YAKIN SİYASİ TARİHİN İÇİNDEN VURUCU BİR ÖYKÜ *** Esirlikten sürgünlüğe bir yaşam: HALiL YALÇINKAYA

Soner Yalçın
syalcin@sozcu.com.tr
7 Eylül 2014

Esirlikten sürgünlüğe bir yaşam: HALiL YALÇINKAYA

Musul Başkonsolosu dahil 49 personel ve aileleri Irak’ta IŞİD terör örgütünün elinde rehin. AKP Hükümeti esirleri unuttu. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler Bağdat ve Basra’da Türk esirleri için kamplar kurmuşlardı. Savaş bitmesine rağmen İngilizler tutsakları vermedi. Ne zaman Mustafa Kemal’in kararlılığını gördüler;
Esirleri teslim ettiler. İngilizler’in elinden 112 bin 583 tutsak kurtarıldı ama IŞİD’den 49 esir bir türlü kurtarılamıyor! Birinci Dünya Savaşı’ndaki bir esirin; Sibirya esir kampındaki Halil Yalçınkaya’nın sıradışı hikayesinde karşınıza tarihimizin tanınmış isimleri çıkacak…

Hasan İzzettin Dinamo (1909-1989)…

Kutsal İsyan (sekiz cilt) ve Kutsal Barış (yedi cilt) eserlerinde İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk dönemini yazdı. Gençliğimde okuduğum eşsiz kitaplardı.Sonra öğrendim; babası 1915’te Sarıkamış’ta şehit düşmüştü. 6 yaşında öksüz çocukların gittiği Darüleytam’a verildi. 9 yıl kaldı. Sivas Öğretmen Okulu’nu bitirip, öğretmen oldu.Hasan İzzettin Dinamo, Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) önemli yöneticilerinden biriydi. Kayınpederi Halil Yalçınkaya da TKP’nin efsanevi isimlerinden biriydi.

Yürüyüş senfonisi

Ahanda Köyü’nden başladı benim dünyaya yürüyüşüm.
Ahanda, sarı tütün saçlı Trabzon kızlarının köyü.
Çok sonra işittim delikanlıların dudaklarındaki demir türküyü.
Gözyaşını en güzel gizlemesini bilen,
Saçaklı Trabzon tütününün bu güzel vatanı,
Daha henüz tanımamıştı kundakta Hasan’ı,
Göründü Karadeniz’den İstanbul’a doğru yolculuk,
En tatlı yaşayış umutlarıyla doluydu ufuk.
Babam güzel gözleriyle uzakları gözledikçe
İlk iki kardeşim gezinmekteydi Gülcemal’de, bense beşikte.
…………………..
Hasan İzzettin Dinamo

Hasan İzzettin Dinamo, “TKP Aydınlar Ve Anılar” kitabında kayınpederinin esirlik günlerini yazdı.

Tokat’ın Zile kasabasının Küçük Ese (İsa) köyünde 1895’te dünyaya gelen Halil Yalçınkaya, 1916’da Sarıkamış’ta Ruslara esir düştü. Yaşadıklarını damadına anlattı. Özetliyorum:

“Rusya’nın içerilerine götürüldük. Sonra Sibirya trenine bindirilerek çok daha içerilere dek uzandık. Urallar’ın ötesinde bir maden kentinde trenden indirildik. Burada dört yüz-beş yüz Türk vardık. İçimizde birkaç Macar, Alman filan da bulunuyordu.Kentin dışında ve epeyce uzağında madende kurulmuş işçi barakalarında yaşamaya başladık. Kışlanın çevresinde tel örgüler vardı ve Rus nöbetçiler nöbet tutuyordu.Çevremiz ormandı.Burada tutsakları boş oturtmuyor, madenlerde boğaz tokluğuna çalıştırıyorlardı. Açlık, ıslık çalan bir tırpan gibi Rusya’ya girmişti. İlk kurbanlar da tutsaklardı.Kara bir tayınla, kimi bir de salt sudan oluşmuş bir çorba veriyorlardı. Ancak ‘bunun içine domuz yağı konuyor’ diye kuşkulanan bizim arkadaşlar çorbaya kaşık sallamıyorlardı…”

AÇLIK GÜNLERİ

“Sibirya karları her yanı bembeyaz etti.
Bir sabah kalktım; Rus nöbetçiler yok. Yabanın ortasında aç-açık kalmıştık. Yanıma bir arkadaşı alarak maden yönetim yerine gittim. Hiç kimse yoktu. Bütün Ruslar bir gece içinde yitip gitmişti. Ama nereye gider bu adamlar, burada bir sürü düşman asker bırakarak? Bu işin içinde bir iş vardı ama neydi?

Ağaç kütüklerinden yapılmış uzun bir yapının içine girdik; masaların üzerinde mürekkep hokkaları, kağıtlar vardı. Duvarda son Çar Nikola‘nın büyük resmi vardı. Oradan çıktık mutfağın bulunduğu yere gittik. Bizi bir hafta besleyecek kadar yiyecek bulduk.Duvara asılmış bir yığın Rus mavzeri görünce sevinçten gözlerimiz parladı.

Ben idarehaneye el koyarak orada oturdum ve arkadaşlarımı durumu anlatmaları için barakalara gönderdim.Çorba pişirecek arkadaş bulduk. Silahlı bir manga oluşturduk. Kente gidip durumu öğrenecektik. Kurtulmalıydık yoksa Rusya’nın korkunç kışı hepimizi sinek gibi kırardı.Kente girdiğimizde bizi ilk gören çocuklar oldu; eve kaçıştılar. Görenler çil yavrusu gibi kaçıyordu; Türkler Rusya’yı işgal etti sanıyorlardı. Uzaktan silah sesleri geliyordu; ne oluyordu?

Artık her gün kente gidip geldiğim halde hiçbir şey anlayamıyorduk. Yalnız arada sırada yollarda Rus subayları cesetleri görüyorduk. Yoksul halk bunlara tükürüyordu. Rusça bilmediğim için kimseye soramıyorduk, ne olup bittiğini.

Açlık günlerimiz başlamıştı; yiyecekleri yiyip bitirmiştik. Ormana gidip kurt avlayıp, kuzu niyetine yemeye başladık. Dört yüz-beş yüz kişiyi doyurmak kolay değildi. Açtık…


Mustafa Suphi

SOSYALİST TÜRK ORDUSU

Bir gün öğleden sonra eski külüstür ordu otomobili geldi. İçinden asker ve sivil insanlar indi. Başlarındaki kalpaklardan kim oldukları anlaşılıyordu;

Bunlar Türkler idi.Başlarında ince uzun boylu, buğday benizli, gözlüklü bir adam yürüyordu. Bütün arkadaşlar dışarı döküldüyse de hepsi hâlâ uzakta durarak seyirci gibi bakıyordu. Ben öne fırladım. ‘Buyurun! Ben Halil Çavuş. Hepimiz Türk esirleriyiz’ dedim.

İnce altın çerçeveli gözlükleri olan uzun boylu adam bana doğru iki adım atarak tokalaşmak için elini uzattı: ‘Ben Mustafa Suphi’ dedi ve geriye dönerek, ‘Bunlar da bizim eski Osmanlı Ordusu’nun yeni Sosyalist Türk Ordusu’nun ilk subayları’ diye tanıttı.

Sorum üzerine Rusya’da ne olup bittiğini söyledi:

‘Halil Çavuş Rusya’da devrim oldu; biz buna ihtilal deriz. Ülkenin bütün işçileri, köylüleri ele ele vererek Çarlığı devirdiler. Ama Çar ordusunun parçalanmış döküntüleri arasından birkaç yüksek rütbeli subay, general çıkmış ordunun geri kafalı kişileriyle, mülk sahiplerinin çocuklarını örgütleyip Rusya’nın birçok yerinde ölüm kavgaları vermektedir. En önemlileri Amiral Kolçak bizim bulunduğumuz bu yere doğru gelmektedir. Ben diyorum ki, hepimiz yine silahlanalım; Türk birliği olarak Amiral’in güçleriyle çarpışalım.

Sonra bizim güzel, o dertli Anadolumuza Yunanlılar saldırmış; Mustafa Kemal ve arkadaşları direniyor; Rusya’da devrimi yapan Lenin Anadolu’daki yiğitlere yardım ediyor. Türk süngüsünün gücünü şu Kolçak‘a gösterdikten sonra biz de kendi memleketimize bir asker birliği olarak gidebiliriz.’

TÜRK KIZIL ALAYI

Mustafa Suphi ve arkadaşları silah ve yiyecek getirmek için gittiler.Sonra yanımıza bu kez, 8-10 kişilik bir Rus heyeti geldi: ellerinde beyaz bayrak vardı. Bayrağı taşıyan oraların Türkler’indendi, güzel Türkçe biliyordu. Çar ordusundan yanaydılar ve bizi paralı asker olarak tutmak istiyorlardı! İçimizden artık açlıkla uğraşmak istemeyen 10’u aşkın kişi bu heyetle gitti. İçime kurt düştü; bizi satan arkadaşlar elimizdeki silahların varlığını söyleyebilirlerdi. Saldırı yapacaklarını tahmin ettim; önlemleri aldım. Ve saldırdılar. Püskürttük.

Mustafa Suphi geldi; ‘Kızıl Alay’ adını aldık ve Amiral Kolçak‘ı durdurduk. Bu savaşlar sırasında bizim Türk tutsakları, ekmeğini yedikleri yerlerin insanlarını, insan biçimindeki ejderhaların elinden kurtarmak için bu kadarcık bile olsa bir iş gördü.

Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’le yan yana çalışmak üzere alayını alıp Türkiye’ye gitmek istediğini söyledi. Kazım Karabekir Paşa aracılığıyla gelmek istediklerini bildirmişti. Mustafa Kemal de ‘gelsinler’ demişti.
Mustafa Suphi ile birlikte bizim artık ününü almış olan Türk esirlerinden oluşan Kızıl Alay ile Azerbaycan’a gittik.” Türk esir Çavuş Halil Yalçınkaya artık Yüzbaşı rütbesine terfi etmişti ve gittiği Azerbaycan’da onu aşk bekliyordu…

Adı, Fatma Ferhunde

Cumhuriyet gazetesinde düne kadar çalışmış herkes Yunus Nadi‘nin emaneti bu ismi bilirdi. Çaycı idi. Ama bilinirdi ki, otoritesinden herkes çekinirdi.

Hasan İzzettin Dinamo ile evlenecek Şerife ile ileride Türk yayıncılık tarihinin unutulmaz May Yayınları’nın sahibi Mehmet Ali Yalçın‘ın annesiydi.Eşi Halil Yalçınkaya ile Azerbaycan’da tanıştı.Türk Kızıl Alayı’nın Azerbaycan’a gelişi pek çok Azeri’yi sevindirdi. İşçi-köylüler gerici Müsavat Hükümeti‘ni yıktı. İşte bu sırada Azerbaycan’da kanlı olaylar oldu.

Ferhunde 25 yaşındaydı; evliydi: “Babam zengin bir halı tüccarıydı. Fırsat bilen Taşnak Ermeniler konağa saldırdı. Annem beni bir halıya sararak bir köşeye yuvarladı. Biraz sonra evin içinden silah sesleri, çığlıklar duydum.” Sözü Halil Yalçınkaya eşinden aldı:

“Biz Ermenilerin böyle haltlar ettiğini biliyorduk; halı tüccarının evine girdiğimizde orası bir mezbahaya benzemişti. İnsan salt öldürülmemiş insafsızca parça parça doğranmıştı. Bizim Türkçe konuştuğumuzu duyunca Ferhunde ‘buradayım’ diye seslendi. Onu alıp teyzesinin yanına götürdüm. Çok güzel bir kızdı.

Partinin lokalinde Türk subaylar ve birkaç sivil Türk toplanmış anlaşılan son görüşmelerden birini yapıyorlardı. (TKP’nin ilk lideri) Mustafa Suphi, ‘Neredeydin Halil Yüzbaşı? Bugün yarın Türkiye’ye dönüyoruz’ dedi. Benim aklıma hemen Ferhunde geldi; genç kadına umut vermiş gibiydim; toplantıdan sonra onu alıp parklarda, deniz kıyısında dolaştırmak acısını hafifletmek istiyordum.

Bir gün sonra Ferhunde’ye uğradım. Ev halkı beni çekingen karşıladı. Sonra öğrendim kıza demişler ki, ‘Dikkat et Türkler vefasız kişilerdir, senin alır götürür sonra üstüne başkasını alır.’Gittim iki yüzük alıp teyzesinin kocasından Ferhunde’yi istedim. Evlendik.

Ferhunde ile devlet tarafından el konulan konaklarının bir odasına yerleştik. Dalgınlıkla bana ilk eşinin adıyla ‘Hamza’ diyor ve çok üzülüyordu.Dokuz ay sonra ikiz çocuğumuz Ahmet ve Şerife doğdu. Ne yazık ki Ahmet bir yaşında zatürreden öldü. Bir yıl sonra da Mehmet Ali dünyaya geldi.Mutluydum ama yurda dönme isteğim alevlendi. Eşim istemiyordu. Zor ikna ettim.

Kars’tan Zile’ye eşek üstünde bir ayda gittik. İlk önce, ‘köylüler adını söyleyemez’ diye Ferhunde’nin adını ‘Fatma’ yaptık. Fakat köyde fazla kalamadık; tarlayı, bağı, bahçeyi satıp İstanbul’a gittik. Tramvayda iş buldum…

Cumhuriyet döneminin ilk grevini bizim Şişli tramvay deposu başlattı. Hükümet grevi bastırdı; beni ve birkaç kişiyi 4 yıla mahkum ederek Diyarbakır Cezaevi’ne gönderdi…”

Halil Yalçınkaya’nın Diyarbakır’daki koğuş arkadaşı ileride TKP genel sekreteri olacak Laz İsmail (Bilen) idi.1933’te Cumhuriyet’in 10’uncu yılı nedeniyle çıkan afla serbest kaldı. Zile’ye sürgüne gönderildi; bağ bekçiliği yaparak yaşamını kazandı. Cezası bitince, İstanbul’a döndü; Kapalıçarşı önünde dolmakalem tamirciliği yapmaya başladı.TKP dağınıktı; üst yönetiminin bir araya gelmesi gerekiyordu.Polisi, Halil Yalçınkaya’nın kızının düğünüyle kandırdılar…

Şerife…Halil Yalçınkaya’nın biricik kızıydı.Hasan İzzettin Dinamo anlatıyor:

“Başlarında Reşat Fuat Baraner, karısı Suat Derviş, fırıncı denen Dede Ahmet, Halil Yalçınkaya ve daha birkaç arkadaş Aksaray’da Mehmet adlı arkadaşın evinde toplandık. Çay içtikten sonra Dede Ahmet, ‘Hasan şu öbür odaya gidelim sana bir şey diyeceğim’ dedi. Kalktık, odaya gittik.‘Hasan’ dedi, ‘Seni en yakın arkadaşım Halil’in kızıyla evlendirmek istiyorum.’ Şaşırdım. Aman ne yapıyorsun, ben işsiz güçsüz bir adamım, bir genç kızın başını nasıl yakarım. Kıza nişan yüzüğü alacak param bile yok’ dedim.Uzatmayayım, evlendik.Kiralık evimizin her yanına masa kurduk. Kadın-erkek herkes cıvıl cıvıldı.

Bu arada Abidin Dino, incecik vücuduyla ve iki yakın kız arkadaşıyla, Güzin Dino ve Mina Urgan ile çıkageldi. Bir elinde yeni yapılmış yağlıboya bir tablo tutuyordu.Bedri Rahmi Eyüboğlu lirik şiirlerinden birini, Karadut‘u okudu.

Epey zamandan bu yana dağılmış, korkunç baskı altında kımıldayamaz duruma gelmiş TKP benimle Şerife’nin evlendirilmesi bahanesiyle yeniden kuruldu. Atatürk’ün teyzesinin oğlu Reşat Fuat Baraner partinin liderliğine geldi.Bizim evlenme işimiz o kadar gürültülü geçti ki, polisin bu işi nasıl atladığına şaştım. Polis kodamanları, ‘biz nasıl kaçırdık bu düğünü Dinamo?’ demişlerdir…”

Ve:
TKP 1951’de yine büyük bir operasyon yedi; ve merkez komitesi üyesi Halil Yalçınkaya 7.5 yıla mahkum oldu. 6 yıl yattı. Şeker ve kalp hastası olduğunu söyleyip, sürgün cezasının buna uygun bir yerde infaz edilmesini istedi; Adana’ya gönderdiler! Cezasının bitimine 15 gün kala kalp krizinden öldü. Yıl: 1960 idi…

This entry was posted in SİYASİ TARİH. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *