OSMANLI NASIL ÇÖKERTİLDİ * TARİHİN İÇİNDEN MONDROS MÜTAREKESİNDEN PADİŞAH VAHDETTİN’E

ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ YAYINLARI
MONDROS MÜTÂREKESİ’NİN100. YILI: I. DÜNYA SAVAŞI’NIN SONU MÜTÂREKELER
VE BARIŞ ANTLAŞMALARI ULUSLARARASI SEMPOZYUMU BİLDİRİLER KİTABI

Mondros Tarihimizin en büyük devletlerinden birisi Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye yani Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren ve Türk tarihinin en ağır şartlarının imzalandığı bir mütarekedir .
Mütarekenin maddelerine bakılır ise ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Adeta biz Türk milletini yeryüzünden silmek isteyen bir ittifak ve mütareke, dün olduğu gibi (1918 Mondros Mütarekesi’nde) bugün de var, gelecekte de olacak. O yüzden burada bulunun bütün herkes, Türkiye’de yaşayan bütün insanlar Mondros Mütarekesi’ni en ince detayına kadar incelemeli ve bundan kendimize dersler çıkarmalıyız diye düşünüyorum. Bugünü anlamak ve geleceğe yön vermek emin adımlarla yürümek için tarihi iyi bilmeli, tarihten ders çıkarmalıyız.[Prof. Dr.İbrahim SOLAK]

Başlıkta adı yazılan kitabın 5. sayfasından 24. sayfasına kadar olan bölümün çıkartılan özetidir. [Naci Kaptan]

Mehmet Ali BEYHAN / Prof. Dr., Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı

Vahdettin, Sultan Abdülmecid’in en küçük oğludur. 4 Ocak 1861 tarihinde doğmuştur. Babası Abdülmecit vefat ettiğinde henüz altı aylıktır. Kendisinden önce üç kardeşi, yaş sırasına göre, sırayla tahta çıkmıştı. 5. Murat, Serasker Hüseyin Avni Paşa öncülüğünde gerçekleşen bir askeri darbe sonrası padişah olmuştur. Akıl sağlığı bozulunca tahttan indirilmiş ve yerine Veliaht Abdülhamit, 2. Abdülhamit unvanıyla tahta çıkmıştır.
Sultan Abdülhamit, Osmanlı Devleti’ni 33 yıl yönetti. 31 Mart askeri darbesi ile iktidardan uzaklaştırıldı. Yerine, Abdülmecid’in üçüncü oğlu Mehmet Reşat tahta çıkarıldı. Abdülhamit sonrasında yönetim tamamen İttihat ve Terakki Fırkası’nın eline geçti. Anayasa’da yapılan değişiklikle padişahın yetkileri kısıtlandı. Mehmet Reşat, selefinin siyasi yeteneklerinden mahrumdu. 2. Abdülhamid’i tahttan indirenlerin, bir gün kendisini de indirebilecekleri korkusunu taşıyordu. 9 yıl Osmanlı tahtında bulundu. Önüne gelen evrakı imzalamanın ötesinde bir etkinliği yoktu. Bu süre içinde kısıtlı yetkilerini dahi hiçbir zaman kullanamadı. 3 Temmuz 1918 tarihinde vefat etti.
Yerine küçük kardeşi Mehmet Vahdettin, 4 Temmuzda, 6. Mehmet unvanıyla tahtaçıktı. Esasen bu tarihte artık gerçek anlamda bir taht yoktur. Zira Osmanlı Devleti savaştan mağlup çıkmıştı. Tahta çıktıktan dört ay sonra Mondros Mütarekesi ile bu mağlubiyet tescil edildi. Vahdettin çöken bir tahtın varisi idi. Osmanlı Ordusu savaşta tükenmişti. Saltanatın dayanacağı bir güç bulunmuyordu. Halk temel ihtiyaçlarını temin edemiyordu. Uzun süren savaş ülkeyi yoksul düşürmüştü. Mondros Mütarekesi hükümleri gereği ülke, başta başkent İstanbul olmak üzere işgal edilmeye başlanmıştı.İşgal altındaki bir başkentte iktidardan bahsetmek mümkün değildir.

ÇÖKEN BİR TAHTIN VȂRİSİ OLMAK: OSMANLI DEVLETİ’NİN SONU VE SULTAN VAHDETTİN
GİRİŞ
Sultan 2. Abdülhamit’in 32 yıl 8 ay süren saltanatı, 31 Mart İsyanı ile sona ermişti. 31 Mart, Hareket Ordusu’nun gerçekleştirdiği askeri darbeye zemin hazırlayan bir isyanın adıdır. Literatür, ağız birliğiyle, 31 Mart’ı irticaî/gerici  bir hareket olarak değerlendirse de hedefi 2. Abdülhamit ve yönetimidir. Çünkü 23 Temmuz 1908 “büyük inkılâbının sağlayacağı kurtuluşun”, Abdülhamitsiz bir yönetim ile mümkün olabileceğine inanılıyordu. 27 Nisan 1909 tarihinde Sultan Abdülhamid’in saltanatı sona ermiş ve Mehmet Reşat,5. Mehmet unvanıyla tahta çıkmıştı.Mehmet Reşat padişah olduğunda 65 yaşında ve ileri derecede şeker hastası idi.
2.Abdülhamit’in siyasi yeteneklerinden mahrumdu. Tahta çıkış tarihinden itibaren, beş yıla yakın, İttihat ve Terakki, her ne kadar fiilen iktidarda olmasa da, kurulan hükümetlerin üzerinde bir baskı unsurudur. 23 Ocak 1913 tarihinde Bâbıâli Baskını ile Kâmil Paşa hükümeti devrilecek, Harbiye Nazırıve Başkumandan Vekili Nazım Paşa katledilecek, iktidar, tamamen İttihat ve Terakki Fırkası’nın eline geçecektir. Bu Fırka, 1. Dünya Savaşı boyunca da ülkenin mutlak hâkimi olacaktır.
Balkan Savaşı bozgunundan sonra Osmanlı Hükümeti, Orduyu ıslah için,27 Ekim 1913’te Almanya’dan bir askeri heyet talep etmişti. Bu talep, Almanya tarafından memnuniyetle karşılanacak ve aralık ayında, Liman von Sanders’in başkanlığında muhtelif rütbelerde 42 Alman subayı İstanbul’a gelecektir. Heyetteki subay sayısı, 1914 yılının ilk yarısında 70 kişiye çıkmıştır.
Sanders, tümgeneral rütbesindedir ve anlaşmaya göre, Osmanlı hizmetine giren her Alman subayı bir üst rütbeye yükseltileceğinden Sanders de korgenaralliğe terfi edecektir.Osmanlı Genelkurmayı Almanlara teslim edilmiştir. İkinci Başkan General Bronsart von Schellendorf’tur. Harbiye Nezareti’ndeki şube müdürlüklerini Alman subaylar idare etmektedir. Ordu, kolordu, tümen düzeyinde birçok birlik komutanlığı ve birlik kurmay başkanlıkları Alman subayları tarafından yürütülmektedir ve savaş boyunca da bu komutanların sayıları gittikçe artacaktır.
Sultan Reşat’ın, tahta çıkışının dördüncü yılında Osmanlı Ordusu’na Alman komutanlar hâkim olmaya başlamışlardır. Sultan 2. Abdülhamit sonrasında Osmanlı Ordusu’nun durumu özetle budur.Acaba padişah olarak Sultan Reşat’ın yetkileri nelerdi?
Devlet yönetiminde ve hükümetlerin kuruluşunda etkisi ne kadardı?
Kanȗn-ı Esasî’nin,kendisine tanıdığı kısıtlı yetkilerini kullanabilmiş midir?
Soruların cevabı,konunun anlaşılması ve Mehmet Reşat devrinde devletin nasıl yönetildiği açısından önem arz etmektedir. Kanȗn-ı Esasî’ye Göre Osmanlı Padişahının Yetkileri Bilindiği gibi ilk Kanȗn-ı Esasî, 23 Aralık 1876 tarihinde meşrutiyetin ilanıyla yürürlüğe girmişti. 119 maddeden oluşan bu metnin ilk yedi maddesi birinci bölümü ihtiva eder. 3-7. maddeler hükümdar ve hanedan üyeleri hukuku ile ilgilidir: 3. Madde saltanat ve hilafetin ayrılmaz olarak “Sülâle-iÂli-i Osman’dan, usȗl-i kadîme” üzere en büyük erkek evlada ait olduğundan bahseder. 4. Madde de üçüncü maddeyi tamamlar:
Padişah, halife olması hasebiyle, İslȃm Dini’nin hȃmisi, bütün Osmanlıların hükümdar ve padişahıdır. 5. Madde, padişahın sorumsuz olduğunu belirler; hükümdar, eylem ve işlemlerden dolayı sorumlu tutulamaz. 6. Madde, hanedan üyelerinin hakları hakkındadır: Hanedan mensuplarının hürriyetleri, şahsi mal ve mülkleri, ödenekleri, ömür boyu umumi kefalet altındadır.
7.Madde, padişahın yetkilerine dairdir. Bu maddeyi özetlersek: Vekillerin/ nazırların tayini ve azli; eyȃlȃt-ımümtâzenin, imtiyaz şartları gereği tevcihi; rütbe, görev ve nişan verilmesi; para basımı; hutbelerde padişah isminin zikredilmesi; yabancı devletlerle anlaşma, savaş ve barış ilanı; ordunun komutası ve askeri harekȃta izin;kanunların icrası, nizamnâmelerin tanzimi; cezaların indirimi, affı; meclisin,gerekli hallerde, milletvekillerinin yeniden seçimi şartıyla feshi gibi hususlar padişahın yetkileri arasındadır
Bir de, ilk Kanȗn-ı Esasî metninin kabulü esnasında çok tartışılan 113.Madde vardır. Kanȗn-ı Esasî’nin son bölümünde, yani 12. Bölümde, mevȃdd-ışettȃ/ çeşitli maddeler başlığı altında yer alan 113. Maddeye göre ülkenin bir mahallinde çıkması muhtemel olaylar için hükümet, o mahalle mahsus olmak üzere sıkıyönetim ilan edebilecek; asayişi bozdukları güvenlik güçleri tarafından tespit edilen şahısları, padişah yurt dışına sürebilecektir.
7.Maddede belirtilen yetkiler, bir meşrutî yönetim padişahı için hayli geniştir. Sultan 2.Abdülhamit, her ne kadar, 13 Şubat 1878 tarihinde meclisi kapatarak Kanȗn-ı Esasî’yi yürürlükten kaldırmışsa da, saltanatının sonuna kadar, 7. Maddede sayılan bu geniş yetkilerle devleti yönetmişti. Kanȗn-ı Esasî’nin yirmi dört maddesi üzerinde ilk değişiklik, 31 Mart askeri darbesinden/31 Mart Olayı’ndan yaklaşık dört ay sonra, 22 Ağustos 1909 tarihinde yapılmış ve değişiklik kanunu 5 Eylül 1909’da Takvîm-i Vekāyi’de neşredilmişti. Diğer maddelerin konu ile ilgisi olmadığından, sadece padişah ve saltanat hukukunu belirleyen 3, 7. ve 113. maddelerde yapılan değişikliğe bakmak gerekir.
Bu değişiklikte, 3. Maddeye “…Padişah tahta çıktığında, Meclis’te, Şer‘-i şerîfe ve Kanȗn-ı Esasî hükümlerine uyacağına, vatan ve millete sadakat edeceğine yemin eder” cümlesi ilave edilmiştir. 7. Maddede padişahın yetkileri, önemli ölçüde kısıtlanarak vekillerin tayin ve azli yetkisi sadrazam ve şeyhülislamla sınırlandırılmıştır.Bu değişikliğe göre padişah, sadece sadrazam ve şeyhülislamı tayin edecek veya görevden el çektirebilecektir.

ENVER PAŞANIN İNANILMAZ YÜKSELİŞİ
Mehmet Reşat devrinde devletin nasıl yönetildiğini, atamaların nasıl yapıldığını, rütbelerin nasıl alındığını, dağıtıldığını bazı örnekler üzerinden incelemek, dönemin anlaşılması bakımından önemlidir:
1.Dünya Savaşı’ndan bir yıl kadar önce Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili olan Enver Paşa,1881 doğumludur. 6 Haziran 1912’de yarbay,15 Aralık 1913 tarihinde albay, on dokuz gün sonra yani 3 Ocak 1914’te mirliva/tuğgeneral ve aynı zamanda, henüz 33 yaşında iken Harbiye Nâzırı ve Başkumandan Vekili olmuştur.
Askerî kariyerde izahı olmayan bu hızlı yükselişin önüne geçecek, engel olacak bir merci, bir makam da yoktur. Enver Bey’in bu ani ve hızlı yükselişinin arkasında darbeci bir yöntem vardır:
Yöntem,“ subaylar arasında bir hizbin, Enver Bey’i Harbiye Nezaretine getirmek üzere girişimi” gibi yumuşatılarak ifade edilir . Manastır’da Şemsi Paşa’yı vuran Atıf ve Babıali baskınında Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı katleden Yakup Cemil’in de bulunduğu dört kişilik bir grup, İttihat ve Terakki’nin nüfuzlu Dâhiliye Nazırı Talat Bey’in kapısına dayanır. Tehdit edici bir üslupla Enver Bey’in Harbiye Nazırı yapılmasını isterler:
“Biz kati karara vardık, Enver Bey Harbiye Nazırı olacaktır. Bunu size tebliğ ediyoruz, Sadrazama söyleyiniz. Enver Bey de bu talep ve arzudadır. Ordunun ıslahı, hükümetin kuvvetlenmesi için de başka çare yoktur.” Bu, talepten ziyade bir emirdir ve ülkenin Dâhiliye Nazırına, hem de İttihat ve Terakki’nin sivil liderine dikte ettirilmektedir.
Talat Bey, haklı olarak mevcut Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’dan memnun olduklarını, Enver’in Harbiye Nezaretine gelmesine daha vakit bulunduğunu ifade etmiştir ama bu itirazın bir anlamı yoktur. Zira Yakup Cemil’in“ muhakkak gelecektir, bizim kararımız katidir, sonra karışmam” tehdidi şaka gibi gelse de bu tehdit karşısında Talat Bey’in boyun eğmek zorunda kaldığı görülmektedir. Enver Bey de “ben artık orduyu idare etmek, kabinenize girmek, harbiye nazırı olmak istiyorum. Balkan Savaşı orduyu mahvetmiştir. Ordunun ıslahı, canlanması gerekir. Şimdiye kadar bir şey yapılmadı. Ben ve arkadaşlarımın kararı, memleket umumi efkârının arzusu üzerine Harbiye Nazırı olmak mecburiyetindeyim. Rica ederim, bu isteğimi gün geçirmeden tatbik ediniz” diye harbiye nazırı olma arzusunu Sadrazam Sait Halim Paşa’ya emir verircesine iletecektir.
Hâlbuki Enver Bey yarbay rütbesindedir ve henüz 33 yaşın içindedir. “Orduyu mahveden Balkan Savaşı”nda 10. Kolordu Kurmay Başkanı’dır. Savaşın kaybedilmesinde ve “ordunun mahvolmasında” kendisi de herkes kadar pay sahibidir. Sultan Reşat’ın, padişah olarak tahtında oturduğu devlet; bir yarbayın hükümet başkanını tehdit ettiği, çetecilerin Dâhiliye Nazırına posta koyduğu bir devlet olmuştur.
“Ahmet İzzet Paşa’dan memnuniyeti” ortadan kaldırmak ve Enver Bey’e yol açmak için plan hazırdır: “Balkan Savaşı orduyu mahvetmiştir. Ordunun canlanması ve ıslahı gerekir. Mademki Ahmet İzzet Paşa bunu gerçekleştiremiyor, bırakalım Enver Bey yapsın.
” Dâhiliye Nazırı Talat Bey, yanına Meclis Başkanı Halil Bey’i de alacak ve Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’yı evindeziyaret ederek “ya üst rütbeli subayları emekliye sevk et, subay kadrosunu gençleştir veya git” ikilemi ile karşı karşıya bırakacaktır. Üst rütbeli subayların emekliye sevk edilmesi ile boşalan kadrolara İttihatçı genç subaylar atanacaktır. Bunu bilen Harbiye Nazırı gitmeyi tercih edecektir;
zira tecrübeli subayların pek çoğu sınıf arkadaşıdır. Ayrıca gençleştirme adına tecrübeli su bayların tasfiyesi orduyu zaafa uğratacaktır. Güngörmüş ve tecrübeli Harbiye Nazırı istifa etmiştir. Ahmet İzzet Paşa’dan boşalan Harbiye Nazırlığına, tuğgeneral rütbesi ile Enver Paşa getirilecek ve aynı zamanda, o sırada Nafıa Nazırı Vekili olan Cemal Bey de iki rütbe yükseltilerek tuğgeneral yapılacak ve Bahriye Nazırlığına atanacaktır. İttihat ve Terakki’nin bu iki asker isminin hızlı yükselişleri ve zorbalıkla hükümetin dizginlerini ele almaları sonucu elde ettikleri nüfuz, 1.Dünya Savaşı boyunca pekişecek ve kendilerine servet kapılarını da açacaktır.

Liman von Sanders
OSMANLI ORDUSU ALMAN GENERALLERE TESLİM EDİLDİ
7 Ocak 1914’te 1. Kolordu Komutanlığına atanan Liman von Sanders, Enver Paşa’nın delaletiyle Genelkurmay’ın işlerini de üstlenmişti. İki paşa, kara ve deniz kuvvetlerini ellerine alınca, kendilerinden evvel Harbiye’den mezun olmuş iki yüze yakın; değerli-değersiz, genç ve ihtiyar demeden, general ve yüksek rütbeli subayı emekliye sevk etti.
Böylece ordunun gücü ile beraber, gerçek anlamda devlet yönetimi, Saray’a damat da olan Enver Paşa’nın eline geçecektir. Sultan Reşat Devrinde Rütbelerin Alınışı ve Atama Yöntemleri savaş sırasında Enver ve Cemal paşalar ferik/tümgeneral rütbesinde bulunmaktadırlar. Harbiye Nazırı cepheleri teftişe giderken Bahriye Nazırı Cemal Paşa’yı vekil bırakmış ve aynı zamanda onun rütbesinin birinci ferikliğe/korgeneralliğe terfiini talep etmiştir.
Cemal Paşa da vekâleti sırasında Enver Paşa’nın terfi yazısını yazmış; her iki talep yazısı aynı günde Babıali’den Saray’a gönderilmiştir. Sadrazam Talat Paşa, Mabeyn Başkâtibi Ali Fuad Bey’e “Enver Paşa’nın terfi yazısını bir müddet alıkoyun. Cemal Paşa, halk nazarında kendisini mahvetti, bari Enver mahvolmasın” diyecektir. Fakat Talat Paşa, bir gün sonra telefon edecek ve Enver Paşa’nın terfi yazısının da yürürlüğe konulmasını isteyecektir. Böylece her iki paşa da aynı günde, bir üst rütbeye, birinci ferikliğe/ korgeneralliğe terfi etmiş olacaktır .
Sultan 2. Abdülhamit sonrası Osmanlı Devleti’nin yönetim usulü budur. İttihat ve Terakki, devleti dilediği gibi idare etmektedir. Dilediğini nazır olarak atamakta, istediğini şeyhülislam yapmaktadır. Yaş, kıdem, tecrübe gibi değerlerin hiçbir kıymeti yoktur; diledikleri zaman birbirlerine rütbe dağıtmakta bir beis görülmemektedir. Mehmet Reşat, 1909’da ağabeyi 2. Abdülhamid’i tahttan indiren İttihatçıların, kendisini de bir gün indirebilecekleri korkusu içindedir  ve sadece formaliteden ibaret bir onay merciidir. Selefinin siyasi yeteneklerinden yoksundur. Padişah olarak bir tavsiyesi, atamalar için bir önerisi kabul görmemektedir. O’nun saltanatı; gücü, etkisi-yetkisi olmayan sembolik bir saltanattır.
Sona Doğru
Savaşın sonlarına doğru, 25 ve 28 Kasım 1917 tarihlerinde, Talat Paşa’nın sadrazamlığı üzerinden henüz bir yıl geçmemişken, Meclis’te İttihat ve Terakki Fırkası toplantı yapmıştır. Toplantının gündemi şikâyetlerdir. Üyeler, kendi iktidarlarından şikâyet etmektedirler. Şikâyetin konusu; askerlerin tahakkümü, ülkeye hâkim olan kanunsuzluk, devlet dairelerindeki yolsuzluklar, dairelerin birbirlerinin sorumluluk alanlarına tecavüzü, yönetim zafiyeti, zulüm ve haksızlıklardır.
Şikâyet konuları sadece bunlarla sınırlı değildir. Grup, devletin Dünya Savaşı’na sokulmasını da gündemine almıştır: Trablusgarp ve Balkan Savaşı’nın açmış olduğu yaralar henüz sarılamamışken ülke bir savaşın içine sürüklenmiştir. Savaş için bir mecburiyet yoktur, kimse bir saldırıda bulunmamıştır. Ama devlet, Almanya’nın, kısa sürede mutlak galibiyeti inancıyla, dünyanın en güçlü ülkelerine karşı savaşa sokulmuştur.
Savaşın getirdiği pahalılık ve yokluk halkın belini bükmektedir. Toplum sefalet ve açlık çekerken,savaş şartları içinde; karaborsacılık ve ihtilastan küstahça servet edinen bir zümre türemiştir. Savaşın son günlerinde 23 Temmuz 1908 tarihinden sonra kurulan hükümetler üzerinde nüfuz sahibi ama 23 Ocak 1912 tarihi itibariyle ülkenin mutlak hâkimi olan İttihat ve Terakki Fırkası, kendi hükümetinden şikâyet eder olmuştur.
