DEĞERLİ AYDIN, OZAN, EDEBİYATÇI, ÖĞRETMEN MÜSLÜM KABADAYI’dan BİR MEKTUP VAR

Açık Mektup                                                                               

            Yüreklerinin kulakları sağırlaşmamış, beyinlerinin gözleri alıklaşmamış, bilinçleri doğaya ve topluma kapanmamışlara merhaba. Koronavirüsle savaştan henüz çıkmış, kalıntılarıyla mücadeleye devam eden biri olarak, vicdanları körelmemiş herkese sesleniyorum. İfade edebildiğim kadar kısa yazacağım bu açık mektubumu, umuyor ve diliyorum ki kendiniz gibi hissettiğiniz herkesle paylaşırsınız.
            Altmış bir yaşıma yeni girdim. Otuz yıldır şeker hastalığıyla barışık yaşayan eğitim emekçisiyim. Otuz beş yıldır da dergi-gazetelerle elektronik ortamda yayımlanan makale, deneme, eleştiri, araştırma-inceleme-gezi yazılarım ve öykülerimle karınca kararınca insana-topluma katkıda bulunmaya çalışıyorum.
Bana emeği geçen herkese, ülkeme ve insanlığa karşı kendimi hep borçlu hissettiğimden, özellikle unutulmuş/ unutturulmuş olan güzellikleri, değerleri, insanları, coğrafyayı göz önüne getirmeye, yeni kuşaklarla buluşturmaya özen gösteriyorum.
Bunları yaparken hiçbir karşılık beklemediğimi söylememe gerek yok sanıyorum. Dolayısıyla, yaklaşık bir yıldır gezegenimizin gündemini işgal eden koronavirüs sürecine ve özellikle on gün boyunca virüsle mücadelemize dair değerlendirme, eleştiri ve önerilerimi kamuoyuyla paylaşma isteğimi, doğaya ve topluma duyduğum sorumluluğun bir gereği olarak değerlendirin lütfen.
            “Korona Günlerinde Doğal ve Dijital Yaşam-1” kitabım yakında yayımlanacağı için burada ayrıntısına girerek zamanınızı almadan, bir yıllık korona günlerinin özetinin özetini şöyle yapabilirim: Homo sapiens sapiens, gezegenimizden evrene doğru açılan öğrenme, değiştirme-dönüştürme yeteneğindeki müthiş sıçrama yanında, bu süreçte yol açtığı büyük sorunların hesabını vermek sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Şimdi Ay’da, Mars’ta suyu bulmanın sevincini paylaşanlardan sömürgeci olanlar, aynı zamanda bu gezegenlere koloni kurmaktan söz ediyorlar.
Dünya’yı kirlettikleri, ozon tabakasını delerek ve gezegenimizin ısısını yükselterek buzulları erittikleri, virüsleri insanlığın başına bela ettikleri yetmiyormuş gibi, utanmazca uzayı yağmalama peşine düşüyorlar. Bunun altını çizerken, sakın ola bilimsel araştırmalara, uzayın keşfine karşı olduğum sanılmasın. İnsanın merak-öğrenme motivasyonunun hiçbir biçimde engellenmesini istemem. Çünkü bu, gelişimin dinamiklerindendir. Ancak, yapılan her araştırmanın, ortaya konan her buluşun da doğaya ve toplumun yararına olup olmadığına bakmak, bununla ilgili bilim etiğini de başa yazmak zorundayız. Bunu başa yazmayan her girişim, insan türümüzün de içinde bulunduğu doğal yaşamı önemsemiyor, kâr-çıkar için tehlikeye sokuyor demektir.
Yani, Albert Einstein ve arkadaşları bundan yetmiş altı yıl önce atom bombasının insanın ve doğanın yararına olmayacağını öngörüp o çalışmadan çekilmiş olsalardı, Hiroşima ve Nagazaki’ye, binlerce ölü adına anıt dikilmeyecekti. Doğa tahrip olup bunca acı yaşanmayacaktı. Bugün dünyanın bütün ülkelerindeki bilim insanları, daha büyük acıları insanlığa yaşatmamak için yüksek ahlaki değerle hareket etmelidir.
            Korona günlerinde insan, baş döndürücü hızla gelişen sanayi devrimlerinin yarattığı teknolojiye, özellikle dijital teknolojiye giderek hapsolmanın açmazını sorgulamaya başladı. Virüsten korunmak için evlere hapsolurken, internetten sosyal medya ile kaybettiğimiz değerleri hatırladı, esprilerle bunları paylaşarak rahatlamaya çalıştı. Sevdiklerine, yakınlarına, hayvanlara, bitkilere, kısacası doğaya ne kadar yabancılaştığını gördü. İnsanların çekildiği kentlere inen yabani hayvanların özgürlüğüne gıpta etti. Komik durumlara güldü, eğlendi. Peki, bir yıl sonra bunlardan çıkardığımız ders ne? Ülkeler, toplumlar, insanlar ve insanlık düzeyinde ne gibi değerler, yapılar ve hareketler ortaya koyabildik? Korona günlerinin özü de sözü de bu soruya vereceğimiz yanıtta yatmaktadır.
            Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki gezegenimiz 2020’de antroposen çağına girdi. Yani, insan türünün ürettiği cansız varlıkların ağırlığı ilk kez doğadaki bütün canlıların ağırlığını geçmeye başladı. Kısacası, her tarafı cama betona boğarak, doğamızı araç-gereçle doldurarak oluşturduğumuz nesnelerin ağırlığı, dünyadaki insan, hayvan ve bitkilerin toplam ağırlığını geçti.
Ormanlar yok edilip bitkiler azalırken, ülkemizde Hızır’ın sembolü dendiğinden Munzur’da özgürce yaşayan dağ keçilerini avlamak için bile ihale yapılırken, her gün bir hayvan türü yok edilirken, deniz kıyılarına gökdelenler dikilmeye, Kaz Dağları siyanürle zehirlenmeye devam ediliyor.
Burada saymakla bitiremeyeceğim kötülüklerle doğanın dengesini sürekli bozan kâr ve çıkar düşkünü asalaklar sınıfı, ABD’den Çin’e, Afrika’dan İskandinav ülkelerine kadar dünyanın her tarafında virüslerin numaralanarak çoğalması için uygun ortamlar yaratıyor. Dünyadaki tüm güzel değerleri üreten emekçilerin, gerçek bilim ve sanat insanlarının kan emicisi olan sermaye sınıfı, onların yönettiği emperyalist-kapitalist devletler, “COVİD-19” diye kodladıkları virüsle bir yıldır gezegenimizi virüs bataklığına dönüştürdüklerinin farkında olmadığımızı varsayıyorlar.
Uzunuyla kısasıyla, sarısıyla bozuyla, moruyla cüppelisiyle bu asalak sınıf adına siyaset yapanlar da korona korkusuyla insanları, dikensiz gül bahçesi gibi yöneteceklerini sanıyorlar. Bu bataklığın baş sorumlusu olan asalak sınıfın temsilcilerinden Bill Gates, eşek derisi yüzünde en ufak bir kızarma olmadan insanlığa virüsle ilgili takvim vermeye çalışıyor.
Şimdi ABD’sinden Çin’ine, Almanya’sından Rusya’sına sömürgeci devletler, aşı pazarlama yarışına girmiş durumdalar. İnsanlığa ve doğaya karşı yüksek bir ahlakla kendini sorumlu hissetmesi gereken bilim insanlarının yerine, gözünü para bürümüş sözüm ona akademik unvanlı şarlatanlar, ekranlarda boy göstererek toplumların gözünü boyamaya çalışıyorlar.
Bunlar, Einstein’dan zerre kadar ders almamış asalak “bilimcikler”dir. Vicdanları parayla karartılmış zavallılardır aslında. Bunu böyle bildiğimizi ve bildirdiğimizi görsünler. Bu noktada bilimselliği kanıtlanmış aşıların, parasız olarak insanlara verilmesinden yana olduğumun da altını çizmek isterim.
            Gelelim koronavirüsle savaşımıza… 5 Aralık’ta eklemlerim, boynum ve başım ağrımaya başladığında, iki gün önce öksürmeye başlayan eşimden grip kaptığımı düşündüm. 6 Aralık’ta göğsüm ağrımaya başlayınca işin rengi değişti. 7 Aralık’ta eşim Sevda Hanım, koku duyusunu yitirince hemen gidip Ankara Dikmen’deki 29 Mayıs Hastanesi’nde test verdik. Benim testimi alan doktor gayet incelikli davranırken, Sevda Hanım’ın testini bir başka doktora neredeyse zorla yaptırmak durumunda kaldık. Sağlık emekçilerinin korona günlerinde canları pahasına hastaları kurtarmak için çalıştıklarını bildiğimizden, bir şikâyette bulunmadık.
            8 Aralık sabahı testlerimizin pozitif çıktığı haberini telefonla aldık. Hazırlıklıydık ve kronik hastalıklarımızın olduğunu söyleyip acilen ilaç getirilmesini istedik. Bir saat sonra Favimol 200 mg ilacımız getirildi, bol su içerek bu ilaçları almamızı ve karantinaya alındığımızı söyledi görevliler. Evde, yedi yaşında kızımız Evin’le bu süreci nasıl atlatacağımızı planladık. Yatacağımız yerleri, yeme-içme ihtiyaçlarımızı nasıl karşılayacağımızı, evi ne zamanlar ve nasıl havalandıracağımızı kararlaştırdık.
            Beş gün boyunca Favimol’dan söylenen miktarda sabah akşam ilacımızı aldık. Daha önce de düzenli aldığım Aspecton adlı kekikten yapılmış özlü sıvıdan, her sabah üç beş damla aç karnına dilime damlatmaya devam ettim. Aradan yarım saat geçtikten sonra, doğup büyüdüğüm Kışlak köyünün nar ekşisinden her sabah bir tatlı kaşığı içtim. Sonrasında kaliteli bir kahvaltı yaptım. Aynı özeni Sevda Hanım ve kızımız Evin de gösterdiler. Her gün, iki litre içine elma sirkesi kattığım suyla iki litre sade su tükettim. Üçümüz günde bir kilo mandalina, greyfurt yedik. Günde üç tane limon sıkıp içtik. Ayrıca, diyabet (şeker) hastası olduğum için eşimle düzenli olarak günde ikişer adet coraspirin aldık. Çünkü, koronadan ölümlerin bir nedeni de bu virüsün kanı pıhtılaştırmasıydı.  Yoğurdumuzu da her zamanki gibi düzenli tükettiğimiz için belki koronayla savaşı, çetin bir mücadeleyle kazandık.
            Bu virüsün kişinin genetik yapısına, bağışıklık sistemine ve direncine göre etkisinin farklılığıyla ilgili sayısız öykü dinliyoruz, okuyoruz. Bunda alınan virüsün yoğunluğu, tedaviye başlama süresi ve düzenli-nitelikli yeme-içmenim de büyük rolü var tabi. Biz, evimizi günde beş kez havalandırdık. Benim çalışma odamı daha sıkça yaptım. Evin’imiz hafta içi canlı ders aldığı için onun odasını da sıkça havalandırdık. Uyuyarak ve dinlenerek bitkin düşmemeye çalıştık.
            İlacı kullandığımın üçüncü gecesini hiç unutamıyorum. Sanırım ölünceye kadar da aklımdan çıkmayacak. Mıh gibi beynime çakıldı. O gece hiç yatmadım, uyumadım desem yeridir. Oysa ben, yastığa başımı koyar koymaz derin uykuya dalan biriyim. Zaten öyle uyuyup dinlenebildiğim için gündüz ve gece yarılarına kadar rahatlıkla çalışabilmişimdir. Ama üçüncü gece gözüme uyku girmedi. Üşüme ve hafif ateşle yatağa girdim. Cildim sararmıştı. Biraz ısınınca titreme geçti, ateş de kayboldu. Ancak, boğazımda ve genzimde yanma başladı. Ağzım kurudu sürekli. Göğsümün sabaha kadar yumruklandığını, eğe (eyeği) kemiklerimin genişlediğini hissettim. O gece kaç defa lavaboya gidip ağzımı karbonatla çalkadığımı, sirkeli suyla temizlediğimi, ılık su içerek rahatladığımı sayamadım. Gün ışıdığında bitkin düşmüştüm ama yanma ve kuruma da geçmişti. Rahatlamıştım. Sanıyorum korona alçağıyla en şiddetli meydan savaşını o gece yapmıştım. Diğer günleri sırt ağrısı ve hafif terlemeyle geçirdim.
            Şimdiye kadar bende koku ve tat duyu kaybı hiç olmadı. (Sevda Hanım’ın bir gün koku duyusu kaybolmuştu.) Bazı sağlıkçılar, “İlaç tedavisinden sonra duyu kaybı olabiliyor,” dediler. Onu da yaşamadım.  Bunun nedeniyle yararlı mı zararlı mı olduğu konusunda uzmanların açıklamasına ihtiyacım var doğrusu.
            Koronayla savaştığımız günlerde Ankara’da gökyüzü hep kapalıydı, bazen de yağışlı. Nihayet bugün güneşi gördük. Onun Hüseyin Gazi Dağı’ndan başkentin karanlığını aydınlatmasını alkışlayarak karşıladım. Çocukluk ve gençliğimde sırtımızı toprağa verip pırıl pırıl gökyüzünü izlediğimiz günler geldi aklıma. Şimdi, gezegenimizin hiçbir yerinde, derinliklerine çıplak gözle bakabileceğimiz pırıl pırıl bir gökyüzü bulmak mümkün değil herhalde. Her türlü kirlilik birbirini katlayarak ufkumuzu sarıyor. Ozon tabakası incelip buzullar erirken, “virüs insancıklar”ın yarattığı kir tabakası kalınlaşıyor.
Bu koşullarda ülkemizde ve her yerde koronavirüs mermileri artık yanımıza, yöremize değil kalbimize düşüyor. Her gün bir yakınımızı, iş veya çocukluk arkadaşımızı, sağlık ve bilim emekçisini kaybetmenin acısıyla yüreğimiz burkuluyor, başımız dönüyor, sinirlerimiz tavan yapıyor. Bu koşullarda bize umut olanlar da az değil. Eşini ve çocuğunu kaybettiği halde hasta başından ayrılmayan doktorlar, bilgi kırıntılarını derleyip öğrencisine öğretmek için hafta sonları dahi canlı ders veren öğretmenler (Karantinam biter bitmez pazar günleri de ders vermeye başladım.), kitap dolu postalarımızı evimize getiren kargo emekçileri umut kaynağımız olmaya devam ediyorlar. Dünyada da umut veren çok güzel örnekler var. Birini örneklemem yeterli olur sanırım. Küba’nın Henry Reeve Tıp Tugayı’na bağlı doktorlar, İtalya’daki korona hastalarının imdatlarına gönüllüce yetiştikleri gibi bugün de eta ve lota kasırgalarından büyük yıkıma uğrayan Honduras halkına yardıma koşuyorlar.
İnsanlığı ve güzelim doğamızı “virüs insancıklar”ın yok etme tehlikesinden, böylesine özveriyle, karşılık beklemeden çalışan ve üretenler kurtaracaktır. Geleceğimizi karartanlardan öcümüzü, güzel çocuklar alacaklar. Şimdiden o çocukları, tertemiz yüreklerinden öpüyorum.
            Bu duygu ve düşünceyle, yüreği eşit-özgür, sağlıklı ve onurlu bir yaşamdan yana atan tüm insanlara selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Korona günlerini de geride bırakıp güzel günlere hep birlikte merhaba demek dileğiyle…
Ankara, 18 Aralık 2020
Müslüm Kabadayı / Eğitimci-Yazar

BİYOGRAFİ
Eğitimci, araştırmacı-yazar. 1962, Kışlak bucağı / Yayladağı / Hatay doğumlu. İlkokulu Kışlak’ta, ortaokulu Düziçi İlköğretmen Okulunda, liseyi ise Çanakkale Erkek Öğretmen Lisesinde okudu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi (1982) mezunu.  1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası nedeniyle beş yıl öğretmenlik mesleğini yapamadı. 1987’de Trabzon’da başladığı edebiyat öğretmenliğini Ankara’da sürdürdü.  Öğretmenliğinin yanı sıra, alanıyla ilgili arşiv oluşturma çabaları ile halkbilimi ve sözlü tarih çalışmalarını da sürdürdü. Fotoğraf, saydam ve belgesel film alanlarında amatörce çalışmalar yaptı. Ocak 2006’dan itibaren Ankara’da arkadaşlarıyla birlikte Yoğunluk dergisini çıkarmaya başladı ve derginin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. 
Öğrencilik yıllarında başladığı edebiyat çalışmalarını 1985’ten itibaren araştırmacılığıyla zenginleştirmeye yöneldi. Bu yıldan itibaren edebî ürünleri ile araştırma yazıları  Cumhuriyet, Özgür Gündem, Karadeniz, Kuzey Haber, Ses, Hatay gazetelerinde ve Nitelik, İnsancıl, Hamsi, Mum, Kıyı, Kuzeysu, Güney Rüzgârı, Hatay’da Önder, Amik, Söylem, Edebiyat ve Eleştiri, Nikbinlik, Abece, Eğitim ve Yaşam, Folklor ve Edebiyat,  Cumhuriyet Bilim Teknik, Lül, Damar, Belgesel Sinema, Sol, Kum gibi çok sayıda dergide yayımlandı. 2003’te “Uygarlıklar Beşiği Hatay Belgeseli”ni Antakya Belediyesinin katkılarıyla hazırladı.
ESERLERİ:
Hatay Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (1999), Hatay Halk Şairleri (2000), Amik’ten Amanos’a Alkım (2001), Doğu Karadeniz Lehçeleri Karşılaştırmalı Sözlüğü (2002),  Suriye Günlüğü (2006).
This entry was posted in EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR, Saglik, Yazarlar. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *