AZİZ NESİN’lik BİR DÖNEM YAŞIYORUZ * Üstad ne de güzel yazmış * ÖLMÜŞ EŞEK

Aziz Nesin’den aktaran Mustafa Uyan

“Kurttan korkusu olmayan Ölmüş Eşek ‘in, Tahtalıköy’den,
yeryüzündeki arkadaşı Eşekarısı’na yazdığı mektuplar”

İLK MEKTUP
(Ölmüş Eşek’in Nasıl Öldüğünü Anlatır.)

Sevgili Eşekarısı,

Mektubumu alınca şaşıracaksın. Biz onu, çoktan nalları dikti biliyorduk, yine hangi ahırdan çıktı, diye afallayacaksın. Hiç şaşma, Tahtalıköy’deyim. Sana bu mektubumu Tahtalıköy’den yazıyorum. Bir zamanlar yeryüzünde yaşamış bütün büyükler, ünlüler, ileri gelenler, hepsi burada. Ben de onların arasındayım. Sen şimdi “Vahvah, sağlığında değerini bilememişiz!” diyerek ne denli dizini dövsen yeridir. Neden “Kör ölür, badem gözlü olur!” denildiğini, o körolası dünyada değeri anlaşılmamış olanların son umudu Tahtalıköy’e gelince çok iyi anladım. Gözlerim, burnumun ucunu bile göremezken, ölümümden sonra “Sürmeli gözlüydü”, “Bakışları üzünç doluydu” diye benim için övgüler düzüldüğünü duydum.

Dünyada sıkıntı çektiğin için hiç boşuna üzülme, ölünce senin için de gazetelerde “Yeri doldurulmaz büyük kayıp” diye yazacaklar. Bencileyin yoksulların yaşarken yerini dolduruyorlar, kendi yerimizi bile bize bırakmıyorlar da, öldüğümüz zaman nedense bi türlü yerimizi dolduramıyor, boş bırakıyorlar.

Ölünce, sen de, geride kalanların kalbinde yaşayacaksın; Tahtalıköy’deki yerin de Eşek Cenneti olacaktır. Burada, yaşarken yaşayacak yeri olmayıp da, öldükten sonra yeri doldurulamayanlardan birisi, bir eşek kardeşin başından geçmiş şu olayı anlattı. Çok sıcak bir günmüş. Eşeğin sırtına çok ağır yükler vurmuşlar. Yüklerin altında ıhlıya pıhlıya giden eşeğin yolu bir deniz kıyısına düşmüş. Deniz kıyısında bir büyük yalının önünden geçerken, bir de bakmış ki, yalının balkonunda bir besili, bakımlı eşek şezlonga kurulmuş, elinde, içindeki buzdan dışı terleyen bir cam içki bardağı… İçkisini yudumlayıp, cıgarasını tellendiriyor.

Yük altında sıcaktan bunalmış eşek, yalının balkonunda püfür püfür esen rüzgâra karşı içkisini içen eşeğe bakmış, bakmış da,

Yani, o kurumun da ne oluyor, altyanı sen de yaşıyorsun, ben de yaşıyorum… demiş.

Balkondaki eşek, yük altında ıhlayıp pıhlayan eşeğe,

Evet, sen de yaşıyorsun, ben de yaşıyorum ama sen işte öyle yaşıyorsun, ben de işte böyle yaşıyorum! demiş.

Tahtalıköy’de hiç devlet dairesi olmadığı ve memur da kullanılmadığı için bütün işler çok çabuk görülüyor ve tıkırında gidiyor, insanları meraktan çıldırtmak için kurulmuş olan posta örgütü gibi bir kuruluş burada yok. Tahtalıköy’den birisi, yeryüzünde yaşayan birisine mektup göndermek isteyince, mektubunda neler yazmak istiyorsa, bunların hepsi, mektup göndereceği kişinin içine doğuyor, işte şimdi, bu mektupta söylemek istediğim herşeyi senin içinden geçirdiğin gibi…

Sevgili Eşekarısı, sana bu mektubumda nasıl öldüğümü anlatacağım. Bu anlattıklarım, artık yaşayamayacak kertede bunaldığın bir dar zamanında ve sıkışıp kaldığın bir dar yerde belki işine yarar.

Dinle!

Yok ötesi, ölmüşüm, öyle, yaz sıcağında buzlu hoşafı kaşıklaya kaşıklaya “Oooh, öldüm!” diyenlerinki gibi lâfın gelişi bir ölüm değil benimkisi. Basbayağı ölmüşüm işte!

“ölümle şaka olmaz!” diyeceksin. Bizim gibilerin yaşamı bile şakadan geçince, ölümü tüm rezillik oluyor. Arkamdan ağlayacak iki kişi var: Biri Vasil, biri de Vedat. Birine beş yüz, birine yüz lira borcum var. Borcumu ödemeden öldüğüm için kim bilir nasıl üzülmüşlerdir. Onların suratlarını her görüşümde ölüp ölüp dirilmekten, yani taksit taksit can vermektense peşin ölmeyi yeğ tuttum.

İlkin evde ölmeyi tasarladım. Sonra düşündüm, gelengiden yoksulluğumun diz boyu rezilliğini görecek, ele güne maskara olacağım, bunun üzerine evde ölmekten caydım. Yazın yazlıkta, kışın kışlıkta yaşayamadım, hiç olmazsa şu sıcaklarda, bir türlü yaşayamadığım bir yazlıkta öleyim diye, ölüsünü göstermek istemeyen soylu kediler gibi, aldım başımı, uzak, havalı, hem de güzel görünümlü bir yere gittim.

Ölmeden önce kendime,

“Son arzun nedir? Söyle bakalım!” diye sordum.

İçimden bir ses,

“Yaşamak!” dedi.

Sen onu bir kez geç bakalım, dedim, sana “son arzun nedir?” diye sorduksa, idam edileceklere sorulan “usulen” bir sorudur bu, hemen şımarma da, şöyle yapılabilecek, sana uygun düşebilecek bir isteğin varsa onu söyle!

İçimdeki ses, bir daha, boğuk boğuk,

“Yaşamak!”, diye haykırdı.

Sus!.. Bu senin isteğin “Bir sınıfın diğer sınıflar üstünde tahakkümünü kurmak” demektir ve ceza yasalarında yazılı en ağır suçtur.

İçimdeki ses susunca ekledim:

Bunca yıl at kuyruğunda sinek gibi yaşadın da ne gördün, ne buldun bu dünyadan a teres!..

Yumdum gözlerimi, “irtihali dârı beka” eyleyip “ebedi istirahatgâh”ıma çekildim. Düpedüz şarampola uzanmıştım. Yoldan geçen biri, biriki tekmeledi, bende bir kıpırtı görmeyince üstümü başımı aradı. İç ceplerimi karıştırırken gıdıklandım ama öldüğüme göre hiç ses etmemeliydim. Adam, ceplerimde para bulamadı. Saat, dolmakalem, yüzük, çakı, çakmak gibi işe yarar bir şeyler de bulamayınca suratıma tükürdü. Yine vicdanlı adammış. Tüküreceğine daha başka bir şey de yapabilirdi. Oradan geçen birine, seslendi:

Yolda biri ölmüş ama insandan sayılmaz!.. Polise haber verdiler. Gelen polise, daha önce ceplerimi arayan adam,

“Üstünde hiçbir şey yok, kim olduğu anlaşılmaz!” dediyse de polis,

“Heheheeey… ben onun kim olduğunu şimdi anlarım…” dedi.

“Kimliği olmayınca?…”

Eliyle yaka numarasına, sonra da tabancasına vuran polis,

“Biz bunları boşuna taşımıyoruz aslanım, dedi, biz yelden nem, selden yem kaparız.”

“Ama nasıl?”

“Konuştururum”.

“ölmüş… ölü konuşur mu?”

“Orası meslek sırrı… ölmemiş olanı herkes söyletir, ben ölüyü konuşturayım da gör. Biz ölüleri değil, mezar taşlarını bile dile getiririz, ki, Boğaziçi safasında gazel okunuyor sanırsın…”

Araya taraya ceplerimde Fatih’li sıracalı kıza, bir de Bursa’lı öğretmene yazdığım aşk şiirlerini buldular. Polis, şiirleri görünce,

“Herif şairmiş, dedi, bu şairler bir konuşmaya başladılar mı, bir daha yedi devletin polisi gelse bunları susturamaz…”

Polis, şiirleri alıp beni hendeğin içinde bırakınca, bir iyiliksever adam polise neden beni bırakıp da şiirleri götürdüğünü sordu.

Polis,

“Bu şiir denilen şey, içinden çıkılmaz, karışık bir şeydir, dedi, şifre gibi bir şey olduğundan bu yeni şiirleri ne okuyan anlar, ne dinleyen… Onun için en çok şiir okuyan bizde siyasi polislerdir. Belki bu şiirlerde bir suç bulunur diye incelemeleri için siyasi şubeye götürüyorum.”

Onlar gitti, ben de hendekte kalakaldım.

İşte sevgili Eşekarısı, ölümüm böyle oldu. Ama bununla bitmiyor. Sen ölmeyi kolay bir iş mi sanıyorsun? Nerdeee!… Şuna inan; günün birinde ölünce, nasıl doğduğuna pişmansan, öldüğüne de bin pişman olacaksın. Dünyanın öyle bir yerine, öyle bir zamanına gelmişiz ki, yaşasan yaşanmaz, ölsen ölünmez. Ne yaşamaya bırakırlar, ne ölmeye… .

Gelecek mektubumda ölümümden sonra bile başıma neler geldiğini anlatırım. Arayıp soran olursa selâmlarımı söyle. Soranlar dedim de aklıma geldi; aman, gözünü seveyim, sakın alacaklılarıma yerimi söyleme! Hele içlerinde biri vardır sen onu tanırsın alacağı parayı bana ödettirmek için. hiç dinlemez ölür de buraya gelir, bana burada, yani “ebedi istirahatgâh”ımda bile rahat vermez, öyle olur olmaz insana adresimi verme.

Zehirli iğnenin ucundan öperim.

Dostun ölmüş Eşek

ve mektuplar “ikinci mektup” “üçüncü mektup” …. seri halinde devam edip gidiyor.Tabiki usta aziz nesin’in ÖLMÜŞ EŞEK adlı kitabında, yukarıya ben sadece birinci mektubu aldım…

mustafa uyan

Değerli dostlarım sizleri; editörlüğü yaptığım ve gönül bahçem adını verdiğim www.dil-ibicare.org isimli internet siteme bekliyorum

This entry was posted in EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR, GEDİĞE TAŞ KOYMAK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *