GEÇMİŞİN İÇİNDEN * “Ana biz senin Mehmedini kumarda kaybettik. ”

Değerli Konuklar

Ben Cumhuriyetle yaşıtım size anlatacaklarım yalnız duyup işittiklerim
okuyup öğrendiklerim değil aynı zamanda kendi hayat hikâyem olacaktır.

Cumhuriyet yedi büyük savaşın ardından kurulmuştur. 1856 Kırım 1877 Osmanlı Rus 1892 Yunan 1911 Trablus 1912 Balkan 1914-18 Birinci Dünya Savaşı nihayet 1920-22 Kurtuluş Savaşı. Bu savaşlardan yalnız sonuncusu zaferle bitmiştir. Ama bu zafer vatandaştan yalnız canını ve kanını istememiştir. Vatandaştan atını arabasını çorabını kağnısını keten bezini pencere demirini alarak bu savaş kazanılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na niçin girdiğimizi bugün bile bilmiyoruz. Ama kardeşlerini bu savaşa kurban veren Avşar kadını biliyor ve parmağını Alaman’a uzatıyor:
Mektup saldım da varmadı
Tel vurdum aynı gelmedi
Alamanya harbeylesin
Gayri kardaşım kalmadı.
Savaş yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisini tümden harap etmiş ekin tarlada çürümüş; toprak tohumsuz evler erkeksiz kalmıştır. Kağnıya ve sabana koşulacak hayvan çiftin sapına yapışacak erkek yokluğunda çifte hayvan yerine kadınlar koşulmuştur. Bu çöküşün en gerçekçi destanını hemşehrim Şarkışlalı Serdari yazmıştır. Bu uzun destandan dörtlükler veriyorum:
Tahsildar da çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fakiri ezer
Yorganı döşeği mezatta gezer
Hasırdan serilir çulumuz bizim.
Evlat da babanın sözün tutmuyor
Açım diye çift sürmeye gitmiyor
Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor
Başımıza bela dölümüz bizim.
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara halini kimse sormuyor
Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim.
Savaş yılları Türk aydınlarının en yiğit en idealist en eğitimlilerini ölüme sürmüş onlar geri gelmemiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın felaket tablolarından birini unutamıyorum. Bu tabloda Tarsus tren istasyonunda bir kadın görünür. Ordu Kanal bozgunundan dönmektedir. Çul çaput içinde hasta perişan vagonlarda çuvallar gibi istif edilmiş bir asker döküntüsü. Ak saçlı bir ana yazması omuzuna düşmüş saçları darma dağın bir vagondan ötekine koşarak feryat ediyor:
“Mehmedimi gördünüz mü? Mehmedim nerede? Mehmedimi gördünüz mü?”
Falih Rıfkı Atay diyor ki:
“Ana biz senin Mehmedini kumarda kaybettik. ”
Türkiye Cumhuriyeti’nin talihsizliği çökmüş bir ekonomi ve harabeye dönmüş bir memleket üzerine kurulmasıdır. Büyüklüğü de bundandır.
16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan Bandırma vapuru bu çöküşü tersine çevirecek bir umudu taşıyordu. Bu umudun adı Mustafa Kemal Paşa’dır. Üçüncü ordu müfettişliğine tayin edilen Paşa İstanbul’dan ayrılıyordu. Yanında 12 kişiden oluşan Erkan-ı Harbiye’sinden başka kimse yoktu. Karadeniz’in azgın dalgaları ile sarsılan Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylüyordu: “Bunlar işte böyle yalnız demire çeliğe silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız maddedir! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz Anadolu’ya ne silah ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz!”.
Bandırma vapuru ile bu küçük grup 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkınca bir şarkı söylüyorlardı: “Güneş ufuktan şimdi doğar yürüyelim arkadaşlar. ”
O tarihlerde ufuktan güneşin doğacağına dair hiçbir işaret yoktur. Tersine memleket bir zifiri karanlıktır. Adana Fransızlar Urfa Maraş Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş başkent İstanbul İtilaf Devletlerinin işgalinde Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri bulunuyor. Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri var. 15 Mayıs 1919’da Yunan birlikleri İzmir’e çıkmış; Batı Anadolu’nun verimli topraklarından memleketin kalbine doğru ilerlemekte.
Dahası var. Cumhuriyet memleketin en önemli gelir kaynaklarını yabancı şirketlerin elinde bulmuştur. Demiryolları limanlar önemli tarım ve ticaret alanları bayındırlık tesisleri gümrük ve maliye gelirleri büyük Batılı şirketlerin elindedir. Türkiye Cumhuriyeti bu şirketleri birer birer satın almıştır.
İzmir-Aydın demiryolu 2 milyon İngiliz pounduna satın alınınca öğretmenimiz ödev vermişti sevincimizi dile getirmeliydik. Ortaokul öğrencisi idim ödevimin başlığı “Demir yolumuz bağımsızlık yolumuz” idi. Tütün rejisi 4 milyon Frank’a satın alınınca bu sefer ayınkacılar bayram etmişti. Ayınkacı tütün yetiştirici demektir. Köylümüz yetiştirdiği tütünü eşeğine yükleyip pazara indiremezdi. Tütün ille de bir yabancı tekele bu tekelin biçtiği fiyattan satılacaktı. İndirse kaçakçı sayılıyor ya hapse atılıyor veya tütün kolcuları ile çatışıyor ve vuruluyordu. Bir ayınkacı türküsü şöyle der:​
Hacılar köyüne bastığım oldu
Tütünümün dengi yastığım oldu
Aman dostlar bakın benim çareme
Tütünün tozunu basın yareme.
Cumhuriyet savaşlardan çıkıp da ekonomik gelişmesine odaklanınca 1930 Dünya Ekonomik Buhranı patlak verir. Buhranın Türkiye’ye etkisi tarım ürünleri ve meyveyle sınırlı olan dışsatımı vurması olur. Buğdayın kilosu 15 kuruştan 3 kuruşa düşer. Köylü gelirinin bu kadar düştüğünü gören Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şöyle bir teklifte bulunur:
“Bizim maaşlarımızla halkın geliri arasında büyük bir fark ortaya çıktı. Bu Cumhuriyet idaremize yakışmaz. Benim maaşım dâhil milletvekili maaşlarını yüzde elli azaltalım. ” Teklif kabul edilir.
Cumhuriyet ilan edilince memlekette yatırıma harcanacak sermaye ve ekonomik hayatı idare edecek eğitilmiş insan yoktur. Bu nedenle Cumhuriyet ekonomik kalkınmayı devlet eliyle yapmaya karar vermiştir. Devlet sermayesi ile iki banka Etibank ve Sümerbank kurulmuş vatandaştan birikimlerini bankaya yatırmaları istenmiştir. Devletine güvenen vatandaş da elinde avucunda ne varsa bankalara yatırdı.
Ben çamurdan yaptığım kumbarama her hafta babamın verdiği yüz paraları biriktirir bankaya yatırırdım. Bu ekonomik kalkınma hamlesini bir yerli malı seferberliği izlemiştir. Biz bayramlarda ziyaretçilerimize şeker ve çikolata yerine incir ve fındık ikram ettik. Çayı Kazova’nın kızıl üzümü ile içtik. Çünkü şeker dışardan satın alınıyordu.
Cumhuriyet yurdun doğusuyla batısını güney ve kuzeyini demiryolları ile birleştirmek istemiştir. Bu bir milli savunma sorunu idi. Atatürk diyor ki; “700 kilometre demir yolumuz var bir kilometresi bile bizim değil. ” 1932 yılında ilk tren Gemerek’e ulaştığında ben istasyonda idim. Halkın tabiri ile kara treni alkışlar ve yaşa var ol sesleri ile karşılamıştık.
Hoş bir fıkra var. İlk tren Erzurum’a varınca belediye başkanı nutuk veriyor; “Vatandaşlar Cumhuriyet fabrikalar yaptı. Sanmam ki kâr edeler vallahi de zarar edirler billahi de zarar edirler. Otobüsler aldı yollar düzenledi sanmam ki kâr ederler. Bunlar hep sizin içindir. Cumhuriyet ayağıza kadar tren getirdi bundan sonra iki ayda gittiğimiz İstanbul’a üç günde varacağız. ” O vakit bir vatandaş sorar: “Peki biz 57 gün ne yapacağız?”
Değerli Dinleyicilerim
Ben 1929 yılından itibaren Cumhuriyetle beraber iyili kötülü olayların içinde çalkalandım. Size söyleyeceklerimin bir kısmına ben tanık oldum. Bunların arasında beni çok etkileyen bir olay var. Mustafa Kemal Atatürk 1937 yılında Sivas lisesinde benim bulunduğum sınıfa geldi. Atatürk adı etrafında oluşan efsanenin etkisindeyiz. Gözleri o kadar kuvvetli imiş ki gözlerine bakan çarpılırmış. İlkin korka korka gözlerine bakıyoruz. Çarpılmadığımızı görünce o mavi gözlere 45 dakika doya doya baktık. Dersimiz hendese idi. (Yani geometri). Atatürk dişçinin kızı Saadet’i tahtaya kaldırdı.
Geçen derste müselleslerin nasıl eşit sayılacağını okumuştuk. Saadet bunun için tahtaya iki müselles çizdi. Biz o vakit üçgene müselles derdik. Saadet müsellesin kenarlarına alfa beta ve gamma harflerini koydu. Atatürk’ün birden kaşları çatıldı ve Saadet’e neden Yunan harfleri kullandığını sordu. Saadet hocamız böyle yazdı ben de onun için kullanıyorum deyiverdi.
Matematik hocamız müdür Ömer Bey sınıfta idi. Atatürk aynı soruyu ona sorunca Ömer Bey topu bakanlığa attı. Bakanlık bir kitap göndermişti onda bu harfler kullanılmıştı. Atatürk kitabı istedi o sayfayı buldu yırtıp yere attı. Sonra gidip parmakları ile Yunan harflerini sildi yerine abc yazdı. Bize; “arkadaşlar Türk alfabesi matematik terimlerini de ifade etmeye yeterlidir. ” dedi. Aradan bir hafta geçmeden abc’li yeni kitabımız geldi. Atatürk dilin sadeleşmesine ve halkın aydınların dilini anlamasına çok önem verirdi.
Halkçılık onun inanışında kuru bir slogan değildi. Halkın arasına karışmaktan çok hoşlanırdı. Bir gece Atatürk kayıp polis ve jandarma seferber olmuş her tarafı aramış taramışlar. Atatürk yok. Sabaha yakın Onu Samanpazarı’nda bir kahvede halka karışmış Zeybek oynarken bulmuşlar. ​
Prof. Dr. İlhan BAŞGÖZ

BİYOGRAFİ
İlhan Başgöz Doğum 1923 – Sivas
Profesör, Araştırmacı Yazar, Akademisyen, Çevirmen, Halk Bilimci (Folklor Araştırmacısı) eğitim; Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Halkbilimci. Akademisyen, Profesör, Araştırmacı Yazar, Çevirmen. 1923, Gemerek / Sivas doğumlu. Tam adı Mehmet İlhan Başgöz olup, kimi yazılarında M. İlhan Başgöz imzasını da kullandı. Babası ilkokul öğretmeni Hasan Efendi, annesi Cadoğlu Türkmenlerinden Zeycan Hanım’dır. 1928’de Harf Devrimi yapıldığı sırada millet mekteplerinde okuma yazma öğrendi. On bir yaşındayken ailesi Sivas’ın merkezine göç edince ilk ve ortaöğrenimini burada tamamladı (1940).
Yükseköğrenimini A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde (1945) yaptı. Aynı fakültede 1946’dan 1950’ye kadar Prof. Pertev Naili Boratav’ın asistanı olarak çalıştı. 1948’de kurulan Türk Folkloru ve Halk Edebiyatı Kürsüsü’nün düzenlediği araştırmalara katıldı, doktora çalışmasına başladı. “Biyografik Türk Halk Hikâyeleri / Kahramanları, Teşekkülleri, Saz Şairlerinin Eserleri ile Münasebetleri” adlı tez çalışmasıyla doktora çalışmasını tamamladı (1949). Bu arada Folklor ve Halk Edebiyatı Kürsüsü’nün kapatılması üzerine, burslu okuduğu için, Tokat Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı (1950); ancak iki yıl sonra buradan da çıkarıldı.
Başgöz, Ankara’ya döndüğünde askere gitmek üzere başvuruda bulundu. Bu arada, Türk Ceza Yasasının 141. Maddesine aykırı eylemde bulunmak savıyla tutuklandı, yargılandı ve iki yıl hüküm giydi. Sekiz ay tutuklu kaldıktan sonra aftan yararlanarak serbest kaldı (1953). Askerliğini bitirdikten sonra bir süre çeşitli işlerde çalıştı, İngiltere’ye giderek bu ülkede araştırmalar yaptı. 1960’ta Ford Vakfı bursuyla Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek oraya yerleşti.
İki yıl Los Angeles, iki yıl da California Berkeley Üniversitesi’nde araştırmacı olarak çalıştı. 1965’te Indiana Üniversitesinin Ural-Altay Dilleri Bölümü’ne öğretim üyesi oldu. 1967’de doçentliğe, 1976’da profesörlüğe yükseldi ve Amerika Folklor Derneği onur üyeliğine seçildi (1983). Ardından Türkiye’ye dönerek bir süre de Boğaziçi Üniversitesi’nde Türk edebiyatı dersleri verdi. 1997’de emekli oluncaya kadar bu üniversitedeki görevlerine devam eden Başgöz, 1998’den sonra Bilkent Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak görev yaptı ve daha sonra Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne geçti. Daha sonra yeniden Ankara’ya dönerek çalışmalarını Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde sürdürdü.
İlhan Başgöz, 1943 yılından itibaren, başta Doğu Anadolu Bölgesi (Kars ve Erzurum) olmak üzere, pek çok yerden derlediği destan, halk öyküleri, atasözleri, bilmeceler, türkülerin yanı sıra gölge oyunu, kukla, halk dansları konulu filmlerden oluşan zengin bir belgelik oluşturdu. Yaşadığı yüzyıl ve gösterdiği farklı kimlikler konusunda henüz hakkında görüş birliğine varılamayan Karacaoğlan konusunda “Karacaoğlan geleneği” olarak özetlediği görüşleriyle bir şairin kişisellikten anonimleşmeye gidişini ele aldı.
Yunus Emre, Pir Sultan Abdal gibi birçok şairle ilgili olarak yapılacak çalışmalarda yararlı olabilecek bu görüş, araştırmacılar arasında da ilgi topladı. Başgöz’ün halk edebiyatı araştırmalarına yaptığı katkılardan biri de sözlü kaynaklardan derlenen malzemenin bir anlatı olarak ortamı ve gelenek faktörleriyle incelenmesi gerektiğini örnekleriyle vurgulamasıdır. Türk ve dünya bilmece araştırmalarına on üç binden fazla tasnif edilmiş Türk bilmecesini A. Tietze ile yayımlayarak (Bilmece: A. Corpus of Turkish Riddles, 1973) katkıda bulundu. Türk halk öykülerini incelerken de, V. Propp tarafından geliştirilen tip ve motif odaklı yapısal araştırma yöntemine, incelemelerinde öykü kahramanlarının temel eylemlerinin “kriz, değişim, arama, engeller, çözülüş, birleşme” başlıkları altında düzenlenmesine katkıda bulundu. Türk halk öykülerini; “ailenin parçalanması, yeni bir aile için savaşım ve yeni bir ailenin kurulması” olarak üç temel bölüm altında inceleyen Başgöz, bu bölümleri kahramanların eylemleri ile birleştirir.
Nasrettin Hoca konusundaki yaklaşımı kimi çevrelerde tepkiyle karşılanan Başgöz, Nasrettin Hoca fıkralarının yüzyılların birikimiyle olgunlaşmış bir nükte geleneğinin diller ve kültürler arası gelişmelerle oluştuğu görüşündedir. Yaşamış Nasrettin Hoca ile bu birikimlerle olgunlaşıp zenginleşerek yaşayan/yaşatılan Nasrettin Hoca’nın gerçekçi bir biçimde çözümlenmesinden yanadır. 1997’den itibaren Güre’de (Edremit-Balıkesir) her yaz halkbilim ve halk edebiyatıyla ilgili yaz kursları düzenleyen Başgöz, katılan araştırmacı ve bilim insanlarına kendi çalışmalarında uyguladığı yöntemleri ve bilim alanındaki yeni gelişmeleri aktardı.
Başgöz’ün yazıları, Türkiye’de Dost, Yeni Ufuklar, Türk Dili, Milliyet-Sanat gibi dergilerde yer aldı. Kendisine 1997 yılında Kültür Bakanlığının Üstün Hizmet Ödülü, 2000 yılında Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü ve 2004 yılında TÜBA Bilim Ödülü verildi.
This entry was posted in ATATURK, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, GEÇMİŞİN İÇİNDEN, TARİHE - AYDINLANMAYA - CUMHURİYETE NOT DÜŞENLER. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *