OSMANLI MERAKLILARINA *** Osmanlı’da oğlancılık ve sapkınlık …”Oğullarına fahir feraceler, sincefler, fâhir kaftanlar libaslar ve kuşaklar ki ibrişimden ve gümüşten ola, fâhir dolamalar giydirmeyeler”

Türkiye Cumhuriyet’i Devletini Osmanlı’ya çevirmek isteyen yobaz kafalar ,Osmanlı hanedanında Türk’ün yeri olmadığını ,aşağılandığını , ve Padişahların neseplerinin Hristiyan olduğunu bilmezler mi ?

Anaları Hristiyan olan tüm padişahların kökü de , aslı da bizden değildir. O padişahlar ki Osmanlı imparatorluğunu kanla , zulümla , kardeşlerini çocuklarını katlederek, kökleri dışarıdan olan analarının gölgesinde kalıp bazıları ise subyan yaşlarda padişah olmuşlar ve ülkeyi sözde yönetmişlerdir.

Ahlaksızlık ve eşcinsellik saraya girmiş ve içoğlanı okulları kurularak padişahlara eşcinseller yetiştirilmiştir.BU konuda sizlerle paylaşmış olduğum OSMANLI HAYRANLARINA BİRAZCIK TARİH DERSİ *** Osmanlı Cinayetler Tarihi * Katil padişahlar https://nacikaptan.com/?p=15540  yazısından sonra aşağıdaki yazıları da OSMANLI HAYRANLARINA ithaf ediyorum .

Kardeş , oğul , ana katili olan padişahlara ve oğlancılığı da alışkanlık haline getirenlere özlem duyanlara  uğurlar olsun. Herkes layığını bulur ..

Naci Kaptan
27.12.2014

Asena Can

OSMANLI’DA ERKEK EŞCİNSELLİĞİ

Osmanlı diye bir millet yoktur. Irk çorbası haremlerin meyvesi Osmanlı hanedanı vardır ve o hanedanın yönettiği devletin içinde çeşitli milletler bulunmaktadır. Bu milletlerden biri ve devletin kurucusu olan Türkler, özellikle 1.600’lü yıllardan itibaren devlet kadrolarından kovulmuştur. Devlet yönetimi tepeden tırnağa gayr-ı Türklerce ele geçirilmiştir.

(Osmanlı çocuğu) olduğunu söyleyip Osmanlıya ecdat diyenlerin bazı gerçekleri bilmesinde yarar vardır. Osmanlı’nın bir hanedan ismi olduğunu ve Türk’lerden nefret ettiğini , Devlet’te Türk’lere kadro vermediğini ve Türk halkını aşağıladığını da Osmanlı hayranları ve Osmanlı çocuğu olmayı isteyenler bilirler mi ?

***

AYŞE HÜR
Türkiye / 10/11/2013
Radikal

Başbakan’ın bağnaz otoriterliğinin son numunesi olan “kızlı-erkekli yaşam” tartışmasından sonra, İslamcı yazarların pek beğendiği Osmanlıların bu konulardaki pratiklerine bir göz atıp neyin ‘meşru olduğunu’ anlamaya çalıştım.

“… ve yaz olunca avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki bedenen sağlam olasın.”  (11. yüzyılda yaşamış Kuhistan Sultanı Kabus’un oğluna nasihat kitabı Kâbusname’den)

Başbakan’ın bağnaz otoriterliğinin son numunesi olan “kızlı-erkekli yaşam” tartışmasından sonra İslamcı yazarlardan Hayrettin Karaman, Başbakan’ı savunmak için “kadın ve erkek öğrencilerin bir veya birkaçının aynı evlerde kalmalarının Müslüman milletimizin ahlak, gelenek ve göreneğine göre meşru olmadığını” söyleyince, İslamcı yazarların pek beğendiği Osmanlıların bu konulardaki pratiklerine bir göz atıp neyin ‘meşru olduğunu’ anlamaya çalıştım.

GÜNAH KEÇİSİ: OLİVERA DESPİNA

Orhan Gazi zamanında (1326-1359) Osmanlılara esir düşen Bizans’ın Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas, Osmanlı’da sapkınlığın çok yaygın olduğunu, özellikle Hristiyan esirlere yönelik tacizlerin çok olduğunu yazar hatıratında. ‘Oğlancılığın’, I. Bayezid döneminde başladığını kabul eden kaynaklar ise suçu Bayezid’in karılarından Sırp asıllı Olivera Despina’ya atarlar. Güya bu gavur hatunun kocası için bulduğu Hıristiyan oğlanlarla başlamıştır eşcinselliğin Osmanlı’da kurumsallaşması ve saraydaki ‘iç oğlanları’ örgütlenmesinin nüvesini bu oğlanlar oluşturmuştur…

Palamas’ın da esareti sırasında cinsel tacize maruz kalıp kalmadığını bilmiyoruz ama tarihe düşmanlarına reva gördüğü ölüm şeklinden dolayı Kazıklı Voyvoda olarak geçen Romen boyar’ı (bir soyluluk unvanıdır) Vlad Tepeş Drakula’nun 1442-1448 arasında rehin tutulduğu II. Murad’ın Edirne’deki sarayında yaşadığı tecavüzlerden dolayı böyle acımasız biri olduğuna dair kaynaklar var. (Drakula ile birlikte rehin olan kardeşi Radu ise, kendi isteği ile 1462’ye kadar İstanbul’da kalmıştır ki, bunu nasıl yorumlamak gerekir bilmiyorum.)

YAZ OLUNCA AVRETLERE, KIŞ OLUNCA OĞLANLARA

Peki II. Murad, kendisinin emri üzerine Mercimek Ahmed’in Farsça’dan çevirdiği, 11. Yüzyılda yaşamış Kuhistan Sultanı Kabus’un oğluna nasihat kitabı Kâbusname’deki şu satırları okuduğunda şaşırmış mıydı acaba: “… ve yaz olunca avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki bedenen sağlam olasın. Zira ki oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir yere gelirse teni azıtır ve avret teni soğuktur, kışın iki soğuk bir yere gelse teni kurutur vesselam.”

“Osmanlı’nın eşcinselliği neredeyse tarihsel ve cinsel bir norma dönüştürmesine karşılık, Cumhuriyet etiğinin, eşcinselliği kamusal söylemin dışına çıkardığını söyleyebiliriz” diye söze giren Hilmi Yavuz, Fatih Sultan Mehmed’in ‘Avni’mahlasıyla yazdığı gazellerden birinde Veyis adlı güzel bir oğlanı övdüğünü, gazelin sonunda da “Ey Avni! Talihin yaver gitti ve o sevgili misafirin oldu. Fırsatı kaçırma; zira Veyis bin cana bedeldir” dediğini; Fatih’in bir diğer gazelinde ise Galata’daki bir kilisede görevli papazı öve öve bitiremediğini yazdığında kıyamet kopmuştu. Bu konu da hala araştırmacısını bekliyor…

DELİ BİRADER VE KİTABI

‘Osmanlı sultanlarının kahkahalarla okuduğu kitap’ olarak ünlenen Kitab-ı Dâfi‘ü ‘l-gumûm ve Râfi‘ü ‘l-humûm’un (kısaca ‘Gamları Def Eden Kitap’) ilk bölümü nikâhın meziyetlerine ve sevişmenin faydalarına; ikinci bölüm ‘kulampara’ (aktif eşcinsel) kardeşlerin ve zampara biraderlerin arasında geçen tartışmalara; üçüncü bölüm servi boylu yalın yüzlü ve lale yanaklı oğlanlarla sohbetin zevklerine; dördüncü bölüm gümüş tenli kadınlar ve yasemin göğüslü kızlarla oynaşmanın hazlarına; beşinci bölüm, rüyalarda yaşanan bazı hallere ve hayvanlarla ilişkilere; altıncı bölümde oğlanların (pasif eşcinsellerin) ve ne idüğü belirsizlerin durumlarına; yedinci bölümde gidilerin (pezevenk ?) ve boynuzluların hikâyelerine dairdi.

Kitabın yazarı ise Gazali mahlasıyla yazan, ası adı Mehmet olan, ama Deli Birader adıyla tanınan bir medreseliydi. Deli Birader, 1466’da Bursa’da doğmuş, medrese eğitimini tamamladıktan sonra devrin önemli din bilginlerinden olan Muhyiddin-i Acemi’den ders almış, Bursa’da Bayezid Paşa Medresesi’nde müderrislik yaparken Manisa Sancağı’nda bulunan Şehzade Korkut’un (II. Bayezid’in oğlu idi) edebiyat çevresine girmişti.

Sözünü ettiğim kitabı Piyale Ağa adlı birinin isteği üzerine yazan ancak Şehzade Korkut’un eseri beğenmemesi üzerine gözden düştüğü ileri sürülen Deli Birader, 1512’de Korkut’un tahtı ele geçiren kardeşi (Yavuz) Sultan Selim tarafından öldürmesinden sonra, Bursa yakınlarındaki Geyiklibaba Türbesi’nde şeyhlik etmiş, ardından Sivrihisar, Akşehir ve Amasya’da medrese hocalığı yapmıştı. Derken İstanbul’a gelip Beşiktaş’ta bir hamam açmış ama hamamda delikanlılarla yaptığı alemler İstanbul halkının diline düşünce, çareyi uzaklara kaçmakta bulmuştu. Sığındığı yer ne ilginçtir ki, Mekke idi. Deli Birader hayatını 1535’te burada kaybetmiş ve bir din adamı olduğu için cenaze namazı Kabe’de kılınmış ve Kabe yakınlarına defnedilmişti…

SUHTE AYAKLANMALARI

Buraya kadar anlattıklarımız devletlülerimizin keyifli yaşamları hakkında. Ama Mustafa Akdağ’ın günışığına çıkardığı, 16. Yüzyıl Osmanlı tarihine damgasını vuran ‘suhte ayaklanmaları’ (kıyamı) ‘kızsız-erkekli’ yaşamın çok yıkıcı da olabileceğini düşündürüyor.

O dönemde Osmanlı’da din adamı olmak üzere medreselerde okuyan ergenlik çağındaki öğrencilere ‘suhte’ (softa) deniliyordu. Medrese eğitimini başarıyla tamamlayanlar devlette kadılık, naiplik, müderrislik, imamlık gibi görevlere atanıyorlardı. Medreselerde öğrenciler yatılı okuyorlar, imarethane denilen öğrenci yurtlarındaki 3-5 kişilik hücrelerde yaşıyorlardı.

Akdağ’ın anlatımıyla “Ömürlerinin en genç ve kızgın çağını, bu dışa kapalı, dar, karanlık ve kubbe biçimindeki, tavanından karanlığın hayalleri sarkan bu hücrelerde geçirmek zorunda kalan öğrencilerin, ara sıra çıktıkları şehrin sokak ya da çarşı ve pazarları da, onların gençlik ihtiyaçlarına kesinlikle kapalı bulunuyordu. Gizli çalışan, yakalandıkça da şuraya buraya sürülen fahişeleri bulmak çok zor bir işti (…) medrese öğrencilerinin, genç çocuklar ile düşüp kalkmaları, toplum ahlâkını kemiren bir alışkanlık hâlinde sürüp gidiyordu. Yalnız bunlar değil, ‘levent’ dediğimiz, köyden kente gelmiş, işsiz güçsüz dolaşan ve ‘bekâr odalarında’ her türlü ahlâksızlığı yapmaktan çekinmeyen ergen kitleler de, bu doğa dışı cinsel sapıklıkları huy edinmişlerdi.

Kadın-erkek ilişkilerini son derece kısıtlayan, hatta fahişeliğe bile göz yummayıp, bu gibi kadınları oradan oraya süren o dönemin yobazlığının, asayişçilerin cerime (para cezası) çıkarabilmek için, bir erkekle bir kadını konuşurken de olsa yakalayabilme gayretlerinin, suhte ve leventlerin bu söylediğimiz doğaya aykırı alışkanlıklarını bütün bütün kamçılamakta olduğu bir gerçektir. Bu incelediğimiz sıralarda, hatta birer meyhane gibi kullanılan bozahanelerin işleticileri, bu gibi yerlere doluşan ergen müşterileri için ‘taze oğlanlar’ bulundurmakta ve yasakları da hiçe saymaktaydılar.”

Mustafa Akdağ’ın eşcinselliği doğa dışı gören, hatta şeytanlaştıran dilini ve cinsel bunalımları sanki tek nedenmiş gibi ele almasını yeleştirmemek mümkün değil. Çünkü suhtelerin sadece cinsel sorunları yoktu. Mezun olduktan sonra iş bulamamak gibi başka bir sorunları daha vardı. İkisi birleşince ortaya gerçekten vahim bir tablo çıkmıştı. Öyle ki, önce ümitsiz ve öfkeli suhteler 100-150’şer kişilik bölükler halinde çevre yerleşimlerdeki halkı rahatsız etmeye, cer, kurban, nezir adı altında haraç toplamaya başladılar. Sonra işi eşkiyalığa vurdular. Anadolu’da Tarsus’tan bas¸layarak, Toroslar’ı takiben, Sivas’tan ve Erzincan’dan Giresun’un doğusuna çekilen bir hattın batısında kalan bölgelerde yoğun suhte ayaklanmaları görüldü. (Akdağ’a göre isyanlar Kürt bölgelerinde çıkmamış, Türk bölgelerine münhasır kalmıştı, yani adeta ‘milli’ nitelikteydi.)

Suhteler Selanik, Üsküp, Gümülcine gibi Balkan şehirlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada önce zenginlerin evlerini, sonra sıradan insanların evlerini bastılar, yakışıklı çocuklarını (bunlara ‘yüzü tüysüz oğlan’ anlamına ‘sâderû’ diyorlardı) kaçırdılar. Kaçırma olayına ‘oğlan çekme’ deniyordu. Bazı yerlerde hocaları da öğrencilere yardım ediyordu. Baskınlardan paylarını alan devlet görevlileri vardı.

Olaylar Kanuni döneminin (1520-1566) son yıllarında tırmanışa geçen suhte ayaklanmaları onun oğlu II. Selim döneminde (1566-1574) zirveye çıktı. Etrafı yağmalayan suhteler, güvenlik güçleri takip edince dağlara kaçıp, saklanıyor, bahar geldiğinde tekrar şehir ve kasabaları yağmalıyorlardı. Suhte ayaklanmalarını bastırmak için ‘il eri’ denilen özel kuvvetler kuruldu. Ancak suhteler bunlara, hatta zaman zaman Yeniçeri ocaklarına bile baskınlar düzenlediler. Suhte sorunu ancak yüzyılın sonlarında hafifledi ancak yerini işsiz askerlerin de katılmasıyla birlikte 1610’a kadar sürecek olan Celali İsyanları aldı…

Bu ‘yıkıcı’ parantezi kapatıp yine, ‘zevk-u sefa’ faslına dönelim

TÜYSÜZ OĞLANLAR KILAVUZU

II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed dönemlerinin tarihçisi, divan katibi, valisi Gelibolulu Mustafa Ali (ö. 1600), Divân’ında şunları yazar:

“Zenne rağbet eder mi âkil olan
Tab-ı Ali civâne maildir.”

Aklı başında olan kadına eğilim gösterir mi?
Ali’nin yaradılışında delikanlıya yöneliş vardır.

Dönemin erkek eşcinselliğe bakışını en çarpıcı biçimde özetleyen eserlerden biri olan Mevâidün Nefais fi Kavaidil-Mecalis’i (Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları) kaleme alınmıştı. Bu kitapta erkek eşcinselliği toplumun bir gerçeği olarak bir yandan kabulleniliyor ve konuyla ilgili ayrıntılı bilgiler verilirken, bir yandan da kötüleniyordu.

Gelibolulu Mustafa Ali, Mevâid’in çeşitli bölümlerinde Osmanlı eyaletlerinde yaşayan çeşitli ırk ve etnik kökenden toplumların delikanlıları hakkında kısa kısa bilgiler veriyordu.Örneğin “Tüysüzler soyundan namert lokması olanların çoğu Arabistan piçleri ve Anadolu Türklerinin veled -i zinalarıdır, onların sürdüğü güzellik ve cazibe süresini hiçbir diyarın tüysüzleri sürmez,” diyordu.

Örneğin “Edirne, Bursa ve İstanbul’un ince bellileri her yönden kusursuzlukta ve güzellikte onlardan ileridir.” diyordu.Örneğin “Kürt tüysüzleri, anadan doğma evbaş olanların tecrübesine göre sağlıklı, yumuşak ve uysal ve her ne teklif olunsa dinleyip yapmaları çok olur. Hele bellerinden aşağısını kına ile boyatır, dizlerine ininceye kadar boyanarak kendilerini süslerler,” diyordu.

“Uzun boylu, salınarak yürüyenleri kullanmak isteyenler Rumeli köçeklerinden şaşmasınlar. Kul cinsinin de Yusuf çehreli Çerkeslerinden ve Hırvat asıllıların nefesleri mis kokanlarından sakın usanıp bezmesinler,” diyordu.
“Ama Gürcü, Rus ve Görel cinsi, öteki esnafın gübresi gibidir. Onlara bakarak Macar soyundan olanlar, başka tayfaların tabiata uygun ve makbul olanlarıdır. Gel gelelim, çoğu efendisine, hıyanet eder; düşüp kalkmalarından, davranışlarından her kişi onların çirkin yönlerini görür,” diyordu.

“Şaşılacak olan budur ki Mısır evbaşları Habeşlilere düşkündür. Araya soğukluk girer, her biri insanın samurudur, derler. Aslında yatak hizmetinde usta olurlarmış, yani esbap buhurlamayı, yatak ve yastık döşemeyi candan isterlermiş. Erkeğinde, dişisinde adamlık belli imiş: her ne semte görülürse uysal ve güzel davranarak yumuşaklık göstermeleri kolaymış,” diyordu…

EMİRGAN ADI NERDEN GELİYOR?

Bundan çeyrek asır sonra, IV. Murad (1623-1640) İran Seferi sırasında Revan kalesini kendisine savaşsız teslim eden kale kumandanı Emirgûneoğlu Tahmasp Kulu Han adlı bir eşcinseli İstanbul’a getirecek, adını Yusuf yapıp musahipliğine atayacaktı.

Padişahın Yusuf Paşa’ya verdiği hediyelerden biri bugün Emirgân dediğimiz semtteki ‘Feridun Bahçesi’ idi. Dimitri Kantemir ve Eremya Çelebi’ye bakılırsa, padişah bu bahçedeki konakta, Musa Çelebi ve Silahtar Mustafa Paşa gibi dönemin ünlü eşcinselleri ile sabaha kadar oturak alemleri düzenlerdi. Bir yandan da, halkın ahlak bekçiliğini yapardı.

Öyle ki IV. Murad devrinde, bazı kaynaklara göre 14 bin, bazılarına göre 20 bin kişi kahvehanelere gittiği, tütün, afyon veya içki içtiği gerekçesiyle katledilmişti. Üstelik bu katliam işinde padişah da bizzat yer almıştı…

Halbuki dönemin açık sözlü yazarı Evliya Çelebi’den öğrendiğimize göre o tarihlerde eşcinsel meslek erbablarına ‘hizan-ı dilberan’ (düşkün ahlaksız gençler) denirdi.Bunlar ‘defter-i hîzan’a kaydedilerek devlet tarafından vergilendirilirdi. Çelebi’ye göre “Hîzân-ı Dilberân esnafı nefer (kişi) 500, bunlar bir alay yersiz, yurtsuz, düşkün, ahlâksız, yüzsüzlerdir ki kendi kadir ve kıymetlerini bilmeyip Babulluk’ta, Kalatyonoz’da, Finde’de, Kumkapı’da, San Pavla’da, Meydancık’ta, Kiliseardı’nda, Tatavla’da ve çeşit çeşit içki içilen yerlerde sürü sürü gezip boğazı tokluğuna avlanırken subaşı tuzağına düşüp sonunda defterli olur” idi.

Çelebi’ye bakılırsa yine o tarihlerde “Deyyuslar esnafı” 212 kişi, “Ahmak pezevenkler esnafı” 300 kişi idi. Bu kişiler diğer meslek erbabıyla birlikte, padişahı İran Seferi’ne uğurlayan esnaf alayına katılmışlardı.

GENÇ OSMAN’IN BAŞINA GELENLER

Evliya Çelebi’nin konumuzla ilgili bir başka ifşaatı da, I. Ahmet’in talihsiz oğlu Genç Osman’ın kendisini tahttan indiren saray askerleri tarafından öldürülmeden (1622) önce ırzına geçildiğiydi. Ancak Seyahatname’nin bu sayfaları, 1896 yılında orijinal yazmayı ilk kez yayımlayan kurulun içindeki Necib Asım Bey tarafından yırtılarak imha edildiği için bunu yakın tarihe kadar duymamıştık. Asım Bey bu eylemini şu tanıdık sözlerle gerekçelendirmişti: “Tarihimiz için bu sayfa kara bir lekedir. Bunu gelecek kuşaklara göstermek doğru olmadığı için yırttım!”

Biz de bu ‘kara’ sayfayı kapatalım ve resmi tarihçilerin ‘Lale Devri’ adını taktığı III. Ahmed döneminin (1718-1730) ünlü şairi Nedim’in lise kitaplarında kesinlikle rastlayamayacağınız şu beyitle neşelenelim:

“İzn alub cum’a nemâzına deyû maderden
Bir gün uğrılayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşub iskeleye doğrı nihân yollardan
Gidelim serv-i revânım yürü Sad’âbâde.”

Günümüz Türkçesiyle şair şöyle diyor:
“Annenden cuma namazına gideceğiz diye izin alıp
sitemlik felekten bir gün çalalım.
Gizli yollardan iskeleye doğru dolaşıp yürü
selvi boylu sevgilim Sadabad’e gidelim.”

Nedim’i (ve benzer temaları işleyen, Kanuni dönemi şairleri Baki’yi ve Fuzuli’yi) savunmak için ‘Divan şiiri sembolizminden’ dem vuracaklara: “Kadınlar cuma namazına gitmediklerine göre, Nedim’in ayartmaya çalıştığı servi boylu, erkek cinsinden biri olmalı” deyip yolumuza devam edelim.

ENDERUNLU FAZIL’IN OĞLANLARI

Neyse ki, 18/19. yüzyıl divan şairlerinden Enderunlu Fazıl Bey (ö.1810) oğlan sevgililerinden övgüyle bahseden açık sözlü biriydi.

“Şairiz, şeyn verir şanımıza
Giremez fahişe divanımıza’”

“Fahişeler kitabımıza giremez,
şairiz, bu şanımıza leke sürer.”

şeklindeki ünlü beytin de yazarı olan şairimiz, Defter-i Aşk adlı eserinde dört erkek sevgilisini (ilki adını vermediği bir delikanlı, ikincisi Süleyman Bey, üçüncüsü hanende Şehlevendim Abdullah Ağa, dördüncüsü İsmail adlı bir köçek); bir sevgilisinin merakını gidermek için yazdığı Hubanname adlı eserinde çeşitli memleketlerin erkeklerini; sevgilisinin “kadınlarla birlikte olurum” tehdidi üzerine yazdığı Zenanname adlı eserinde o memleketlerin kadınlarını; Çenginame adlı eserinde döneminin erkek raksçılarını (köçekleri) anlatmıştı.

Divan adlı eserinde ise devrin büyüklerine düzdüğü övgüler ve oğlanlar için yazılmış gazeller yer alıyordu.
Daha hamamların eşcinsel kültürdeki yerine, köçeklik geleneğine, Kalenderilik ve Bektaşilikteki ‘mücerretlik’ kültürüne, Yeniçeri Ocağı’ndaki ‘civelek’ taburlarına, musikideki eşcinsel göndermelere ve elbette kadın eşcinselliğine değinmedik. Bu kavramları da duymuş olun.

AHMET CEVDET PAŞA’NIN SAPTAMASI

Özetin özeti, eşcinselliğin ayıp sayılması, kadın-erkek ilişkilerinin normalleşmeye başladığı Tanzimat Dönemi’nden (1839’dan) itibaren oldu. Dönemin alimi ve resmi tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa, Maruzat adlı eserinde son durumu şöyle özetlemişti:

“…Kadın düşkünleri çoğaldı, delikanlı meraklıları azaldı. Oğlancılık sanki yere battı. İstanbul’da eskiden beri delikanlılara karşı olan aşk ve ilgi kızlara yöneldi. Sultan Üçüncü Ahmed zamanından beri devam eden Kâğıthane seyri daha fazla rağbet buldu. Gerek orada, gerek Bayezid Meydanı’nda arabalara işaret verme usulü başladı. Devletin önde gelenleri arasında kulamparalığıyla meşhur Kâmil ve Âli Paşalar ile onlara mensup olanlar kalmadı…”*1*

Osmanlı’da eşcinsellik

Tarih dergisi Eylül sayısında ilginç bir konuyu işledi. ‘Dünden bugüne eşçinsellik’

Dergide yer alan makalelerde Osmanlı ve Doğu toplumlarında eşcinselliğin izi, edebiyatta ve dönemin tarihçilerinin metinlerinde sürdürülüyor ve minyatürler yer alıyor. Dergide anlatılanlar bugünkü ahlakçılığın geçmiş algısını epeyce bir sarsacak cinsten.

Olağandı ve öyle yaşandı

Tarih dergisinde anlatılana göre, Yakın Doğu toplumlarnıda eşcinsellik temaları, Binbir Gece Masallarından beri şahların, sultanların eğlence meclislerniden gündelik hayatın gerçeklerine kadar, örtülü tutulsa da olağandı ve öyle de yaşandı.

Bir sosyal gerçekti

İslamiyetin doğrudan doğruya Kuran tarafından yasakladığı eşcinsel ilişkiler, farklı dönem ve kültürlerde hem sosyal bir gerçek hem de yazılı-sözlü tarihin bir parçası olarak yaşamaya devam etti.

Doğu toplumları bu konuda açık görüşlü

#Tarih’te, Arap edebiyatının en büyük şairlerinden Ebu Navas’ın (757-815) gazelleri; İranlı İbn Davud’un (886-909) İbn Kuzman’ın (1080-1160) İbn Hamdis’in eserheri; Abbasi döneminin ünlü bilgini El Cahiz’in (779-869) çeşetli yazıları, Kelkavus’un (öl. 1012) meşhur Kabusname’si, Arap, Fars ve Türk-Osmanlı sanatındaki nice minyatürlerin, onlarca edebiyat veya bilim eserinin gerek nasihat gereksi bir tür homo-erotizm şeklinde yansıttığı eşcinselliğin, bir yönüyle de Doğu toplumların bu konudaki zenginlği ve açık görüşlülüğünü belgelediği belirtiliyor.

Haremlik selamlık eşcinsel ilişkiye zemin hazırlıyor

#Tarih’te anlatılana göre; Bizans dünyası da eski Yunan’dan ve Doğu toplumlarnıdan aldığı harem (gynakionitis) – selamlık (andronitis) geleneğini sürdürmüştür. Hemcinsler arasındaki duygusal ilişkiler için zemin hazırlayan bu ortam, Osmanlı toplumunda da devam eder. Yine erken Bizans dünyasındaki Roma hamam geleneği, Osmanlılarda da homoseksüelliğin ‘örtülü’ bir sosyal buluşma alanı olur.

Sarayda da halk arasında da yaygın

#Tarih dergisinde anlatılana göre, sarayın Enderun koğuşlarını dolduran seçme içoğlanlar arasıda önlenemez ilişkiler, harem hayatına dair eşcinsellik hikayeleri, kimi zaman Osmanlı sultanlarının cinsel yönelimlerine kadar uzanan geniş bir alandır. Burada çoğu zaman rivayet ve tarih birbirine karıştırılır. Gerçek olansa, ister sarayda, ister halk araında olsun, bu tür ilişkilerin Osmanlı toplumunda oldukça yaygın şekilde yaşandığıdır. Kimi tarikatların dayattığı yaşam tarzları da eşcinsel ilişkilere kapı aralamıştır.

Osmanlı’da eşcinsellik Tanzimata kadar göreceli bir serbesti içinde

#Tarih dergisinde yer alan makalelerde, Osmanlı toplumundaki eşcinselliği, bugünkü anlam ve algısıyla, bir kimlik ve tercih olarak görmenin doğru olmayacağı belirtiliyor. Efendiler, köleler dünyasında gönül ilişkisi veya gönüllülük nadirdir. Bununla birlikte her ne kadar dinen yasak olsa da Osmanlı toplumundaki eşcinsel ilişkilerin Tanzimat dönemine kadar göreceli bir serbestlik içinde yaşandığı aynı şekilde günümüzle mukayese kabul etmeyecek biçimde yazılıp açıklandığı görülür.

“Emred ve sâde-rû gılmana rabet hüsnü cemal kadınlardan fazladır”

#Tarih dergisinde “Gelibolulu Âli: Sâde-rû, seferde sevgili olur” başlıklı yazıda tarihçi Gelibolulu Âli’nin Mevâ’idü’n-Nefâ’is fi Kavâ’idi’l Mecâlis (Görgü ve Toplum Kuralları Üzerine Ziyafet Sofraları) adlı eserinde anlatılanlar işleniyor: “Emred (yeni yetme) ve sâde-rû (yüzünde tüy bitmemiş) gılmana (oğlanlara) rağbet, hüsnü cemal (güzel) sahibi kadınlardan fazladır. Çünkü nigârların (güzel kadınların) namahremleri şunun bunun korkusundan kapalı, yani gizlidir. Oysa civanlar (genç, güzel oğlanlar) ile söyleşme ve buluşma kapısı daima açıktır. Kaldı ki, sâde-rûlar, seferde ve barışta sahibine yakın ve yâr (sevgili) olur. Emred (yeni yetmeler) cinsinden oğlanlar tazelik dönemlerinde Yusuf-ı Mısri (Hz. Yusuf) gibi alıcı bulurlar. Tıraşları gelinceye kadar bilgi öğrenmeye ve görgülerini artırmaya güzellikleri engeldir. Çünkü ünlü kişilerin kendilerine düşkünlüklerinden fırsat bulamazlar.”

“Oğullarınızı aşık-perest oğlanlardan koruyun”

Dergide yer alan bir yazıda IV. Murad döneminde yazılmış bir akaid-i ilmihal kitabında ana babalara yönelik öğütler yer alıyor. Anlatılanlardan o dönemde subyancılığın, eşcinselliğin, seviciliğin yaygın olduğu açıkça görülüyor: “Oğullarınızı aşık-perest oğlanlardan koruyun. Yani çocuğu ona dikkatle bakıp aşık yüzlü gösterenlerden gayetle sakınmalıdır. Çünkü ona da sirayet eder. Zira bulaşıcıdır. Bir de kekezlik ve yuvşaklık eden oğlanlar vardır. Bunlardan da sakınalar.”

“Ömründe oğlana meyl etmeyenler, zaruri meyl edeler”

“Oğullarına fahir feraceler, sincefler, fâhir kaftanlar libaslar ve kuşaklar ki ibrişimden ve gümüşten ola, fâhir dolamalar giydirmeyeler. Nakışlı ipekten çakşır dizden yukarı ki görenlerin aklı gide ve ömründe oğlana meyl etmeyenler, zaruri meyl edeler. Bunlar hâtunlar içindir ki erlerinin meyil ve muhabbetleri ziyade ola. Onları öpüp koçup kendi nefislerini tatmin edeler.”

#Tarih’te Enderunlu Fâzıl adlı şairin, Enderun ortamında çarpıldığı aşklardan vurgun yemiş bir serseri olarak atıldığı saray surlarının dışında geçirdiği perişan 12 yılın sonunda Reisülküttap Raşid Ebubekir’e ve onun aracılığıyla III. Selim’e ve Valide Sultan’a kasideler sunarak kurtulması da anlatılıyor. #Tarih’te bir de Osmanlıcada eşcinselliğe ilişkin argo bir sözlük yer alıyor.

Çin’de duygusal hikayeler olarak geçiyor

#Tarih’de Doğu toplumlarında da eşcinselliğe ilişkin bilgiler ve minyatürler yer alıyor. Bunlardan biri ve altına düşülen not şöyle: “Erkek eşcinselliği eski Çin yöneticilerinin biyografilerinde duygusal hikayeler olarak geçer. Rulo üzerine çizilmiş Wan Sheng imzalı resim, Ming hanedanının sonlarına 17. yüzyıl başlarına tarihleniyor.”

Japon kültüründe çizimleri yaygındı

“Erotik sanatın Batı sınırlarını tanımayan Japon kültüründe, eşcinsel çizimler de yaygındı. Ağaç üzerine yapılmış 1821 tarihli eser, bir genelev sahnesini canlandırıyor.” #Tarih dergisinde ayrıca İran’da Safeviler dönemindeki (1502-1722) eşcinselliğe ilişkin minyatürlere de değiniliyor. Bunlardan 1627’de yapıldığı belirtilen birinde, dönemin İran Şahı Abbas’ın, saray oğlanlarından biriyle halvet halinde gösterildiği anlatılıyor.

Hint sanatı cinselliği her tür formda ele alıyordu

“Cinselliği her türlü formda ele alan Hint sanatında dünyevi ve ruhani olanın birliği sembolize ediliyor. Kanarak Şehrindeki Surya tapınağındaki taş oyma, sevişen iki kadını gösteriyor. (13. yüzyıl)”*2*

OSMANLICA ÖĞRENİP BUNLARI OKUDUK. OSMANLI’DA ANLATILACAK ÇOK GERÇEK VAR.  DAHA DEVAM EDELİM Mİ Osmanlı ÇOCUKLARI?

*1* http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/elinde_tesbih_evinde_oglan_dudaginda_dua-1159964#
*2* http://kaanil.blogcu.com/osmanli-da-escinsellik/19852510

This entry was posted in Gundem, HAYATIN İÇİNDEN, Tarih. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *