TÜRKİYE NASIL DÖNÜŞTÜRÜLDÜ ? DİN TABANLI İSLAM DEVLETİNE GİDİŞİN SERÜVENİ – 2

Naci KAPTAN
  
 
Aşağıdaki dörtlük ve Erbakan’ın ve yakınlarının İslamcı partilerinin kapatılmasına neden olan demeçlerden birisinin içerikleri gözden kaçırılmış ve yaklaşan tehlikenin büyüklüğü İslamcı partilerin kapatılmasına rağmen O günlerde göz ardı edilmişti..
Gün geçti,devran döndü ve Bugünlere AKP iktidarının hüküm sürdüğü günlere geldik.
AKP iktidarının politikalarıyla Türkiye yavaş yavaş,diğer bir deyimle sindirerek ve
alıştırılarak dönüştürülürken aynı zaman küresel emperyalizmin de oyun alanı haline getirilmişti.
 
İslam kimlikli siyasi partinin ilk kez ortaya çıkışı İslam Demokrat Partisi ile olmuştur.Bu parti de Necmettin Erbakan’ın kurmuş olduğu partiler gibi ve onların da öncüsü olarak bir sene sonra kapatılmıştır.Fakat tarikat ve cemaatların uzantıları olan bu siyasi partilerin arkası gelecekti.

İSLAM KİMLİKLİ PARTİLERİN SİYASETTE ROL ALMALARI

İslam Demokrat Partisi 1951 yılında Cevat Rifat Atilhan tarafından kurulan ve “İslam” kimliği ile ortaya çıkan ilk siyasi oluşumdur. Kurucu üyeleri Zühtü Bilimer, Kerim İnan, Hakkı Sadık Acarlı, Hamit Tekinsoy, Nuri Çallı, Feridun Okyanus, İ. Galip Hamikoğlu, Hacı Nuri Erdoğdu, Naci Yeter, Mehmet Reşat Düşünür, Ahmet İlkol, Neşet Aslın, Şevket Üzümcü, Mahmut Düşünür gibi isimlerdir.

27 Ağustos 1951 tarihinde resmen kurulan ve genel başkanlığına Cevat Rifat Atilhan’ı getiren İslam Demokrat Partisi kısa sürede 10 ilde 150 şube açtı. 2000 üzerinden üye kaydı yaptı. Parti “Partimiz mü’minlerle doludur.” “Mü’minler birleşin” “Refah ve saadet güneşi Kur’an ile doğacaktır” gibi din kaynaklı sloganları ile öne çıktı. (Sadık Albayrak, Türk Siyasi Hayatında MSP Olayı, İstanbul-1986, s. 24)

Günün dindar basını Demokrat Partiyi eleştirirken İslam Demokrat Partisini öven yazılarla dindar halkı bu partiye kanalize etmeye çalışıyordu. Bunların başında Eşref Edip’in “Sebilürreşad, Büyük Cihad, Hür Adam, Büyük Doğu, Yeşil Bursa, Serdengeçti” gibi gazete ve dergiler “DP ile CHP arasında fark yoktur” diye İslam Demokrat Partisini hararetle savunuyorlardı.  Ama ne ki “İslam Demokrat Partisi” Cemiyetler Kanunu’nun 24. Maddesini ihlalden dolayı mahkemeye verildi ve 3 Mart 1952 tarihinde mahkeme kararı ile kapatılarak Genel Başkan Cevat Rifat Atilhan ve 15 kurucu üye hakkında tahkikat başlattı.Böylece İslam kimlikli partiler siyaset alanında yok olmuştu. 

1969 seçimlerinde AP’den Milletvekili adayı olmak isteyen Necmettin Erbakan bu partide kabul görmeyince MHP ve MP’nin kapısını çalar. Onlarla da anlaşamayınca Konya’dan bağımsız aday olarak seçime katılır ve Bağımsız Konya milletvekili olarak TBMM’ye girer. Bundan sonra “Milli Görüş” adı altında “Siyasal İslam” düşüncesinin liderliğini yapar ve mücadelesini verir.

Çalışmalarına ilk olarak 5 Aralık 1969 tarihinde AP milletvekili Saadettin Bilgiç’le görüşerek yeni bir partinin kurulması için çalışmalara başlar. Saadettin Bilgiç onu “Siyasette acemi olduğunu” söyleyerek yeni bir siyasi oluşum fikrini kabul etmez. Ancak YTP’den Süleyman Arif Emre ve MP’den Fehmi Cumalıoğlu ile görüşerek onları yeni parti kurmaya ikna eder. Her iki isim partilerinden istifa ederek 26 Ocak 1970’de MNP’yi (Milli Nizam Partisi) kurarlar.

Ne gariptir ki bu partinin felsefesini Eşref Edip ve Mehmet Akif’e dayandırırlar. Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” mecmuası da buna destek verir. Büyük Doğu, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç gibi isimlerin oluşturduğu bir ekoldür ve Nakşibendî Tarikatı temsilcilerinden Abdulhakim Arvasi’nin de hayranıdır ve bu geleneği hararetle savunanlardandır.

Necip Fazıl’ın önderliğinde çıkan Büyük Doğu mecmuası gerek CHP döneminde gerekse DP iktidarı döneminde yürüttüğü şiddetli muhalefetle iktidarın tepkisini çekmiştir. Defalarca mahkemelik olmuş ve dergi zaman zaman kapatılmıştır. Dergi 1940-80 arası dönemde “İslamcı Ekol” “Siyasal İslam” düşüncesinin hararetli savunucusudur. Bu ekolden beslenenler genellikle “Milli Görüş” çizgisini takip etmiştir.

Necip Fazıl 1978-80 yılları arası MHP’ye destek olmuş olsa da “Büyük Doğu Hareketi” Milli Nizam ile başlayan ve daha sonra Milli Selamet, Refah, Fazilet ve Saadet Partisini desteklemiştir. Konjöktürel olarak ANAP’ı desteklemiş olsalar da ANAP’ın iktidardan düşmesinden sonra yine “Milli Görüş” çizgisine dönmüşlerdir.

1997’den sonra ise AKP ile yeni bir siyasi oluşum meydana getirmişler ve sistemle barışarak iktidara gelmişlerdir. Milli Görüş’ün radikal tabanı yine kurucusu Necmettin Erbakan ile devam etmekle beraber tabanı AKP’nin iktidarda olduğu sürece AKP’yi desteklemeye devam edecektir. AKP iktidardan şöyle veya böyle düşerse yine asıl çizgileri olan “Milli Görüş” noktasına dönüş olacaktır. Zira partiler kökenlerine bağlıdırlar.

Siyasal İslam manasındaki MP (Millet Partisi) kavramına dahil olan partilerin ortak özellikleri DP’nin (Demokrat Parti) Hürriyetçilik anlayışına karşı olmalarıdır. Zira söylemleri ne olursa olsun zihnen ve fikren istibdat ve baskı taraftarıdırlar. CHP zihniyetinde olduğu gibi cahil halkı adam etmek, tepeden bir şeyleri zorla kabul ettirmek isterler.Ama söylemlerinde hürriyetçi ve demokrat görünürler. Bu nedenle samimi Bu nedenle samimi değillerdir. Bu nedenle Demokratlara karşı daima diğer “namaz kılmayan kardeşleri” ile beraber olmayı siyasetlerinin gereği kabul ederler. Fakat işlerine geldikleri zaman hayatta olmayan demokratlara sahip çıkarlar. Çünkü onlar konuşamazlar ve kendilerini yalanlayamazlar. 

Necmettin Erbakan İslamin siyaset alanında partileşmesinin öncüsüdür.Milliyetçi İslam anlayışını parti politikalarında öne çıkartmıştır.Kurduğu partilerin laiklik karşıtı eylem ve söylemlerle kapatılmış olmasına rağmen bu yolda kendi düşünceleri doğrultusunda ve kendi söylemleriyle cihad yolunda gitmişlerdir.

Necip Fazıl Kısakürek’in kaleminden kısaltılmış bir alıntıyla Necmettin Erbakan hakkında bir yorum ; 

İŞİN HİKÂYESİ

Ben bu zatı 1965’lerde Büyük Doğu’nun 12. Devresinde tanıdım. İstanbul’da, Gedikpaşa’da, Kayseri Hanındaki, etrafımızı saran ayakkabıcıların deri ve çiriş kokulu havasına bürülü, mütevazi yazıhanemize geldi ve bizimle bir iftar yemeği yedi. Profesördü, kürsüsünde müstesna bir teknik ehliyet olduğu söyleniyordu.

Bir de “Gümüş motor” diye isimlendirilen, Türkiye’de ilk defa motor imâlini hedef tutucu bir teşebbüsün öncüsü olduğu fakat bu teşebbüsün akâmete uğratıldığı (akâmet sıfatını çok hafif olarak kullanıyor ve asıl sıfatı dosyamızda yazılı olan bu işin şimdilik bahsini açmak istemiyorum) rivayet olunuyordu. Hakkında, satıh üstü, toplu hüküm şuydu:
Müslüman, milliyetçi, namazında, dâvamıza bağlı bizden bir insan…

Güzel yüzlü, vakur edâlı, kelimelerini dikkatle aramak gayretinde, her karşı çıkışa mütehammil ve soğukkanlı görünüşlü, hislerini belli etmeyici ve çehresinde herhangi bir teessür ve tehassüs çizgisi taşımayan bir insan…

Kendisine Büyük Doğu yazı ailesine katılmasını teklif ettim, verdiği cevaptan muhitindeki masonların gözüne fazla çarpmak istemediği ve çekindiği intibâını aldım. Gençlerimizden, talebesi, Fakültesinden iyi derecede mezun Bahri Zengin’i (şimdi Makine – Kimya Umum Müdür Muâvini) yanına asistan olarak almasını istedim; ve yine ilk cevabına benzer bir çekingenlik mukabelesine şahit oldum. Daha ilk temasta belliydi ki, bu zat, kendi öz nefsi içinde gizlenmiş her türlü cesaret, samimiyet ve heyecan seciyesine yabancı, üzerinde dikkatle ve şüphe gözüyle durulması gereken bir kişiydi. Dâvamız yolunda şahsiyle vâdettiği fayda çapında zarar ve tehlike de belirtebilirdi.

Ara yerde Odalar Birliği mâceraları (o da ayrıca hazin bir mevzû) ve nihayet balıklama şeklinde politikaya atılış…Konya’dan bağımsız olarak seçilmek üzere adaylığını koymuştur. Konya’nın büyük meydanlarından birinde bir toplantı tertiplemiş, benim de bu toplantıda kendisini desteklemem istenmişti, Henüz bu kapalı kutunun muhtevası sıhhatle malûmumuz bulunmadığı halde bu destekleme teklifini hiçbir parti hasisliği belirtmeyen ve Meclise Büyük Doğu’dan yana bir görüntü vâdeden zâtı desteklemek borçtu. Borcumuzu edâ ettik. Konya’ya gittik; bizi karşılayanlar arasında onu bulamadık ve binlerce Konyalı’ya, şahıslar üzerinde hiçbir taahhüt ve kefaletimiz olmaksızın, Meclise ne ruh kıvâmında adamlar sürmek gerektiği üzerinde bir hitabe verdik. Meydan alkıştan inledi; bizi tâkiben Hoca kürsüye çıktı ve saydığımız kurtarıcılık vasıflarının tam da sahibi edasiyle, raftan bir top kumaş indirilip tezgâh üzerinde açılırcasına desenlerini müşterilere arzetti. Konuşmasında ne bir aşk, ne bir his, ne bir düşünce ve derinliğine görüş… Tam bir simsar ve tezgâhtar ağzı… Toplantı sonunda ona eller uzandı. O da ellere uzandı; ve kafaların üzerinde önceden peylenmiş bir katıra binercesine, gayet rahat ve pişkin, yerleşti. Bana da aynı muameleyi göstermek isteyen elleri nefretle ittim ve adeta hakaret edercesine bana el uzatmamalarını ihtar ettim. Hoca Kisrâ’ların tahtaravanına benzeyen, kafalardan kurulu sedir üzerinde mes’ut, uçup gitti. Yanımdaki Mustafa Yazgan’a “gördün mü manzarayı?” demekten kendimi alamadım. Daha evvel Mustafa Yazgan’a Hoca’nın bazı kibirli ve kendisini tepeden görücü hallerine bakıp toplantıda bulunmak istemediğimi, hemen dönmek arzusunda olduğumu söylemiş ve şu cevabı almıştım:

– Siz dönerseniz ben de sizi tâkip ederim.
– Sen kal!
– Ben sizin bir parçanızım, nasıl kalırım!
– Madem ki, parçamsın, ben rica ediyorum, kal!

Tam o sırada tören başlamış ve gençler bizi kürsü seti üzerine çekip çıkarmışlardı. Böylece ben ve Mustafa Yazgan bir “oldu-bitti” karşısında kalmış ve konuşmaya mecbur olmuştuk.

İşte daha işin başındaki müşahede ve intibalarım!
Hoca Konya’dan mebus seçildi. Mecliste Adalet Partisi uyuşmazlıklarından bir iki kafadar buldu ve bu partinin asla rayını döşeyemediği o devrede Demokratik Parti kopuşu sırasında kendisi de partisini kurdu: Millî Nizam Partisi…

PEYGAMBER

Her hâli kendisini üstünlük rütbelerinin en tepesinde gördüğünü belli eden Erbakan, bana, her şeye rağmen, “sen bir Peygambersin!” gibi bir hitaba asla tahammül etmeyeceği ve böyle bir hitaptan cehennem azabı ateşine eş, bir acı duyacağı hissini aşılamaktaydı. Böyle bir hitaba şiddet ve nefretle mukabele edeceğinden ve hitap sahibini hakerete boğacağından emindim. Nitekim bir devirde, hikâyeci Sait Faik başta olarak bana da böyle hitaplar yöneltilmiş ve tarafımdan bir yazı yazılarak

 “vücudumu cımbızla zerre zerre koparıp her zerremi ayrı ayrı cenderede sıksalar böyle bir hitabın acısına yetişemezler!” diye karşılık vermiştim. “Ben, gerçek Peygamberin ümmeti içinde en hakîr fert olmaktan üstün bir rütbe tanıyamam ve bu türlü hudut tecavüzünü zerre miktarı benimseyecek olsam kendimi ebedî cehennemlik sayarım!” diye ilâve etmiştim.

Erbakan’ın böyle bir hitap karşısında alsa ürpermediğini, onun küfür alâyişlerine karşı tebessüm ve sükût ile cevap verdiğini ve bu

 gibi tezahürlerin birkaç kere vâki olduğunu haber aldığım zaman ise kulaklarıma inanamamıştım.
Şimdi soruyorum:

– 29 Mayıs fetih gününden önce Spor – Sergi Sarayında tertiplediğiniz gecede, size “Peygamber” diye hitab eden serseriye niçin mukabele etmediniz ve onu sille tokat salondan attırmadınız? İşitmedim diyebilir misiniz? Ya işitenler niye şahlanmadı?..

Vâkıayı bize gözyaşları içinde bir M.S.P.’li anlatmış ve demiştir ki:
– Hemen salonu terkettim ve bu adama bütün sıtkımı yitirdim.

PARANTEZ İÇİNDE

Lâf arasında tespit etmeyi unutmayayım ki, o zaman Adalet Partisinden kopuşlar benim eserim olmuş, hâdise Sadettin Bilgiç ve merhum Prof. Osman Tûran’ın evinde uzun sohbetler ve muhasebeler neticesinde meydana gelmiş, Adalet Partisi’nin 1960 gece baskını sonrasında cevap veremediği millî ıstırap ve inkisarın dâvası, yepyeni bir ideolocya temeline dayalı olarak bunlardan beklenmişti.

Partiyi kurdular; fakat A.P.’den devşirip temsil etmeleri gereken mânayı bayraklandıramadılar, bir (Apandis – lâhika) halinde kaldılar ve kör bağırsak gibi çürüyüp gittiler… Bugün de Halk Partisi’nin hileli kefesinde 1 gramlık ağırlıklarını değerlendirmeye kalkmak derecesine düştüler…

ONLAR

Millî Nizam… Hoca’nın yüzü gibi, ne güzel isim! Fakat “Dilber” adını taşıyan bir kadının güzelliği nasıl ismiyle kaim değilse, vaad ile gerçek arasında o kadar mesafe… “Millî Selâmet” ismi için de aynı şey söylenebilir.

Millî Nizam ölçüsüz ve endâzesiz gitti. Hükûmette pay aldıktan sonra şeriat ruhuna aykırı olarak ileride yapacakları affedilmez gaflara mukabil o günlerde mukaddes kelimeyi, “Şeriat” kelimesini dilinden düşürmedi. Halbuki bu dâvanın kal’ayı zaptedebilmesi için Tekfur sarayını basan bahâdırlar gibi mutlaka bir (kamuflaj)a bir (makyaj) oyununa ihtiyaç vardı. Anlamadılar; sonradan görüleceği üzere Şeriati hükûmet sürme hırsına göre eğip bükecek olan liderlerinin peşinde, boyuna açık vererek ve boy hedefi göstererek yürüdüler.

Ankara’nın en büyük sinemalarından birinde tertipledikleri açılış törenlerinde, konuşmacılar arasına beni de kattılar. Büyük bir gençliğin katıldığı bu törende yine şahıslarına karşı bir taahhüt ve kefalet sahibi olmaksızın, özlediğimiz parti ve güdücülerin şartları üzerinde konuştum; ama onların vesilesiyle konuştuğuma göre bu Partiye ümit bağlanabileceğini teşvikten geri kalmamış oldum. Henüz salâhlarından ümit kesmeye uzaktım ve sadece ihtiyatlı olmaya bakıyordum.

Nihayet endâzesizlikleri yüzünden “Millî Nizam Partisi” kapatıldı. Kararın çıkmak üzere bulunduğu sabahın gecesinde Hocayla telefon konuşmamız:

– Son derece ölçüsüz ve hesapsız gidiyorsunuz! Partiyi kapatacaklar…
– Asla kapatamazlar, yarın görürsünüz!
-Asıl siz yarın kapatıldığınızı görürsünüz!

Ve kapatıldılar…

BİR VESİKA

Bu zâtın dâva ahlâkı ve peşine taktığı avanesi bakımından ne olduğunu, şimdiye kadar gizli tuttuğum şu vesikadan anlayınız:

Sene 1969… Büyük Doğu’nun 14. Devresi… Malûm zat evimize kadar geliyor ve Ağustos sıcağında bahçemizin gölgelik bir yerinde koltuğa kurulup, o zamanlar alâkası bulunduğu “Odalar Birliği” hakkında, Büyük Doğu sayfalarında yayınlanması dileğiyle (istirhamiyle demek daha doğru olur) bir röportaj yazdırıyor.Röportajın hedef tuttuğu şahıslar arasında Bedii Faik de vardır. Bedii Faik, sözcü olarak Erbakan’ı, yayınlayıcı olarak da beni dâva ediyor.

Hakkımda milyonluk bir alacak takibi yapılsa İcra dairesine kadar gidip bunun asılsız olduğunu bildirmeyi zahmet sayacak derecede tiksinti duyguları içinde yüzen ben, duruşmayla asla alâkalanmıyor ve mahkemeye ayak basmıyorum. Erbakan ise kendini şöyle müdafaa ediyor:
– Ben Büyük Doğu’ya böyle bir mülâkat vermedim! Lâflarımı Necip Fazıl uydurmuş olsa gerek…

Ve iki yalancı şahit tedarik ediyor:
Balmumu adamlarından Hüsamettin Akmumcu ve Hüseyin Abbas…
Bir şey olduğuna değil de, olmadığına, yani “nefy”e şehadet eden bu yalancılar, taşıdıkları kukla adam sıfatını, din yolunda çalışan ve kendilerine feyz verdiği kabul edilen bir adamı yalan şehadete mahkûm ettirip Efendilerini bu işten sıyırmak gibi bir fazahate kadar düşüyorlar.

Bense şu kadar lira nakdî cezaya çarptırılıyorum; ve hayretler içinde görüyorum ki, Bedii Faik mahiyetinde dâvamıza tam aykırı bir insan bu parayı tahsil etmiyor; yani asalette Erbakan’a taş çıkarıyor.

***

İslam yolunda giden ve zaman zaman yanında olduğu Necip Fazıl Kısakürek’in gözünden Necmettin Erbakan’ın yorumları böyle.Erbakan konusuna ilerleyen bölümlerde yine döneceğiz.

Bölüm 2 sonu – devam edecek
 
Naci KAPTAN
“Küçük yaştaki çocuklara dinimizin layikiyle öğretilmediğini, bir insanın gözlerinden kırmızı ışık çıkıyorsa Komünist, sarı çıkıyorsa Mason olduğunu, kendilerine yarayan insanın gözlerinden yeşil ışık çıkması gerektiğini dinin de böylece kurtulacağını Milli Nizamın gayesinin de bu olduğunu.”
  
“Solcuların kafasına,
Masonların locasına,
Türkün Anayasasına,
Hak yol islam yazacağız”
This entry was posted in Dizi Yazilari, İrtica and tagged . Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *