Türbe sanıp yıllarca öptüler: Bakın ne çıktı
Bağlantılı yazı ; https://nacikaptan.com/?p=62049
TEBESSÜM * SÜTYEN BABA TÜRBESİ ve SİDİKLİ BABA YATIRI
Muğla Marmaris’te türbe sanılan mekanın aslında bir anıt mezar olduğu anlaşıldı. M.Ö. 3’üncü yüzyılda yaşadığı açıklanan Diagoras isimli bir gladyatöre ait mezar, Türkiye’deki tek piramit mezar olma özelliğini taşıyor.
Muğla’nın Marmaris ilçesindeki Turgut Mahallesi sakinleri ve civarda yaşayanlar, yıllarca kapısına gelip dua etti, duvarlarını öptü. İnsanlar mezarı Çağbaba olarak biliyordu. Dilek dilemeye gelenler, şifa arayanlar sık sık ziyaret ediyordu. Ancak gerçek bambaşkaydı.
Türbe olduğu sanılan yapıda arkeolojik çalışmalar yapıldı ve Antik Karia uygarlığında yaşayan gladyatör (dövüşçü/savaşçı) Diagoras’a ait bir mezar olduğu belirlendi. Mezar hakkındaki bir diğer önemli özellik ise, 2 bin 300 yıllık ve 6 metre yüksekliğindeki bu anıt mezar, dünyanın yedi harikasından biri olan Mousoleum’a benzerliğiyle dikkat çekiyor ve Türkiye’de ayakta kalan tek piramit mezar olma özelliğini taşıyor.[1]
Mine Söğüt / minesogut@gmail.com
‘Bu mezarda mübarek bir gladyatör yatmakta’
Marmaris’te bir türbe. İnsanlar yıllarca o türbede Çağ Baba diye bir ermişin yattığına inandılar. Türbeye çaputlar bağladılar, el açıp dualar okudular. Dilekler dilediler Çağ Baba’dan. Çocukları olsun istediler. Evlenmek istediler. Sağlık istediler. Para istediler. Başarı istediler. İstediler de istediler.
Herhalde bazılarının dilekleri gerçekleşti ki, yılmadılar, yıllar yıllar boyu o mezarın yolunu tuttular, Çağ Baba’dan medet umdular. Sonra bir gün gerçek anlaşıldı. Müslüman bir ermişin yattığını sandıkları o mezarda aslen Karyalı bir gladyatör yatıyordu. Hem de üç bin yıldır. Dövüşçü Diagoras, bundan üç bin yıl önce Karya döneminde bu topraklarda yaşamış ve ölmüştü ve o üçgen çatılı mezara gömülmüştü. Onun yaşadığı çağlarda değil Müslümanlık, henüz daha tektanrılı herhangi bir din bile yoktu; dolayısıyla nicedir ona okunan Fatihalar boştu.
Mitolojik Tanrıların devrinde yaşayan ve ölen ama mezarı 2000’li yıllara dualarla, okumalar üflemelerle gelen bir dövüşçünün, yattığı yerde her şeyi bir kenara bırakıp yöre halkının dileklerini kabule başlayan ve onların derdine derman olan bir dervişe dönüşme olasılığına hiç pirim vermezsek…
Bu misal insanlık tarihine, hadi olmadı bu ülke tarihine önemli bir ders olarak geçmelidir.Bu misalden yola çıkarak… Solcu zannettiğimiz insanların neden sağcı gibi davrandığını… Laik zannettiğimiz insanların ortalarda neden muhafazakâr muhafazakâr dolandığını… Dindar zannettiğimiz insanların icraatlarıyla değme dinsizlere neden taş çıkartığını… Ahlaklı zannettiğimiz insanların neden en büyük ahlaksızlıklara imza attığını… Ülkeyi kurtaracağını zannettiğimiz insanların neden ülkeyi batırmaya çalıştığını şıp diye anlayabiliriz.
Sorunun, onlarda değil de bizde olduğunu fark etmemiz için önce inandıklarımızla bildiklerimiz arasında çok ciddi bir fark hatta tezat olabileceği gerçeğini kabul etmemiz gerekir. Biz de kulaktan dolma bilgilerle, canımız öyle istiyor diye, içimizden öyle geliyor diye, niyetimiz yeter diye diye, gerçek bilgilere ulaşma zahmetine girmeden;
Hatta belki gerçeği gördüğümüz, bildiğimiz halde gerçek bize yetmediğinden, gerçek bizi kesmediğinden, gerçek bizi mutlu etmediğinden… İnandığımız şeylerle inandığımız kadar yetiniyoruz ve gidip olmadık insanlardan olmadık medetler umuyoruz.
Bu ülkenin siyasi tarihine ve toplumsal yanılgılarına arkeolojik bir kazı yapılsa… Muhtemelen, yıllardır mezara çaput bağlayıp dualar eden ve eski bir mezarda yatan bir ermişin olağanüstü güçlerinden medet uman inançlı kalabalıkların hayallerini ve umutlarını boşa çıkaran o acımasız bilimsel gerçeklik bizim de yüzümüze bir tokat gibi çarpacak. O kazı, bize inandığımız şeylerle bildiğimiz şeyler arasındaki farkı şıp diye işaret edecek. Ve bu farkı görmediğimiz için başımıza gelenleri bir bir önümüze serecek.
İnsan, inancın büyüsüne tav olduğu zaman, sadece eski mezarlar, ermişler ve dervişler deryasında yolunu kaybetmez. İnancı baz aldığı politik görüşlerinde, sosyal taleplerinde, devletle ilişkisinde, toplumsal değerlerinde ve ahlaki ölçülerinde de başına aynı şeyler gelir.
Devlete bağladığı çaputlarla, siyasilere ettiği dualarla, topluma olan inançlarıyla pusulasını tarihin sisli bir noktasında çoktan kaybetmiş ve bunu fark etmemiş olabilir. O yüzden fırsat bu fırsat, şu taze türbe hikâyesinden bir ders alalım, devletten aileye, mahremiyetten mülkiyete, kutsallaştırdığımız her değere kuşkuyla bakalım.
Ki bin yıllar sonra gelecek nesillere daha da madara olmayalım. [2]