KIBRIS ; JOHNSON’UN İNÖNÜ’YE
MEKTUBU VE TRUMP’IN TWİTLERİ
KIBRIS ÇIKARMASININ 45. YILINDA KIBRIS ŞEHİTLERİNE RAHMET DİLERİM. KIBRIS GAZİLERİMİZİ ŞÜKRANLA, SAYGIYLA SELAMLARIM. KIBRIS ÇIKARMASININ MİMARLARI ECEVİT’İ , ERBAKAN’I, GEN.KUR.BAŞKANI SEMİH SANCAR’I VE HAREKATIN BAŞARILMASINA EMEĞİ GEÇMİŞ KOMUTANLARI, HER RÜTBEDEN ASKERİMİZİ VE KIBRIS’IN BAĞIMSIZLIĞI İÇİN DÜNYA POLİTİKA ALANINDA SAVAŞ VERMİŞ OLAN DEĞERLİ DEVLET ADAMI RAUF DENKTAŞ’I SAYGIYLA ANARIM.
Naci Kaptan / 20.07.2019
KIBRIS HARBİNDE SİYASETÇİLERİN TUTUMU
VE DONANMANIN SAVAŞ KABİLİYETİ
BÖLÜM I
Kıbrıs Harekatı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin emperyalist güçlü devletlerin muhalefetine karşı, gücünü ve rüştünü ispat ettiği onurlu ve yapılması gereken, gücünü uluslararası antlaşmadan alan çok başarılı bir çıkarma harekatıdır. Yunan ve Rum ordularıyla yapılan bir savaştır. Kıbrıs çıkarması zor şartlar altında ve malzeme eksikli bir dönemde yapılmıştır. TSK’nın BİR ADAYA yapmış olduğu çok başarılı ve amacına erişen ilk çıkarma harekat ve savaşıdır..
Cumhuriyetimizin yakın tarihindeki unutulmaz olaylardan birisidir. Türk milletini eşi benzeri olmayan bir biçimde kenetleyen, başarılı bir zaferdir. Buradaki amacımız da, ardından 45 yıl geçmiş olan bu zaferi yeniden anmak ve o gün yaşananları hatırlayabilmektir. Kıbrıs çıkartmasının başarısını ve Ecevit-Erbakan hükümetin dış baskılara rağmen kararlı ve milli duruşunu daha iyi anlamak için günümüzde olan iki gayrimilli olayı anımsatmak isterim;
1* Yunanistan Ege’de 18 adamızı ve birçok kayalığımızı fiilen işgal etmiş ve asker yığarak silahlandırmıştır. AKP iktidarı ve Gen.Kur.Başkanlığı bu konuda sessiz kalarak işgale onay vermişlerdir.
2* 2015 yılında Suriye sınırından 37 kilometre uzaklıktaki Münbiç ilçesinin Karakozak köyünde bulunan Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu’nun bulunduğu toprağın Türkiye’ye ait olmasına rağmen AKP hükümeti tarafından ,Süleyman Şah Türbesinin ve karakolun terk edilerek Türkiye’ye taşınması ve toprağımızın düşmana terk edilmesi olayıdır.
ABD İSTİHBARAT KURUMU JUSMATT
Türkiye Kıbrıs harekatını Amerikan istihbarat ve yardım denetleme kurulu olan JUSMATT’a rağmen başarıyla yapmıştır. Bu nedenle bu kurumu mercek altına almak yararlıdır.
Türkiye 1952 yılında NATO’ya girdi. Bir yıl sonra Seferberlik Tetkik Kurulu kuruldu. Finansmanı, teçhizatı ABD’den geldi. Binası Amerikan Askeri Yardım Heyeti (JUSMATT)’ın içindeydi. Gladyo ( Seferberlik Tetkik Kurulu)ABD’nin sözde askeri yardım heyeti adıyla bir istihbarat CIA kuruluşu olan JUSMATT ile yanyana çalışıyorlardı. ABD’nin bu kuruluşu birçok yerde Türk askeri birliklerinin içinde kendilerine yer bulmuştu.Donanmada ise Gölcük’te askeri tesislerin içinde ofisi vardı.
Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK), 1992’de kurulmuş yeni bir kurum değildir. Bu kurumun ilk ismi Seferberlik Tetkik Kurulu’dur. Seferberlik Tetkik Kurulu, 1948 yılının başlarında Kontrgerilla eğitimi için ABD’ye gönderilen 16 subay tarafından kurulmuştur. ABD’de eğitimlerini tamamlayan bu subayların bir kısmı Kore Savaşı’nda (25 Haziran 1950-27 Temmuz 1953), bir kısmı da ülke içinde kontrgerilla eğitimi verilmek üzere görevlendirilmiştir.
ABD o yıllarda, NATO üyesi ülkelerde ve NATO üyesi olmayan Avusturya, İsveç ve Norveç gibi ülkelerde görünüşte Sovyetler Birliği’ne karşı, NATO dışında farklı illegal bir örgütlenme faaliyetlerine girişmişti. Bu faaliyetlerin sonucunda her ülkede değişik isimle anılan ve bugün dünyanın başına bela kesilen –yaygın olarak bilinen ismiyle- Gladyo örgütünü kurdurmuştur. Türkiye’de de bu örgüt, Kore Savaşı’nda denenmiş subayların arasında bulunan Tümgeneral Daniş Karabelen tarafından CIA’nin paravan kuruluşu JUSMATT (Joint United States Military for Aid to Turkey)’ın da yardımıyla, 27 Eylül 1952’de kurulmuştur. Özetle Marshall ile başlayan bağımlılıkla Amerika damarlarımızdan sızmış, birçok bilgi henüz Ankara’ya gitmeden öğreniyorlardı.
Türkiye’de uzun yıllardır ‘sivil’ görünümlü bir örgüt olarak faaliyet gösteren ve Türkiye’nin yakın tarihindeki karanlık ilişkilerinde izlerine rastlanan JUSMATT, aslında CIA’nin geri kalmış ülkelerdeki paravan kuruluşudur. Bu kurum yani (STK), “JUSMATT”la ABD tarafından Türkiye’ye uygulanan ambargo tarihi olan 1975 yılına kadar aynı binada yıllar boyu birlikte faaliyet göstermiştir. ABD ve yerli işbirlikçilerinin menfaatlerini korumak için CIA’nin kontrolünde paravan bir kurum olan bu kuruluş, aynı zamanda, ‘ABD’nin Türkiye’ye yaptığı askeri yardımı de koordine eden askeri kurulun adıdır.
BAĞIMSIZLIK DERSİ
ABD’ye bağımlı dış politikamıza ilişkin en somut örneklerden biri, hiç kuşkusuz, 5 Haziran 1964 tarihli Johnson Mektubu’dur. Bugün bu tarihin yıldönümü olması nedeniyle, bu mektubun içeriğini bir kez daha anımsamamızda yarar görmekteyim.
1950-1960 yıllarında uygulanan ABD’ye bağımlı dış politikamız, büyük ölçüde 1960’lı yıllarda da sürdürülmüştü. ABD’ye bağımlı Türk dış politikasının en somut örneği, ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’un, Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği 5 Haziran 1964 tarihli mektuptur. 1963 yılı Aralık ayında Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Türk nüfusa karşı, Rumlarca gerçekleştirilen katliam ertesinde Türkiye’nin Ada’ya müdahale kararı üzerine, ABD Başkanı tarafından bu mektup kaleme alınmıştı.
13 Mart 1964’te Türk Hükümeti, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’u, Kıbrıslı Türklere karşı saldırı hareketlerinin sürdürülmesi durumunda, Ada’daki Türklerin haklarını ve güvenliğini sağlamak amacıyla müdahale edeceği hususunda uyarmıştı. 2 Haziran 1964’te Milli Güvenlik Kurulu, Kıbrıs’a askeri müdahale kararı aldı. 4 Haziran 1964’te Başbakan İnönü, ABD Büyükelçisi Raymond Hare’e, Türk Hükümeti’nin Ada’nın bir kısmını işgal etmeyi ve orada durmayı düşündüğünü, Yunanlıların da Ada’nın diğer kısmını işgal edebileceklerini ve BM Barış Gücü’nün iki taraf arasında konuşlandırılabileceğini bildirdi.
TÜRKİYE’Yİ SARSAN MEKTUP
Bunun üzerine ABD Başkanı Johnson, Başbakan İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964’te bir mektup göndererek, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı olası bir harekâtta, ABD tarafından sağlanmış olan hiçbir askerî silahı kullanmasını onaylamayacağını belirtmekteydi. (Türkiye, İkinci Dünya Savaşı ertesinde ABD’den askeri ve ekonomik yardım almaya başlamıştı.) ABD, Türkiye’nin, kendisine danışmadan Kıbrıs’a müdahale kararı almamasından yana tavrını açıkça ortaya koymuştu.
Johnson’un mektubu Türkiye’de büyük bir öfke uyandırmış; mektubu Türk yetkililer, ABD’nin, Türkiye’yi belli bir davranışta bulunmaya zorlayan ve böylelikle, Türkiye’nin egemenliğine açık müdahalesini oluşturan bir ültimatom olarak değerlendirmişti.
Peki, Türk Hükümeti niçin Johnson Mektubu’na uyma yolunu seçmişti? Hükümet, Johnson’un önerilerine uymadığı takdirde, ABD askeri yardımının askıya alınabileceğinden kuşkulanmaktaydı. Başbakan İsmet İnönü, 13 Haziran 1964’te Başkan Johnson’a gönderdiği cevabî mektubunda; Türk Hükümeti’nin, ABD’nin isteği üzerine, Kıbrıs’a tek yanlı müdahale etme hakkını kullanmayı ertelediğini belirtmişti.
ÇOK YÖNLÜ DIŞ POLİTİKA
Johnson Mektubu, Türkiye’nin o tarihe değin izlemiş olduğu ABD’ye bağımlı tek-yanlı dış politikasında bir dönüm noktası oluşturmuş ve 1960’ların ortalarından itibaren Türkiye, çok-yanlı bir dış politika izlemeye başlamıştı. Bu mektup, Türkiye’nin, gerek Sovyet Bloku, gerek komşuları ve gerekse Üçüncü Dünya devletleriyle yakınlaşma politikasına olanak sağlamıştı.
Türkiye, 1965 yılından itibaren, ABD ile ilişkilerinde öncelikle ulusal çıkarlarını gözetmeye ağırlık verecek; ABD ve NATO ile ilişkilerini ulusal çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeye çalışacak; Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist devletlerle daha dostça ilişkiler geliştirecek; o zamana değin uzak durduğu Arap devletleriyle ilişkilerini daha sıcak bir zemine oturtacak ve Bağlantısız devletlerle ilişkilerini geliştirecekti. Böylece Türkiye, artık “Batı’nın uydusu” olma konumundan kendini kurtarmaya çalışacaktı. Ülkemiz eğer uluslararası toplumda tam bağımsız bir devlet olarak itibar görmek istiyorsa, öncelikle dış politikasında ABD’ye bağımlılıktan kendisini kurtarmalı ve Atatürk döneminde olduğu gibi, ulusal çıkarlarına öncelik vererek, bir dış politika çizgisi belirlemeli ve uygulamalıdır.[5.6.2017- Doç. Dr. HÜNER TUNCER]
JOHNSON MEKTUBUNUN SONUÇLARI
Johnson Mektubu, Türkiye’nin o tarihe değin izlemiş olduğu ABD’ye bağımlı tek-yanlı dış politikasında bir dönüm noktası oluşturdu. Atatürk’e göre “tam bağımsızlık”; siyasal, ekonomik, mali, askeri ve kültürel alanlarda mutlak bağımsızlık demekti; bu alanlardan herhangi birinde bağımsız değilseniz, o zaman tam bağımsızlıktan söz edilemezdi. 1950’li yıllardan bu yana, ne yazık ki, Türkiye büyük ölçüde ABD’ye bağımlı bir dış politika izledi! AKP iktidarı döneminde de ABD’ye bağımlı dış politika sürdürülmektedir.
BÖLÜM II
DONANMANIN VURUCU GÜCÜ
1960 senelerde TSK’nın özellikle deniz gücü kısıtlı idi. Donanmanın vurucu gücü olan savaş gemileri ABD’nin ve İngiltere’nin II. Dünya savaşında kullandıkları muhripler ve denizaltı gemileriydi. Hatta 1970’li yıllara kadar muhriplerin ve denizaltıların belli aralarla yapılması gereken havuzlanma, tekne, şaft, pervane ve makina bakım/onarım işleri için ABD’ye gönderilmeleri ve bu işlerin Amerika’da yapılması gerekiyordu.
Kıbrıs’ta Türk’lerin Rumlar tarafından katledilmeye başlandığı 1963 yılında Donanmamızda 4 adet ABD 1941 yapımı Pasifik harbine katılmış (Gabya) GLEAVES sınıfı yedek parça sorunlu muhriple, 4 adet İngiltere 1940 yapımlı Paşa sınıfı (M class) Atlantik savaşına katılmış ve yaralanmış, toplamda 8 savaş artığı eski model, stimle çalışan muhribimiz ve Balao sınıfı 10 adet 1943 ABD yapımı denizaltı gemimiz vardı. Çıkartma gemimiz, hastahane gemimiz yoktu. Gemilerde kullanılan mermilerin tümü ABD yapımıydı. Özetle Türk Donanması Osmanlı’dan gelen alışkanlıkla ihmal edilmiş, yenilenmemiş II. Dünya savaşına katılmış eski donanımlı, savaş gücü düşük bir savaş filomuz vardı.
1967 yılından itibaren ABD’den yine II. Dünya Harbine katılmış olan fakat savaş gücü GABYA sınıfı muhriplerden daha yüksek olan ve kısmen modernize edilmiş fakat ABD donanmasında kullanımdan kaldırılmış olan Fletcher sınıfı 5 muhrip alındı. Takip eden yıllarda yine 1940’lı yıllarda denize indirilmiş olan fakat vurucu gücü modernize edilmiş farklı sınıflarda 11 muhrip daha alındı. Donanma gemileri kısmen yenilendikçe eski olanlar hizmet dışı bırakıldı. Bu dönemde çıkartma gemileri de yapıldı. Şahsi kanaatim odur ki; Johnson’un mektup gönderdiği 1964 yılında çıkartma yapılsa idi eksik donanım, teçhizat ve çıkartma gemilerimiz olmaması, savaş gemilerimizin vurucu gücünün yetersizliği nedeniyle çok şehit verir ve çıkartmada başarısızlığa uğrardık.
HAVA KUVVETLERİ SAVAŞ UÇAKLARI VE YEDEK PARÇA SORUNU
Kıbrıs’ta Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı yapılan darbenin ardından Kıbrıs Helen Cumhuriyeti ilan edildi. Bu gelişme üzerine Kıbrıs’taki bunalım daha da artınca Türkiye, 1960 yılında imzalanan anlaşmadan doğan garantörlük hakkıyla 1974’te Kıbrıs’a askeri müdahalede bulundu. Kıbrıs’a yapılan ikinci harekâtın ardından ise dünya kamuoyunda Türkiye karşıtı bir hava oluştu. Bu harekâtın bir işgal ve ilhak girişimi olduğunu ileri süren İngiltere, ABD ve SSCB gibi büyük devletler, Türkiye’ye karşı bir tavır takındılar. ABD Kongresi 1975’te Türkiye’ye silah ambargosu konulmasına karar verdi. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın yapıldığı dönemde ve ilerleyen yıllarda Türkiye dış ilişkilerde izole edilmeye çalışıldı ve Türk dış politikasında yeni bir devir başladı.
İşte böyle bir dönemde Libya lideri Muammer Kaddafi, Türkiye ile ilişkileri sıklaştırma ve geliştirme politikasının bir sonucu olarak Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında ABD’nin ambargodan sonra elindeki Amerikan silahları ve uçak yakıtı rezervlerini Türkiye’nin kullanımına sundu.
5 Şubat’ta ABD yardımının kesildiği ve Türkiye’ye silah getirmekte olan gemiler geri çevrildiği gün Dışişleri Bakanlığında sessiz bir törenle Türk-Libya Petrol anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre, Libya uygun fiyatla 3 milyon ton ham petrol ve 200 bin ton fueloil vermeyi taahhüt etti. Bunun yanı sıra silah ambargosu sebebiyle bu yöndeki askeri desteği arttıran Kaddafi, savaş uçaklarını ve füzelerini de Türkiye’nin hizmetine arz etti.
Emekli Büyükelçi Taner Baytok devrimci, haksızlıklara karşı çıkan, ülkesini bir diktatör gibi değil, halkıyla birlikte yöneten bir zamanların Kaddafi’si ile ilgili ilginç bir anısını anlattı.
“Yıl 1974… Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan hemen sonraki günler… Türk Silahlı Kuvvetleri adaya başarılı bir çıkarma yapmış ve oradaki Türkleri kurtarmıştı. Onuru kırılan Yunanistan ayaktaydı. Türk-Yunan savaşı her an patlayabilirdi. Türkiye’nin böyle bir savaş için silahlı kuvvetleri hazırdı ama ciddi silah eksikliği vardı. Taner Baytok o dönemde NATO’da görevli bir diplomattı. Türkiye, İran ve Irak’a silah için başvurdu. İran biraz oyaladı, sonra uyduruk bazı malzemeler gönderdi.
Irak ise “Sizin istedikleriniz bizde yok. Ama Libya’da var” dedi.Dışişleri, Libya ile hemen ilişki kurdu. Libya, Kaddafi’nin kapattığı ABD üssünde bol miktarda silah ve malzeme olduğunu, bunları gönderebileceklerini bildirdi. Kısa bir süre sonra da 4 uçak dolusu silah ve malzeme Türkiye’ye gönderildi.
O sırada Ecevit iktidardaydı. Hasan Esat Işık Milli Savunma Bakanı’ydı. Işık, Taner Baytok’u çağırıp Kaddafi’ye teşekkür mektubu gönderileceğini bildirdi. “Sen atla Libya’ya git ve yeni silah isteğimiz de olduğunu ilet” talimatı verdi.Genç diplomat bakana şu öneride bulundu: “Efendim, gönderilen ve yeni alacağımız silahların parasını da vereceğimizi bildirelim.” Bakan bu öneriyi kabul etti ve Baytok Libya’ya uçtu.
Baytok Libya genelkurmay başkanına Türkiye’nin silahların parasını ödemek istediğini iletti ve yeni silah isteğinde bulundu. Libya Genelkurmay Başkanı “Sizden para almayız. Depolarda ne kadar silah, malzeme varsa hemen gönderelim” dedi. Heyetteki Türk subaylar üsse giderek işe yarayacak silah ve malzemeleri belirledi. Bunlar 4 DC 9 uçağına yüklenerek Türkiye’ye gönderildi. Her şey Kaddafi’nin kesin emri ile olup bitivermişti…”
Peki AKP iktidarı en zor zamanımızda bize uçak yedek parçası, cephane, silah ve yakıt gönderen Libya ve Kaddafi’ye ne yaptı ?
Libya’nın ABD-Fransa-İngiltere-İtalya tarafından işgaline ve parçalanmasına , Kaddafi’nin de katledilmesine aracı oldu…
BÖLÜM III
DÖNEMİN SİYASİ ŞARTLAR
Takvimler 1974’ü gösterdiğinde, 12 Mart Muhtırasının getirdiği askeri ortamdan yeni çıkılmış ve 1973 Ekim’inde yapılan seçimler sonucu sandıktan ilk defa sol çıkmıştı. Halk Bülent Ecevit’i seçmişti, fakat milletvekili sayısı tek başına iktidar olmaya yetmiyordu. Süleyman Demirel’in Adalet Partisi 2. olmuştu, fakat CHP ile bir koalisyon yapılması imkansızdı. Zira iki parti birbirine tamamen karşı düşüncelere sahipti. En sonunda Ecevit, Milli Selamet Partisi’nin lideri Necmettin Erbakan ile görüştü, koalisyon kurulmuştu.
Olayların Başlangıcı
MSP-CHP koalisyonu günler geçtikçe birbiriyle zıtlaşıyordu. Fakat Temmuz ayına gelindiğinde bu zıtlaşmaları rafa kaldıracak bir olay oldu. Yunanistan desteğiyle Rumlar, Kıbrıs’ta III.Makarios’u devirmişlerdi. Böylece enosis, yani Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasının ilk adımları atılmıştı. Başbakan Bülent Ecevit, derhal konuyu görüşmek için İngiltere’ye gitti. Ecevit’in talimatıyla Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan, çoktan Milli Güvenlik Kurulunu toplamıştı ve yapılacak harekatın detayları görüşülüyordu.
İlk Harekat
20 Temmuz sabahı saatler 06.05’i gösterdiğinde gökyüzü Türk paraşütçüleriyle dolmuştu. Paraşütçüler Lefkoşa yakınlarına inecekler ve Girne’ye çıkartma yapan birliklerle buluşacaklardı. Kıbrıs’taki Türk halkı askerleri sevinç ve coşkuyla karşıladı. Halk artık Rum çetelerinin tacizinden kurtulacaktı. Fakat ilerleyen saatlerde harekatın hiç de kolay olamayacağı ortaya çıktı.
Beşparmak Dağları
İndirme yapan askerler diğer birliklerle birleşmek için dağları aşmak zorundaydılar. Fakat Beşparmak Dağlarında beklenmedik bir taarruz ateşi başladı. Her kayanın altı temizlenmeli, düşmanlar imha edilerek ilerlenmeliydi. Böylece askerlerin hızı yavaşlıyor, vakit gecikiyor, buluşma zorlaşıyordu. Hava karardığında ise helikopterler bir şey göremediği için askerlere destek veremez oldu. Karanlıkta kendi askerimizi vurabileceği için, denizden gelen ateş desteği de kesildi. Mehmetçik Beşparmak Dağlarında tek başınaydı, gün doğana kadar direnebilirlerse harekat başarıya ulaşacaktı.
Gün Doğumu Ve Zafer
O gece başta Bülent Ecevit olmak üzere, devlet görevlilerinden çoğu sabaha kadar uyuyamamıştı. Çünkü askerlerimizden haber alınamıyordu. Gün doğumuyla herkes derin bir nefes aldı. Sabahın ilk saatlerinde gökyüzünde Türk jetleri görünmüştü, askerlerimiz gece boyu başarıyla direnmişlerdi. Hava, deniz ve karadan gerçekleştirilen müşterek harekat sonucu Rumlar kısa sürede bastırılmıştı. Fakat çevreye dağılan Rum çeteleri, bu sefer Türk köylerine daha sert tacizlerde bulunmaya başlamıştı. Harekat devam etmeliydi.
Cenevre Görüşmeleri
ABD ve İngiltere çatışmanın masada bitirilmesini istiyordu. Bu sebeple Türk ve Yunan tarafları Cenevre’ye davet edildi. Türkiye, Kıbrıs üzerindeki bütün Türklerin güvenliğini sağlamak istiyordu. Ateşkesin şartları büyük ölçüde kabul edilmiş gibi görünse de, Rumların asıl hedefi Türk askerini Kıbrıs’tan çıkartmaktı. Cenevre’deki görüşmeler sürerken adadaki Türk köyleri tehdit altındaydı. Her geçen dakika çok önemliydi, ya harekata devam edilecekti, veya bir antlaşma sağlanacaktı. Görüşmelerden bir sonuç çıkamayacağını anlayan Dışişleri Bakanı Turan Güneş, Ankara’yı aradı ve o tarihi cümleyi kurdu: ”Ayşe tatile çıkabilir.”
- Harekat Başlıyor
Ayşe, Turan Güneş’in kızının ismiydi, II. Harekatın parolası olarak bu cümle seçilmişti. Harekat kısa sürede başarıya ulaştı. Adanın %35’i ele geçirilmiş ve bölgede yaşayan Türk halkı güvene kavuşturulmuştu. Bu zafer sonucunda Türkiye bir daha örneği görülmeyecek bir biçimde birbirine kenetlendi. Farklı eğitimden, farklı siyasi görüşten ve farklı hayat bakışına sahip insanların hepsi bir aradaydı. Fakat bu mutluluk uzun sürmeyecekti, batı ülkeleri bu harekatın sonucundan hiç de memnun değillerdi.
Ambargo Dönemi
Daha Kıbrıs Harekatı gerçekleşmeden evvel, temmuz ayının başında haşhaş ekimi serbest bırakıldığı için ABD, Türkiye’ye ambargo uygulama kararı almıştı. Üstüne bir de batının istemediği Kıbrıs Barış Harekatı eklenmişti. Türkiye artık ekonomik bunalımlarla sürecek bir dönemin içerisine girmişti. Sonuç olarak Amerika’nın sıkıştırmaları etkili olmuştu.
Akritas Planı
İsviçre’nin Zürih şehrinde Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık arasında yapılan görüşmelerde hazırlanan anayasa ile 16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti bağımsız bir devlet olarak kuruldu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk başkanı olarak seçilen III. Makarios, 1961 yılında mevcut anayasa ile Kıbrıs’ın yönetilemeyeceğini iddia etmeye başladı ve Kasım 1963’te anayasada on üç maddelik bir değişiklik yapılmasını önerdi.
Kıbrıs Türk Cemaatinin bu değişiklikleri kabul etmesi için Kıbrıs Rumu fanatikler Akritas Planı adı verilen prensipler çerçevesinde adada gerginliği arttıran gazete yayınlarını Aralık ayı boyunca sürdürdü.
Tarihe “kara harfler” ile yazılmış “Kanlı Noel”, 21-26 Aralık1963 tarihleri arasında, yunan desteği ile Kıbrıs rumları’nın, Kıbrıslı Türkler’e karşı başlattıkları silahlı saldırılara ve sonrasındaki katliam ve soykırıma verilen isimdir.
Yıl 1960’ların Sonu...
İsviçre’nin Zürih şehrinde Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık(İngiltere) arasında yapılan görüşmelerde hazırlanan anayasa ile 16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti bağımsız bir devlet olarak kuruldu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk başkanı olarak seçilen rum III. Makarios, 1961 yılında mevcut anayasa ile Kıbrıs’ın yönetilemeyeceğini iddia etmeye başladı ve Kasım 1963’te anayasada on üç maddelik bir değişiklik yapılmasını önerdi.
Makarios, Anayasaya teklif ettiği 13 maddelik Tadil’in kabul edilmeyeceğini kesin olarak biliyordu. Bu durumda, Kıbrıs Türk halkına karşı girişeceği saldırı neticesinde yaratacağı oldu bittinin kabul edilmesine uygun bir zamanı beklemeye başladı.
Türkiye’de 2 Aralık 1963’te İnönü’nün istifası sebebiyle hükümet buhranının mevcut olduğu ve Yunanistan’da Karamanlis partisinin iktidardan düştüğü, Zürih ve Londra Antlaşmaları’nı bir cinayet olarak gören ve Kıbrıs için rum yanlısı poltikayı kabul eden Yorgo Papandreu’nun iktidara geldiği zamanda, Makarios Kıbrıs’taki Türk Milleti’ni imhayı öngören “AKRİTAS Planı”nı tatbik mevkiine koydu.
Bu plan yürürlüğe girer girmez çok iyi eğitim görmüş 20.000 kişilik EOKA teröristleri; havan topları, bazukalar ve en modern silahlarla donatılmış olarak Yunan Alayı’na mensup askerlerle birlikte Kıbrıs’taki Türkler’e karşı saldırıya geçtiler.
Plan dâhilinde hazırlanmış olan Harekât Planı’na göre Lefkoşa’daki Türkler, 8 saat içinde mağlup edilerek teslim alınacak, diğer şehirlerdeki ve köylerdeki Türk halkı da teslim olacaklar böylece Kıbrıs tamamen Yunan desteği altında katil rum’un boyunduruğu altına geçmiş olacaktı.
Tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen Kıbrıs Türkleri’ne karşı yapılan bu saldırılar, zulüm ve soykırım 1963 Aralık ayında başladı.
20 Aralık gecesi Lefkoşa’nın Tahtakale semtinde evlerine gitmekten olan bir grup Türk’ün otomobillerine açılan ateş sonucunda Zeki Halil ve Cemaliye Emirali adlı iki Türk şehit düştü, bir grup Türk de açılan ateş sonucunda yaralandı.
21 Aralık günü bu saldırıyı kınamak için Lefkoşa Türk Lisesi bahçesinde toplanan Türk öğrencileri EOKA çetesi mensupları tarafından kurşunlandı. Aynı gün Lefkoşa’daki Atatürk büstüne de saldırıldı. Bir gün sonra Türkiye Büyükelçilik binası ile Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın ikametgâhına ateş açıldı.
Akritas Planı artık fiilen uygulamaya konulmuştu.
BÖLÜM IV
1963 YILI KANLI NOEL.
Rumlar, merkeze hakim olmakla bütün Kıbrıs’a hakim olacaklarını sanıyorlardı. Bunun için de kendilerine en büyük engel Lefkoşa’ya bağlı Küçük Kaymaklı kasabası idi.
1960 nüfus sayımına göre kasabada 5.126 Türk, 1.133 Rum yaşıyordu. Kasaba önemli bir Türk yerleşme merkezi durumundaydı. Kasaba çevresinde 19 Aralık’tan itibaren EOKA faaliyetleri gözlenmeye başlandı. Rum saldırısından şüphelenen Türk Mücahit Teşkilatı’na üye gençler, halkı olası bir saldırıya karşı hazırlamaya çalıştılar…
Gözleri kanla bürümüş EOKA denen katillerin Küçük Kaymaklı’ya saldırısı 22 Aralık günü başladı. Küçük Kaymaklı’nın dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilmişti. 23 Aralık’tan itibaren yeni takviye kuvvetleri alan Rum saldırganların başına EOKA’cı katil Nikos Sampson geçmişti. Diğer yandan Ada’daki Yunan alayı da saldırganlarla birleşmiş ve Rumlar bütün güçlerini bölgeye teksif etmişti.
Bu arada zalim ve katil Makarios’un 22 Aralık günü Garanti Antlaşmaları’nı tanımadığını ilan etmesi, katil rum çetelerine daha da cesaret vermişti. Türk direnişçiler, 5.000 Türk’ün sorumluluğunu üzerlerine almaları nedeniyle bölgeden ayrılmaya karar verdiler ve bunu 24 Aralık gününden başlayarak uygulamaya koydular.
3.000 Türk Hamitköy’e, 2.000 civarında Türk de Lefkoşa’nın emin bölgelerine gönderildi.
Rum çeteleri, kadın-erkek, çocuk-ihtiyar demeden Türklere karşı vahşice saldırıp katlederken; Türkler, Küçük Kaymaklı’da bulunan Rum aileleri de kendi korumaları altında Büyük Kaymaklı’ya göndermişti.
Geride kalan 550 kadar yaşlı, kadın ve çocuk Türk topluluğu Rum çetecilerce esir muamelesine tabi tutuldular. Bu arada seksenlik imam Hüseyin İğneci ve yatalak 18 yaşındaki oğlu Rumlar tarafından vahşice şehit edildi.
Bu gelişmeler üzerine Türkiye, 23 Aralık 1963’te İngiltere ve Yunanistan hükümetleri nezdinde harekete geçmiş ve rum katliamlarının önlenmesi için birlikte harekete geçilmesini istemiştir.
Türkiye’nin bu girişimi üzerine, 24 Aralık 1963’te Lefkoşa’da; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere adına bir ortak bildiri yayınlanmıştır.
Bildiride şu ifadeler yer almaktadır:
“Türkiye, İngiltere ve Yunanistan hükümetleri Garanti Antlaşmasını imza eden devletler sıfatı ile Kıbrıs Hükümeti ile Türk ve Rum cemaatlerini hâlihazır karışıklıklara son vermeye müştereken çağırırlar. Üç hükümet, bu gece ateş kesilmesi için uygun bir saatin tespitine ve her iki cemaatten buna riayetini istemeye Kıbrıs Hükümeti’ni davet ederler. Üç hükümet ayrıca hukuk nizamının korunması lüzumunu göz önünde tutarak bugünkü durumu doğuran güçlüklerin haline yardım maksadıyla tavassutta bulunmayı teklif ederler…”
Bu çağrıya rağmen çatışmalar durmamış, 23-25 Aralık tarihleri arasında, katil rum-yunan askerleri, savunmasız Türk Milleti’ne karşı tarihe kara sayfalar hâline geçmiş bulunan, insanlığa yakışmayacak şekilde cinayetler işlemişler, Türklere soykırım yapmışlardır…
Bu menfûr cinayetlere karşı Türk Mücahitleri ve Türk Milleti, en ilkel silahlarla direnmiş, şehit vermiş, kayıp vermiş; fakat teslim olmamıştır. Makarios, ENOSİS gayesine engel gördüğü Türk halkını imha hareketine girişince, radyo ve TV’yi kontrolü altında tuttuğundan ve Türkiye Büyükelçiliği’nin telefonu dâhil, Türkler’e ait bütün telefon irtibatlarını kestiğinden, Kıbrıs Türk halkının feryâdı, dünyaya duyurulamamıştır.
Başpiskopos Makarios, bir din adamına hiç yakışmayan bir şekilde;
«Kıbrıs Türk halkı, isyan ettiklerinden dolayı tedip edilmişlerdir.»… diye dünyaya duyurmuştur.
Bugün Lefkoşa Barbarlık Müzesi’ne gidenler, gözünü kan bürümüş katil rum ve yunan çetelerinin silahsız bir anne ile 3 küçük çocuğunu kurşun yağmuruna tutarak delik deşik ettiklerini, aynı evde sığınmış bulunanları da kurşun yağmuruna tuttuklarını ve öldüler diye terk ettiklerini gösteren fotoğrafları görebilirler.
Kanlı Noel
20 Aralık 1963 gecesi, Lefkoşa’nın Tahtakale semtinde otomobillere açılan ateş sonucunda Zeki Halil ve Cemaliye Emirali öldürülmüştür.
İlk başta 30 köy saldırılara maruz kalmıştır.Toplamda ise 103 köye saldırılar yapılmıştır. Lefkoşa’nın Küçük Kaymaklı semti kuşatma altına alınmıştır. Kanlıdere bölgesinde Türklere karşı saldırı düzenlendi. Larnaka ve Tuzla’da Türk evlerine ateş açılmış ve dokuz kişi öldürülmüştür. Bölgedeki 13 Türk köyünün sakinleri de 23 Aralık gününden itibaren daha büyük Türk köylerine göç etmiştir.
1 Ocak 1964 günü Daily Herald olayları şöyle bildirmiştir:
Türk evlerine geldiğimde dehşete düştüm. Duvarlar dışında tamamen yok olmuşlardı. Bir napalm saldırısının bile bu kadar büyük bir yıkım yaratabileceğinden şüphe etmekteyim.
Ayvasıl’daki olaylar
Ayvasıl’da da Türklere saldırılar yapıldı. Bu saldırılar 21-22 Aralık günü gerçekleşti. Halil Sadrazam, köyde ilk önce 12 kişinin öldürüldüğünü belirtmektedir. Daha sonra, öldürmeye devam ettiklerini söylemektedir. 3 Ocak 1964 tarihinde, 9 kişinin cesedi bulunup gömülmüştür. 13 Ocak 1964 tarihine kadar devam eden kazılarda toplam 21 kişinin cesedi bulunmuştur. Öldürülenler Lefkoşa Tekke Bahçesi (Şehitliği)’ne defnedilmiştir.
Kumsal Baskını
24 Aralık 1963’te Lefkoşa’nın Kumsal semtinde 11 kişi öldürülmüştür. Bunlardan 4’ü Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan (o dönemde 1960 anlaşmalarına göre Kıbrıs’ta görev yapan 650 kişilik Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı Komutanlığı’nda görevli Binbaşı)’ın ailesiydi. İlhan’ın evinin banyo küvetinde eşi Mürüvet İlhan ve çocukları Murat, Kutsi ile Hakan ölü olarak bulunmuştur. Baskının yapıldığı ev daha sonra Barbarlık Müzesi adıyla ziyarete açılmıştır.
24 Aralık 1963’te Lefkoşa’nın Kumsal semtinde 11 kişi öldürülmüştür. Bunlardan 4’ü Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan (o dönemde 1960 anlaşmalarına göre Kıbrıs’ta görev yapan 650 kişilik Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı Komutanlığı’nda görevli Binbaşı)’ın ailesidir.
Gözünü kan bürümüş şerefsiz rum ve yunan askerleri, Binbaşı İlhan’ın evine baskın yapmışlar ve evinin banyo küvetinde eşi Mürüvet İlhan ve çocukları Murat, Kutsi ile Hakan’ı katletmişlerdir.
Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan’ın kendi sözlerinden o dehşet gününde yaşadıkları aynen şöyledir;
“Türkiye’de askeri tıp akademisinden mezun olduktan sonra bir helikopter ile Kıbrıs Türk Alayı’na baştabib olarak geldim. O dönemde Türk alayı ile Rum alayı birbirlerinden yüz metre mesafedeydi. Birçok yaralı geliyordu.
Eşimi, küçük iki çocuğum ile 3 aylık oğlumu Lefkoşa’nın Kumsal adı verilen bölgesinde kiraladığımız bir eve yerleştirmiştim. Alaya su sağlayan borular önce Rum alayına sonra Türk alayına geliyordu ve suyu sürekli kesiyorlardı.
1960 anlaşmalarına göre de Yunan, İngiliz ve Türk subaylar sürekli bir araya geliyorduk. Rum askerleri oduncu kıyafeti ile gizlice yakınımıza gelip sürekli bizim alay hakkında istihbarat topluyordu. Rum askerleri de Yunan alayının üniformaları içinde geliyor ve bilgi topluyorlardı. Bir defasında Türk ve Rum askerlerine tıp dersleri verirken Rumlar tahtaya benim karikatürümü yaptı. Bu karikatürde ateşin üzerine beni oturtmuşlardı ve ’Beni yakacaklarını’ söylediler.
Ailemin katledildiği 24 Aralık 1963 tarihinde askeri hastaneye yaralı Türkler gelmiş onlarla ilgileniyordum. Katliam olduğu zaman birkaç gündür eve uğramamış ve ailemden haber alamamıştım. Evimizin yakınında kalan bir Türk çoban geldi ve alay komutanının da bulunduğu bir ortamda Rumların Türk subaylarının ailelerine saldırdığını söyledi. Ne olduğunu anlamadık…
Hemen eve gitmek istedim ama alay komutanı izin vermedi. Alay komutanı benden o gün yaşayacaklarımla ilgili asker sözü vererek soğukkanlı olmamı istedi. Ben hâlâ ailemin katledildiğini fark etmiyordum. Zırhlı bir araçla Türkiye elçiliğine gittik. Elçilik subay eşleri ve elçilik görevlileri doluydu.
Kadınlar ağlıyorlardı. Hâlâ ailemin öldürüldüğünü anlamamıştım. Üzerim çok kirliydi ’sıcak suyla banyo yapabileceğim bir yer var mı’ diye sordum. Banyo yaptım. Ardından Türkiye büyükelçisi beni çağırdı. Bana ’başın sağolsun, eşin ve çocuklarını Rumlar katletmiş’ dedi. Katliamın üzerinden 3 gün geçmiş ve benim haberim yeni oluyordu.
Ne yapacağımı şaşırdım. İlk sözüm ’Vatan sağolsun’ oldu.
Eşimi esir alsalardı Rumlar ona neler yapmazdı ki, çocuklarımı esir alsalardı, ya işkence yaparlar ya da çok kötü şartlar altında ya çoban yaparlar ya da sakat bırakırlardı. En azından esir olmadıklarını öğrenmiş oldum.
Ölmüşlerdi ama esir olmamışlardı. ’Vatan sağ olsun’ dedim, acımı kalbime gömdüm. O günlerde Türkiye ile telefon haberleşmesi kesikti. Ailemin cenazelerini Erzincan’da doğduğum yerde toprağa vermek istedim. Büyükelçi bana Türkiye ile telefon bağlantısı olmadığını söyledi. Dolayısıyla uçak gelemiyordu. Haber veremiyorduk.
Sonunda Türkiye’den iki uçak geldi ve yaralılar ile cenazeleri aldı. Ardından cenazeleri Erzincan’a götürdük. Çocuklarım hala kanlar içindeydi. Ellerimle yıkadım. Aile kabristanına çocuklarımı ve eşimi gömdüm. Küçük bir anıt mezar da yaptım. Daha sonra Kıbrıs’a adım atmadım. Değişik rütbelerde görevler yaptım. Tuğgeneral rütbesiyle emekli olduktan sonra Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanlığı gibi bir çok görevde yer aldım. ” (Binbaşı Nihat İlhan’ın “kanlı noel”i Hürriyet Gazetesine anlatışı)
26 Aralık günü Ayvasıl’da 14 günlük bebeklerden 70’lik ihtiyarlara kadar 21 Türk kendilerine kazdırılan çukurlara, bir kısmı daha canlı iken atılmış ve üzerleri buldozerlerle örtülerek şerefsiz rum askerleri’nce katledilmiştir. Türkler’in naaşları olduğu bu çukurlar, Birleşmiş milletler Barış Gücü’nün gözlemciliğinde 14 Ocak 1964’te açılmıştır.
Nikos Sampson’un anılarını yayınlayan Eleftheria gazetesi, 1963 Kanlı Noel’inin gerçek sorumlularını gözler önüne sermektedir. Makarios hükümetinin, İçişleri Bakanlığı’nın ve üçlü karargahın Yunan kanadına mensup subayların emri ile hareket ettiğini açıklayan Nikos Sampson, Küçük Kaymaklı savaşlarını da “Yunanlıların Balkan Savaşları dışında Türklere karşı elde ettikleri tek zafer” olarak ilan etmiştir…
Daily Herald’ın 1 Ocak 1964’deki aşağıdaki ifâdeleri de, aslında bu katliamların ne kadar insanlık dışı olduğunu göstermektedir;
“Türk evlerine geldiğimde dehşete düştüm. Duvarlar dışında tamamen yok olmuşlardı. Bir napalm saldırısının bile bu kadar büyük bir yıkım yaratabileceğinden şüphe etmekteyim”
Tarihe kara harfler ile “Kanlı Noel” olarak geçen saldırılar sonucunda 18.667 Kıbrıs Türk’ü yaşadığı 103 köyü terk etmek zorunda kalmıştır. Birleşmiş Milletler aracılığı ile köylerini terk etmek zorunda kalan Türklerle ilgili araştırma sonuçlarına göre, 1964 yılında Lefkoşa kazasında 39, Girne kazasında 7, Baf kazasında 49, Larnaka kazasında 21 ve Mağusa kazasında 21 köy olmak üzere 124 köy zarar görmüş, yüzlerce Türk ölmüş, binlercesi yaralanmış veya köylerini terk etmek zorunda kalmışlardı.
1963 yılında başlayıp 1964’te de devam eden olaylarda 364 Türk şehit olmuş, 475 Türk yaralanmış ve sayısı hâlâ bilinmeyen bir çok kayıp olmuştur…
BÖLÜM V
SALDIRGAN PAPAZ MAKARİOS
Makarios’un görüşmelere yanaşmaması ve saldırıların devam etmesi üzerine Türkiye, garantörlük hakkını tek başına kullanmaya karar vermiştir. 25 Aralık 1963 tarihinde Türk alayı, garnizonundan ayrılarak gerekli mevzilere yerleşmiş, bu sırada da Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçakları da Lefkoşa üzerinde uyarı uçuşlarına başlamışlardır. Diğer yandan, Türk Milleti’ne karşı acımasız bir şekilde saldırıya geçen Rum Radyosuna cevap vermek ve Türk Milleti’nin moralini yükseltmek gayesiyle “Bayrak Radyosu” yayına başlamıştır.
500 civarında Türk’ün şehit olduğu, okulların, camilerin tahrip edildiği kanlı saldırılar sonucu Kıbrıs Türkleri %3’lük toprak parçası üzerinde küçük gettolarda yaşamaya zorlanmış, Kıbrıs Cumhuriyeti organlarından dışlanmış, acı dolu günler yaşamaya başlamıştır.
Yunan desteğiyle şımaran rumların Türk direnişi karşısında silah zoruyla başaramadığını, Türk bölgelerine deterjandan, eldivene, yün çoraba kadar 49 çeşit malın girmesini yasaklayarak, Kıbrıs Türklerini abluka altına almak suretiyle başarmak istemişler fakat Kıbrıs Türk’ü her türlü baskı, zulüm ve saldırıya karşı direnmiştir.
Türkiye’nin kardeşlerinin acısını dindirdiği 20 Temmuz 1974 yılındaki Kıbrıs Harekatı’na kadar Kıbrıs Türkleri, yunan destekli şerefsiz rum’un zulmü altında yaşamıştır. Geçmiş bizler için ders alınması ve unutulmaması gerekenler ile doludur. İşte anlattığımız “Kanlı Noel” de bunlardan biridir.
Günümüzde Kıbrıs Türk’ünün şimdilerde çözüm adına “teslimiyetçi” bir yapıya karar vermesinden önce geçmişten gelen “çığlıklara” kulaklarını kapamamaları en büyük temennimdir. Zirâ bazı Kıbrıs Türkleri’nin o zamanki eoak’ın uzantısı olan rumlara “iyi niyetli” bakış açıları değişmediği takdirde ilerki zamanlarda gelecek nesiller çok büyük tehlikeler ile karşı karşıya kalacaktır…
Türk unutmasın ki tarih düşmanlarının önce dost gibi gözüküp sonrasında akıl almaz vahşilikte yaptığı )soykırımları ile doludur… TÜRK’ün TÜRK’ten Başka Dostu YOKTUR! (Murat ÇALIK)
Sonuçlar
364 Kıbrıs Türkü ile 174 Kıbrıs Rumu hayatını kaybetmiş, 8.667 Kıbrıs Türkü yaşadığı 103 köyü terk etmiştir. 22 Aralık 1985 tarihli Milliyet gazetesinde ise göç etmek zorunda kalanların sayısı 25 bin olarak verilmekte, 23 Aralık 1993 tarihli gazetede ise sayının 30 bin olduğu belirtilmektedir. John Terence O’Neill ve Nicholas Rees de 30 bin Kıbrıs Türkünün göç etmek zorunda kaldığını belirtmiştir. 25 Aralık’ta Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı mevzilere konuşlandırılmış ve Türk Hava Kuvvetleri’nin savaş uçakları Lefkoşa üzerinde uyarı uçuşlarına başlamışlardır. Olaylar üzerine 30 Aralık 1963 günü toplanan Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan hükümetleri Yeşil Hat’tı belirleyen Yeşil Hat Antlaşması yapıldı.
RUM BASINI POLİTİS GAZETESİ
KIBRIS’ta yayın yapan Rum Politis gazetesi 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı öncesinde Rumların Türklere yönelik katliamlarıyla ilgili bir dizi yayınlayarak Rumların bu konudaki suskunluğunu bozdu
Buna göre, Türkleri katledenlerin yarıya yakını Rum polis ve askerlerdi. ‘Öldürülen her bir Yunan’a karşı 10 Türk öldürün’ emri almışlardı. Bazı Türkler parçalanarak katledildi. Bir gecede onlarca Türk öldürüldü, kurşuna dizildi, kör kuyulara atıldı. Sanıklar bilinmesine rağmen, üstü örtüldü. Politis gazetesinin ‘Kıbrıs: Cezalandırılmamış suçlar dosyası’ adlı dizisinde, 1964-74 yılları arasında Türklere yönelik bazı katliamların Rum versiyonu anlatıldı.
1 YUNAN’A KARŞI 10 TÜRK ÖLDÜRÜN
– 11 Mayıs 1964’te iki Yunan subayı ile bir Rum polisi Mağusa kentinde öldürüldü. Öldürülenlerden Kostakis Pandelidis, Lefkoşa Rum polis müdürünün oğluydu. Üstten emir geldi: “Her öldürülen Helen’e (Rum-Yunan) karşı 10 Türk öldürülsün.”
– Bir gün sonra 12 Mayıs’ta Mağusa bölgesinde 17 Türk önce kaçırıldı, sonra kurşuna dizilerek öldürüldü. Ertesi günü 13 Mayıs 1964’te, İngiliz üsler bölgesinde geçici işçi statüsüyle çalışan 11 Kıbrıslı Türk katledildi. Öldürenler, Kıbrıslı Türklerin iş arkadaşları olan bir grup Rum ve Rum polisiydi. Türkler mesaiye giderken otobüsten alındı, önce Derinya’da Rum polis karakoluna götürüldü, sonra Paralimmi gölü yakınında kurşuna dizilerek kör kuyuya atıldı. Kemikleri 2006’da bulundu.
TÜRK KAHVECİYİ PARÇALADILAR
– 14 Ağustos 1974’te Muratağa ve Sandallar’da kadın, çocuk ve yaşlı 126 Türk öldürüldü, toplu mezarlara gömüldü. Katliamı yapanlar, Rum EOKA militanları diye tarif edildi. Çoğu EOKA militanıydı, ancak aralarında Türklerin, Rum komşuları da vardı.
– Katliamdan günler önce komşu Rum köyler Peristerona ve Pigi’de isimleri bilinen en az 30 Rum, savunmasız kalan Türklerin önce hayvanlarını yağmaladı, Türk kadınlara tecavüz etti. 10 Ağustos 1974’te biri polis 3 Rum, Muratağa köyünün kahvecisi Mustafa Kukudi’yi Pigi köyüne götürdü, kapalı bir evde parçalayarak öldürdü, cesedinden kalanları bir torbaya doldurarak çukura gömdü.
GAZETEYE TEHDİT YAĞDI
Politis gazetesinin bir süredir devam eden yayınları Kıbrıs Rum yönetiminde tepkiyle karşılandı. Gazete ve bir yazarı tehdit edildi. Ölüm tehditleri alan Rum yazar Kostas Konstantinu, güney Kıbrıs’ta kimsenin 1964’te olanları konuşmadığını belirterek, KKTC’de kendini daha güvende hissettiğini söyledi.
BÖLÜM VI
JOHNSON MEKTUBU
Johnson Mektubu, Amerika Birleşik Devletleri başkanı Lyndon B. Johnson tarafından Türkiye başbakanı İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihinde gönderilen, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemek amacıyla yazılmış mektup.
Kıbrıs’ta yaşanan çatışmaların artması ve Rum tarafının silahlanma kararı alması üzerine 2 Haziran 1964 tarihinde Türkiye hükümeti Kıbrıs’a çıkarma yapma kararını açıkladı ve gerekli hazırlıklara başladı. Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nde de askeri hareketlilik artmaya başlamıştı. Yaşanan gelişmelerden rahatsızlık duyan ABD, bölgede çıkacak bir savaşı kendi stratejik çıkarlarına aykırı bulmaktaydı. Bu nedenle ABD tarafı devreye girme ihtiyacı duydu. Başkan Johnson tarafından imzalanan ve daha sonraları “Johnson mektubu” olarak tarihe geçen ünlü mektup 5 Haziran 1964’te Türkiye başbakanı İnönü’ye iletildi.
Mektupta, Türkiye’nin adaya tek taraflı müdahalesinin Türk ve Yunan tarafları arasında savaşa yol açabileceği ve NATO üyesi olan bu iki ülkenin savaşmasının kabul edilemez olduğu ifade edilmiştir. Türkiye’nin müdahale kararı almadan önce müttefiklerine danışması gerektiği anımsatılmıştır. Ayrıca bu savaşın Sovyetler Birliği’nin de Türkiye’ye müdahale ihtimalini doğuracağı ve NATO’nun böyle bir durumda Türkiye’yi savunma konusunda isteksiz olacağı ima edilmiştir. ABD’nin Türkiye’ye sağladığı askeri malzemenin bu müdahalede kullanılmasına izin verilmeyeceği belirtilmiştir. Mektubun ardından Türkiye müdahale kararından vazgeçmiştir. İsmet İnönü 21 Haziran 1964’te ABD’ye giderek başkan Johnson ile bir görüşmede bulunmuştur.
Mektup hem Türk kamuoyunda hem de Türk dış politikasında yarattığı etki ile büyük önem taşımaktadır. Mektup çok sert ve kaba bir üslupla yazılmış, küçük düşürücü ifadelere yer vermiştir. Bir süre kamuoyundan gizlenen mektup hem yönetim kademelerinde hem de Türk halkında büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Ayrıca Türkiye-ABD ilişkilerinde ve Türk dış politikasında bazı önemli değişikliklerin habercisi olmuştur. O dönemde Batı bloğu içerisinde yer alan Türkiye, bu mektup sayesinde kendi ulusal çıkarlarının Batı bloğunun, özellikle de blok lideri ABD’nin çıkarlarıyla çeliştiği noktada bağımsız politikalar geliştirme konusunda sıkıntılar yaşanabileceğini görmüş, ABD’nin kimi zaman kendisini yalnız bırakabileceğini anlamıştır. Burada uluslararası sistemin de etkisi görülmektedir. İki kutuplu sistemde bloklar arasındaki ayrım sertleştiği oranda blok üyeleri, içinde yer aldıkları bloktan bağımsız politikalar geliştirmekte zorlanmaktadır. Nitekim bu tarihten sonra bloklar arasındaki ilişkilerin yumuşamaya başlamasının da etkisi ile Türkiye çok yönlü politikalar izlemeye başlamıştır. Dış politikada ABD’ye olan bağımlılık azalmış hatta en düşük seviyeye inmiş, Sovyetler Birliği ile yakınlaşma süreci başlamıştır.
ABD’nin sert tavrının nedenlerinden biri de o yıllarda Türkiye’nin stratejik öneminde görülen nispi azalmadır. ABD’nin 1960 yılında nükleer başlık taşıyabilen stratejik denizaltıları kullanmaya başlaması ile Türkiye’deki üslere olan ihtiyaç azalmıştır. Nitekim, ilerleyen süreçte Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’deki varlığı artmaya başlayınca hem Türkiye’nin hem de Doğu Akdeniz’in güvenliği açısından Kıbrıs’ın önemi artmıştır. Bu nedenle ABD, Kıbrıs sorununda Türkiye’ye karşı daha yumuşak bir tavır tercih etmeye başlamıştır.
JOHNSON MEKTUBU VE BİLİNMEYENLER
Dönemin ABD Başkanı Jonhson, dönemin Başbakanı İnönü’ye çirkin hitap ve içerikte bir mektup yolladı. Johnson mektupta, Türkiye’yi, Kıbrıs Harekatı’ndan vazgeçmesi yönünde tehdit ediyordu.
Dönemin ABD Başkanı Jonhson, dönemin Başbakanı İnönü’ye çirkin hitap ve içerikte bir mektup yolladı. Johnson mektupta, Türkiye’yi, Kıbrıs Harekatı’ndan vazgeçmesi yönünde tehdit ediyordu. Mektup, Türkiye-Amerika ilişkilerini sarstı, Türkiye’nin ABD’den bağımsız bir diplomasi ve sanayi geliştirmesinin başlangıcını oluşturdu
Gerek Kıbrıs’ın gerekse Türkiye’nin kaderinde 5 Haziran 1964 bir köşe taşı konumunda. Bundan tamı tamına elli dört sene evvel yaşanmış bir olay, gerçekte anavatan Türkiye’deki siyasilerin onurunu kırmıştı ama sonradan siyasilere ve de ekonomistlere bir uyarı, bir hatırlatma oldu ürkütmekten, onurlarını kırmaktan ziyade.
Eğer bugün Türkiye Cumhuriyeti dünya üzerinde kendi silahını, araç ve gerecini üreten, savaş malzemesi ihraç edebilen beşinci ülke ise bunu ABD Başkanı Lyndon Baines Jonhson’un dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdiği çirkin hitaplı ve içerikli mektuba borçlu. Johnson mektubuna uzanan sürece bir göz atalım: Kıbrıs’ta 21 Aralık 1963 Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde Rumlar tarafından kasten başlatılan toplumlararası çatışmaların ada sathına yayılması Türkiye’yi alarma geçirmişti. Rumlar, nüfus olarak Kıbrıslı Türklerden sayıca fazla olmalarına güvenerek mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti’ne tek başlarına hakim olabilmek için Kıbrıslı Türklere acımasız saldırılar başlatmışlardı.
İNÖNÜ ABD’Yİ UYARDI
ABD ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin ekonomik ve askeri baskısı ile yeniden yapılan Avrupa, Kıbrıs’ta yaşanan olaylarla ilgili olarak Makarios’u ve Yunanistan’ı haklı görürken, Türkiye’yi haksız ve sorun çıkarıcı olarak nitelemekteydiler. Açıkçası ABD, Avrupa ve NATO, diğer deyimle ‘Batı Bloku’ Kıbrıs konusunda, dindaşları Makarios’un ve Yunanistan’ın yanındaydı. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü, 1964 yılının Nisan ayının başlarında ünlü Time dergisine Kıbrıs konusunda, Kıbrıs sorununun gerçek içeriğini ve Türkiye’nin haklılığını vurgulayan bir demeç vermiş, Time dergisi İnönü’nün bu demecini 16 Nisan 1964’te yayınlamıştı. İnönü’nün sözleri içinde yer alan en önemli iki konudan birisi ‘Batı Bloku’nun ittifaktan ne anladığını sorgulaması diğeri de Kıbrıs konusunda adil davranmaması durumunda ‘Batı Bloku’nun hegemonyası dışında kalacak ‘yeni bir dünya düzeninin kurulacağı’ydı. İnönü’nün Time dergisinde yayınlanan demeci Milliyet gazetesi tarafından detaylı olarak Türk kamuoyuna duyuruldu. Milliyet gazetesinin öne çıkardığı cümle ise ‘Yeni şartlarla yeni bir dünya kurulur. Türkiye de bu dünyada yerini bulur’ oldu.
İnönü, ‘Batı Bloku’nun kaypaklığını farketmiş, daha ABD Başkanı Johnson’un mektubu kaleme alınmadan ve Türkiye’ye gönderilmeden bir buçuk ay önce, kendini müttefik diye satan ABD’nin, Türkiye’nin zannettiği gibi her koşulda değil, ancak kendi çıkarları zarar gördüğü durumlarda, Türkiye’nin zarar görüp görmeyeceğini dikkate almaksızın NATO güvenlik ve savunma sistemini çalıştıracağını anlamış ve kendi üslubuyla ABD’yi ve ‘Batı Bloku’nu uyarmıştı. Ne yazıktır ki, ‘Batı Bloku’ bu uyarıyı anlamak istememiş ve Başbakan İsmet İnönü’nün öngörüsü hem kısa vadede, hem de uzun vadede çok doğru çıkmıştı. İnönü’nün uyarısını ve ne demek istediğini anlayamayan Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların devlet gücünü kullanarak Kıbrıslı Türklere soykırım uygulamaya başlamasından sonra Kıbrıs’ta yaşanan çatışmaların artması ve Rum tarafının silahlanma kararı alması üzerine 2 Haziran 1964’te Türk Hükümeti Kıbrıs’a çıkarma yapma kararını açıklamış ve gerekli askeri hazırlıklara da başlamıştı. Çıkarmada kullanılabilecek gemiler seferberliğe çağrılmış, paraşütler tek tek elden geçirilmiş, mevcut tüm silahlar, savaş uçakları ve özellikle de o dönemde Türkiye’nin silah üretimi yapmaması nedeni ile ABD hibesi tüm silahlar elden geçirilerek cenk hazırlıkları başlatılmıştı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında mutlak galip olarak savaştan çıkan ABD, kurucu atalarının kökeni olan Avrupa’nın kalkınması için bir program hazırlamış ve Başkan Truman 12 Mart 1947 ‘de açıkladığı Truman Doktrini ile ABD-Avrupa ve ABD-Türkiye ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılmasını sağlamıştı. Doktrin içeriğinde tüm Avrupa devletlerine yardımlar yapılırken, özellikle de Yunanistan ve Türkiye’ye de komünizm tehlikesi ve yayılmasına karşı ilk tampon güç görevini yapmaları için Marshall Planı içeriğince silah ve ekonomik yardım yapılmıştı.
BÖLÜM VII
1963’TE TÜM GÜÇ ABD YAPIMI UÇAKLARDI
1947’de imzalanan Türk-Amerikan Yardım Anlaşması (Marshall Planı) içinde yer alan askeri hibe programı uygulanırken özellikle Türkiye’deki uçak yapımı dahil tüm askeri araç gereç ve silah üreten tesislerin kapatılması şartı getirilmişti. Bu nedenle de 6 Ekim 1926’da Atatürk tarafından Kayseri’de kurulan uçak fabrikası 1952’de, uçak motoru imal fabrikası da 1954’te kapatılmış. Amerikan uçakları Türkiye’ye gelmeye başladıklarında, Türk yapımı ve İkinci Dünya Savaşı döneminde tahıl, hammadde ve ham maden karşılığında Almanya’dan gönderilen tüm mevcut uçaklar da o zamanki adı Kayseri Askeri Havalimanı olan, günümüz Kayseri Hava İkmal Bakım Merkez Komutanlığı arazisi içine gömülmüştü. Bu nedenle de Kıbrıs olaylarının başladığı 1963’te Türk Hava Kuvvetleri’nin bütün gücü de sadece ABD yapımı uçaklardan oluşmaktaydı.
JOHNSON’DAN İNÖNÜ’YE İHTAR YAZISI
Türkiye’nin Kıbrıs’a silahlı müdahale etmek ve çıkarma yapmak kararlığını gören ABD’nin savaş yönetiminin beyni olan Pentagon, Türkiye’nin bu kararını önlemek için ABD Başkanı Jonhson’u uyararak çıkarmayı önlemesini talep etmişti. Başkan Johnson, Pentagon’un isteği üzerine kendi imzasıyla içeriği çirkin ve diplomatik teamüllere uymayan çıkartmayı durdurmak amaçlı bir ihtar yazısını İnönü’ye iletilmek üzere 5 Haziran 1964’te Türkiye’deki ABD Büyükelçisi Raymond Hare’ye şifreli teleks ile göndermişti.
Johnson mektubu Türkiye-ABD ilişkilerinde bir dönüm noktasını oluşturdu. 1952 yılından başlamak üzere yukarı doğru yükseliş eğilimi gösteren Türkiye-ABD ilişkileri, on iki yıl sonra Johnson’un mektubu ile duraklamış ve orada aşağıya doğru bir kıvrım yaparak iniş eğilimine geçmişti. ABD’li diplomatlar arasında Türkiye’de görev yapmış olanlar, görev dönemlerini ‘Mektuptan önce veya mektuptan sonra’ diye tanımlamışlardı uzun müddet.
Johnson mektubunun, dönemin soğuk savaşını yansıtan bir de perde arkası var. Dimitris Konstantopoulos adlı Yunan bir gazetecinin Vassos Lissaridis ile yaptığı, bana göre tarihin belli bir karanlık kısmına ışık tutan bir röportajda bu bilgilerin bazı ipuçları yer almakta. Olayı anlayabilmek ve takip edebilmek için önce Dr. Vassos Lissarides’in kim olduğunu bilmek gerekiyor. Lissarides, sosyalist milliyetçi EDEK’in kurucusu, Makarios’un özel doktoruydu. Ben de çocukluğumdan beri tanıdığım Dr. Vassos Lissaridis’le, babam Prof. Dr. Hakkı Atun’un İngiliz Sömürge İdaresindeki görevi nedeni ile birkaç kez babamın çalışma ofisinde karşılaşmıştım. İngiliz sömürge döneminde EAM ulusal direnişi ile EOKA arasındaki köprü adamıydı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması kararının alındığı Londra Konferansı’nda EOKA’yı temsil etmişti. 21 Aralık 1963 sabahında çatışmaların başlamasından sonra, kendine ait özel birliği ile Çağlayan Bölgesi’ne saldıran, Rum Temsilciler Meclisi Başkanı iken ASALA’ya Trodos dağlarında eğitim kampı açtıran, PKK lideri Öcalan’a ünlü Rum gazeteci Mavros Lazaros adı altında C015918 nolu Kıbrıs pasaportunu verdiren kişi ve tam bir Helen Milliyetçisi.
Röportajda, gerçekte tarihe ‘Johnson Mektubu’nun perde arkasında da Lissaridis’in yer aldığını fark ettim. Özetleyecek olursak, 21 Aralık 1963 sabahı başlayan Rum saldırılarından sonra Türkiye’nin huzursuzluğunu fark eden dönemin Cumhurbaşkanı Makarios, sağ kolu ve doktoru Lissaridis’i, dönemin Ticaret Bakanı Andreas Araouzo ile birlikte günümüz Rusya’sının o dönemdeki Devlet Başkanı Nikita Kruşçev ile görüşmeye ve yardım istemeye gönderilir. Kruşçev, kendilerini, dönemin Rus başkanlarının ve Politbüro üyelerinin yazlık köşklerinin bulunduğu, Karadeniz kıyısında, Gürcistan, Abhazya ve Rusya sınırı arasında yer alan Soçi şehrinde kabul eder.
Geçmişteki dostluklarından bahseden Lissaridis konuyu Türkiye’ye getirir ve “Türkiye’den saldırı bekliyoruz, Rusya bizim için ne yapacaktır” diye kendisine sorar. Tabağındaki Yunanistan’dan gelen zeytini gösteren Kruşçev, “Bak bu zeytin senin vatanından gelmektedir. Size tehdit Türkiye’dendir. Güzel hoş ama bizim gibi muazzam ve güçlü bir ülke, Türkiye gibi küçük bir gücün ülkenizi istila etmesine izin vermez” yanıtını verir. Lissaridis, “Bunları Makarios’a söyleyebilir miyim” diye sorduğunda da Kruşçev gülerek, “Sakın bana buraya turistik bir gezi için geldiğinizi söyleme” yanıtını verir. Sonra da ABD Başkanı Johnson’a diplomatik bir mektup gönderir ve şunu der: “Eğer Türkiye, Kıbrıs’ı istila ederse, Sovyetler Birliği’nin Türkiye aleyhinde harekete geçmek için başka bir şeyi kalmaz ve bu hareket askeri amaçlı olacaktır…”
ÜLKE ÇIKARINA GÖRE...
Bu olaydan bir buçuk yıl önce 16-28 Ekim 1962’de yaşanan Küba Krizi ve bu krizin aşılması için Türkiye’nin ABD-SSCB arasındaki gizli bir anlaşmayla harcanmasından sonra askeri, ekonomik ve diplomatik gücünü ABD’ye ispatlayan SSCB’yi bir kez daha karşısına almak istemeyen Johnson, 5 Haziran 1964’te İnönü’ye söz konusu çirkin uyarı/tehdit mektubunu yazmak zorunda kalır.
Bu mektup başta İnönü olmak üzere dönemin Türk siyasilerinin ve politikacılarının çok ağırına gitmiştir. Ama rahmetlik İnönü uzağı görebilen, kalbi ile değil beyni ile düşünen, halk tabiri ile ‘feleğin çemberinden geçmiş’ bir kişi olduğundan fevri hareket etmez. Türkiye’nin çıkarları hangi yöndeyse o şekilde davranır.
Johnson mektubu yaklaşık bir buçuk yıl kamuoyundan gizlendi. Türk siyasi hayatına etki olarak da Türkiye’nin Kıbrıs’ta süregelen katliamlara ve soykırıma uluslararası yasalara uygun müdahalesinin on yıl daha gecikmesine neden oldu. Türkiye medyası mektubun farkına vardı ama uzun bir müddet içeriğine ulaşamadı. Dönemin lider gazetelerinden Cumhuriyet “Johnson, İnönü’yü Washington’a davet etti” ve Milliyet de “İnönü ABD’ye davet olundu” manşetleri ile mektubun gelişini Türk kamuoyuna işittirdiler. İnönü Hükümeti’nin düşmesi ve Demirel Hükümeti’nin işbaşına geçmesinden sonra, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Parker Hart’ın “ABD çıkarmaya engel olmadı, Türkiye’ye sadece tavsiyede bulunuldu” açıklaması yaptı. Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin mektubun yayınlanmasının doğru olacağı düşüncesi ile girişimler başlattı. Abdi İpekçi’nin makalesinde yazdığı “… Johnson, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede NATO için verilmiş silahları ve NATO’ya ayrılmış birlikleri kullanamayacağını hatırlatmıştır. Asıl önemlisi Türkiye’nin yapacağı bir harekât karşısına Sovyet Rusya çıkarsa, NATO’nun böyle bir Rus müdahalesini NATO’ya yapılmış addetmeyebileceğini, yani bu durumda Türkiye’nin yalnız kalabileceğini bildirmiştir…” satırları konunun öneminin ve vahametinin ortaya çıkmasını hızlandırdı. Tartışmalar sürerken 13 Ocak 1966’da , Johnson’un mektubunun gönderilişinden bir yıl yedi ay sonra mektup bir şekilde Türk basınına sızdırılmıştı. Bu mektubun içinde bana göre çok önemli olan ikinci konu, buna tehdit de denebilir, “ABD’nin, olası bir Kıbrıs harekâtında NATO ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni toplantıya acilen çağıracağı” mesajıydı. Johnson açıkça Türkiye’yi, “Eğer harekâttan vazgeçmezseniz ben, NATO’yu ve BM Güvenlik Konseyini toplantıya çağırırım” sözleri ile tehdit ediyordu. [6.6.2018 Prof. Dr. Ata Atun / KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı]
BÖLÜM VIII
JOHNSON MEKTUBUNUN PERDE ARKASI
‘Gerçekte tarihe ‘Johnson Mektubu’ olarak geçen bu çirkin mektubun perde arkasında da Lissaridis’in yer aldığını öğreniyoruz’
Kıbrıs’ta, 21 Aralık 1963 sabahı kasten başlatılan toplumlararası çatışmaların Ada sathına yayılmasından ve Rumların devlet gücünü kullanarak Kıbrıslı Türklere baskı ve göçe zorlamaya başlamasından sonra, Kıbrıs’ta yaşanan çatışmaların artması ve Rum tarafının silahlanma kararı alması üzerine, 2 Haziran 1964 tarihinde Türkiye hükümeti Kıbrıs’a çıkarma yapma kararını açıklamış ve gerekli hazırlıklara başlamıştı. Türkiye’nin bu konudaki kararlığını gören ABD yönetimi, çıkarma kararını önlemek için ABD Başkanı Lyndon Baines Jonhson imzalı, içeriği çirkin ve diplomatik teamüllere uymayan bir ihtar yazısını Türkiye Başbakanı İsmet İnönü’ye iletilmek üzere 5 Haziran 1964 tarihinde, Türkiye’deki ABD Büyükelçisi Raymond Hare’ye şifreli teleks ile göndermişti.
ÇİRKİN MEKTUBUN YAPTIKLARI
Bu çirkin üsluplu mesaj gerçekte, Türkiye’nin kendisine gelmesini ve uzun vadede ABD’den bağımsız bir diplomasi ve sanayisini geliştirmesinin başlangıcını oluşturdu. Bugün Türkiye kendi gereksinimi olan silahların yüzde altmışını tamamen kendi tasarım ve olanakları ile geri kalan yüzde kırkın yarısının da yüzde seksenini kendi olanakları ile üretiyorsa, bunu ABD Başkanı Johnson’un söz konusu mektubuna borçlu olduğunu söyleyebiliriz.
Gelelim mektuba; hafta içinde “Kıbrıs’ın 1964-1967 yılları arasında Yunanistan tarafından işgali” ile ilgili Rumca doküman ve belgeleri internette tararken, aniden önüme Dimitris Konstantopoulos adlı bir gazetecinin Vassos Lissaridis ile yaptığı röportaj çıktı.
LİSSARİDİS’İN ROLÜ
Sosyalist Milliyetçi EDEK’in kurucusu, Makarios’un özel Doktoru olan Vassos Lissaridis’i ben, çocukluğumdan beri tanıyorum. Babamın İngiliz sömürge idaresindeki görevi nedeni ile birkaç kez babamın çalışma ofisinde karşılaşmıştım. İngiliz sömürge döneminde EAM ulusal direnişi ile EOKA arasındaki köprü adamı idi ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması kararının alındığı Londra Konferansı’nda EOKA’yı temsil etmişti. 21 Aralık 1963 sabahında çatışmaların başlamasından sonra, kendine ait özel birliği ile Çağlayan bölgesine saldıran, Rum Temsilciler Meclisi Başkanı iken ASALA’ya Trodos dağlarında eğitim kampı açtıran, PKK lideri Öcalan’a ünlü Rum gazeteci “Mavros Lazaros” adı altında (C015918 numaralı) Kıbrıs pasaportunu verdiren kişi ve tam bir Helen milliyetçisidir.
RUSYA’YA YARDIM İSTEMEYE GİTTİLER
Gerçekte tarihe “Johnson Mektubu” olarak geçen bu çirkin mektubun perde arkasında da Lissaridis’in yer aldığını öğreniyoruz. Özetleyecek olursak, 21 Aralık 1963 sabahı başlayan Rum saldırılarından sonra Türkiye’nin huzursuzluğunu fark eden dönemin Cumhurbaşkanı Makarios, sağ kolu Vassos Lissaridis’i, dönemin Ticaret Bakanı Andreas Araouzo ile birlikte o yıllardaki adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) olan günümüz Rusyasının o dönemdeki Devlet Başkanı Nikita Kruşçev ile görüşmeye ve yardım istemeye gönderir.
Rusya Devlet Başkanı Kruşçev, kendilerini, dönemin Rus başkanlarının ve Politbüro üyelerinin yazlık köşklerinin bulunduğu, Karadeniz kıyısında, Gürcistan, Abhazya ve Rusya sınırı arasında yer alan Soçi şehrinde kabul eder.
KURUŞÇEV’İN CEVABI
Geçmişteki dostluklarından bahseden Lissaridis konuyu Türkiye’ye getirir ve “Türkiye’den saldırı bekliyoruz, Rusya bizim için ne yapacaktır?” diye kendisine sorar. Tabağındaki Yunanistan’dan gelen zeytini gösteren Kruşçev, “Bak bu zeytin senin vatanından gelmektedir. Size tehdit Türkiye’dendir, güzel hoş ama bizim gibi muazzam bir ülke, Türkiye gibi küçük bir gücün ülkenizi istila etmesine izin vermez” der. Lissaridis, “Bunları Makarios’a söyleyebilir miyim” diye sorduğunda da Kruşçev gülerek, “sakın bana buraya turistik bir gezi için geldiğinizi söylemeyin” cevabını verir. Kuruşçev, ABD Başkanı Johnson’a diplomatik bir mektup gönderir ve şunu der: “Eğer Türkiye, Kıbrıs’ı istila ederse, Sovyetler Birliği’nin Türkiye aleyhinde harekete geçmek için başka bir şeyi kalmaz ve bu hareket askeri amaçlı olacaktır…”
Bu olaydan bir buçuk yıl önce 16-28 Ekim 1962 tarihinde yaşanan Küba krizi ve bu krizin aşılması için Türkiye’nin ABD-SSCB arasındaki gizli bir anlaşmayla harcanmasından sonra askeri, ekonomik ve diplomatik gücünü ABD’ye ispatlayan SSCB’yi bir kez daha karşısına almak istemeyen ABD Başkanı Johnson, 5 Haziran 1964’te Başbakan İsmet İnönü’ye söz konusu çirkin uyarı/tehdit mektubunu yazmak zorunda kalmıştır. Başbakan İsmet İnönü, 13 Haziran 1964’te Başkan Johnson’a gönderdiği cevabî mektubunda ise meşhur sözleri sarf eder: “Yeni bir dünya kurulur. Türkiye de o dünyada yerini alır.”
İlginçtir, 1963 yılında Kuruşçev bu sözleri sarf eder ama 1971 yılında ölümünden sonra gelen Brejnev yönetimi ise 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı sırasında yaptığı ilk açıklamada Türkiye’ye “İhtiyacınız varsa 50 bin askerimiz hazır” demişti. ABD’ye de güvenen Rumlar, harekât sırasında Türk müdahalesini önlemedi diye Lefkoşa’daki ABD Büyükelçisi Roger Davies’i 19 Ağustos 1974 günü öldürmüş elçilği de yakmıştı. Bilmem Rumlara bütün bunlar ders olur mu?
Bu iddialar gazeteci Dimitris Konstantopoulos’a ait ama gerçek olma olasılığı çok yüksek. [23.2.2018 Prof. Dr. Ata ATUN / KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı]
BÖLÜM IX
SONUÇ
Kıbrıs çıkartması döneminde ABD Başkanının göndermiş olduğu ambargo tehdit mektubunun yerini bu dönemde yine ABD Başkanı Trump’ın aşağılayıcı tehdit ve yaptırım twitleri almıştır. Hatta Trump’ın kullandığı dil daha ağır ve onur kırıcıdır. Bir önceki Başkan Obama Cumhurbaşkanına BEYZBOL SOPASI göstermiş, Trump “perişan ederim” demiştir !!! Tüm bunlara rağmen anlayamadığım bir konu var;
Türkiye’de yaklaşık 40 senedir terör yaratan onbinlerce insanımızı katleden bölücü PKK/PYD/YPG ve her ne ise sürekli isim değiştiren TERÖR ÖRGÜTÜNÜ silahlandıran, teşkilatlandıran, Türkiye’ye karşı kışkırtan ABD’ye, iktidarda bulunan yetkililer NEDEN STRATEJİK MÜTTEFİK demektedir?
ABD nasıl bir STRATEJİK MÜTTEFİKTİR ki Kıbrıs’ta elimizi kolumuzu bağlamıştır. Condelizza Rice’ın BOP/GOP stratejisinde Türkiye’yi rejimi ve sınırları değişecek ülkeler arasına alıyor. Askeri birliklerinde Türkiye’yi bölünmüş gösteren haritalar üzerinden çalışmalar yapıyor. Şimdi de güneydoğumuzda doğrudan Türkiye’yi hedef alan TERÖR ÖRGÜTÜNÜ düzenli ve tam silahlı 60 bin kişilik bir ordu olarak eğitiyor. Türkiye’ye Ambargo koyuyor. Planladığı AEGEANSEA tatbikatında uygulamalar dışına çıkarak Türkiye’yi doğrudan DÜŞMAN gösteriyor.
Şayet F-5 uçaklarını alırsak, tehdit altında olacağımız herhangi bir durumda F-35’ler dahil hiç bir ABD silahını kullanmamıza yine izin vermeyeceklerdir. Bu nedenle MİLLİ SİLAH üretimimizi acilen geliştirmek ve dışa bağımlılığı olabildiğince azaltmak zorundayız. Fakat bunu AKP iktidarının yapması olası değildir. Tank üreten ve bakımlarını yapan TANK/PALET fabrikamızı dahi Katar’a peş keş çeken bir iktidarın MİLLİ DIŞ POLİTİKA üretmesi olası değildir. Milli Güçlerin ilk hedefi örgütlenerek demokratik yollardan AKP’yi iktidardan uzaklaştırması gereklidir.
Marshall yardımıyla ABD’nin oltasına takılan Türkiye uyanmalı ve kendi milli sanayi hamlesini başlatmalıdır.
ABD her fırsatta Türkiye’ye HASIM/DÜŞMAN olduğunu göstermekte. Bu nedenle AKP hükümetinin politikalarını gözden geçirmesi ve SİSTEMATİK DÜŞMANIMIZ olan ABD’ye STRATEJİK MÜTTEFİK demekten vazgeçilmesi ve ABD ile olan politikalarımızın bu eksen üzerinden şekillendirilmesi gereklidir.
Naci Kaptan / 20.07.2019