GEÇMİŞTEN ÖYKÜLER * YIL 1935, GALATA RIHTIMINA YANAŞAN GEMİ VE GÖZLÜKLÜ GENÇ

GALATA RIHTIMINA YANAŞAN GEMİ VE GÖZLÜKLÜ GENÇ


13.Nisan.1935’te Galata Rıhtımı’na Franz Mering Vapuru yanaştı.

Vapurdan inenler Sovyet Müzik Heyeti’ydi. Atatürk’ün davetlisiydi bu kişiler. Türkiye’de müzik alanında çalışmalar yapacak ve bir dizi konser verecekti. Dünyaca ünlü Piyanist Oborin, David Oistrach ve Bolşoy’un en önemli primadonnası Maria Maksakova da bu heyette bulunuyordu. On kişiyi aşkın bu heyetin içinde de tıfıl, kemik çerçeveli gözlükleri olan, yirmili yaşlarında bir de genç müzisyen vardı.
Pera Palas’a yerleştiler. 147 numaralı odada bu gözlüklü genç ile Oborin kalıyordu. İstanbul’un ardından Ankara’ya geçtiler. Atatürk ile görüştüler, konserler verdiler. Çok değil bir sene önce 34’te ilk Türk operası Özsoy sahnelenmiş, Atatürk’ün müzik hamlesinden müthiş etkilenmişlerdi. İçlerindeki bu gözlüklü müzisyen 23 Mayıs 1935’te Sovetskoye İskusstvo gazetesine verdiği mülakatta Atatürk’ün muazzam işler yaptığına ve hayretle Türk müziğinin gelişimine tanıklık ettiğini dile getirmişti.
Aradan seneler geçer. Gözlüklü delikanlı 7.Senfoni yani Leningrad Kuşatmasını anlattığı bir senfoni besteler. Bestelediği kağıtların üzerinde ise tesadüf o ya “Jorj D. Papajorjiu Yayınevi-Yüksek Kaldırım, İstanbul” yazmaktadır. Bu gözlüklü delikanlı Pera Palas’ta kalırken kırtasiyeden kağıtlar almış seneler sonra da dünyaca tanınacağı 7.senfoniyi işte o kağıtlara karalamıştır. Adı Dimitri Şostakoviç’tir bu gözlüklü delikanlının.
Tarihler 1942’yi gösterdiğinde de ilginç bir şekilde daha karşımıza çıkar Şostakoviç. Bir hapishanede mahkum bu 7.senfoniyi dinler. Oldukça etkilenir ve bir şiir karalar. Pek beğenmiştir 7.Senfoniyi… Hapisten çıktıktan sonra 1959 senesinde İsveç’in başkenti Stockholm’e gider bu şair. Orada bir hafta boyunca konferans verecektir. Bu program kapsamında Dimitri Şostakoviç de İsveç’tedir ve hayranı olduğu Türk şairin yanından bir an olsun ayrılmaz. Şair de zanneder ki gözlüklü, çelimsiz bu kişi onun ayak işlerini yapması için tayin edilmiştir. Bir hafta boyunca şunu al, bu götür, diyerek isteklerini bu gözlüklü kişiye yaptırır.
Bir hafta sonra vedalaşma vakti gelir. Türk şair bir hafta boyunca kahrını çeken Şostakoviç’e kartını verir ve teşekkür eder. Şostakoviç gülümser o da kartını uzatır üzerinde ‘Şostakoviç’ yazmaktadır. Türk şair şaşırır çünkü hapisteyken 7.senfoniyi dinlemiş, şiir yazarken ilham aldığı bestekârı da tam karşısındadır. Özür diler hemen. Şostakoviç utangaç bir şekilde “Önemi yok, Nazım Bey” der. Evet Türk şair Nazım Hikmet’ten başkası değildir.
Bugün dünyaca ünlü Rus besteci Şostakoviç’in ölüm yıldönümü. Yıllar sonra İsveç’te bu şekilde yan yana gelmişlerdir. Daha da ilginci ikisi de şu an aynı mezarlıkta Novodevici mezarlığında yatmaktadır.
(Yazar Tolga Aydoğan)

Besteci Dmitri Dmitriyeviç Shostakovich.

Şostakoviç’in Türkiye anıları

Prof.Dr.Ali Fuat Kalyoncu

Ünlü besteci Şostakoviç’in Türkiye anıları enteresandır
Sovyet Devrimi ile yeni bir toplum düzeni yaratılması amaçlanmış, sanat ve sporun insanları etkileme gücünden yararlanılarak, bunlar ideolojik propagandada kullanılmıştır. Bu dönemi kendi öz yaşamında içselleştiren, neredeyse tüm yaşamında bu dönemin izleri olan, dünyaca tanınan dahi bestecilerden biridir Dmitri Dmitriyeviç Shostakovich. Yeni Sovyet dönemine klasik bir besteci olarak girmiş, müziği klasik özellikler taşımakla beraber zamanla Sovyet sanatının özelliklerini de yansıtmıştır.
Şostakoviç’in senfoni bestecisi olarak önemi büyüktür. Sanatçının eserleri entelektüellik, duygusallık, heyecan ve yoğun bir felsefeyle dolu olup yalnız iç dünyasını ve duygularını değil, savaşların eksik olmadığı çağının karmaşasını da yansıtmıştır. 15 adet senfonisi olan Şostakoviç, 15 yaylı kuartet, bir çok film müziği, opera, şarkı ve caz süitleri dahil olmak üzere çeşitli türlerde eserler bestelemiştir. Piyano için yazdığı iki konçertosu, dünya piyano repertuarında oldukça önemli bir yere sahiptir.
Çocukluğu ve ailesi
Dmitri Dmitriyeviç Şostakoviç, 1906 yılında Çarlık dönemi Rusya’sında St.Petersburg’da doğmuştur. Bestecinin büyükbabası Polonyalı veteriner Pyotr Şostakoviç, babası ise periyodik tabloyu ve periyodik kanunu bulan ünlü kimyacı Mendeleyev ile birlikte çalışan ünlü kimyacı Dmitri Boleslavoviç Şostakoviç’dir. Annesi Sofya Vasilyevna ise bir piyanisttir. Dmitri Şostakoviç ilk piyano derslerine çocuk yaşta annesi ile çalışarak başlar. Daha sonra profesyonel öğretmenlerden dersler alır. Rusya’nın Çarlıktan Sovyetler rejimine geçişi, çok zor bir dönemdir. İlk bestesi olan Devrim Kurbanlarının Anısına Cenaze Marşı’nı bu dönemde yapar. 1919 yılında, henüz 13 yaşındayken ülkenin en iyi müzik akademisi olarak gösterilen Petrograd Konservatuvarı’na başlar. Çok zor şartlar altında eğitimine devam eder. Hem ülkenin hem de ailenin maddi sorunları vardır. 1922 başlarında babasını kötü beslenme ve zatürreden kaybeder. Annesi üç çocuğu ile ortada kalır. Piyanolarını bile satarlar ve ablası Marya ile birlikte çalışmaya başlarlar. İlk işi bir sinemada piyano çalmaktır. Sessiz filmler çağında, filmler ara yazılı ve sahne gerisinde piyano çalınmaktadır. Bu iş besteci kimliğine büyük katkı sağlar ve doğaçlama yeteneğini geliştirir. Ancak bu kötü yıllarda tüberküloz hastalığına (verem) yakalanır, yaklaşık on yıl süreyle ciddi olarak bu hastalığın etkisinde kalacaktır. O yıllar Sovyetler Birliğinin çeşitli yerlerinde ve dünyada bir çok ülkede 1929’da başlayan büyük ekonomik kriz nedenli açlık vardır. Dmitri gençliğinden itibaren sigaraya alışır, zamanla bunun çok zararını görecektir.
Sovyetler Birliğinde yaşamak zordur
Şostakoviç 1936 yılında ülke içindeki genel paranoid havaya uygun olarak gözden düşer, müziği burjuva diye karalanır. Pravda gazetesinde kendisine bir dizi suçlamalarda bulunulur ve aldığı maaşı azaltılır. Muhaliflerin Büyük Terör yılları diye kabul ettiği 1937’de birçok arkadaşı ve akrabası hapsedilir veya öldürülür. Bu dönemde onun tek tesellisi oğlu Maxim ve kızı Galina’dır. Bütün bu suçlamalara cevabını 1937 yılında yaptığı klasik türde bir beste olan beşinci senfoni ile verir. Dokuzuncu Senfonisini Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya karşı kazandığı zaferden sonra besteleyecektir.
Ülkedeki iktidar bu eserin Sovyet halkını kutlamak ve yüceltmek için besteleneceğini ummuştur. Ancak, eserin ilk seslendirilişinden sonra Parti’nin beklentilerini karşılamayan görünüşte hafif, eğlenceli, küçük bir orkestra için kısa bir senfoni olduğu anlaşılmış ve büyük bir hayal kırıklığına neden olmuştur. Bu nedenle, asla sosyalist gerçekçiliğe yakışır ve zamanın ihtiyaçlarını karşılayan bir eser olarak görülmemiş ve daha sonra da bestecinin diğer birçok eseri ile birlikte bir süre yasaklanmıştır. Yani Şostakoviç, Stalin döneminde bazen sadık bir yoldaş, bazen de rejim düşmanı olarak tanımlanmış, yapıtları bazen belli sürelerde çalınmamış, yıllar boyunca tutuklanma ve öldürülme korkusuyla iç içe yaşamak zorunda kalmıştır. Savaşın başlangıcı ve Hitler’in Rusya’ya saldırması, Stalin’i farklı bir politika izlemeye zorlamış, ülkesindeki sanatçıları faşizme karşı giriştiği savaşta iyi bir propaganda aracı olarak kullanabileceğini fark etmiştir. Aslında resmi parti eleştirmenleri batının müzik geleneklerine göre müzik yapan bestecileri küçük düşürmek için önce formalist olarak tanımlayıp, sonra bu kişileri bireysellikleri ve yaratıcılıkları ile politik sisteminin karşısında diye suçlamaktadır. Bu damgalamadan Şostakoviç de nasibine düşeni alacaktır. Şostakoviç’in rejime ve partiye gönülden bağlı mı olduğu, yoksa eserlerinde düşüncelerini üstü kapalı bir biçimde aktaran gizli bir muhalif mi olduğu konusu hala tartışmalıdır.
İkinci Dünya savaşının başlarında Leningrad Konservatuarı’nda eğitmenlik yapan ve savaş esnasında gönüllü itfaiyecilik de yapacak olan Şostakoviç, Stalin’in emriyle kendisi istememesine rağmen Alman kuşatmasındaki Leningrad’dan alınarak, daha güvenli bir yer olan Kuybisev şehrine yerleştirilir. Kuybişev (yani 1991 yılından sonra Samara), Volga Federal bölgesinde bulunan Samara Oblast’ının başkenti olup yaşamın nispeten daha rahat ve güvenli olduğu bir yerdir. Burada, Leningrad’da başladığı ve faşizmi karakterize eden eserlerinden biri olan ve Leningrad’a adadığı 7.senfonisini tamamlar. Bu kuşatmada halka ve askerlere moral için sürekli müzik çalan senfoni orkestrası üyelerinin bazıları açlıktan ölecektir. Buradaki önder rolü nedeniyle Şostakoviç 20 Temmuz 1942 tarihli Time dergisine kapak olur.
Ancak Leningrad kuşatmasından kafasında bir hatıra kalır. Yıllar sonra 1983 yılında New York Times gazetesinde Çinli bir nörolog olan Dajue Wang, arkadaşı olan bir Sovyet beyin cerrahından aldığı sır bir bilgiyi paylaşacaktır. Şostakoviç beyninin sol ventrikül temporal boynuzunda metal bir şarapnel parçası taşımaktadır. Sanatçı bundan pek rahatsız değildir, kafasını farkı yönlere eğdiğinde farklı müzikler duymakta ve belki de bunları bestelerinde kullanmaktadır. Çekilen röntgen filminde görülen bu parçanın ameliyatla çıkarılmasını istemez ünlü sanatçı.
Müzik alanındaki kariyerinin yanı sıra devletle olan inişli çıkışlı ilişkisinde, Yüksek Sovyet Milletvekilliği yapmış, aralarında üç kez Lenin Nişanı (1946, 1956, 1966), Ekim Devrimi Nişanı (1971), Kızıl Bayrak İşçi Nişanı (1940), Halk Kardeşliği Nişanı (1972), SSCB Halk Sanatçısı Nişanı (1954), Lenin ödülü (1958) ve Stalin ödülü (1940) gibi birçok ödülün sahibi olmuştur. Dünyadaki 20. yüzyıl müziğine yön veren en önemli bestecilerden biri olan Şostakoviç, kötü bir kas hastalığı olan Amyotrofik Lateral Skleroz hastalığı yüzünden 1960 yılından sonra sağ elini kullanamaz hale gelir. Sonraki yıllarda sigara tiryakiliği nedenli iki kalp krizi ve akciğer kanseri sağlığını daha da bozacak ve son 15 yılını sık sık hastane ve sanatoryumlarda geçirmek zorunda kalacaktır. Fiziksel gücünün yerinde olduğu gençlik yıllarında ise ülke siyasi ortamının etkisiyle psikolojik açıdan hep tedirgin ve gergin olmuştur. Stalin’in 1953’teki ölümüne dek, her an tutuklanabileceği paranoyasıyla yaşamış ve evde yıllarca içinde iç çamaşırı, diş macunu ve sabun gibi acil ihtiyaç maddelerinin bulunduğu deprem çantası gibi bir çantayı hazır bulundurmuştur. Herhalde Stalin’in ölümü ünlü besteciyi rahatlatmış olsa gerek.
Çalışmalarında çeşitli müzik tekniklerini bir araya getirerek hibrit bir ses geliştiren Şostakoviç, Igor Stravinsky’nin neoklasik tarzından ve Gustav Mahler’in geç romantizminden büyük ölçüde etkilenmiştir. Eserlerinin büyük çoğunluğunda keskin kontrastlar göze çarpmaktadır. Besteci ve piyanist olmasının yanı sıra film müziği ve caz da dahil olmak üzere pek çok türde eserleri vardır. Batıda ilk tanınması yaptığı film müzikleri nedeniyledir. Tüm dünyada 20. yüzyılın en büyük bestecilerinden biri olarak kabul edilir. Sanatçı 9 Ağustos 1975’de Moskova’da hayatını kaybeder.
Şair Nazım Hikmet ve eşi Vera Tulyakova 1959 yılında bir Sovyet heyeti ile Stockholm gezisine çıkar. Bu bir haftalık gezide ekipte olan zayıf, çekingen ve iri gözlüklü bir genç adam, Nazım Hikmet’e günlük bazı işlerde yardımcı olur, gezi bitip de ayrılırlarken o genç Nazım Hikmet’e kartvizitini verir. Nazım Hikmet 1942’de Türkiye’de cezaevindeyken radyodan dinlediği 7.Senfoninin bestecisinin o olduğunu anlar. Talihin garip bir cilvesi, şimdi ikisi de Moskova’da Novodevici mezarlığında beraber yatmaktadır.
Futbola olan ilgisi
Şostakoviç futbolu çok seven biridir. Sanatçının hayatını ‘’Shostakovich: A Life’’ ismiyle yazan Laurel Fay şöyle açıklar bunu, “onun futbol tutkusu yarışmacı hislerden ziyade oyunun güzelliğine ve sanatsal niteliğine duyduğu bir sevgiydi. Futbol, Şostakoviç’e bir kaçış sunuyordu. Hem müzikten hem de günlük hayatın dertlerinden”. Bu nedenle sanatçı, bilinen ünlü sözünde ‘’futbol kitlelerin balesidir’’, der. İlgisini müziğe de taşır ve bir Sovyet futbol takımının hikayesini anlatan The Golden Age isimli balenin müziklerini yapar. Türkiye’ye 1935 yılında yaptığı özel bir gezide bile bir futbol maçına gidecektir. Bir söyleşisinde “neşeli kalabalıkların her türlüsünü seviyorum. Futbola karşı derinden gelen ilkel tutkum ise sınır tanımıyor”, der Şostakoviç. Sürekli spor gazetelerini ve mecmualarını okuyan izleyen sanatçı bazen buralara maç kritikleri de yazmaktadır. Yani ünlü bestecinin futbol tutkusu basit bir izleyici olmanın çok ötesindedir.

Türkiye gezisi
19 Nisan 1935 tarihinde Karadeniz üzerinden gelerek İstanbul’daki Galata rıhtımına yanaşan Franz Mering isimli yolcu gemisi taşıdığı değerli bir grubu karaya indirir. Atatürk’ün davetiyle Türkiye’ye konser vermek için gelen Sovyet müzik heyetidir bunlar. Ünlü piyanistler Lev Oborin ve Abram Makarov, ünlü Ukraynalı kemancı David Oistrakh, bale dansçısı Asaf Messerer, Bolşoy’un en önemli primadonnası Mariya Maksakova, balerin Natalya Dudinskaya, ve opera sanatçısı İvan Jadan gibi on kişiden fazla bir ekiptirler. Bu isimleri tek tek merak eden okurlar Google’dan ayrıntılı bilgi için tarama yapabilirler. İşte Şostakoviç de bu ekip içindedir. Önce İstanbul’da Pera Palas’a yerleşirler, Şostakoviç piyanist Lev Oborin ile 147 no’lu odada kalır. Burada kendilerinden otel ve yiyecekler için ücret alınmayınca çok memnun olurlar.
İstanbul’dan sonra Ankara’ya geçerler. Atatürk onları Çankaya’da kabul eder. Ankara’da bakanların makam araçları onlara tahsis edilir. Ankara’da ilk konser gecesi sonrası Atatürk Çankaya’da onların onuruna bir resepsiyon verir. Gecede Atatürk, soprano Mariya Maksakova’yı dansa davet eder ve vals yaparlar. Atatürk çok güzel vals yaparak herkesin beğenisini kazanır. Atatürk gece biterken herkese üzerinde kendi resim ve imzası olan altın kaplama, pırlanta süslemeli sigara tabakaları hediye eder. Bu gece ile ilgili okuduğum enteresan bir olay da daha sonra 1968 yılında yaşanır. Kemancı Oistrakh bir yurtdışı gezideyken Moskova’daki evi soyulur. Çalınan eşyalar arasında Atatürk’ün kemancıya o gece resepsiyonda hediye ettiği değerli sigara tabakası da vardır. Daha sonra hırsız yakalanır ve ifadesinde Audrey Hepburn’ün başrolde olduğu, bizde Hırsız Aşıklar adıyla oynayan 1966 yapımı “How to steal a million” filminden etkilendiklerini açıklarlar.
Bu olayı asrın soygunu diye inceleyen ünlü Sovyet polisiye yazarları Arkadiy ve Georgiy Vayner kardeşler 1972 yılında Minotr’a Ziyaret adlı bir roman yazar, 1987 yılında bu romandan Sovyetler Birliği’nde aynı isimle bir dizi de yapılır. Dizide bir Sovyet müzisyenin pahalı kemanının çalınması konu alınır. Nereden nereye. Neyse, ülkesine dönen Şostakoviç 23 Mayıs 1935 tarihli Sovetskoye İskusstvo gazetesine verdiği röportajda; Atatürk’ün büyük işler yaptığını ve Türk müziğinin gelişimine hayretle tanıklık ettiğini söyleyecektir. Aradan seneler geçtikten sonra sanatçı, Leningrad’daki kuşatmayı anlattığı meşhur 7.Senfonisini, İstanbul’dan aldığı ve köşesinde ‘’Jorj D.Papajorjiu Yayınevi. Yüksek Kaldırım, İstanbul’’ basılı nota kağıtlarına yazacaktır. Demek o yıllarda ve savaş döneminde Sovyetler ’de nota kağıdı bulunmamaktadır.
Yine internetten okuduğum bir yazıya göre Rus yazar Georgi Nikitin’in Samizdat dergisinde yazdığı bu geziye ait notlarında şöyle bir bilgi vardır. Yazara göre, Sovyet sanatçıların Ankara’da verdiği konserlerde Atatürk genç sanatçı Jadan’ın sesine hayran kalır ve onu evlatlık olarak almak ister. Atatürk hayatında bir çok çocuğu evlat edinmişti, belli ki Sovyetler ile iyi ilişkiler kurmada kararlıydı ve bu girişimi iyi niyetinin bir göstergesi olarak yapmıştı. Ancak tabii bu konu gerçekleşmez. Daha sonra Jadan İkinci Dünya Savaşı’nda Alman birliklerine esir düşer ve işgal altındaki Ukrayna’da Alman askerlerine moral konserleri verir. Nikitin, bu konserlerin Sovyet yönetimince işbirlikçilik olarak kabul edildiğini yazar. Herhalde bu nedenle savaştan sonra Jadan Amerika’ya göç eder ve orada kaybolur gider.
25 Mayıs 1935 tarihinde ise Krasnaya Gazeta’da Şostokoviç’in kendi kaleminden Türkiye izlenimleri yayınlanır ( D.Şostakoviç. Bir Sovyet bestecisi olarak tarihe tanıklığım. Çeviri: Volkan Terzioğlu. Yazılama yayınevi, 2010). Ünlü bestecinin izlenimleri şöyledir; ‘’Olağan üstü bir geziydi; bir ay yedi günlüğüne Türkiye’deydik. Ülkenin ekonomik ve kültürel düzeyinin yükselmesine hepimiz tanık olduk, Türk sanatçılarla ve vatandaşlarla tanıştık, karşılığında biz de onlara Sovyet kültüründeki başarıları gösterdik’’ der. Ankara konservatuarı çok sayıda halk türküsünün notalarını armağan ederek beni çok mutlu etti. Henüz bunları çalışma fırsatım olmadı ama notalarına kısaca göz gezdirdiğimde bile Türk ulusal müziğinin değerini anladım ve Türkiye’den zengin izlenimlerle döndüm’’ der. Ayrıca ‘’gezimiz öncesinde Türk müzikseverler yalnızca klasik Rus bestecilerini tanıyorlardı, şimdi ise Sovyet ustalarımızın en iyi şekilde seslendirdiği eserleri dinleyebildiler. Bu ustaların Türk dinleyicileri arasında çok duyarlı hayranlar bulduğunu ve bu andan itibaren bazı bestecilerimizin bu dost ülkede sevilen besteciler olacaklarını belirtmeliyim’’ diye ekler. Besteci Cumhuriyet gazetesine verdiği bir demecinde Türk halk müziğini çok beğendiğini, Türkiye’nin artık kendi müziğini dünyaya tanıtması gerektiğini söyler. Şostakoviç o esnada Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği klasik müzik beste yarışmasının jüri üyeliğini de yapar.
Arkadaş olduğu Türk besteciler, Cemal Reşit Rey ve Hasan Ferit Alnar beyler ona Türk Halk müziği derleyicilerinin kaydetmiş oldukları geniş bir halk müziği kolleksiyonu hediye ederler. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün ülkede bir müzik reformu gerçekleştirmek için ciddi çaba harcadığını ve Türk ulusal müziğinde çağdaş bir gelişmeyi özendirdiğini, ulusal bir operanın kurulması ve müzikte öğretim sisteminin düzenlenmesi için büyük çaba harcadığını görür. O tarihte Türkiye’de bildiğimiz anlamda bir senfoni orkestrası henüz yoktur. Ama İstanbul Konservatuvarı ve Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda gördüğü yetenekli gençlerle kısa zamanda uluslararası düzeyleri yakalayacağını düşünür. Türkiye’de kaldıkları sürede 23 konser verirler. İstanbul’da 5, Ankara’da 15 ve İzmir’de ise 3 konser. Salonlarda sanata olan saygıyı hissettiklerini söyler sanatçılar. Kaldıkları hemen her gün konser verdikleri için anılarında ‘’smokin giymeyi Türkiye’de öğrendim’’ diye yazar ünlü besteci.

Futbolu sevdiğini öğrenen Türk arkadaşları onu Fenerbahçe’nin Viyana’nın Libertas takımı ile oynadığı Taksim Stadında bir maça götürürler. Libertas’ın 2-1 kazandığı maçın sonunda müthiş bir kavga çıkar. Şostakoviç maçı birinci sıradan yani en önden izler. O tarihlerde Libertas takımı, Fenerbahçe, Galatasaray ve Güneş kulüplerinin davetlisi olarak istanbul’da bulunuyormuş. Güneş o yıllarda Galatasaray’dan ayrılan bir grup tarafından kurulmuş bir takım olup 1939 yılında ligden çekilir ve kendini fesh eder.
Yazıyı Şair İsmet Özel’in bir sözü ile bitireyim.” Siz hiç aklınıza insanlığın İgor Stravinski veya Dmitri Şostakoviç’e neler borçlu olduğunu getirdiniz mi? Ben hep bu türden şeyleri aklımda tutmakla iftihar ederim. Hayatım istikamet mahrumiyeti çekmediyse, sanat eserlerinin insanlıkla münasebetine duyduğum alâka sayesinde çekmedi” der Şair.
Prof.Dr.Ali Fuat KALYONCU
This entry was posted in EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR, GEÇMİŞİN İÇİNDEN. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *