Ben bu mahkemeyi bir yerden hatırlıyorum
Barış Terkoğlu – 28 Şubat 2022 Pazartesi
Tren hareket etti. Ardında bıraktıkların el sallıyor. Uzaklaştığını onlara baktıkça anlıyorsun. Koca insanlar ufukta kayboluyor.
Geçen perşembe Adliye’deydim. Üniformasız askerler yargılanıyordu. Sanki bir zamanların Genelkurmay Karargâhı’na “buyurun kendinizi savunun” deniyordu. 10 yıl önce Fethullahçıların hedefindeki askerlerin karşısında, bugün “yeni yargı” vardı. Tiyatroysa aynıydı.
Duruşma sabahında, Rusya, Ukrayna’ya girmişti. Amiraller sözde darbecilikle suçlanırken onları suçlayan hükümet üyeleri, Montrö’ye sahip çıkma yarışındaydı. Yüzlerindeki kızarıklık uzaktan görünebiliyordu.
Bu kadar değil…
Bir başka salonda, yine 10 yıl önceki gibi, emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ yargılanıyordu. Gazeteciler salona alınmadı. Kapının önündeydik. Başbuğ’un sesi salondan dışarıya taşıyordu:
“Haksızlığın diz boyu olduğu bir ortamda, bir adam kanıtlanmış olaylara, yani olgulara dayanarak bir tarihi analiz, tespit yaptığı için bugün burada yargılanmaktadır. Aslında bugün burada yargılanan bu adam değildir. Yargılanan; suç unsuru olarak ileri sürülen tarihi analizin de yer aldığı, beş yıllık emeğin bir ürünü olan 1159 sayfalık bu kitaptır!”
Duruşma bitti. Başbuğ kapının önüne çıktı. Salona alınmadıkları için kızgın gazetecilere önce dünyanın konuştuğu krizi hatırlattı. Ardından elinde tuttuğu kalın kitabı gösterdi:
“Bu kitabın önemli bir bölümü II. Dünya Harbi esnasında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün nasıl aktif bir tarafsızlık politikası izleyerek Türkiye’yi savaşa sokmadığını, nasıl bir Türk insanının dahi burnunun kanamasına izin vermediğini anlatıyor.”
Başbuğ’un kastettiği, sonunda ansiklopedi boyutlarına ulaşan “Güç Odaklarının Mücadelesi” kitabıydı. 1299-1980 aralığında, Türk tarihine eşlik eden güç savaşlarını konu ediyordu. Bunlardan biri de II. Dünya Savaşı’ndaydı.
Eve dönünce o kitabı açtım. İnönü’nün Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’na sokmama mücadelesini okudum.
İÇ BARIŞMAYLA BAŞLADI
Aslında Atatürk o günü çok önceden öngörmüştü. 27 Eylül 1932’de şu analizi yapmıştı:
“Almanya, İngiltere ve Rusya hariç olmak üzere, bütün Avrupa kıtasını işgal edebilecek bir orduyu kısa zamanda oluşturabilir, bundan dolayı savaş 1940-1946 yıllarında başlayabilir.”
Atatürk’ün savaş arifesinde ölümüyle, Cumhurbaşkanlığı gömleğini giymek zorunda kalan İnönü, şartları şöyle anlatıyordu:
“Dış âlemin yeryüzü ölçüsünde çatışmaya gittiğini görüyordum. Ufukta beliren bu çetin fırtınayı selametle geçirmek en çok fikrimi işgal ediyordu.”
Her dış politika bir iç politikadır. Başbuğ, İnönü’nün döneminin aktif çatışmasızlık politikasının içeride de yansımasını anlatıyor:
“İnönü, Atatürk ile olan anlaşmazlıkların sonucunda siyasi alanı tamamen terk etmek zorunda kalmış önemli kişilerle yeniden ilişki kurmak ve onlarla uzlaşmak istiyordu. Önce Kazım Karabekir, daha sonra Hüseyin Cahit Yalçın ve Fethi Okyar seçim sonucunda CHP milletvekili oldular. Seçimde müstakil milletvekilleri olan Ali Fuat Cebesoy ile Refet Bele de CHP üyeliğine kabul edildiler. Böylece yeni yönetimle eski muhalefet bir noktada buluşmuş oldu. Bu İnönü’nün ‘Barış Politikası’nı oluşturuyordu.”
TERCİH DEĞİL MECBURİYET
Savaş boyunca Türkiye’den talepler var. Ancak İnönü, her seferinde bir denge kurarak Türkiye’yi çatışmadan uzak tutuyor. Her talebin karşısına ötekini oturtuyor. Savaşan devletlerle, Türkiye’yi çatışmadan uzak tutacak anlaşmalar imzalıyor. Dezavantaj olarak görülebilecek stratejik konumu bir avantaja çevirmeyi, tarafsızlığı bir taraf yapmayı beceriyor. Zira savaşanlar da Türkiye’yi kendileri için savaşa sokmayı istemekle beraber, tarafsızlığını da kazanım sayıyor.
Sadece bir seçim değil. Başbuğ, İnönü’nün aktif tarafsızlık politikasının, seçenek olduğu kadar mecburiyet olduğunu da anlatıyor. Başbuğ, Türk ordusunun da Türk ekonomisinin de o günkü konumunu incelediğinde, yurt savunmasının ötesine geçecek koşulların olmadığını gösteriyor. Öte yandan kazanan tarafta dahi olsa, savaşa girdiği senaryoların tümünün sonunda, Türkiye kayıpla çıkıyor.
İnönü, büyük devletlerin garantilerine rağmen durumu şöyle tarif ediyor:
“Baştanbaşa bir harabe halinde devir alınmış bir Türk ülkesinde, böyle bir savaşa katılmanın daha ilk yirmi dört saatinde bu ülkenin yani İstanbul’un, İzmir’in, Ankara’nın ve şu an bin bir alın teriyle yaratılmaya çalışılan endüstri merkezlerinin, yolların, köprülerin uğrayacağı tahribatın bedeli ne olacaktı? Ve sonunda Türkiye, hele bir istilaya uğrarsa, onu kim kurtaracaktı? Churchill’in dediği gibi ileride kurulacak Birleşmiş Milletler mi? Yoksa, Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerini Almanlardan kurtaran komşumuz Sovyetler Birliği mi?”
SAVAŞTAN NASIL KAÇINIRIZ
İnönü, savaşta Almanya ve İtalya ile karşı karşıya, barışta da Sovyetler Birliği ile baş başa olacağı öngörüsüyle politikasını belirliyor:
“İnönü’nün uyguladığı mükemmel strateji ve diplomasinin odak noktasını Sovyetler Birliği oluşturmuştur. İnönü, ne olursa olsun Türkiye ile Sovyetler Birliği’ni karşı karşıya getirebilecek hareket tarzlarından kaçınmıştır.”
Üstelik…
Bugün televizyonlarda ya da sosyal medyada, Moskova’ya ya da Kiev’e yürümeye meraklı “kahramanlar” görüyoruz ya. O gün de Türkiye’yi Almanya ya da İngiltere yanında savaşa sokmak isteyenlerin kavgasını Başbuğ’un kitabından okuyoruz. Montrö dahi, bugünkü gibi, devletin en tepesinde tartışma konusu oluyor:
“Menemencioğlu 15 Haziran 1944’te istifa etmişti. İstifa nedeni, 1944 Ocak ve şubat aylarında Alman savaş gemilerinin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı olarak geçişlerine izin vermiş olmasıydı.”
Alman müttefiki Turancılar da aynı gerekçeyle tasfiye ediliyor.
Öyleyse, her şeyden önce iç huzuru sağlamak, Montrö başta olmak üzere Türkiye’yi koruyan anlaşmaları savunmak, hayaller ile ulusal politikaları ayrıştırmak, Rusya ile çatışmadan ne olursa olsun kaçınmak, barışçıl tavrın pasifizmle değil aktif politikayla olacağını anlamak, savaşmak istemeyen başka devletlerin çıkarı için Türk milletini ve toprağını feda etmemek, ayağını kendi toprağına basmak, bugün için de temel koruyucu program olarak önümüzde duruyor. Haliyle emekli askerlerden kurulan mahkemede aslında Türkiye’nin çıkarları yargılanıyor.
Valizler yerleşti, yolcular alıştı. Tren hızlanarak zamanı yakaladı. Bir an pişman olup kalkıp geriye doğru koşuyorsun. Ama ne fayda, bir daha o ana ulaşamazsın.