TAVAN ARASINDAKİ SANDIKTAN “Evvel Zaman İçinde” * Üstelik ekmeksiz, yemeğe oturamayan bir milletiz…”

1920’lerde Ortaköy’de vitrininde Ermenice, Ladino, İngilizce, Osmanlı Türkçesi, Yunanca ve Rusça yazılar bulunan  “Amerikan Fırını”… (Amerikan Kongre Kütüphanesi)

Üstelik ekmeksiz, yemeğe oturamayan bir milletiz

FEZA KÜRKÇÜOĞLU – Evvel Zaman – T24 – 17 Şubat 2022

Ekmeğe beklenen zam yapıldı. Savaşlardan kriz dönemlerine Cumhuriyet tarihi boyunca ekmek zamlarını, kıtlıkları, ekmeğin karneye bağlanışını gazete kupürleriyle, köşe yazıları ve kitaplarla hatırlamaya ne dersiniz?
Ekmeğe beklenen zam yapıldı. Savaşlardan kriz dönemlerine Cumhuriyet tarihi boyunca ekmek zamlarını, kıtlıkları, ekmeğin karneye bağlanışını gazete kupürleriyle, köşe yazıları ve kitaplarla hatırlamaya ne dersiniz?
(…)
Pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek
                   ben içeri düştüğüm sene.
Sonra vesikaya bindi,
bizim burda, içerde, birbirini vurdu millet
                   yumruk kadar, simsiyah bir tayın için.
Şimdi serbestledi yine,
fakat esmer ve tatsız.
(…)
Nâzım Hikmet, “Ben İçeri Düştüğümden Beri”, Yatar Bursa Kalesinde, 1947
Bu aralar gündem neredeyse her gün, hatta bazı günlerde her saat başı değişmekte. Yetişmek ne mümkün! Ancak bu gündem maddeleri arasında biri var ki, yüz yılı aşkın bir zaman diliminde hep gündeme gelmiş, görünüşe bakılırsa gelmeye de devam edecek. Yeni zamlanan ekmekten söz ediyoruz…
Geçen hafta ekmeğe beklenen zam yapılınca aynı tartışmalar yine gündeme geldi: “Ekmek yine mi yok?”, “Ekmek kuyruğu mu burası?”, “Ekmek kaç lira olmuş?”, “Ekmeğe yine mi zam gelmiş?”, “Ekmeğin gramajını mı düşürdüler?”, “Askıda ekmek var mı?”… Birinci Dünya Savaşı’ndan beri sorulan bu ve benzeri sorulara bazen cevap verilmiş, bazen de sükût ikrardan gelir dercesine suskun kalınmış. Ekmek meselesi ne zaman gündeme gelse taraflar birbirini suçlamış, olan halka ve yoksullara olmuş.
Yazar Emil Galip Sandalcı’nın, 1956 ile 1957 arası Tercüman gazetesi yazılarının toplandığı Biz Bize  isimli kitabında yer alan, 11 Ocak 1957’de kaleme aldığı “Ekmek Meselesi mi? Zihniyet Meselesi mi?” başlıklı yazısı tam da bundan söz eder:
“Dün sabah Ayaspaşa’dan Yeşilköy’e kadar gidip geldim. Yol boyunca fırınlar, fırınların önünde sıraya girmiş bekleşen kadınlar, erkekler. Malum hikâye. Ekmek derdi. Yaz nezlesi gibi, her sene birkaç defa nüksediverir. Ofis mi? Fırıncılar mı? Değirmenciler mi? Belediye mi? Yoksa ekmek kalmayacak diye bir yerine üç ekmek alan halk mı? Suç hangisinde? Şunda, bunda veya hepsinde. Netice? Yine ekmeksizlik.
Peki, ama niye? Bu memleket ziraat memleketi, buğday memleketi. Üstelik ekmeksiz, yemeğe oturamayan bir milletiz. O kadar da değil. Büyük çoğunluğumuz ekmeği katık diye kullanmaz, tersine öteberiyi ekmeğe katık eder.”
Emil ağabeyin yazısından “Bu memleket ziraat memleketi, buğday memleketi” cümlesini çıkarmak lazım, çünkü Türkiye uzun bir süredir bizlere ilkokulda öğrettikleri gibi ziraat memleketi, buğday deposu değil, ama yazının geri kalanı bugün de geçerli. Ve evet, bizce de “zihniyet meselesi”…
Birinci Dünya Savaşı yılları
Ekmek meselesinin Birinci Dünya Savaşı yıllarından bu yana sürdüğünü söyledik. Savaş yıllarında ekmek sıkıntısı sadece bizim ülkemizde çekilmemiş elbet, savaşa katılan bütün ülkeler bu sıkıntıları çekmişler. Ancak savaş bittikten sonra zaman zaman ekmek meselesi yine gündeme gelir olmuş. Buğday o sene az ürün vermiş, ekmek pahalılaşmış; değirmenciler zam istemiş, ekmek pahalılaşmış; fırıncılar zam istemiş, ekmek pahalılaşmış; hayat pahalılaşmış ve ekmek yine pahalılaşmış…
Birinci Dünya Savaşı sonrasında ekmek meselesine ait bir yazıyı, Refik Halid Karay’ın Ago Paşa’nın Hatıratı isimli kitabından, 1922’de kaleme aldığı “Ekmek Hatıraları” başlıklı makalesinden aktararak devam edelim:
“Ekmeksiz kalmak korkusu bana bu hafta ekmeğe dair bildiğim ne varsa hepsini yeniden yeniye yad ettirdi. Evvela harpten evvelki devri hatırladım, has ekmeğin kırk paraya satıldığı mesut ve müreffeh devri… Adı ister istibdat, ister meşrutiyet olsun o devir şimdi bana mevcut, muhayyel [hayali] veya mutasavver [akla gelen] bütün idare ve devirlerden daha şerefli, daha parlak ve daha latif göründü. (…)
Bundan sonra hatırladığım ekmek, tayın ekmeği denilen asker ekmeğidir. Eski devrin askerlerine tahsis ettiği esmer yerli unundan mamul o pişkin ekmeğin kendine mahsus bir hoş çeşnisi vardı. Midemize ağır gelir diye bize vermezlerdi de evde, gizlice uşakların koğuşuna girer ve bulabildiğimiz parçayı kaparak bir kenarda dadılardan saklı, pür iştiha yerdik.”
Yıl 1935… Ekmek meselesi yine gündemde. 7 Kasım 1935 tarihli Cumhuriyet gazetesi ön sayfadan haber yapmış: “Ziraat Bakanının mühim diyevi (beyanatı): ‘Ekmeğin pahalanması için hiçbir sebeb yoktur!’ Hükûmet tedbir alıyor. İstanbul’daki buhranda değirmenlerin büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Şehirde ikinci nevi ekmek satılmağa başladı.”
Dönemin Ziraat Bakanı Muhlis Erkmen, ekmek fiyatlarının durmadan artmasına ve daha da artacağı söylentilerine, yeterli buğdayımız olmasına rağmen yüksek fiyatla satabilmek umuduyla tüccarın un stoğu yaptığını söyleyerek açıklık getirir ama ne fayda… Ekmek fiyatı arttığından, çözüm olarak daha kalitesiz bir undan üretilen “ikinci nevi” ekmek satılmaya başlar.

Bu ekmek meselesi hakkında, Cumhuriyet gazetesinin haberinden birkaç gün önce, 7 Kasım 1935 tarihli Akşam gazetesinde “Orhan Selim” müstear ismiyle Nâzım Hikmet “Nasrettin Hoca’nın Kuşu Gibi” başlıklı yazıyı yazar:
“Buğday yükseldiği için ekmek de pahalılaşıyor ve daha da pahalılaşacakmış. Düşünülmüş, taşınılmış, ‘Mademki, denilmiş, ekmek pahalılaşıyor, ikinci çeşit bir ekmek çıkaralım. Bu ikinci çeşit ekmek daha ucuz olur.’
Elbette ekmekler birinci ve ikinci çeşit diye ikiye ayrılınca, ikinci çeşidin ucuz olması için daha kötü undan yapılması gerekecek. Sizin anlayacağınız, her nedense yükselişinin önüne geçilemeyen buğday değerleri yüzünden yarın bir de üçüncü çeşit ekmek çıkarılması düşünülebilir…
Bu ‘suret-i hal’ benim bir tuhafıma gitti. Ucuz ekmek, fakat birinci çeşidinden ucuz ekmek yenemedikten sonra, ucuzluk ekmek çeşidinin aşağılatılmasıyla elde edildikten sonra ‘ekmek meselesi’nin ‘suret-i hal’li Nasrettin Hoca’nın kuşuna benziyor…”
Ekmek karnesi ve açlık
İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına henüz birkaç ay var… 30 Haziran 1939 tarihli Akşam gazetesinden bir haber: “Ekmek ucuzlıyacak mı? İstişare heyeti dün de fırıncılarla yapıcıların murahhaslarını dinledi.” İstanbul Belediyesi ekmek fiyatlarını ucuzlatmak için ekmek yapımıyla uğraşan tarafları dinleyerek bir karara varmaya çalışır. Belediye İktisat İstişare Heyeti tarafından sürdürülen çalışmalarda, ilgili meslek temsilcilerinin ekmek fiyatını ucuzlatmak bir yana, daha fazla zam isteğiyle karşılaşırlar.

Halk tam ekmek ucuzlayacak derken, 3 Eylül 1939’da savaş patlar ve 1945 yılına kadar sürer. Ekmek kıtlığının ve bu kıtlığa önlem olarak uygulanan “ekmek karnesi” uygulamasının yaşandığı bu yıllarda, özellikle İstanbul büyük ekmek sıkıntısı çeker. Türkiye savaşa girmemiştir, ancak yiyecek kıtlığı baş gösterir. Ekmek karaborsaya düşmüştür, hükümet karaborsayı önlemek ve bütün vatandaşların eşit miktarda ekmek tüketebilmesi için “ekmek karnesi” uygulamasına geçer. Karne ile yedi yaşına kadar olan çocuklara 187,5 gram, büyükler için 375 gram ve ağır işçiler için ise 750 gram ekmek günde iki kez verilmeye başlar.
Ekmek karnesi uygulaması başlamıştır, ancak yine de zenginler, karaborsacılar bir yolunu bulup uygulamayı delmeyi başarırlar. İstanbul’da yoksullar için açlık yılları başlar. Masalını Yitiren Dev, ilkokula on dört yaşında başlamış yazar Adnan Binyazar’ın çocukluk ve ilkgençlik anılarından oluşuyor. Diyarbakır’dan İstanbul’a göçen yoksul bir ailenin çocuğu olan Adnan Binyazar, romanında İstanbul’da İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı açlık dolu yılları şöyle anlatıyor:
“1940-1942 yılları özellikle İstanbul’da yaşayan yoksul kesime büyük açlıklar getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın dünyayı kasıp kavurduğu yıllar. Ekmek karneyle. Adam başı günde bir iki dilim ekmek düşüyor. Babam savsaklayıp almadığı için nüfus cüzdanımız yok. O olmayınca bize ekmek karnesi vermiyorlardı. (…)
İki kardeş sokaklara dökülüp Kızılay’ın yemek dağıttığı okul ya da cami avlularına gidiyoruz. Karnemiz olmadığı için oradan yemek alamıyoruz. Kendi yemeğinden bize bir iki kaşık verenler oluyor. Beş on günde bir, karnımıza sıcak yemek giriyor. Uzun süre yemek yemeğince insan açlığa alışıyor.”
13 Ocak 1942’de kabul edilen kararnameyle başlayan ekmek karnesi uygulaması dört yıl sürecektir. Özellikle büyük şehirlerde baş gösteren ekmek ve yiyecek sıkıntısından en çok yoksullar etkilenir. Bir yandan savaşa girme ihtimali, bir yandan kıtlık, karartma geceleri… Savaşın karabasanı bütün ülkeye çöker. O yıllarda savaşa girsin, girmesin birçok ülkede uygulanacaktır ekmek karnesi uygulaması. Sıkıntılı günler 9 Eylül 1946 tarihe dek sürer. Uygulama boyunca bütün önlemlere rağmen rüşvetle, yolsuzlukla edindikleri karneleri fahiş fiyatlara satan karaborsacılar ve istifçiler savaş sonunda apartmanlar dikecek kadar zengin olacaklardır.
O günler de geçer ama ekmek meselesi her daim kendini hatırlatmaya devam eder. Sanırım, ülkemizde yüz yıl içinde çıkan ekmekle ilgili meseleleri, zamları, kuyrukları konu edinen haberleri toparlasak gayet kalınca bir kitap yazılabilir.
Tuz ve ekmekle başlar hayatımız
Besin kaynaklarımızın başında gelen ekmek, farkında olsak da, olmasak da yaşamımızda hava ve su kadar önemlidir. Ekmeğin yaşamımızdaki yerinden söz etmeye Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’ne başvuralım. İşte “Ekmek” maddesi:
“Ekmek-Arab asıllı Türk harfleri ile doğru yazılışına göre ‘etmek’; fakat halk ağzında yüz yıllar boyunca ‘ekmek’ denilegelmiş ve Lâtin harflerinin kabulünden sonra ‘ekmek’ diye yazılmışdır; ‘Etmek, ekmek: Muhtelif hububat unundan yapılmış hamurun ateşde, fırında veya tepside, sacda pişmesi ki insan gıdasının esâsıdır; buğday ekmeği, mısır ekmeği, çavdar ekmeği’ (Şemseddin Sami, Kaamûsu Türkî).”
Öylesine önemli ki, kutsal sayılır ekmek, tıpkı tuz gibi… Beslenmenin iki temel unsuru, biri besleyen, diğeri tat veren ekmek ve tuz yaşamsal bir ihtiyaç olduğu kadar inanç dünyasında da önemli köşe taşlarındandır. Orhan Veli Kanık, “Güzel Havalar” şiirinde der ya: “Böyle havada âşık oldum; / Eve ekmek ve tuz götürmeyi / Böyle havalarda unuttum.” İlk akla gelen ihtiyaç tuz ve ekmek olur.
Tuz ve ekmek konusuna aynı isimli bir romandan söz ederek devam edelim. Ömer Faruk Toprak, Tuz ve Ekmek isimli ilk romanında İkinci Dünya Savaşı yıllarını, 1940 ile 1946 yıllarında tek parti iktidarında toplumcu düşünceyi savunan üniversite öğrencilerinin, öğretmenlerin, aydınların nasıl baskı gördüklerini, hücreleri, hapishaneleri, sürgünleri anlatır. Kitaba ismini veren, tuzun ve ekmeğin anlatıldığı satırları okuyalım:
“Uzaktan bir öküz arabası geliyordu ağır ağır… Geç kalmış bir köylü dedi içinden. O yürüdükçe, araba da ona doğru yaklaştı. Arabanın yanına varınca, iki büklüm bir ihtiyar oturuyordu ön tarafta. Karanlıkta kamburundan tanıdı onu. Köylü İsmail idi bu:
‘Merhaba İsmail dayı, geç kalmışsın!..’
‘Merhaba Kâtip efendi. Geç kaldık biraz.’
Zayıf öküzler, sahibinin konuşmasını duyunca durdular. Osman Fuat arabaya yaklaştı:
‘Pazara neler getirmiştin?’
‘Biraz yağ, yirmi kadar yumurta…’
‘Satabildin mi bari?..’
‘Sattım. Öküzün birini nallattım. Geri kalan para ile de beş kilo tuz aldım.’
‘O kadar tuzu ne yapacaksın?’
‘Tuz bizim her şeyimiz. Hayvanımızın yemine girer, ekmeğimize girer. Sabah akşam içtiğimiz çorbamızın tuzudur o. Tuz ve ekmek ile başlar hayatımız…”
Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali editörlüğünde yayınlanan Ekmek Kitabı isimli kitapta yer alan “Sivas’ta Ekmek Çeşitleri, İnanışlar ve Sözlü Kültür” başlıklı yazısında Müjgan Üçer, “Tuz-ekmek hakkı” deyimini şu cümleyle anlatmakta: “Tuz-ekmek hakkı, nimet, ihsan, şükran ve minnettarlık anlamına gelen ve Türk karakterini sembolize eden deyimlerimizden biridir.”
Ömer Asım Aksoy Deyimler Sözlüğü’nde “Tuz-ekmek hakkı” deyimini şöyle açıklar: “Sofrasında yemek yediği ve iyiliklerini gördüğü kimsenin kendisi üzerinde bulunduğu kabul edilen hak, duygusal borç.” Ve bir başka deyim ile devam eder: “Tuz-ekmek haini: Sofrasında yemek yediği ve iyiliklerini gördüğü kimseye kötülük eden.”
Ekmeğin bizlerin yaşamında önemli yer tuttuğunu, sadece beslenmemizde, karın doyurmamızda değil, inançlarımızda ve sözlü, yazılı kültürümüzde de yerinin önemli olduğunu söyleyebiliriz. Ekmek, ekmeğin yapıldığı un ve onu var eden emek değerlidir bizim için. İşte bir örnek… Ruhi Su’nun 1951 yılında, İstanbul’da o zaman emniyet müdürlüğü olan Sansaryan Han’da, “tabutluk” denen hücresinde eşi Sıdıka Su’ya bestelediği türkü, aşkla ekmeğin, beyaz unun hemhal olma halidir:
Mahsus Mahal
Mahsus Mahal derler kaldım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır
İk’elleri kızıl kandadır kanda
Ölürüm ölürüm kardeş aklım sendedir.
(…)
Dirliğim düzenim dermanım canım
Solum sol tarafım imanım dinim
Benim beyaz unum ak güvercinim
Bilirim bilirim kardeş gelen gündedir.
Yine ekmekle devam edelim. Kültürümüzde bereket, sadakat, paylaşım gibi simgesel anlamlar taşıyan ekmek, aynı zamanda hürmet gösterilen kutsal bir yiyecek, “nimet” olarak kabul görmektedir. Ekmek verenle verilen ekmeği yiyen kişi arasında kurulması beklenen bağı ifade eden “Tuz-ekmek hakkı” deyimi, 11. yüzyılda Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig isimli eserindeki beyitlerde de geçer.
Yüzyılların ötesinden günümüze dek gelen bu deyim gibi ekmekle ilgili çok sayıda deyim, adlandırma bulunur. Ekmeğin tarihini, ekmek ve fırın çeşitlerini, ekmek ve ekmekle ilgili sözcükleri, deyimleri, kısacası ekmekle ilgili her şeyi konu edinen 645 sayfalık Ekmek Kitabı’nın sayfalarını yeniden çevirelim. Salim Küçük ve Serkan Kaya, “Derleme Sözlüğü’nde Ekmek ve Benzerleri ile İlgili Adlandırmalar” başlıklı yazıları için Türkiye’de Halk Ağzından Derleme Sözlüğü’nde ekmekle ilgili 484 sözcüğü incelemişler. Bu sözcüklerin köken olarak çok büyük bir kısmının Türkçe olduğunu tespit ederken, az sayıda olan yabancı kökenli sözcükleri şöyle sıralarlar:
“Bunlar Arapça (lokum, pelit, tandır, susamal, tertibe), Farsça (sine, lep, kahya, erişte), Rumca (somun, pilaki, bide/pide), İtalyanca (turta, galata), Arapça+Türkçe (hamurlu, hamırsız ~ hamursuz), Arapça+Farsça (velibağ), Farsça+Türkçe (tava böreği, hergeleaşı, siniekmeği, bazarek- meği, minneli), Arapça+Farsça+Türkçe (hacmazlı) sözcüklerdir.”

“Ekmek Karnesi” uygulaması sırasında karne ile ekmek alanlar…
“Ne ka köfte, o ka ekmek”
Ekmekle ilgili o kadar çok söz, deyiş, deyim var ki… Hemen aklımıza gelen birini –doğru ya da yakıştırma olduğuna bakmadan– paylaşalım. “Ne ka ekmek, o ka köfte” deyişi neredeyse yüz yıldır ağızdan ağza geçmiş. O zamanlar seyyar köfte satıcıların “Beş kuruşa beş köfte” diye bağırarak dolaştığı yıllar. Bir öğrencinin ekmeğinin içine daha fazla köfte istemesi üzerine köftecinin cevabı olan bu deyiş, “elindekiyle olabilecek ancak bu” anlamına kullanılagelmiş.
Bir başka “Ne ka köfte, o ka ekmek” hikâyesi ise şöyle: İkinci Dünya Savaşı yıllarında ekmek kıtlığı var ve ekmek karne ile dağıtılmakta. Ekmek alabilmek için bin bir türlü yol denenmekte. O yıllarda bir Rumeli köftecisi fazladan ekmek yemek için gelen müşterilerini siparişi almadan, baştan uyarırmış: “Ne ka köfte, o ka ekmek!” Bir porsiyon köfte ile çeyrek ekmek, bir buçuk porsiyon köfte ile yarım ekmek yiyebilirsiniz diye eklermiş…
Mezopotamyalıların MÖ 3.000 yıllarında 60’a yakın, Mısırlıların ise MÖ 2.000 yıllarında 16 çeşit ekmek yaptıklarının düşünüldüğü göz önüne alınırsa, ekmeğin tarihteki yolculuğunun ne kadar uzun olduğu görülür. Un, su, tuz, maya ve katkı maddelerinden imal edilen ekmek, kullanılan unun türüne, biçim ve rengine, boyut ve ağırlığına, pişirildiği yere, pişirme biçimine, katkı maddelerine göre adlandırılır. Amerikan, Alman, Arap, İsviçre, Fransız ekmeği şeklinde imal edildiği ülke isminle adlandırıldığı gibi, somun, francala, yufka, lavaş, bazlama, sandviç, baget gibi isimlerle yapım tekniklerine göre de adlandırılmıştır.
Bir süredir yeniden yaşadığımız ekmek meselesine gelince… Kolay çözülecek gibi değil. Özellikle hayat pahalılığının geldiği son noktada geçim derdinde olan milyonlarca insanın en çok tükettiği besin olan ekmeğin fiyatı halkı zorlarken… Yoksulluğu ortadan kaldırmasa da, soruna çare olmasa da, belediyeler tarafından sürdürülen “askıda ekmek” uygulaması ve bunun yanı sıra “Halk Ekmek” fabrikalarında üretilen sağlıklı ve ucuz ekmeklerin satışı bir ölçüde bu yükü hafifletebilir.
Yeri gelmişken “İstanbul Halk Ekmek Fabrikası ne zaman açıldı?” tartışmasına dair birkaç söz edelim. İstanbul Halk Ekmek Fabrikası, 26 Ağustos 1978’de ekmek üretimine başladı. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın Başkent Gölgesinde İstanbul isimli kitabından birkaç cümleyle fabrikanın kurulduğu günlere dönelim:
“Ekmek fabrikamız, 160 kişilik bir kadroyla üç vardiya halinde 24 saat kesintisiz çalışarak, günde 450 bin ekmek üretecekti. Fabrikanın sermayesinin %99’unu İstanbul Belediyesi koymuş, Kâğıthane, Bayrampaşa ve Küçükçekmece belediyeleri ile Marmara Belediyeler Birliği ortak edilerek bir şirket kurulmuştu.
Ekim 1977 sonunda deneme üretimine başlamak üzere un aldık ve makinelerin ayarlanmasına başladık. Fabrikanın bahçesinde bir tanıtım toplantısı yaptık. Bu fabrikayla birlikte üzerine vinç monte edilmiş kamyonlar aldık ve kamyonla taşınabilecek ekmek satış büfeleri planladık. Büfeler, vinçli kamyonlarımız tarafından kaldırılıp, rekabet yapmamızın gerektiği yerlerde, kaldırımların üzerine geçici olarak konulup, orada satış yapacaklar.”

İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan, 1977’nin sonunda İstanbul Halk Ekmek Fabrikası’nın deneme üretimi tanıtımında… (İBB Basın Arşivi)
Ahmet İsvan’ın dediği gibi de olur, Halk Ekmek yıllar boyunca İstanbullulara hizmet eder. Bugünse günde ortalama 1,5 milyon ekmek üreterek, 3.000’nin üzerinde noktada hizmet vermeye devam etmektedir.
“Ekmek aslanın ağzında” deyimini hepimiz biliriz. Geçimimizi sağlamak için bir iş bulmanın ve para kazanmanın zorluğundan söz eden bu deyim, yaşadığımız hayat pahalılığı karşısında sanki biraz eskidi. Artık “ekmek aslanın midesinde” deniyor.

https://t24.com.tr/k24/yazi/ustelik-ekmeksiz-yemege-oturamayan-bir-milletiz,3584
This entry was posted in EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR, EVVEL ZAMAN İÇİNDE. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *