Yazıya YORUM
Sabahattin Gökkaya
17.06.2016
Ne olur okuyalım okutalım da, emperyalizmin dünyanın başına nasıl bir büyük bela olduğunu görelim. İşi ta başından ele almışlar. Önce tohum, sonra hastalıklar, ilaçlar, kalitesiz yaşamlar, giderek mankutlaşmalar vs.. Biz işgal edilmedik ama Irak’tan çok çok önce tohumlarımız ve coğrafyamızda bize ait, maddi-manevi ne kadar değer varsa, çok önceden işgal edildi, esir alındı. Önce beyinler felç edildi, sonra (sözüm ona) yöneticiler devşirildi. Artık onlardan hiç bir şey beklemiyoruz.
Mankutlaşmayanlarımız ne kadar kaldıysa yıllar önce Lozan’da nasıl bir ağızdan, “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır. Sizin yalanlarınızı yutmuyoruz, yasaklarınızı çiğniyoruz..” diye yüzlerine haykırdıysak, şimdi de halk olarak gür sesimizle haykırmalıyız:”ülkemizden elinizi çekin, tohumumuza ilacımıza karışmayın, sizden akıl almaya ihtiyacımız yok, hiç bir numaranızı yutmuyoruz, def olun gidin!..” Bunlar bu dilden anlar. Atatürk döneminde olduğu gibi. O günler yakındır, iç ve dıştaki gelişmeleri dikkatle izleyelim, görelim.
siyasihaber3.org
KİRAZ ÖZDOĞAN
10.06.2016
BİR ÇİFTÇİNİN HİKAYESİ
“Irak işgal edilir edilmez ilk yapılan şey, tohum bankasının yok edilmesiydi. Bu dönemde tohum bankasına ne gerek var dendi ve yok edildi. Daha sonra bir kararname çıkarıldı. Bu kararnameyle Iraklı çiftçilerin Monsanto gibi uluslararası şirketlerin patentli tohumlarını alması şart koşuldu.”
Ben bir çiftçiyim. Önce Hindistan’daydım, hani biliyorsunuz bir dönem İngiltere’nin işgali altında kalan ülke. Ben oradaydım. Ülkemi fiilen İngiltere’nin işgalinden 1947’de kurtardık, ne güzel değil mi; ama tohum işgalinden kurtarmayı başaramadık. İnanıyorum ki onu da başaracağız. 1998’de Monsanto isimli bir şirket ile tanıştım. Monsanto ve onun lanet tohumlarıyla ve ilaçlarıyla. ABD menşeli bir şirketmiş. Bana verimlilik artacak, maliyetler düşecek demişlerdi. İnandım, daha doğrusu inanmaya zorlandım, “büyükler” onların yanındaydı. Ama söyledikleri hiç bir şey olmadı. Tohuma ek olarak her seferinde daha çok ilaç ve kimyasal gübre almak zorunda kaldım. Satın alabilmek için bankadan kredi çektim. Borç batağına düştüm. Borçlarım yüzünden ailem mağdur olmasın diye de intihar ettim. İntihar etmeye de devam ediyorum. Kaç kez öldüğümü, yetkililer bile tam sayamıyor. 25 bini bulduğu söyleniyor. Bu sayıya kadınlar dahil değil, çünkü onları Hindistan’da çiftçi olarak saymıyorlar. Ancak erkekler çiftçi olarak sayılıyor. Hindistan’da tarımdan geçinen kaç kişinin intihara itildiği bilinmiyor, sayı olarak bile önemsisiz; ama bankalar, muhtemelen ne kadar borç olduğunu kuruşu kuruşuna hesaplamıştır.
Irak’ta ya da Malavi’de çiftçi olmak fark etmiyor
Daha sonra bir çiftçi olarak Irak’a geçtim. Irak’ta neredeyse yüzyıldır, savaşsız on yıl geçmemiştir, hâlâ da var. Ben çok uzağa gitmeyeceğim. 2004 yılına dönsek yeter. Hani ABD işgalinin olduğu yıllar. Biz Iraklı çiftçiler, işgalden önce genellikle kendi tohumumuzu kullanırdık. Irak’a Paul Bremmer diye yeni bir yönetici atandı, kendisi ABD’li. Bir kararname çıkardı, bu adam. Tarihler 26 Nisan 2004’ü gösteriyordu. Dedi ki “Bundan sonra siz Iraklı çiftçiler çok uluslu şirketlerden patentli tohumlar alacaksınız, kendi tohumlarınızı üretemezsiniz”.
Aynı yıl ismi duyulmamış bir Afrika ülkesine geçtim; Malavi’ye. Malavi’de açtım, abartmıyorum günde bir öğün yemeği zor buluyordum. Hükümetimiz uluslararası yardım çağrısında bulundu. Ve sahneye kim çıktı dersiniz? Yine Monsanto isimli şirket. Monsanto ve onun hibrit tohumlarıyla karşılaştık yine. Dünya küçük, kiminle nerede karşılaşacağınız hiç belli olmuyor. Elini sallasan dünyadaki gıda pazarına malik olmuş binlerce uluslararası şirket yok ki! Tabii ki Monsanto olacak. Bize tam 700 ton hibrit mısır tohumundan verdi. Bu Monsanto, ilk bakışta ne yardımsever değil mi? Bu “iyilik” karşısında, nutkum tutuldu;
Hindistan ve Irak vakalarını çoktan unuttum gitti. Büyük bir umutla bu hibrit mısır tohumlarını ektik. Ekmeyip de ne yapacaktık. Elimizde tohum yoktu. İlk yıl çok güzel gözüküyorlardı. Her zamanki gibi tohumluk aldık. Çünkü hep öyle yapardık. Niye yapmayalım ki?
Aldığımız tohumları, bereket dileyerek bir yıl sonra toprağa ektik. Ama toprak bize ses vermedi, tohumlar büyümedi. Toprak bize küstü. Topraklarımız bozulmaya başladı. Biyoçeşitlilik denen çok değerli bir şey varmış, biz onu bize verilen ve kullandığımız tohumlar ve ilaçlar yüzünden kaybetmeye başladık. Bir yandan da küresel ısınma. Tam umutlanmışken kapıldığımız umutsuzluğu düşünebiliyor musunuz? Ve sonra Monsanto denen şirketin yetkilileri dedi ki “Şimdi genetiği değiştirilmiş organizmalı (GDO’lu) tohumları ekme zamanı”. Ama bu sefer bazılarımız “hayır” dedik. Ağaçlı tarımla toprağımızı onarmaya başladık.
Latin Amerika’daki toprağı özgürleştirme mücadelesine ses verdik. Ama bazılarımız diyemedi ve Monsanto’nun sattığı tohumları kullanıyor. Her geçen gün daha çok toprakları çölleşiyor ve şirkete bağlı hale geliyorlar. Bunlar size uzak ülkelerde olan şeyler değil mi?
Şöyle bir spot haber gibi okuyabilirsiniz. Siz öyle sanın, 1997’de Monsanto denen şirket Türkiye’ye gelmiş. Şu anda Bursa’nın Mustafa Kemal Paşa ilçesinde 3 bin hektarlık bir arazisinde ekim yapıyor. Birçok çiftçi onun tohumlarını ve ilaçlarını kullanıyor. Ayrıca birçok GDO’lu ve hibrit tohumdan üretilmiş ürün Türkiye’ye ithal ediliyor, örnek pirinç. Hatırlayın. Bebek mamalarında GDO çıktı.
Burada size bu kısa hikayelerin perde arkasını anlatmaya çalışacağım. Kimdir bu Monsanto? Nedir bu kısa adı GDO olan genetiği değiştirilmiş organizma. Nedir bu hibrit denen şey. Patentli tohum ne demek oluyor? Tohumu yüzyıllardır biz yapardık. Bunlar nerden çıktı şimdi? Bu kadar zararlıysa nasıl ve neden hayatımızı kapladı, neden izin verildi? Bunları tartışacağım. Unutmayın ben de sizlerden biriyim. Toprağın, suyun, havanın ve kendi bedenimdeki değişimi gözlemledim ve sordum: Neden ve Nasıl? Sonra da biraz okudum, araştırdım. Okuyup araştırdıklarımı da sizlerle paylaşmak istedim.
Savaş ve Monsanto, GDO, hibrit
Savaş var, sokağa çıkma yasakları, bombardımanlar; şehir merkezlerinde bombalar patlıyor veya her an patlayabilir korkusuyla yaşıyoruz, evimize giremiyoruz, evimizden çıkamıyoruz. Ne yediğimizin nasıl ekildiğinin ne önemi var gibi düşüncelere kapılıyoruz. Tarım, beslenme başka bir şey, savaş başka bir şey gibi düşünebiliyoruz. İşler tam da böyle yürümüyormuş, araştırırken bunu anladım. Savaş ve tarım politikaları aslında birbirinin ne kadar içine girmiş. Ben uslu uslu tarımımı yaparken, meğer neler oluyormuş. Çok şaşırdım. Haberlerde filan savaşta kimyasalların kullanıldığına dair iddiaları sık sık duymuştum, okuyucu da duymuştur. Karşı tarafı öldürmek için yasak olmasına rağmen kimyasal silahların kullanıldığı iddiası hiç gündemden düşmez. Sağolsun savaş da hiç eksik olmuyor. Fikret Kızılok’un “Hep Süleyman Başbakan” şarkısını “hep savaş”a kolaylıkla uyarlayabiliriz. Konuya dönelim. Hiç bu kimyasalların tarımda da kullanılabileceğini düşünüz mü? Tarım şirketlerinin, bu kimyasalları çiftçilere sattığını. İnsanları, canlıları öldürmek için savaşta kullanılan şey, hiç tarımda kullanılır mı demeyin. Veya bu kimyasalların, bir tarım şirketi tarafından üretilebileceğine.
Aslında savaş ile tarımın endüstriyelleşmesi hikayesi biraz eski. Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok kimyasal kullanılmış. Bunu üreten bir sürü fabrika var, düşünsenize. Bunlar barışta ne yapacak, batacak mı. Hiç buna izin verilir mi? Bu kadar yatırım, gelişme filan. Ne yapalım? Zaten daha öncesinde de topraksız tarım gibi icatlar vardı, ki bu kimyasalların kullanılmasına dayanıyordu. Savaşta silah olarak kullanılan kimyasallar, tarımda da kullanılır, ormanları ilaçlamak için. Böylece gelişme, yatırım filan boşa gitmez. Bu özet tarihi bilgiden sonra daha odaklanmış bir bilgi paylaşacağım.
MONSANTO ÖLÜM PİRAMİDİ
ABD’de bir yer var, Texas City. Amerikan filmlerinde çok geçer. Burada Monsanto isimli broşürümüze de konu olan şirketin bir fabrikası varmış. Burada 2,4,5 T herbisit üretiliyormuş. Bu fabrikada çalışan işçilerin sivilce çıkarma, açıklanamayan ateşlenmeler, zayıflıklar, sinirlilik, libido kaybı gibi şikayetleri varmış. Bu kimin ilgisini çekmiş biliyor musunuz? Tabii ki sağlık bakanlığının değil. ABD Ordusunun. Demişler ki işçiler üzerinde bu kadar olumsuz etkileri olabiliyorsa biz bunu niye savaşta silah olarak kullanmayalım. İşçileri filan umursayan uzun zaman olmamış, hele çevrede yaşayan canlıları hiç. Bunun üzerine Vietnam savaşında ABD gerillaların ve halkın ormanlara gizlenmesini engellemek için bir kimyasal kullandı. Bu herbisite, “turuncu ajan” ismi verildi. Bu turuncu ajanın tedarikçisi şu Monsanto isimli şirketti. Bu turuncu ajanın kullanılması yüzünden Vietnam’da 400 bin kişinin yaşamını yitirdiği, 500 bin çocuğun da sakat doğduğu belirtiliyor. Rakamlar dile kolay, bir de yaşayanları düşünün. İlacın kullanıldığı yerlerde ise hala ağaç yetişmiyor ve ekim yapılamıyor. Evet, böylece İkinci Dünya Savaşının akabinde, Monsanto adlı şirket ABD Ordusunun bir partnerine dönüştü.
Bu kadarla bitmedi. Daha önce de belirttik. Monsanto 1960’lardan sonra biyoteknoloji alanına yöneldi. GDO’lu ürünlerin en önemli tedarikçisi haline geldi. ABD Ordusunun işgal ettiği, her yere nedense Monsanto da gitti. Örneğin Irak. Irak işgal edilir edilmez ilk yapılan şey, tohum bankasının yok edilmesiydi. Bu dönemde tohum bankasına ne gerek var dendi ve yok edildi. Daha sonra bir kararname çıkarıldı. Bu kararnameyle Iraklı çiftçilerin Monsanto gibi uluslararası şirketlerin patentli tohumlarını alması şart koşuldu. Ki işgalden önce Irak yasaları tohumda özelleştirmeyi yasaklıyormuş. ABD’nin sömürgeleştirmek istediği her yer, Monsanto şirketinin ismini duydu, örneğin Latin Amerika’nın birçok ülkesi. Askeri olarak işgal edilemeyen yerler GDO’lu ve hibrit tohumlarla işgal edilmeye çalışılıyor; çiftçilerin kendi tohumlarını üretmesi veya tarıma devam etmesine izin verilmiyor.
Ben bu hikayelerden şunu öğrendim: tarım politikaları, savaş politikalarından bağımsız, ayrı falan değil. Birinde devlet ordusuyla gelir, sizin yaşadığınız yeri işgal eder; tarım kimyasallarını savaş silahı olarak kullanır veya savaş kimyasallarını tarım ilacı olarak kullanır. Sizin tohumlarınızı, ekim alanlarınızı elinizden alır ve “Bizim yöntemlerimizle bizim tohumlarımızı ekeceksiniz, bize bağımlı olacaksınız” der ve yaşam alanlarını öldürür. Diğerinde ise ordusuyla gelmez; şirketleriyle gelir, tohumuyla, tarım kimyasallarıyla işgal eder. Ama aynı şeyi söyler: “Bizim yöntemlerimizle bizim tohumlarımızı ekeceksiniz, bize bağımlı olacaksınız” der. Sonuç yine aynıdır; yaşam alanlarını öldürür.