Bir zamanlar “hürriyet ve meşrutiyet” için mücadele edenlerin ön safında bulunan Talat Bey’in, vezaret rütbesi ile sadrazam olduktan sonra “millet henüz meşruti idareye hazır değildir. Memleketin selameti ve milletin emniyeti için münevver bir istibdat idaresi zaruridir”  dediği bilinmektedir.
Talat Bey’in sadareti 4 Şubat 1917-8 Ekim 1918 tarihleri arasında yirmi ay kadar sürdüğüne göre kısa zamanda paşa, istibdadı arar olmuştur. Esasen İttihat ve Terakki yönetimi, meşruti idareye ve yürürlükte olan Kanun-ı Esasi’ye rağmen bir istibdat yönetimidir. Çünkü ülkeyi diledikleri gibi yönetmekte;istediklerine mevki ve rütbe vermekte, padişahın; kısıtlı da olsa yetkilerini kullandırtmamakta, Meclisi istedikleri gibi oluşturmaktadırlar.
Meşrutiyetin ilanından hemen sonra “resmi sansür” kaldırılmıştır ama muhalif gazeteciler; katledilerek, üzerinde baskı kurarak zımnî bir sansür uygulanmıştır.
Sultan Vahdettin’in veliahtlığı, savaşın ortalarında başlar. 1 Şubat 1916 tarihinde intihar ettiği söylenen Yusuf İzzettin Efendi’nin ölümüyle veliahtlık Şehzade Vahdettin’e geçer. İttihat ve Terakki, Şehzade Vahdettin’e karşı her zaman kuşku duymuştur. Kuşkunun sebebi, geleceğin taht sahibinin “bir ikinci Abdülhamit” olabileceğidir. Esasen aynı kuşku Veliaht Yusuf İzzettin Efendi için de duyulmaktadır. Bunun için saltanat veraset sisteminde bir değişikliğe gidilmek istendiği bilinmektedir. 1. Dünya Savaşı başladığı sırada; Sultan 5. Murat’ın oğlu Şehzade Selahattin Efendi’yi tahta çıkarmak için bir müdahale düşünülmüştür
Böylece Veliaht Yusuf İzzettin Efendi ve Şehzade Vahdettin’in padişah olmaları engellenecektir. Savaş şartları içinde herhalde buna cesaret edilememiştir. Veliaht Vahdettin Efendi, Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı Fransuva Joseph’in vefatı dolayısıyla cenaze merasimine katılmak ve yen i İmparator 1. Karl’ı tebrik etmek münasebetiyle, maiyetinde Sultan Reşat’ın üç yıl kadar baş mabeyinciliğini yapan Lütfi Bey (Simavi) olduğu halde 26Kasım 1916 tarihinde, özel bir trenle Viyana’ya hareket etmiştir.
Veliaht, yeni İmparator ve İmparatoriçe ve diğer devlet temsilcileri ile sohbette “güzel cümlelerle” konuşur. Lütfi Bey tercümanlık yapar. Görüştüğü ve sohbet ettiği kişiler arasında İsveç Veliahdı, İspanya Prensi ve İmparatoriçenin saray bakanı hanım da bulunmaktadır. Vahdettin, Viyana ve Budapeşte’de, hastanede yaralı Osmanlı askerlerine ziyarette bulunur, hediyeler verir. İstanbul’a dönüldükten sonra Lütfi Bey, Viyana seyahati hakkında Sadarete bir rapor takdim eder. Raporunda Lütfi Bey Veliaht Vahdettin’in; “devlet ve milletin, şan, şeref ve haysiyetini üst düzeyde temsil ettiğini” ifade edecektir. Raporunu Sadrazam Sait Halim Paşa’ya sunmadan önce Dâhiliye Nazırı Talat Bey’e göstermiş ve nazır raporu okuduktan sonra;
“size bütün memleketin emniyet ve itimadı vardır. Bu satırları sizden başkası yazsaydı inanmazdım. Demek ki Vahdettin tahmin ettiğimiz gibi değilmiş” diyecektir.

Sultan Abdülhamid’in ölümünden dört ay, yirmi bir gün sonra Sultan Reşat 3 Temmuz 1918’de vefat etti. Vahdettin, 6. Mehmet unvanıyla Osmanlı tahtına çıktı. Aslında çöken/çökertilen Osmanlı tahtı demek daha doğrudur. Bu itibarla Vahdettin’in saltanatı, gerçek anlamda bir saltanat değildir.
Sultan Abdülhamid’in ölümünden dört ay, yirmi bir gün sonra Sultan Reşat 3 Temmuz 1918’de vefat etti. Vahdettin, 6. Mehmet unvanıyla Osmanlı tahtına çıktı. Aslında çöken/çökertilen Osmanlı tahtı demek daha doğrudur. Bu itibarla Vahdettin’in saltanatı, gerçek anlamda bir saltanat değildir. Tahta çıktığında artık devlet mağlup olmuştur; Osmanlı tahtı, mağlup bir devletin tahtıdır, dayanacağı bir güç yoktur. Savaşın galipleri ile oturulacak masada dayatılacak şartlar çerçevesinde bir mütareke/anlaşma imzalamanın ötesinde mağlupların bir şansı da yoktur. Nitekim böyle oldu; 30 Ekim 1918’de Mondros’ta bir mütareke imzalandı; galipler, bu mütareke şartlarıyla Osmanlı topraklarını paylaşıma açtı.
Mondros Mütarekesi kolay imzalanmadı; müzakereler esnasında iş, “ya imzalayın, ya gidin” raddesine geldi. Savaşın galipleri şartları belirlemiş; Osmanlı heyeti bu baskı ortamında, belirlenen şartlar çerçevesinde masaya oturmuş ve mütarekeyi imzalamıştır. Devletin artık tükendiği bir tarihte, 1918 Temmuzu başında tahta çıkan Sultan Vahdettin, halkın İttihat ve Terakki kadrosuna olan öfkesinin farkındadır.
Aynı zamanda bu öfke, yeni padişahtan bazı beklentileri de beraberinde getirmiştir. Zira İttihat ve Terakki’nin halk nazarında itibarı kalmamıştır. Bir zamanlar, mensubu olmak için herkesin yarıştığı bu iktidar fırkasının kamuoyunda hiçbir karşılığı kalmadığı gibi, İttihatçılık töhmeti artık ciddi bir suç gibi görülmektedir.
Sultan Vahdettin, böyle bir ortamda, savaşın artık sona erdiği, mukadder mağlubiyetin, pahalı bir mağlubiyetin sonunda çökertilen tahtı devralmıştır. Halkın yeni padişahtan büyük beklentileri vardır.Sultan Abdülmecit’in bu yedinci evladı, Sultan 2. Abdülhamit’in küçük kardeşi ve kardeşleri arasında en takdir ettiği Vahdettin’in halk arasında, hakkında yaygın olan bir kanaat oluşmuştur. Yaygın kanaate göre Vahdettin, şehzadeliğinden beri İttihat ve Terakki’ye karşı “sönmez bir kin” beslemektedir.
Sultan Reşat’tan farklı bir yapıya ve mizaca sahiptir. Uyanık ve meselelere çabuk intikal eden, vukuf sahibi, aklı başında biridir.  Kendisi de devlete ve memlekete bir hizmette bulunmak ümidindedir. O’na göre saltanat bir “bâr-ıazîmdir/büyük bir yüktür.” Çengelköyü’nde rahat rahat otururken bu ağır yükü ülkeye ve millete hizmet için yüklenmiştir.
Vahdettin’in tahta çıkışı İttihat ve Terakki mensuplarını rahatsız etmiştir. İttihatçılara karşı olduğu bilinmektedir. Bu bakımdan kendisinden hazedilmemektedir: Mehmet Reşat, yönetimi tamamen Babıali’ye bıraktığı için makbuldür. Ama Vahdettin bir “iblistir”, Sultan Mehmet Reşat gibi teslim olmayacağı açıktır; öteden beri İttihatçılar bunun farkındadır.
Tahta çıktığı ilk günlerde, cesaretli tavırlarıyla, dokuz yıl gibi uzun bir süreden beri, padişahın varlığı ile yokluğunu hissedemeyen halka bir ümit olmuştur. Bu ümit, cesaretli tavırlarıyla pekişmiştir. Her işi sadrazamla müzakere eden, işleri yakından takip eden bir padişahtır.
Sultan Vahdettin cesurca davrandı; 31 Ağustos’ta kılıç kuşanma merasiminde, teamüllere göre padişahın kılıcını, şeyhülislam veya nakibül eşrafın kuşatması gerekiyordu. Selefi Mehmet Reşat’ın kılıcını, o sırada Mevlevî Postnişini Abdülhalim Çelebi kuşatmıştı. Vahdettin, kılıç kuşatma görevini ifa etmek isteyen Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi’ye yaptırmadı. Yukarıda zikredildiği üzere, Mehmet Reşat’ın muhalefetine rağmen Musa Kâzım Efendi, İttihat ve Terakki’nin ısrarıyla şeyhülislamlığa getirilmişti.
Nakibül eşrafın kuşatmasına da, “o bizzat şeriflerden değildir” diye itiraz etmişti. Mevlana Dergâhı Şeyhi Abdülhalim Çelebi ise “sen ecdadımın taktığı kılıcı taşımaya layık değilsin” diye, tahttan indirildiği sırada, Abdülhamid’e telgraf çekmişti. Başmabeyinci Lütfi Bey, telgrafın neşredildiği gazete nüshasını gösterince yeni padişah, Çelebi’nin tahakkümü altında kalmamak için ona da asla rıza göstermedi. Bu görevi, o sırada İstanbul’da bulunan Şeyh Ahmed Sünȗsî’ye kuşattı. Şeyh Sünȗsî, memleketi Trablusgarb’ı İtalyan işgaline karşı cesurca savunması ile şöhret bulmuştu.
Eyüp’te, dönüş için arabalara binilirken Sadrazam Talat Paşa, Boğaz’dan düşman uçaklarının geçmiş olduğuna dair telgrafla haber verildiğini bildirince yeni padişah, telaş eseri göstermeden; “onlar medeni adamlardır, böyle dini merasim esnasında taarruz etmezler” diyecektir.

Tahta çıktığında, Talat Paşa kabinesini işbaşında bırakmış olmakla beraber, saltanatının ikinci ayının başında, 8 Ağustos 1918’de, Harbiye Nazırı Enver Paşa’yı başkomutanlık vekȃletinden azletti. Harbiye Nazırı Enver Paşa, 8 Ekim’e kadar sadece genelkurmay başkanı unvanını taşıyacaktır
Zira yeni padişah, İttihat ve Terakki iktidarının, ülkeyi kısa zamanda nasıl tükettiğini yakinen görmüş, yaşamıştır.Birinci derecede sorumlu olarak Enver Paşa’yı gördüğü muhakkaktır.
Savaş ülkeyi bir yangın yerine çevirmiştir, bu yangını söndürmenin arayışı içindedir.8 Haziran 1919’da, Ramazan ayı içinde, sabaha karşı elektriğin sebep olduğu, Yıldız Sarayı’nda çıkan yangında bütün eşyaları yanmış,Vahdettin canını zor kurtarmıştır.
Başkenti işgal edilmiş bir ülkede saray yangınının önemi yoktur. Teselli verenlere Padişah: “Bu yangından meydana gelen zarar ve üzüntü, birkaç aydan beri ülkenin içinde bulunduğu felaket ve kedere oranla bir hiçtir.
Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı öncesinde 8 orduya sahiptir. İnsan gücü olarak iki milyona yakın bir asker mevcudu vardır. Galiçya’dan Irak’a; Filistin’den Kafkasya’ya; Çanakkale’den Bakü’ye kadar pek çok cephede,yokluklar içinde de olsa elde ettiği parlak zaferlere rağmen bu devasa insan gücü erimiştir.
Kurtuluş Savaşı kadrosunun; sivil, asker, tamamı 1. Dünya Savaşı’nı yaşamış bir kadro idi. Bu kadro, Osmanlı Devleti’ni savaşa sürükleyen dar çevre ile doğrudan doğruya ilgisi olmamakla beraber, savaşın mağlubiyetle sonuçlanması kaderini paylaşan bir kadrodur. Elbette bu kadro içinde,savaş boyunca; Irak’ta, Çanakkale’de, Kafkas ve Sina cephelerinde yönettiği muharebelerden zaferle çıkan komutanlar mevcuttu. Ancak bu zaferlerin hiç  biri neticeyi değiştiremedi. 4 Temmuz 1918’de Vahdettin tahta çıktığında, savaşın sonucu artık belli olmuştu.
Osmanlı Devleti’nin mağlubiyeti, tahta çıkışının dördüncü ayında, Mondros Mütarekesi ile tescil edilmiştir. Sadrazam Talat Paşa, iktidarlarının sona erdiğinin farkındadır ve her an istifaya hazırdır. Ancak iktidarları boyunca, kendilerine karşı ülkede oluşan bir muhalefet ve kin vardır. İktidarı bıraktıklarında, muhalefetin intikam hırsıyla davranacağından endişe duymaktadır. Bu endişe içinde Sadrazam, Padişah Vahdettin’in daveti üzerine Yıldız Sarayı’na gitmiştir. “İstifaya hazır olduğunu, ancak kurulacak hükümetin ılımlı kişilerden oluşan bir intikal hükümeti olmasını beklediğini” ifade etmiştir.
Hükümetin, ordu tarafından sevilen ve sayılan Müşir Ahmet İzzet Paşa’nın başkanlığında kurulması talebinde bulunmuş ve güvendiği üç arkadaşının; Rauf (Orbay), Fethi (Okyar) ve Cavid beylerin kabinede yer almasını istemiştir. Padişah, Cavid ismine itiraz etmiş fakat maliyenin sıkıntı içinde bulunması nedeniyle bu isme de onay vermiştir.

SONUÇ
Osmanlı Devleti’nin çöküşünde, Mondros sürecine girişinde hanedan mensuplarının, bilhassa Sultan Mehmet Reşat’ın kabahati, sadece taht sırasının verdiği bir mecburiyetle, kısıtlı yetkilerini dahi kullanamayan bir padişah olmasıdır. Fiilen devleti mutlak bir hâkimiyetle yöneten İttihat ve Terakki Fırkası, Mehmet Reşat’a, bu kısıtlı yetkilerini kullandırtmamıştır.
2.Abdülhamit yönetiminden sonra iktidarı ele geçirenler, diledikleri gibi ülkeyi yönetmişlerdir. Dilediklerine rütbe ve makam vermişlerdir. İstedikleri kararları almışlardır. Ahmet İzzet Paşa’nın bir değerlendirmesi vardır;
“…. Padişahlara en büyük kötülük düşmandan değil, sarayın etrafını saran ve bütün gün sadakatten dem vurarak başına çorap örmeye çalışan sütü bozuk ayak takımlarından gelir”. Onun için devlet adamları ve saltanat yakınlarının, günün ve tarihin şartlarını bilen, padişahla millet menfaatlerinin aynı şey olduğunu anlayan, bu bilgi ve kültürle geleceği bugünden sezen ve önlemlerini buna göre alan, iş yapma iktidarı yanında övünülecek bir geçmişe sahip olan milletin ileri gelen lerinden olması gerekir. Aksi halde;
‘İnhitâtü’d-düvel bi-irtifâ‘i’l-esfel” sırrıortaya çıkar.” Yani, sefil-bayağı ve tek marifetleri, sadece “sadakatten dem vuran” insanların devlet kademelerinde yükselişi/yüksek mertebelere çıkışı devletlerin çöküşüne sebep olur.
İttihatçılar, devleti yönetmeye talip oldular, ancak başarabileceklerinde n emin değillerdi, hiçbir zaman da emin olamadılar. 1912 Temmuzu ortalarında, Sadrazam Said Paşa’nın istifası üzerine Talat Bey’in; “buhran buhranı takip ediyor, önüne geçemiyoruz. Acaba biz mi memleketi idare edemiyoruz? Başkaları gelsin, onlar da memleketin evlâdı değil mi? Belki bizden daha iyi idare ederler, biz de kendilerine muzâhir/yardımcı oluruz” dediği bilinir
İkinci Meşrutiyetin üzerinden henüz dört yılın geçmiş olduğu bir zamanda, ittihatçıliderin bu ruh hali, tam bir çaresizliği, bezginliği ifade eder. Balkan mağlubiyeti, Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti Edirne’nin Bulgarlar tarafından işgali bahanesiyle; İttihat ve Terakki’nin fedai grubu; Yakup Cemil, Mümta, Mustafa Necip, Ömer Naci ve Enver beylerin öncülüğünde 23 Ocak 1913’te gerçekleştirdikleri hükümet darbesiyle Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili Nazım Paşa’yı katlederek hükümete el koydular.
Hareket Ordusu Komutanlığı ile şöhret bulmuş Mahmut Şevket Paşa, mareşallik rütbesiyle, harbiye nazırlığı da uhdesinde olmak üzere sadrazam oldu.Mahmut Şevket Paşa’nın sadaretiyle İstanbul Muhafızlığı görevine atanan Cemal Paşa hatıralarında bu güvensizliği açıkça ifade etmektedir;
“…biz devlet yönetimini aciz ve beceriksiz idareciler elinden kurtarabilmek için k anuni bir çare bulamayıp bir hükümet darbesi yapmışız. Bunun sonucu olarakda harbiye nazırı ve özellikle ordunun başkomutanı bir zatın ölümüne sebep olmuşuz. Bütün teşebbüs ve fedakârlıklardan sonra ülkeyi kurtarıp kurtaramayacağımız ise meçhul!…”
Bu sözler, Nazım Paşa’nın cenaze merasimi sırasında, Ocak 1913’te sarf edilmiştir. Cemal Paşa’nın bu sezgisi güçlü bir sezgidir. Bırakınız ülkeyi kurtarmayı, dört yıl içinde devleti çökertmişlerdir.
Talat Bey ve arkadaşları, Selanik’te mason locası üyesidirler. Çünkü burası, zabıtanın kontrolünden azade yabancı bir müessesedir. Dolayısıyla gizli toplantılar için emin bir yerdir. İttihatçıların, kendi ifadelerine göre aralarında;
“yüksek bir bağ vardır. O bağ vatan ve hürriyet aşkıdır. Hepsi vatan ve hürriyet mihrabı önünde secdeye varmış müminlerdir.” Ne yazık ki, sadece vatan ve hürriyet aşkı Osmanlı Devleti’ni kurtaramamıştır. Sultan Vahdettin’in, yurt dışına kaçışından iki buçuk ay sonra Talat Paşa hakkında bir değerlendirmesi vardır. Bu değerlendirmeyi, tahta çıkışının üzerinde henüz bir yıl geçmeden kurulan ikinci Tevfik Paşa hükümeti  üzerine yapmıştır:
“Bu memleketi iki kişi idare edebilir. Biri Sultan Hamit, diğeri Talat Paşa’dır. Talat Paşa o muhitte(İttihat ve Terakki içinde) kirlenmese idi memleketi beraber kurtarabilirdik.”
Bu değerlendirmede; Sultan Abdülhamit’in siyasi yeteneğini takdir ile beraber, İttihatçı liderler içinde Talat Paşa’yı da beğendiği anlaşılmaktadır.Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından iki hafta sonra, Amiral Caltrophe komutasında İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan savaş gemilerinden oluşan 60 parçalık bir donanma 12 Kasım 1918’de Çanakkale’ye giriş yapmış ve bir gün sonra da İstanbul demir atmıştır. Düşman gemileri, sıra halinde Dolmabahçe Sarayı önünde dizilmiştir. Artık devletin başkenti işgal altındadır;
14 Kasımda, işgal askerleri karaya çıkmıştır.Fransız Başkomutanı Franchet d’Esperey; Rum, Ermeni ve Musevi ayak takımlarının alkışları arasında, dizginsiz bir beyaz at üstünde eski Roma fatihlerini taklit ederek alay ile Beyoğlu Caddesinden geçip Fransa Büyükelçiliğine inmiş, ülkenin en mühim noktaları işgal edilmiş, sadece İstanbul’un işgaliyle kalınmamış, işgalciler; gözüne kestirdikleri evleri, köşkleri ve yalıları da, sahiplerini kapı dışarı ederek işgal etmişler, okul ve hastane binalarına yerleşmişlerdir.
Kömür yokluğundan trenler, vapurlar, tramvay ve tünel tatil edilmiştir.Mehmet Vahdettin’in devraldığı taht çöken bir taht, devraldığı İstanbul işgal edilen bir başkenttir. Vahdettin, çöken/çökertilen bir tahtın, tüketilen bir devletin vârisidir.’

https://www.academia.edu/41611326/Çöken_Bir_Tahtın_Varisi_Olmak_Sultan_Vahdettin_ve_Osmanlı_Devletinin_Sonu?email_work_card=reading-history
YAZIYA KATKI
Naci Kaptan
Sultan Vahdettin’in padişahlık sürecini  anlatan yukarıdaki yazıdan özet çıkardığım bu çalışmaya bir not eklemek isterim. Bir Osmanlı subayı olan Mustafa Kemal padişah Vahdettin’in yapamadığını yapmış ve Mondros antlaşması ile teslim olan, Osmanlı’nın  küllerinden hem cephelerde, hem de hem de Lozan’da masada Yeni bir Devlet/Millet ve kulluktan, birey olmaya geçen bir halk yaratmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün kendi el yazısıyla kaleme aldığı ve Yapı Kredi Bankası arşivlerinden Yücel Demirel’in hazırladığı “Atatürk/Belgeler, El yazısıyla Notlar, Yazışmalar” adlı kitapta; Atatürk’ün notlarında, Osmanlı Padişahı Vahdettin, “Türkiye halkının hayatını, namusunu, onurunu yok eden kişi” olarak tanımlanmıştır.
This entry was posted in Uncategorized. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *