziya Gökalp sorunu çözmek için Şeyhülislamı politika dışına çıkarmayı, şeriat mahkemelerini ve bütün okulları Şeyhülislamlık’tan ayırmayı önerdi. Gökalp’in bu önerisi doğrultusunda 1916’dan itibaren şu reformlar yapıldı: 1- Şeyhülislam kabineden çıkarıldı. 2- Şeriat mahkemeleri Şeyhülislamlıktan alınarak Adalet Bakanlığı’na bağlandı. 3- Evkaf İdaresi Meşihattan ayrıldı. Evkaf Bakanlığı kuruldu. 4- Bütün medreseler Meşihattan ayrılıp Maarif Bakanlığı’na bağlandı. Bu reformlar, Cumhuriyet döneminde, 3 Mart 1924’te “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” başta olmak üzere devrim kanunlarına altyapı oluşturdu.
Meşrutiyet döneminde geleneksel-dinsel sıbyan okulları mahalle mektebine dönüştürüldü. İlk kez ilkokulların sayısı artmaya başladı. Meşrutiyet döneminde yine Ziya Gökalp etkisiyle eğitim programlarına edebiyat, tarih, felsefe dersleri konuldu.
Bu gelişmelere rağmen genel olarak çağdaşlık, özel olarak çağdaş eğitim-öğretim düşmanlığı 1920’lerde de devam etti. Örneğin, 1921’de Sakarya Savaşı günlerinde, TBMM’de muhafazakâr milletvekillerince içki yasağı, kâğıt ve domino yasağı, kadınların peçeli olma zorunluluğu, süslü giyinme yasağı gündeme getirildi. Evlenecek kadınların doktor muayenesinden geçirilmesi teklifi tartışma yarattı. Bir milletvekili, okulların yeni kurulan Şeriat Bakanlığı’na bağlanmasını önerdi. 465 yeni medrese açılması kabul edildi. Çok kadınla evlenmeyi zorunlu yapma teklifi bile Meclis’te tartışıldı.

Osmanlı döneminin dinsel ağırlıklı eğitim-öğretim veren sıbyan mektepleri AKP iktidarının eğitimi dinselleştirme politikası kapsamında yeniden açılmaya başlandı. Yukarıda, son birkaç yılda basında yer alan sıbyan mektebi haberlerinden bazıları.

Sonuç olarak Türkiye’de Tanzimat’tan Meşrutiyet’e eğitim-öğretim konusunda bazı adımlar atıldı. Bu öncü adımlar, Türkiye’de eğitim-öğretimin modernleşme sürecini başlatmış olmakla birlikte eğitim-öğretim sorununu çözecek boyuta ulaşmadı. Şöyle ki Atatürk cumhuriyeti ilan ederken tüm perişanlığına rağmen medrese eğitimi devam ediyordu. 1923’te Türkiye’de 40 bin köyün 37 bininde hâlâ okul ve öğretmen yoktu. Okula gitmesi gereken öğrencilerin ancak üçte biri okula gidebiliyordu. Anadolu’da kız çocukları genelde okula gönderilmiyordu. Karma, laik, bilimsel ve ulusal eğitime geçilmemişti. Darülfünun bilimsel yetkinlikten yoksundu. Mesleki eğitim-öğretim yetersizdi. Nüfusun yüzde 95’i okuma-yazma bilmiyordu. Ülkede yeterli kültür-uygarlık kurumu yoktu. Toplum hayatını tarikatlar ve cemaatler şekillendiriyordu. Ülkede hurafeler ve bağnazlık yaygındı. Kadercilik egemendi. İslamcılar, modern eğitime karşı eğitimin dinselleştirilmesini savunuyordu.
Atatürk, işte bu koşullarda, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirmek için bir eğitim devrimi yaptı. Cumhuriyet, karma, laik, bilimsel, ulusal bir eğitim-öğretim sistemi kurdu. İşte Siyasal İslamcı AKP iktidarı, bu sistemi değiştirmek, eğitimi yeniden dinselleştirmek istiyor. Türkiye’yi Meşrutiyet, hatta Tanzimat döneminin gerisine götürmeyi amaçlayan bu karşıdevrim çabası başarısızlığa mahkûmdur. Sahi! Bu dönüşüme karşı sesiz kalan muhalefet neye, kime muhalefettir?

TÜRKİYE’DE EĞİTİMDE DEVRİM VE KARŞI DEVRİM

BÖLÜM 2 – CUMHURİYET –  Sinan Meydan – 21 Haziran 2023

ÖĞRETİMİN BİRLEŞTİRİLMESİ

100 yıl önce Cumhuriyeti kuranların temel amacı Türkiye’yi çağdaşlaştırmaktı. Türkiye’nin çağdaşlaşması için her şeyden önce yaygın cehaleti yenmek, laik-ulusal bir eğitim-öğretim sistemiyle “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” çağdaş nesiller yetiştirmek gerekiyordu. Bunun için de önce öğretimin birleştirilmesi şarttı.
Osmanlı’nın dağınık öğretim sistemi
Cumhuriyet öncesinde Osmanlı eğitim-öğretim sistemi dağınık, parçalı bir görünümdeydi. Medreselerde ve mahalle mekteplerinde eski tarz, dinsel-geleneksel eğitim-öğretim verilmeye devam ediliyordu. Sonradan açılan Rüşdiye ve İdadi gibi orta öğretim kurumlarında da dinsel öğretim ağırlık kazanmaya başlamıştı. Batı’ya ayak uydurmak için açılan Tıbbiye ve Harbiye gibi yeni okullarda Batılı bir öğretim sistemi uygulanıyordu. Devlet denetiminden uzak çeşitli azınlık okullarının ve yabancı okulların sayısı her geçen gün artıyordu. Ziya Gökalp bu dağınık haldeki Osmanlı eğitim-öğretim sisteminin “kozmopolit” olduğunu belirtmişti. Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında Türkiye’de “halk, medreseliler ve okullular” diye 3 ayrı grup olduğunu öne sürerek “Bu 3 eğitim yöntemini birleştirmek” gerektiğini yazmıştı.
1916 yılında İttihat ve Terakki Partisi kurultayına sunulan bir rapora göre ilköğretimde birliğin çok önemli olduğu belirtilerek vakıf okullarının Maarif Vekâleti’ne (Eğitim Bakanlığı’na) bağlanması önerilmişti. Fakat bu plan savaş nedeniyle uygulamaya geçirilememişti.
Atatürk’ün ulusal eğitim kararı
Atatürk, 16 Temmuz 1921’de Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’da topladığı Maarif Kongresi’ni açarken o zamana kadar izlenen eğitim-öğretim yöntemlerinin gerilememizin en önemli nedeni olduğunu belirtmişti. “Eski dönemin hurafelerinden ve doğuştan gelen yeteneklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı düşüncelerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen bütün etkilerden tamamıyla uzak, milli karakterimize ve tarihimize uygun bir eğitim siyasasının uygulanması gerektiğini” söylemişti. Böylece Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı sırasında ulusal eğitime yönelme kararlılığını dile getirmişti.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra, 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere yaptığı konuşmada da yeni eğitim-öğretim sisteminin temel ilkelerini “toplumsal yaşamımızın gereklerine uyması” ve “çağın gereklerine uyması” olarak açıklamıştı.

Milli Eğitim Andı ve milli ahlak
8 Mart 1923’te Maarif Bakanı İsmail Safa Uzer bir eğitim genelgesi yayımladı. M. Rahmi Balaban’ın “Maarif Misakı” (Eğitim Andı) adını verdiği genelgenin ikinci bölümünde milli eğitimin amaçları şöyle sıralanıyordu:
1- Ulusal duygular güçlendirilmeli.
2- Yeni kuşaklar çalışma ve üretici olma düşünceleriyle yetiştirilmeli.
3- Çağdaş dünyada milliyetçi, uygar ve insancıl (hümanist) ülküler taşımalı.
Eğitim Andı’nda “Ahlak Eğitimi” konusunda şu çarpıcı görüşe yer verilmişti: “Toplum yaşamında, dünya ve ahiret cezaları korkusundan doğan ahlak yerine özgürlük ve düzenin uzlaşmasına dayanan gerçek ahlak ve erdemi egemen kılmak.” 1923’te yapılan bu “ahlak” tanımı, Cumhuriyeti kuranların ahlakı sadece “dinsel” bir kavram olarak algılamadıklarını, son derece bilimsel ve çağcıl bir yaklaşımla ahlakı kişisel özgürlük ile toplum ve devlet düzeni arasındaki uyumda aradıklarını göstermektedir. Cumhuriyetin kurucu felsefenin bu ahlak anlayışı çerçevesinde E. Durkheim’den yapılan çeviriler Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bastırıldı. Bunlardan, H. Cahit Yalçın’ın, “Ahlak Terbiyesi” adıyla çevirdiği “L’Education Morale”de şöyle denilmektedir: “Çocuklarımıza okullarımızda salt ‘laik bir ahlak eğitimi’ vermeyi kararlaştırdık. Bununla gözetilen anlam (…) özetle salt akla dayalı bir eğitimden ibarettir.” (Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 3. Kitap, (Birinci Bölüm), Yeni Türkiye’nin Oluşumu (1923- 1938), Ankara, 2005, s. 67)
Cumhuriyetin kurucu felsefesinin “salt akla dayalı eğitim” projesi, Atatürk’ün düşünce dünyasının bir yansımasıdır.
Atatürk, 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlere yaptığı konuşmada şunları söylemişti:
“Efendiler, dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyetler için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır…” (Atatürk’ün Bütün Eserleri,(ATABE), C. 17, s. 44)
Atatürk, aynı konuşmasında “terbiyenin” (eğitimin) de mutlaka “milli (ulusal) terbiye” olması gerektiğini de şöyle ifade etmişti:
“Terbiyedir (eğitimdir) ki, bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder… Terbiyenin hedefleri ve maksatları çeşitlilik gösterir. Mesela dini terbiye, milli terbiye, milletlerarası terbiye… Bütün terbiyelerin hedef ve gayeleri başka başkadır. Ben burada yalnız Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni nesle vereceği terbiyenin ‘milli terbiye’ olduğunu katiyetle ifade ettikten sonra diğerleri üzerinde durmayacağım… Milli terbiye ile geliştirilmek, yükseltilmek istenilen genç beyinleri, bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali, lüzumsuz şeylerle doldurmaktan dikkatle kaçınmak lazımdır…” (ATABE, C.17, s. 47) Dolayısıyla Atatürk’ün kafasındaki “milli terbiye” (milli eğitim) laik karakterlidir.
Atatürk’e göre “salt akla dayalı eğitim” milli eğitimdir. Milli eğitim; tüm ülkedeki eğitimin akılcı, bilimsel, laik ve ulusçu çizgide birleştirilmesiyle mümkündü. Bunun için 1924’te eğitim-öğretim birleştirildi.
Öğretimin birleştirilmesi
Atatürk, 31 Ocak 1923’te İzmir’de medreseler hakkındaki bir soru üzerine, eğitim-öğretimin birleştirilmesi gerektiğini söylemişti: “Milletimizin, memleketimizin irfan yuvaları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı, kadın ve erkek aynı biçimde oradan çıkmalıdır” demişti.
Atatürk, 8 Nisan 1923’te Halk Partisi’nin “9 Umde/ İlke” programını yayımlamıştı. 9 İlke’nin eğitim-öğretim bölümünde “öğretimin birleştirileceği” belirtiliyordu.
Atatürk, 1 Mart 1924’te Meclis’i açış konuşmasında da “Millet kamuoyunda beliren eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin vakit kaybetmeksizin uygulanması gereğini gözlemliyoruz” demişti.
Ertesi gün, 2 Mart 1924’te toplanan Halk Partisi grubunda halifelik, Şeriye ve Evkaf (Din ve Vakıflar) ile Erkânı Harbiyei Umumiye (Genelkurmay) bakanlıklarının kaldırılması hakkındaki yasa önerisi kabul edildi. Daha sonra Saruhan (Manisa) Milletvekili Vasıf (Çınar) ve 57 arkadaşının önerdiği “Öğretimin Birleştirilmesi Yasası” görüşülmeye başlandı. Yasanın gerekçesinde “Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir; iki türlü eğitim bir memlekette iki türlü insan yetiştirir. Bu ise duygu ve düşünce birliğine ve dayanışma amaçlarına tamamıyla aykırıdır…” deniliyordu.
Halk Partisi grubunda görüşülüp kabul edilen bu önerge, ertesi gün, 3 Mart 1924’te TBMM’de görüşüldü.
3 Mart 1924’te önce 429 sayılı “Şeriye ve Evkaf ve Erkânı Harbiyei Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun” kabul edilerek Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırılıp yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Erkânı Harbiyei Umumiye Vekâleti de kaldırılıp Genelkurmay Başkanlığı kuruldu. 431 sayılı kanunla da halifelik kaldırılacaktı.
Daha sonra 430 sayılı Tevhidi Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu kabul edildi. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bütün okullar Maarif (Eğitim) Bakanlığı’na bağlandı. Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nca veya özel vakıflarca kurulup yönetilen bütün medreseler ve okullar ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı Darüleytamlar (Yetimevleri), Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olan askeri ortaokul ve liseler (Rüştiye ve İdadiler) Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Bir yıllık uygulama sonrasında yasanın 5. maddesinde bir değişiklik yapılacaktı. 22 Nisan 1925 tarihli bir yasayla askeri ortaokul ve liseler, Eğitim Bakanlığı’ndan alınıp yeniden Savunma Bakanlığı’na bağlanacaktı.
Yasanın 4. maddesine göre Eğitim Bakanlığı, yüksek din uzmanları yetiştirmek için üniversite bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kuracaktı. Ayrıca imamlık, hatiplik gibi din hizmetlerini görecek memurları yetiştirmek için de okullar (imam-hatip okulları) açılacaktı. 1924’te İstanbul Darülfünunu’nda bir İlahiyat Fakültesi açıldı. Değişik il merkezlerinde de 29 imam-hatip okulu açıldı. (Recai Doğan, “Din Eğitimi”, Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü, Atatürk Dönemi, 1920-1938, Ankara, 2009, s. 476-481)
Medreselerin kapatılması
Tevhidi Tedrisat Kanunu ile medreseler önce Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Sonra da Eğitim Bakanlığı medreseleri kapattı. Eğitim Bakanı Vasıf (Çınar) Bey, 11 Mart 1924’te medreselerin kapatılması için emir verdi. Vasıf Bey, kapatılan medreselerin yerine ilköğretim okulu yapılacağını, medrese öğrencilerinin –yaşları uygun olanların- ilkokullara ve liselerin ilkokul bölümlerine kaydedileceğini, medrese hocalarının da ilkokullarda “ulumu diniye” öğretmeni olabileceklerini söyledi.
1924 yılında Türkiye’de toplam 479 medrese vardı. Bu medreselere 18 bin öğrenci kayıtlıydı. Buna karşın aynı dönemde ortaokullarda 7 bin, yükseköğretimde 3 bin öğrenci kayıtlıydı. Eğitim Bakanı Vasıf Bey’in verdiği bilgiye göre medreselere kayıtlı bu 18 bin öğrencinin 6 bin kadarı okula devam ederken, 12 bin kadarı okula devam etmemekteydi.
Medreseler kapatıldıktan sonra Atatürk, Rize’de kendisine dilekçe ile başvuran iki müftüye şöyle demişti: “Şimdiye kadar geri kalmamızda en büyük etkenin ne olduğunu biliyor musunuz? Hayır! Medreseler açılmayacaktır.” Arkasından da “Bu adamlar burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” diye de eklemişti. (Belleten, 211, s. 1169)
Anayasaya aykırı
Atatürk, 99 yıl önce “Tevhidi Tedrisat Kanunu” ile öğretimi birleştirdi. Bütün okulları Eğitim Bakanlığı’na bağladı. Medreseleri kapattı. Dinsel-mezhepsel eğitim yerine, akla ve bilime dayalı çağdaş-ulusal eğitim-öğretim sistemi kurdu. Cumhuriyetin ümmetten ulusa, kuldan yurttaşa geçiş ve çağdaş devlet projesi ulusal eğitimle şekillendirildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık bütün birikiminin temelinde ulusal eğitim vardır. Ulusal eğimin omurgası ise laikliktir. Eğitimin laikliğini yitirmesi demek akılcı, bilimsel, çağdaş, karma “ulusal eğitimin” sona ermesi demektir.
Bugün anayasanın, “İnkılap Kanunlarının Korunması” başlıklı 174. maddesine göre “3 Mart 1340/1924 tarihli 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu” anayasal koruma altındadır. Buna karşın bugün yeniden sıbyan mekteplerinin ve medreselerin açılması, kaçak Kuran kurslarına izin verilmesi, denetimsiz yabancı okulların açılması, son olarak ÇEDES Projesi kapsamında okullara “manevi danışman” atanması “Tevhidi Tedrisat Kanunu”na ve anayasaya aykırıdır.

TÜRKİYE’DE EĞİTİMDE DEVRİM VE KARŞI DEVRİM

BÖLÜM 3 – CUMHURİYET –  Sinan Meydan – 28 Haziran 2023

Atatürk’ün Eğitim Devrimi

“Bir memleketteki azınlık eğer menfaatini çoğunluğun cehaletinde ararsa umumi felaket muhakkaktır.” (Atatürk, 1923)

Türkiye’de 1923’te cumhuriyet ilan edilirken 40 bin köyün 37 bininde okul ve öğretmen yoktu. Nüfusun yüzde 90’dan fazlası okuma-yazma bilmiyordu. Kız çocuklarının çok azı okula gönderiliyordu. Mevcut eğitimöğretim sistemi de eski-yeni ve yabancı okullarla parçalanmış bir görünümdeydi.
Cehaleti Yenmek
Atatürk, cumhuriyeti kurarken öncelikli olarak çözülmesi gereken iki sorundan biri eğitimdi. (Diğeri sağlıktı, ülke salgın hastalıkların pençesindeydi).
Cumhuriyet kurulurken Türkiye’de yaygın bir cehalet vardı. Bu nedenle Atatürk, birçok defa, “her şeyden önce cehaleti ortadan kaldırmak gerektiğini” söylemişti. “Bu memlekette eskiden beri bir cehalet (bilgisizlik) devam ediyor. Eski idareler, bu cehaleti sürdürmeyi kendi devamları için bir gereklilik gibi görüyorlardı. Bu memlekette cehaleti süratle ortadan kaldırmak lazımdır. Başka kurtuluş yolu yoktur.” (Milliyet, 3 Aralık 1929; Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1999, s.121)

Milliyet, 10 Kanunusani 1930, s. 1
Atatürk, Türkiye’deki cehaletin boyutları yanında, o cehaletin kaynağını da çok iyi biliyordu. Onun, bu konudaki –neredeyse hiç bilinmeyen- ancak bugüne de ışık tutan 1923 yılında dile getirdiği şu sözleri çok dikkat çekicidir:
“Memleketteki cehalet mutlaka giderilmelidir. Bunu yapmaya mecburuz. Hepimizin esenliği için bunu yapacağız. Yazık ki, memlekette bilenler azınlığı teşkil ediyor. Hepimizin şahsi saadeti, çoğunluğun hayat ve saadetiyle mümkündür. Eğer çoğunluk, yani memleket ve millet, mesut ve mamur olmazsa beş-on kişinin saadetinden ne çıkar? Bir memleketteki azınlık, eğer menfaatini çoğunluğun cehaletinde ararsa umumi felaket muhakkaktır. Şimdiye kadar izlenen yöntem, maalesef azınlığın refahının sağlanmasına yönelikti. Bu millet ve memleket beş-on kişinin saadet ve selameti için, beş-on kişinin sefahati yüzünden bu hale gelmiştir.” (Milliyet, 10 Kânunusani /Ocak 1930, s.1)
Hatırlayacaksınız! 2016 yılında, bir profesör, “Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor! Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum!” demişti. İşte o profesör, Atatürk’ün ifadesiyle, “kendi menfaatini çoğunluğun bilgisizliğinde arayan azınlığa” iyi bir örnektir.
Bilimsel ve Uygulamalı Eğitim
Cumhuriyetin kurucu felsefesinde eğitimin öncelikli amacı, bilimsel ve uygulamalı eğitim-öğretimle yaygın cehaleti yenmekti. Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı devam ederken tuttuğu özel notlarda şöyle demişti:
“İlim ve eğitim lazımdır… İlim ve eğitimin merkezi okuldur… Milleti yetiştirmek için okullar, üniversiteler kurmak için de aynı yöntemi izleyeceğiz. Milletin, siyasi ve sosyal hayatında, fikri terbiyesinde her türlü dış etkilere dayanabilmesi için ilim ve fenni rehber kabul edeceğiz.”
Atatürk, aynı notlarında “Maarif Programı” başlığı altında da şunları yazmıştı:
“En uygun program, milletimizin sosyal hayatıyla, çağın gerekleriyle tamamen uygun olandır. Bizim izleyeceğimiz eğitim politikasının temeli önce mevcut cehaleti gidermek olmakla birlikte bir taraftan da memleket evladının toplumda ve ekonomide etkili ve verimli olabilmesini sağlayacak uygulamalı yöntemler izlemektir. Erkek ve kız çocuklarımızı aynı eğitim derecelerinden geçirerek toplumsal hayatımıza ruh ve yaşama yeteneği vermek zorundayız.”
Atatürk, bilimsel ve uygulamalı eğitim konusunda 1923’te de şöyle demişti:
“İlk ve orta eğitim insanlığın ve medeniyetin gerektirdiği ilmi ve fenni versin. Fakat o kadar uygulamalı bir tarzda versin ki, çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkûm olmadığından emin olsun… Eğitim programımızı takip eden insanlar güzel çiftçi, kunduracı, fabrikacı, tüccar olacak… Bundan başka bu güzel ve zengin ülkedeki serveti ortaya çıkarmak için yüksek meslek erbabına, uzmanlara ihtiyacımız vardır.” (Milliyet, 9-10 Kânunusani 1930, s.1)
Eğitim Devriminin Kilometre Taşları
6 Mayıs 1920’de TBMM’de Eğitim Bakanlığı kuruldu. TBMM, 25 Kasım 1920’de aldığı bir kararla öğretmen ve öğrencilerin askerlik görevlerini erteledi. Atatürk, savaşın ortasında, 16-21 Temmuz 1921’de Ankara’da -kadın öğretmenlerin de katıldığı- Maarif (Eğitim) Kongresi düzenledi. Kongre açış konuşmasında “ulusal eğitim” vurgusu yaptı.
Askeri orduların başkomutanı Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonrası başka bir ordudan, “eğitim ve kültür ordusu”ndan söz etmeye başladı. 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere seslenirken şöyle dedi: “Hanımefendiler, efendiler! Ordularımızın kazandığı zafer sizin ve eğitim ordusunun zaferi için yalnızca ortam hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacak, yaşatacak ve kesinlikle başarıya ulaştıracaksınız.” 1923’te yaptığı başka bir konuşmada da şunları söyledi: “Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini yoğuran kültür ordusu… Bu ikinci ordu olmadan, birinci ordunun verimli sonuçları kaybolur.” (Kocatürk, s. 127)
Atatürk, 1 Mart 1923’te eğitim devriminin boyutlarını şöyle ortaya koydu: “Uygulamaya dayanan yaygın bir eğitim öğretim için vatanın önemli merkezlerinde çağdaş kütüphaneler, botanik ve hayvanat bahçeleri, konservatuvarlar, atölyeler, müzeler ve güzel sanatlar sergileri kurmak… Bütün yurdu matbaalarla donatmak gerekmektedir.”
3 Mart 1924’te Tevhidi Tedrisat Kanunu ile öğretim birleştirildi. Bütün okullar Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Medreseler kapatıldı.
Atatürk, eğitim devrimini, bu konuda uzman yetenekli ellere bıraktı. Mustafa Necati, Dr. Reşit Galip, Rüştü Uzel, Cevat Dursunoğlu, İsmail Hakkı Tonguç, Hasan Ali Yücel gibi isimler Cumhuriyetin eğitim devrimini şekillendirdiler.
1924’te Amerikalı eğitimci ve felsefeci Prof. John Dewey, 1925’te Alman eğitim danışmanı Prof. Kühne, 1927’de Belçikalı eğitimci Omar Buyse, 1932’de İsviçreli profesör Albert Malche davet edildi. Kendilerine eğitimle ilgili raporlar hazırlatıldı. Eğitim devrimi yapılırken bu raporlardan da yararlanıldı.
1926’da eğitim her kademede parasız hale getirildi.
1927’de kız-erkek öğrencilerin bir arada olduğu karma eğitime geçildi.
1928’de Türkçenin yapısına uymadığı için okuma-yazmayı güçleştiren Arap Alfabesi kaldırıldı yerine, Türkçenin yapısına uygun Latin kökenli Yeni Türk Alfabesi kabul edildi.
Halka yeni alfabeyi öğretmek için Millet Mektepleri açıldı. Okulsuz köyler için Gezici Dersaneler, Seyyar Muallimler, Gezici Kütüphaneler uygulamaları başlatıldı.
1929’da Arapça ve Farsça dersleri müfredattan çıkarıldı.
1930’larda okul programlarındaki zorunlu din dersleri önce azaltıldı, sonra -köy ilkokulları hariç- müfredattan çıkarıldı. Buna karşın 1930’larda okul kitaplarında “Evrim Kuramı”na yer verildi.
1932’de Halkevleri ve Halkodaları kuruldu. Buralarda halka kültür-sanat başta olmak üzere çok çeşitli konularda çeşitli bilgiler verildi, çeşitli kurslar düzenlendi. Halkevi kütüphaneleri sayesinde halk kitaba ulaşabildi.
Cumhuriyetin Okulları
1923’te cumhuriyet ilan edilirken Türkiye’de 40 bin köy, buna karşılık şehir, kasaba ve köylerde sadece 4.894 ilkokul vardı. Bu ilkokullara toplam 341.941 ilkokul öğrencisi devam ediyordu. Bu öğrencilerin 273.107’si erkek, 62.954’ü kızdı. Toplam öğrenci sayısının sadece yüzde 18’ini kızlar oluşturuyordu. Bu okullardaki öğretmen sayısı 10.238’di. Tüm ülkede sadece 72 ortaokul, bu ortaokullarda sadece 5.905 öğrenci ve 796 öğretmen vardı. Tüm ülkede sadece 23 lise, bu liselerde 513 öğretmen ve sadece 1.241 öğrenci vardı. Mesleki ve teknik öğretimde ise toplam 64 okulda, 583 öğretmenin gözetiminde 6.547 öğrenci öğrenim görüyordu. Ortaokullarda sadece 543, liselerde ise sadece 230 kız öğrenci okuyordu. Öğretmenlerin üçte biri öğretmenlik eğitimi görmemişti. Ülke genelindeki 9 fakülte ve yüksekokulda 307 öğretim elemanı ve 2.914 öğrenci vardı. Türklerin okul, öğrenci ve öğretmen azlığına karşın yabancıların okul, öğrenci ve öğretmen sayıları hayli fazlaydı. (İstatistik Göstergeler 1923-1992, DİE, Ankara, 1994; Komisyon, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, Ankara, 2010, s.7-8; Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.3, s.666)
Cumhuriyetin ilanı sonrası köy okulları başta olmak üzere yeni ilkokullar, ortaokullar, liseler açıldı. 1934’ten itibaren kız sanat ve yapı enstitüleri, ticaret okulları, kız teknik, erkek teknik yüksek öğretmen okulları açıldı. 1927- 1933 arasında 5 yeni sanat okulu açıldı. Daha sonra bu okullar kız enstitülerine dönüştürüldü. 1940-1941’de bu okulların sayısı 15’e ulaştı. Kız ve erkek meslek okullarının sayısı 1938’de 50’ye çıktı. Kız meslek okullarına devam eden öğrenci sayısı da 1931- 1938 arasında 717’den 10.130’a yükseldi. 1937’den itibaren köylere öğretmen göndermek için Köy Eğitmenleri Projesi başlatıldı. Bu proje Köy Enstitülerinin altyapısını oluşturdu.
1933’te Ankara’da Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı. Ülkenin dört bir yanında tarım enstitüleri ve tohum ıslah istasyonları açıldı. Ayrıca Osmanlı’dan kalan 3 tarım okulu iyileştirildi ve bunlara ek, 13 farklı ilde 13 yeni tarım okulu açıldı. 1930’ların sonundan itibaren Sümerbank fabrikalarında fabrika ilkokulları açıldı.
Ankara’da Musiki Muallim Mektebi (1924), Hukuk Mektebi (1925), Gazi Orta Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü (1926), İsmet Paşa Kız Enstitüsü (1928), Milli Musiki Temsil Akademisi (1934), Siyasal Bilgiler Okulu (1936), Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi (1935), Devlet Konservatuvarı (1936) açıldı. 1933’te Üniversite Reformu yapılarak İstanbul Darülfünunu çağdaş bir üniversiteye dönüştürüldü. 1940’ta, Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç öncülüğünde “eğitim içinde üretim, üretim içinde eğitim” sloganıyla özgün bir eğitim-öğretim modeli olan Köy Enstitüleri hayata geçirildi.
Cumhuriyetin eğitim devrimi sonrası okul, öğrenci ve öğretmen sayılarında olağanüstü artışlar oldu. Örneğin, 1923’te 4.894 olan ilkokul sayısı, 1940’ta 10.596’ya çıktı. 1923’te 72 olan ortaokul sayısı 1940’ta 283’e çıktı. 1923- 1940 arasında ilkokulda okuyan öğrenci sayısı yaklaşık 342 binden 956 bine, ortaokullarda okuyan öğrenci sayısı yaklaşık 6 binden 95 bine, liselerde okuyan öğrenci sayısı 1.241’den 25 bine çıktı. Mesleki ve teknik okul sayısı 64’ten 103’e, buralardaki öğrenci sayısı da yaklaşık 6 binden 20 bine çıktı. 1923’te ülkede sadece 9 yüksekokul varken bu sayısı 1940’ta 20’ye çıktı. Yükseköğretimde yaklaşık 3 bin olan öğrenci sayısı da 13 bine çıktı. (Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.3, s.666)
Atatürk’ün eğitimin devriminin temelinde öğretmen vardı. “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” diyen Atatürk, “Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” diyerek de Cumhuriyetin eğitim felsefesinin temel amacının “özgür düşünen insan” yetiştirmek olduğunu ortaya koydu.
Aradan 100 yıl geçti. Cumhuriyetin birliği esas alan, eşit, yaygın, karma, parasız, akıl ve bilim temelli, laik ve ulusal karakterli, evrensel nitelikli eğitim-öğretim sistemi her geçen gün daha da zayıflatılmaktadır.
This entry was posted in CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, EĞİTİM, İrtica, ŞERİAT - İRTİCA - KARANLIĞIN AYAK SESLERİ, SİNAN MEYDAN, SİYASİ TARİH, YOBAZLIK - GERİCİLİK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *