HAYATIN İÇİNDEN *** İÇİNİZİ ISITACAK İKİ OLAY

YÜREĞİMİZ SOMA’DA
EVLERİMİZ MADEN OCAĞI

Değerli okur,

Gündem kurşundan daha ağır.
AKP iktidarı Türkiye’yi her yönüyle yangın yerine çevirdi.
SOMA maden faciası ise tüm olayların üzerine tüm ağırlığınla geldi.
Duyarlı vatandaşların her birinin yüreğine ateş düştü.
Soma maden şehitlerine tekrar rahmet dileyerek…

Azıcık nefeslenelim.
Umuda , güzelliklere , yaşam sevincine , tasada ve kıvançta birliğe
Çok ama çok ihtiyacımız var.
Sizlere içinizi ısıtacak 2 ayrı olayı sunuyorum.
Birinci olay Kadıköy – Beşiktaş vapurunda ,
İkinci olay ise Ankara Anayasa Mahkemesi önündeki Adalet nöbetinde gerçekleşmiştir.
Her iki olaydan da alınacak büyük dersler vardır.

Naci Kaptan
15.05.2014

BİRİNCİ OLAY

Yılmaz Özdil
14.05.2014
Hürriyet

Çocuklarımın yüzüne bakamam

Anayasa Mahkemesi’nin önü….
Cumartesi günü.
Saat 15 suları.
Hava yağmurlu.
Ayaz, ısırıyor.

Avukat Şule Nazlıoğlu Erol’un başlattığı adalet nöbeti, hafta sonu tatili, gece gündüz demeden devam ediyor. Mahkeme pazartesi sabahına kadar kapalı, binada kimse yok, olsun, ellerinde bayraklarıyla sessiz şekilde bekleyişlerini sürdürüyorlar. O sırada… Kalabalığın önünde bir midibüs duruyor. Mamak askeri cezaevi önündeki sessiz çığlık eylemine katılanlar, servis ayarlamış, sessiz çığlık’tan adalet nöbeti’ne gelmişler. Esir subayların eşleri, çocukları, iniyorlar. En son, genç bir adam iniyor. Tek başına. Siyah güneş gözlükleri var. Yardım rica ediyor. Elinden tutup, bir sandalyeye oturtuyorlar. Görme engelli.

Beş dakika geçiyor, on dakika geçiyor, fark ediyorlar ki, o görme engelli genç adam hakikaten tek başına gelmiş, beraberinde kimse yok, elleri dizlerinde, ööyle oturuyor. Cübbesiyle nöbet tutan avukatlardan biri yanaşıyor, merhaba… Tanışıyorlar, “ismim Ahmet Gül” diyor, “Almanya’dan geldim, Stuttgart’tan!”

Evet… Görme engelli yurtsever, hafta içinde çalışıyor, hafta sonu tatil, fırsat diyor, biniyor uçağa tek başına Almanya’dan, bir günlüğüne Ankara’ya geliyor, havalimanında taksi, Mamak’a gidiyor, sessiz çığlık eylemine katılıyor, oradan adalet nöbeti’ne gidecek, taksi çağırmaları için yardım rica ederken, öğreniyor ki, Mamak’tan Anayasa Mahkemesi’nin önüne servis midibüsü ayarlanmış, binebilir miyim diyor, buyrun diyorlar, biniyor, adalet nöbeti’ne geliyor, 12 saat nöbetini tutuyor, gece yarısı saat 3’te kalkıyor, yoldan taksi çevirmelerini rica ediyor, hoşçakalın diyor, biniyor, Esenboğa’ya gidiyor, ilk uçakla Stuttgart’a dönüyor.

Görenler, görmemek için gözlerini yumarken… Görme engelli yurtsever, gönül gözüyle işte böyle görüyor.

Yazarken bile tüylerimi diken diken eden bu insanlık dersini, pazartesi günü katıldığım adalet nöbeti’nde öğrendim. Sessizce gelmiş, sessizce beklemiş, sessizce gitmiş, sadece birlikte çekilmiş hatıra fotoğrafları var. Kimdir? Öyküsü nedir? Bilen yok. Sormuşlar; kim olduğum önemli değil demiş, bu asrın iftirasını sadece subaylara değil, hepimize atılmış kabul eden bir vatandaşım, hepsi o.

Öğrenmezsem, çıldırırım.

Allem ettim kallem ettim, Almanya’yı ayağa kaldırdım, tanıdık tanımadık herkesi devreye soktum, telefon numarasını buldum, aradım.

Doğuştan görme engelli.

1970, Konya doğumlu. Yedi yaşındayken ailece Almanya’ya göç etmişler. Sıfır Almancayla başladığı görme engelliler okulunu başarıyla tamamlayıp, Stuttgart Konservatuvarı’nın opera bölümünden mezun olmuş. Kendini klasik Türk müziğine ve Türk kültürünü tanıtmaya adamış. Şu anda, Ahenk Kültür ve Sanat Derneği’nin yöneticisi. Almanya’daki Türk dernekleri arasında işbirliği sağlıyor, konferanslar tertipliyor, mesela, Yıldız Kenter’i, rahmetli Rauf Denktaş’ı getirmiş. Hayata gülümseyerek bakan, mücadeleci bir insan; bir kız, bir erkek evlat babası.

Peki ya asrın iftirasıyla alakası? Bir esir subayın akrabası falan mı? Hayır… Orgeneral Ergin Saygun’un kalp ameliyatıyla ölümden kıl payı döndüğü dönemde, Saygun’un kızı Ece’nin twitter adresini takip etmeye başlıyor, Balyoz davasıyla böyle tanışıyor. Okudukça öğreniyor, öğrendikçe iftiraya vâkıf oluyor. Kılımı kıpırdatmadan oturamam, bir şey yapmalıyım diyor, Atatürkçü Düşünce Derneği’yle birlikte konferans tertipliyor, Profesör Şengül Hablemitoğlu’nun moderatörlüğünde, Ece Saygun, İrem Çiçek ve Tülin Alan’ı konuşmacı olarak Stuttgart’a getiriyor, anlattırıyor, vatandaşlarımızı bilgilendiriyor.

Davanın Yargıtay aşamasında, atlıyor uçağa, Ankara’ya geliyor, Yargıtay’ın bahçesinde esir subayların aileleriyle birlikte oturuyor, bekliyor. Gene tek başına… Kimse farkına varmıyor. Sessizce geliyor, sessizce gidiyor.

Dedim ya, hayata gülümseyerek bakıyor, görme engelini hiç önemsemiyor.

Nasıl gelip gidiyorsun tek başına diye sordum… Kahkaha atıyor, “yolu bilmediğim zaman bilenlere soruyorum, sorun yok, kör olmayanlar da yol soruyor” diyor!

Er Mektubu Görülmüştür kampanyasına da katılmış. Tesadüf o ki, Maltepe’den kardeşim Erdinç Altıner’in mektup arkadaşı çıktı.

Ve, yukarda da anlattığım gibi, bu sefer adalet nöbeti için geliyor, sessizce oturuyor, sessizce gidiyor. Doğrusunu isterseniz, kendisine telefonla ulaşmamdan da pek mutlu olmadı, “abartılmasın lütfen, matah değil, yurttaşlık görevimi yaptım, hepsi o” diyor.

“Sadece subaylara değil, hepimize atılmış bir iftiradır bu, subaylarımızı hapse tıkarak Türkiye’ye neler yapmaya çalıştıklarının farkındayım, bunu bile bile kılımı kıpırdatmadan oturamam, çocuklarımın yüzüne bakamam, helal süt emmiş insanlar böyle bir adaletsizliğe duyarsız kalamaz” diyor.

Görenler, görmemek için gözlerini yumarken… Görme engelli yurtsever, gönül gözüyle işte böyle görüyor.

İKİNCİ OLAY

HAYATIN İÇİNDEN *** 15.15 KADIKÖY – BEŞİKTAŞ VAPURUNDA NE OLDU ?

Mine G. Kırıkkanat
kirikkanat@mgkmedya.com
11.05.014
Cumhuriyet

Hava Kurşun Gibi Ağır…

Geçen çarşamba günü Kadıköy- Beşiktaş seferini yapan 15.15 vapuruna bindim. Alt arka salon yolcuları arasındaydım. Vapur kalktıktan kısa süre sonra, üç gencin oturduğu köşeden caz notaları yükseldi.Delikanlının biri gitar, öteki saksofon, genç kız ise mızıka çalıyordu. Ankara’nın Bağları türküsünü, başarılı bir caz yorumuyla çalıp söylemeye başladılar. Keyifle dinliyorduk.

Ansızın ızbandut gibi bir çımacı girdi içeri. Hiddetli adımlarla gençlerin yanına gidip, bir şeyler söyledi. Gençler müziği kesti, ama kütük yasakçılara da şerbetli görünüyorlardı. Gitar çalanın, “Para toplamıyoruz ki, müzik ve şarkı da mı yasak?” diye sorduğunu duydum.

Ansızın bir erkek yolcu fırladı kalktı yerinden. “Bu da mı yasak?” diye sordu, çam yarması vapur görevlisine. “Bu da mı?..” Bir başka yolcu, oturduğu yerden, “Biz şikâyetçi değiliz, canımız isterse para da veririz, sana ne?” diye bağırdı, kendisinden iki kat iri çımacıya.

Derken, inanılmaz bir şey oldu, itiraz eden ilk yolcu, türküyü kaldığı yerden alıp, avazı çıktığı kadar bağıra bağıra söylemeye başladı:

“Ankara’nın bağları da
Büklüm büklüm yolları
Ne zaman sarhoş oldun da
Kaldıramıyon kolları!…”

O ana kadar sessiz kalan kadınlar, erkekler, türküyü alkışlar eşliğinde, bir ağızdan söylemeye başlamasın mı?

Yer yerinden oynuyordu.İçeri girerken afrından tafrından geçilmeyen çımacı, epeyce şaşkın ve ürkmüş, çıkıp gitti. Yolcuların, “Çalın çocuklar, çalın!” diye teşvik ettikleri genç müzisyenler, Ankara’nın Bağları’nı bitirip, Commandante Che Guevara ağıtına geçtiler.

Salona, dokunanı çarpacak bir öfke egemendi.Kimi sözlerini bilmediği şarkıya “nını, nını” diye eşlik edip el çırparken, kimileri de yüksek sesle verip veriştiriyordu: “Mevlüt okusalar yasak değil tabii!”, “Suriyeli dilencilerin para toplamasına ses çıkarmazlar ama!..”

Bazıları gençlerin yanına gidip, “Siz istemiyorsunuz, ben veriyorum!” diye ceplerine para tıkıştırdı. Beşiktaş’a yaklaşmıştık. Enstrümanlar kılıflandı. Müzisyenlerden gitarist olanı, “Desteğinize teşekkür ederiz” dedi. “Ama şimdi zabıtayı çağırmıştır bunlar, bizi iskeleden alacaklar. Birlikte çıkalım, belki bir şansımız olur…”

Vapur iskeleye yanaşıyordu. Gerçekten de dört zabıta bekliyordu çıkışta, lumbozlardan görüyorduk. Yolcular ayağa kalkıp gençleri ortalarına alarak çıkışa doğru yürüdü.

Küçük kızının elini tutan bir baba, müzisyenlere “Sizin eli boş çıkmanız daha doğru olur” dedi. “Verin bakayım şu gitarı bana!” Tüm gerçek cesurlar gibi, ufak tefek, kendi halinde bir adamdı. Aldı gitarı, bir elinde kızı, bir elinde gitar, ilerledi kapıya. Bir başka yolcu, saksofonu alıp astı omzuna. Genç kıza, mızıkayı cebine sokup, önden gitmesi söylendi. Eh, artık benim de bir şey yapmam gerekiyordu. Müzik üçlüsünün lideri olduğu anlaşılan gitariste yaklaşıp koluna girdim, “Sen benim oğlumsun, ben de senin annen, yürüyelim!” dedim.

***

Müzisyenler, yolcuların nasıl gergin ve her birinin yaptığı her hareketin bir karar olduğunun, pek farkında değildi. Gençliğe özgü aldırmazlıkla durumu çok eğlenceli buluyor, kıkır kıkır gülüyorlardı. Oysa onlara sahip çıkanlar, kavgayı göze almışlığın sessiz ciddiyeti içindeydiler.

Korumaya aldığımız gençlerin göremediği o vahim kararlılığı, onları bekleyen dört zabıta sezdi. Donup kaldılar. Gözlerinin içine baka baka, önlerinden geçip gittik, hep birlikte. Yola çıktığımızda, müzik aletlerini teslim alan gençler “Sağol abla, sağol abi!” cıvıltıları arasında uzaklaşırken, biz erişkinler aynı gergin sessizlik ve ciddiyet içinde dağıldık.

***

Hava kurşun gibi ağır, sevgili okurlarım. Bu ülkede, azgın bir azınlığın sürekli tekmelediği mutsuz çoğunluğun öfkesi artıyor. Türkiye fokur fokur kaynayan bir kazan. Kapak henüz atmadı, çünkü itici gücüne henüz ulaşmadı. Bu çoğunluğa yön vermesi gereken muhalefet partileri, ne kaynayan öfkenin farkında, ne kendilerinden kesilen umutların…

Sabır tenceresi ne zaman taşar, kapak nerede, nasıl bir gerekçeyle atar bilemem. Ama ufukta, hem iktidarın, hem de muhalefet partilerinin boyunu aşacak, atıllaşan siyasal arenayı basacak bir öfke selinin boğuk uğultusu büyüyor.

Naci Kaptan
15.05.2014

This entry was posted in HAYATIN İÇİNDEN. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *