ÜLKELER “DEMOKRASİ İLE” NASIL İŞGAL EDİLİYOR Bölüm 11/12/13 * SESSİZ SAVAŞ * ABD VE AVRUPA SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİ (NGO) KULLANARAK BAĞIMSIZ ÜLKELERİ NASIL YÖNETİYOR
Yazan Dr. Ali Nazmi Çora
Özet Naci Kaptan / 02 Şubat 2022
BÖLÜM XI
ÜLKEMİZDE MİLLİ BENLİK VE
DEMOKRASİ NASIL YOK EDİLİYOR
“Haiti’de yapılan seçimlerde gözlemcilik yaptık ve nerede gözlemcilik yaptıysak orada bizim adaylarımız kazandı.” General Smadley Butler, U.S Marine Corps.
Türkiye’de, üç-beş yıl öncesine dek, siyasal konumlanmalara uygun olarak, örgütler, partiler, yazarlar, çizerler arasında keskin görüş ayrılıkları oluşurdu. Örneğin, laik devlet düzenini değiştirmek isteyenlerle, cumhuriyeti savunanlar arasında siyasal uçurum bulunurdu, “Sağcı” geçinenle “solcu” geçinen arasında görüş ayrılıklarıysa siyasal yaşamın bir kuralı ve itici gücüydü.
Oysa şimdi öyle olmuyor. Dinsel hukuk esaslarının uygulanmasını isteyenlerle, istemeyenler bir araya geliyorlar ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinin değiştirilmesini birlikte öneriyorlar. Bu dayanışmalarını da, “özgürlüklerin ve demokrasinin genişletilmesi” için eylem ortaklığına, çok kültürlülük esasına dayalı siyasi yapılanma gereğine oturtuyorlar ve halka bunu “hoşgörü” olarak yansıtıyorlar.
Cumhuriyetin kurumlarına karşı her provokasyondan sonra siyasal partilerin tümü susuyor, temel ilkelerin ve kurumların savunulması, orduya kalıyor. Ordu, politize ediliyor, iç siyasi kavgaların içine çekiliyor. Ülkede kutuplar sayıca artırı lırken, inanç ve köken ayrılıkları öne çıkarılıyor ve çatışmalar keskinleştiriliyor. Bu durumdan yarar umanlar, Türkiye’nin bir avuç militarist güç tarafından yönetildiğini yayıyorlar, özellikle yurtdışında iş, askersel yönetim tanımını da aşıyor ve “laik cunta” deniliyor.
Bu gelişmelere, kapanmış tarihsel yaraların yeniden deşilmesiyle yoğunlaştırılan etnik kışkırtmalar, ekonomik şantajlar, din hürriyeti kapsamında geliştirilen eylemler, Amerika’nın ya da Avrupa’nın şu ya da bu üniversitesinde, Türkiye’nin bütünlüğüne, temel yasallığına saldırılan toplantılar, konferanslar, Avrupa’dan Türkiye’ye parlamenter akınları, yabancıların yerel yönetimlerle Cumhuriyet devletinin bilgisi dışında gerçekleştirdikleri doğrudan kapalı toplantılar, ülkenin enerji kaynaklarının kullanımına karşı, tarihsel kalıt ya da çevre adına, abartılı uluslararası karşı kampanyalar, ulusal kurtuluşun simgesi olan anma günlerini, sözde dostluk adına, silikleştirme adımları, eşlik ediyor.
Böylece, olası uluslararası müdahalenin cephesi kuruluyor. İçerdeki kutuplaşma bazen sert bazen görece daha yumuşak kışkırtmalarla olgunlaştırılıyor. özetlediğimiz girişimlerin en kısa tanımı: Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yasallığıyla kimin derdi varsa, AB-D olmak üzere, Bati dünyası ona sahip çıkıyor, kol kanat geriyor ve resmi raporlarla bu koruyuculuğu uluslararası belgelere taşıyorlar.
Gelişmelere koşut olarak, ülke içinde de, sağcı solcuyla, dinci sözde aydınla, şeyhler demokratlarla kol kola giriyorlar. Çok yakın geçmişte, aynı siyasal görüşleri paylaşanlar yan yana gelemezken, şimdi sanki sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi tümü bir anda cephe oluşturabiliyorlar.
Onlarca örgüt devletin kurumsallığına karşı ortak belgelere bir çırpıda imza atabiliyorlar. Kendisine ‘liberal’ diyen profesörler, bir gecede Amerika’ya uçuyorlar ve ‘cihad’ örgütlerinin destekçisi Amerikan Müslümanlarının panellerin de, yuvarlak masa toplantılarında, deneyimli istihbarat uzmanlarıyla buluşuyorlar.
Cumhuriyeti kurmakla övünen siyasal hareketin başkanı bir anda Hristiyan tarikatların yan kuruluşlarının toplantılarına katılıyor. Aynı görüşü paylaşan yöneticiler, vakıf adını taşıyan yabancı parti uzantılarını Türkiye Cumhuriyeti’nin Büyük Millet Meclisi’ne taşıyorlar ve “siyasal ahlak” dersleri verdiriyorlar.
Ulusal bağımsızlığın mirasçısı meclisin anayasayla ilgili çalışmalarına yabancılar karışıyor ve bunu açıklamaktan da çekinmiyorlar.
Aynı yabancılar, yerel yönetim çalışmaları adı altında bir dizi toplantı yapıyor ve birbirine muhalif partilerden seçilmiş belediye başkanları, devlet merkezinden bağımsızlaşma ve özerklik elde etme istemiyle hareket etmeye çağrılıyorlar. Bu gelişmeler on-onbeş yıla sığıyor. Bu denli kısa bir sürede, bu denli yüksek payda ortaklığını sağlayan nedir?
Yanıt kısa ve açık: ABD’nin NED adlı fonundan beslenen, IRI, N1D, CIPE ve Batı Avrupa örgütleriyle örülen ağın içinde biçimlenen ithal demokrasi yapılanması.
Tasarım merkezi aynı olunca, yörüngeler de, o merkezin çevresinde oluşuyor; sağı solla, dinciyi laiklik savunucusuyla buluşturuyor. Siyasal farklılıklar eritilirken, etnik ayrılıklar, bazen “çok kültürlülük” bazen da “inançlara saygı” temelinde öne çıkartılıyor.
Bir başlangıç örneği olarak ‘IRI Projesi’
ABD Cumhuriyetçi Parti’nin örgütü IRI’nin 1998’de başlatılan Türkiye etkinlikleri, yerel yönetimleri, siyasal partileri ve bağımsız ‘sivil’ örgütleri kapsıyor. Örneğin, IRI’nin önemli Türkiye projelerinden biri örgütün raporunda şöyle tanıtılıyor: “Politik Parti Eğitimi ve Yerel Yönetimin Geliştirilmesi (Güçlendirilmesi), Yeni proje dönemi: Mart 1998 – Mart 1999. Parasal kaynak: (ABD),(NED)
Partilerle ilgili bu “project” adı verilen işin başını TESEV çekiyor. TESEV, TESAV, ANSAV temsilcileri, TBMM ile ilişkiye geçiyor ve partiler yasa tasarısına uzanacak yolun ilk adımları, ‘parti içi demokrasi çalışmasıyla başlıyor. İş adam larından, işadamlarının vakıflarında görevli profesörlerden, eski bakanlardan oluşan bir uyum komisyonu kuruluyor. Hasan Korkmazcan’ın başkanlığında oluşturulan ve ‘Uyum Komisyonu’ adı verilen bu oluşuma her partiden katılım var:
“Atilla Sav, Metin Emiroğlu, milletvekillerinden Ercan Karakaş ve Gökhan Çapoğlu, eski Sanayi Bakanı Tarhan Erdem, TBMM eski Başkanı Ferruh Bozbeyli, Adalet Eski Bakam İsmail Hakkı Birler, DTP’den Sinan Ülgen, TESEV Genel Direktörü Mehmet Kabasakal, TESAV Yönetim Kurulu Başkanı Erol Tuncer, akademisyenlerden Ersin Kalaycıoğlu, Ali Çarkoğlu, Aydın Uğur, Nihal İncioğlu, Ömer Faruk Gençkaya ile Michael Dolley ve Jean – Lui Ballans katıldı.”
Bir başka uygulamaysa, uyumun ne denli yayılabileceğine çarpıcı bir örnek oluşturuyor. IRI’nin 1998 raporunda, “En önemli etkinlik Türk sivil örgütleriyle birlikte gerçek leştirilmiştir. Bu kuruluşlardan biriyle başlatılan ve halen süren çalışma Türkiye’nin yerel yönetim yasalarının değiştirilmesidir” deniliyor.
İşin özü şudur: Amerikalılar gelmişler ve Türkiye’nin belediye yasalarını değiştirmek üzere yerli sivillerle “Grup Çalışması-workshop” kurmuşlar, yıllardır çalışıyorlar. Bu arada Türkler ne yapıyor? Onların büyük çoğunluğu Türklerin kaç yüz yıldır, bilmem kaç devlet kurup büyük ana karaları yönetmiş olmasıyla övünüyor, son imparatorluğun kuruluşunu olağan dışı törenlerle kutluyor ve hatta Washington’da mehter eşliğinde yürüyorlar. Geri kalanı da, çağdaş bir devlet kurduk; yetmiş beşinci yılı aştık diye marşlar söylüyorlar.
Öte yandan, Amerikalı “Workshop” uzmanları gelmişler, bu övünçlü Türklerin ülkesinde raporlarında belirtikleri gibi; “Yönetim yetkisini merkezden uzaklaştırmak amacıyla belediyelere otonomi kazandırmak” için, yasa tasarısı hazırlıyorlar.
Bu işin içerdeki gerekçesine bakarsak, “Belediyelere yardım demek, demokrasiyi güçlendirmek demektir” diye bir yanıt hazırdır. Ne var ki, “Belediyeleri güçlendirmek’ ABD’nin Cumhuriyetçi Partisi’ni neden ilgilendirir ve ABD neden bu işler için para ve eleman verir?
Amerika’da gettolar temizlendi, toplumsal uçurumlar kapatıldı mı?” diye soran yoktur. Sorulmasa da, Amerikan muhafazakârlarının ve Cumhuriyetçi Parti’nin örgütü IRI’nin raporlarındaki yanıtı açıktır:
“IRI’nin rehberliğinde yerel yönetimler – Ankara’daki merkezi hükümet (‘devlet’ değil)- şimdi kendi yollarında yürümek üzere daha fazla otoriteye sahiptirler,”
Yerel yönetimlerin ABD’nin siyasal partisinin öncülüğünde yürüdüğünü belirten aynı raporda, bir başka kuruluşla birlik te Türk siyasi partiler yasasında değişiklik tasarısı hazırlandığı açıklanıyor. İş bununla da kalmıyor, bu hazırlıkların partilerle yakın ilişkiler kurularak sürdürüldüğü, partilerin içinde ‘reformcu eylemciler’ yetiştirildiği belirtiliyor.
Üstelik bu ülkeye öyle bir demokrasi eğitimi verildiği belirtiliyor ki, “laiklik dışı partilerin ve etnik tabanlı partilerin temsil edilmeleri”nin sağlanacağı özenle vurgulanıyor.
IRI’nin 2000 yılı programına Türkiye gençliğinin ve kadın örgütlerinin desteklenmesi projesi de alınmış. Yeni dünya düzenini kavramış, moda deyimiyle, “vizyon sahibi” ve proje yapmasını bilen genç kadrolar yetiştirilecektir. IRI raporlarındaki şu sözler, hiçbir kuşkuya yer vermeden seçim özgürlüğümüzün temellerinin nasıl bellendiğini gösteriyor :
“IRI Türkiye’deki 18 Nisan 1999 seçimleri öncesinde seçmen örgütlenmesi ve yerel seçim kampanyalarının örgütlenmesi ve gerçekleştirilmeleri konularında yüzlerce parti eylemcisini eğitmiştir.”
Bu kısa bakış bile, IRI’nin Türkiye’yi hiç boş bırakmadığını gösteriyor. CHP Genel Başkanı’nın Tansu Çiller’e koalisyon koşulu olarak dayattığı Aralık 1995 erken seçiminden önce de, sıkı çalışmışlar. Kamuoyu yoklamalarını ve değerlendirme lerini Strateji Mori ve Anadolu Stratejik Araştırmalar Vakfı ile birlikte yürütmüşler.
1995’de gerçekleştirilen yoklamaların biri gerçekten ilginç sonuçlar vermiş, Türkiye seçmenlerinin büyük çoğunluğu Recep Tayyip Erdoğan’ı desteklediğini (Her nasılsa) tam yedi yıl önce Amerikalılar saptamışlar veya bana göre projelerini ve desteklerini bu yönde yapmışlar. 1995’de yapılan bu değerlendirmeden sonra, 2002 yılında “project” ten bir sonuç alınması, daha da ilginci.
İş bununla da kalmamış; IRI, raporda belirtilen çalışmaların ışığında, ANAP’ın. aday belirleme işlerine “temel” çalışmalar yaparak yardımcı olmuş.
Seçim ön tahminlerinin seçmenler üstündeki yönlendirici etkisi düşünülünce, işin nereye vardığı kestirilebilir. Niyetleri ne denli iyi (!) olursa olsun,’ yabancıların güdümünde çalışmalarla gerçekleşen hür ve demokratik seçimlerin ulusallığının derecesi ve sandıktan çıkanın halk iradesi olduğu da, ayrı bir sorun.
BÖLÜM XII
“Bağımsız milli bir devleti STÖ (Sivil Toplum Örgütleri) ile ele geçirmek için Beyin yıkama, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci olan 20 temel kural, Türkiye’de tam olarak uygulanıyor ve çok da başarılı oluyorlar.
Hedef Türkiye’de merkezi devletin egemenliğini gevşetmek, iç dayanışmanın önünü tıkamak. Halkın birbiri içinde eriyerek, kopmaz bir bütünlük oluşturması sürecini şaşırtmak.
Türkiye’yi düşük ya da kimi zaman yüksek yoğunlukta çatışmalara sürüklenmiş, etnik gruplardan , padişah – dede – baba reis – parti şefi – seçkin diplomat ve işadamı örgütlerinin, Avrupa’da yetiştirilmiş “smart boys” yani, “parlak çocuklar”ın, kurucularından başkasını temsil etmeyen bir bölüm “sivil” toplum örgütleri şeflerinin egemenliği altında sindirilmiş mensuplardan, meczuplardan oluşan, ne kendine, ne de bölgesine yararı olmayan insanlar topluluğunu barındıran bir ülke konumuna indirgemek.
Hedef mi? Bunu zaten beyninizin derinliklerinde hissediyorsunuz ama kendinize bile itiraf etmekten korkuyorsunuz.
İşte AB-D nin artık açıkça söylediği hedefi;
“Türkiye’yi egemenliği harita kağıdı üstündeki kesik çizgilerle sınırlı, ABD ve Batı Avrupa küresine uydurulmuş olan bu devleti, bölgesel ve kıtasal çıkarlar uğruna bir askeri ve ticari üs, ateş hatlarına sürülecek özel kuvvet kaynağı olarak tutmak. Toplumun tarihten kalma bağımsızlık ve onur simgesi özelliklerini silik leştirerek güdülebilir sömürge bir topluluğa dönüş türmek.”
Bir zamanlar, Milli Güvenlik Danışmanı görevlisi olarak, Lâtin Amerika’ya demokrasi ihraç eden Henry Kissinger, Şili’de gerçekleştirdikleri kanlı darbenin gerekçesini, 27 Haziran 1970’de şöyle savunuyordu:
“Bir ülkenin kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden komünist olmasını öyle kenarda durup seyredecek değiliz.”
Altı çizili bölümün yerine başkaca seçenekler konulabilir. Örneğin, aynı satırlar “Bir ülkenin kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden Kemalist çizgi izlemesini/ bağımsızlık yolunda ilerlemesini, öyle kenarda durup seyredecek değiliz” olarak da okunabilir ve, 14 Ocak 1983’de 77 sayılı Milli Güvenlik Direktifi’nde yer alan Reagan’ın şu sözleri anımsanabilir:
“Açık diploması, ABD hükümetinin ulusal güvenlik hedefle rine destek yaratmak üzere oluşturduğu eylemleri kapsar.”
Bu eylemlerin neler olduğunu Orta ve Güney Amerika operasyonlarında yer almış olan ve daha sonra CIA’dan ayrılarak tüm ajanları ve operasyonların iç yüzünü açıklayan Philip Agee, “Operasyonlarımızın U.S merkezli çok uluslu şirketler için yararlı işletme koşullarını nasıl hazırladığını göstermeye çalışacağım” diye başlıyor ve sıralıyor:
“Bu koşullar, siyasal egemenlik ile birlikte, bizim temel amacımızı oluşturuyordu. Liberal demokrasi ve çoğulculuk denen şey sonuçta bu amaçlarımız için bir araçtı. ‘Özgür seçimler’ demek gerçekte bizim desteklediğimiz adaylara gizliden para ödeyerek müdahale etmemiz demektir. ‘Hür sendikalar’ demek, bizim kendimize bağlı sendikalar kurma hürriyetimiz demekti. ‘Basın özgürlüğü’ demek bizim hazırladığımız materyalleri kendisi yazmış gibi yayınlayan gazetecilere ödeme yapma özgürlüğümüz demekti. Seçilmiş bir hükümet ABD’nin iktisadi ve siyasal çalışmalarını tehdit etmeye başlarsa görevden uzaklaştırıl malıydı. “Sosyal ve iktisadi adalet’ halkla ilişkilerde hoş kavramlardı, hepsi o kadar.”
Emekli CIA görevlisi, bir dönem ABD’nin Kıbrıs Arabulucusu, şimdilerde NDI Avrasya sorumlusu Charles Nelson Ledsky, Cumhuriyet gazetesine tam sayfa konuk olduğunda, birçok derin açıklamanın yanı sıra, Türkiye işlerinden söz ederken yerli ‘sivil’ örgütlerle ilişkilerini açıkça belirtiyordu:
“Farklı zamanlarda farklı projelerle ilgili çeşitli kuruluşlarla çalışıyoruz. İstanbul’da TESEV, TÜSES, TÜSİAD, Ankara’da Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı (..) Bazı meclis komisyonlarıyla faaliyetlerimiz oldu, özellikle Anayasa Komisyonuyla ciddi temaslarımız oldu. İlki Muğla’da MUMİKOM adıyla başlayan Parlamento İzleme Komiteleri’yle çalıştık.”
Globelleşme “etiği”
“Sivil” yetkililerin yan yana gelip Grup çalışmaları yaptıkları toplantıya dönmek gerekiyor ve yabancılarla maddi, manevi ilişkiler konusunda sivil yaklaşımı görmek için söz konusu toplantıyı koordine eden Türkiye Eğitim ve Toplumsal Tarih Vakfı’nın Genel Sekreteri, ulus devletin ortadan kalktığını ileri sürüp, içinde bulunulan STÖ egemenliğinde, hür ve demokrat bir dünya düzeni kurulmasını “ütopya” olarak sunarken, geleceğe dönük ön savunma yapmayı unutmuyordu:
“Devlet – STÖ ilişkileri TC Devleti ile bu ülkede kurulu STÖ ilişkileri biçiminde gelişmiyor. (,.) devletle ilişkilerimizde gösterdiğimiz titizliği bu tür yabancı devletlerle ilişkilerimizde de göstermemize ihtiyaç vardır diye düşünüyorum.”
ABD’deki İsrail destekçisi örgütlerle, NDI’nin elemanlarıyla, Soros’un adamlarıyla yoğun çalışmalar yapan ARI derneğinin profesyoneli Murat Şahin ise STÖ eşgüdümcüsünün sözlerine karşı çıkıyor; “Orhan Bey’in bu uluslararası ilişkilerde dikkat edilmesi gereken noktalar konusundaki ikazına ben cevap vermek istiyorum” diye başlıyor; tarihsel ve bir o denli de önemli bir açıklamada bulunuyordu,
“Herhangi bir STÖ olarak yurtiçindeki bir STÖ ile nasıl ilişkiye girebiliyorsam, yurtdışındaki ile de aynı ilişkiye girebilmem lazım. Hatta aynı konudaki kuruluşa daha yakın olabilirim.”
ARI derneğinin “profesyonel” yöneticisi, yerli ile yabancı arasındaki tek ayırt edici özelliğin adres ayrılığı olduğunu, “Pek tabii aynı coğrafyayı paylaşmanın getirdiği bir ortaklığımız var Türkiye’deki STÖ’larla, ama yurtdışıyla da rahatça ilişkide olabilirim. Orada kim kime direktif verebili yor konusu yok” sözleriyle vurguluyordu.
ARI Derneği yayınında ‘profesyonel’ olarak tanıtılan sözcüye göre; ortak işlerde yabancı tercih bile edilebilir olduğunu ileri sürdükten sonra, konuyu parasal ilişkilere getiriyor ve diyordu ki:
“..yurtdışındaki fonlardan biz yararlanacağız, buradan oraya fon çıkarmayacağız gibi bir alışkanlığımız var, belki de STÖ’leri ilgili olarak Türkiye’de yeterince fon oluşamadığı için. Ama zaten, Grup çalışmasında da vurgulamaya çalıştık, hem uluslararası fonlardan faydalanmak, hem fon yaratılmasına katkıda bulunmak diye. Biz Türkiye’deki STÖ’leri olarak hep hangi fondan nasıl faydalanırız gözüyle bakmak istiyoruz, bu fonlara az da olsa katkılarımızı da düşünmemizin zamanı geldi bence. O zaman iki tarafın da daha dengeli olduğu bir ilişkiye daha sağlıklı girebileceğiz diye düşünüyorum.”
ARI yayınlarında “profesyonel” olarak tanıtılan görevli, belki de, önemli bir gerçeği ortaya koymaktaydı. Onun sözlerinden şu anlam çıkarılabilir: Bugüne dek para hep dışardan geldiğinden, yabancı (Batılı) örgütlerin lehine bir durum var, yani denge yok denmek isteniyor olabilir. Bu açıklamalar için düşünce ayrımlarını gösteren kanıtlardır denilip geçilebilir, ama “Tarih” genel sekreteri buna izin vermiyor:
“.. başka devletlerle veya o devletler adına faaliyet gösteren kuruluşlarla ilişkide gardımızı indirirsek, duyarlılığımızı, dikkatimizi bırakırsak yarın kamuoyu önünde – ben bundan çok korkarım STÖ aslında yabancıların kullandığı bir alettir’ diye birkaç örnek ortaya konur, bu kötü örnekler dar kafalılığın, yabancı düşmanlığının aracı haline, getirilebilir.”
Yanıt işte bu denli kısa ve özlüdür. Buraya dek yazılanlar, biraz akla uygun geldiyse ve dolarlı proje işleri biraz şaşkınlık yarattıysa, hatta biraz da öfke oluşturduysa, günaha da ortak oldunuz demektir. ; “Günah” nitelemesi az gelir. Genel sekre terin tanımıyla “dar kafalılığın, yabancı düşmanlığının” tipik örneği sergilemiş olacaksınız.
“Sanık Rüştü Aytufan söz isteyerek “Duruşmadan kısa bir süre önce Eskişehir Cumhuriyet Başsavcısı’nın odasında birtakım yabancı gizli servislere ait olduğunu tahmin ettiğim kişilerce sorgulanmak istendim; buna dair dilekçe ibraz ediyorum” diyerek 3 sayfalık dilekçesini okudu, ibraz etti, okundu, dosyasına konuldu.”
İsterseniz olayları birkaç örnekle açıklamaya çalışalım.
“Sanık el yazısıyla kaleme alıp mahkemeye sunduğu üç sayfalık dilekçesinde ilginç sorular yöneltiyor:
“Bugün ABD Güvenlik Müsteşarı ve CIA tarafından sorgulanmak üzere alınabiliyorsam, yarın da İsrail veya bir başka ülke heyeti tarafından alınıp sorguya mı çekileceğim?(…) Türk heyeti, Türk istihbarat teşkilatları Amerika’da, İsrail’de veya bir başka ülkede cezaevinden bir sanığı alıp, yine o ülkenin savcısının makamında sorguya çekebiliyor mu?”
Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle ilgili davanın tutanaklarına ve dosyasına giren bu savlarla ilgili bir başka yoruma ya da sorgulamaya rastlanmıyor.
BÖLÜM XIII
Think-tank’ , ‘düşünce topluluğu’ , ‘Grup çalışması’ , ‘proje’ , ‘yuvarlak masa toplantısı’ , “bilimsel konferans’ , ‘NGO’ ve ‘sivil toplum örgütü’ adlandırmalarının bir büyük ağın düğümlerini nitelediğini görmek gerekiyor. İşte bu ağın kanlı-paralı işleyişidir ki, toplumu şu mahkeme tutanağına geçen satırlara karşın duyarsızlaştırıyor. Gazeteciler susuyor, kurumlar arkasını dönüyor.
Bu şaşırtıcı ve akıl almaz tutum öylesine bir biçim alıyor ki, olayların içinde yaşayan kişiler ya da kuruluşlar neyi kiminle yaptığını da karmaşıklaştırıyor.
Dünyanın 92 ülkesinde devlet yönetimlerine paralel yönetim şebekesi oluşturan ABD ve Batı Avrupa devletleri egemen liklerini gizliden değil, olabildiğince açıktan pekiştiriyorlar. Bunu yaparken kurdukları ya da kurdurttukları dernek ve vakıflar aracılığıyla toplumun tüm kesimlerini örgütlüyor, yasa değişikliği çalışmalarını yönlendiriyor ya da yasa tasarı larını kendileri kaleme alıyorlar.
Ülkeyi yönettiğini sanan devletin kurumlarına ‘reform’ için para veriyor ve değişiklikleri kendi bildiklerince yönlendiriyorlar.
Adı 1982’de ABD Başkanı Reagan tarafından “project democracy” olarak konulan operasyon Doğu Avrupa’yı çözmüştü. Gizli örgütlenmelerle Polonya karıştırılmış, Moskova’da kuru lan derneklerle yönetime sızılmış ve muhalefet örgütlenmişti. Sosyalist sistemin çökertilmesinden sonra ulusal devletlerin iç düzenlerinin ele geçirilmesi ve parçalanması süreci başlatıldı.
Türkiye gibi müttefik ülkelerdeyse, olası bağımsızlık eğilimlerini bastırmak ve devletlerin tüm ulusal çekirdeklerini yok etmek, iktisadi ortamlarını korunaksız, yönlendirilebilir, gerektiğinde karıştırılabilir bir durumda tutabilmek için güdümlü örgütlerin desteğiyle yasal değişiklikler yaptırmayı başardılar. Kirli operasyonları saklı tutarken toplumun tüm kesimlerini istedikleri anda harekete geçirebilecek denli örgütlemiş bulunuyorlar.
Operasyonun en önemli ayağı “çok kültürlülük” üstüne kuruldu. Başlarda “farklılıklar zenginliğimizdir” diyenleri bile şaşırtacak denli kısa bir sürede farklılıklar etnik azınlık isteklerine yükseltildi. Toplumun dinsel dayanışmasını da denetim altında tutabilmek için “Din Hürriyeti” senaryosunu büyük bir başarıyla uygulayan AB-D örgütleri, dinsel toplu luklarla, şeyhlerle, şıhlarla, vakıflarla ilişkilerini geliştirerek demokrasi(!) cephesine kattılar.
Öyle başarılı oldular ki, Irak işgali sürecinde karşı çıkması beklenen Türkiye’nin İslamcı muhalefeti bile vurdumduymaz oldu. Türban özgürlüğü örgütlenmesiyle ve eylemlerle birlikte kurumların ve toplumun tepkileri ölçüldü. Gerektiğinde suikastlar düzenlendi.
Operasyon her kesimi T.C’nin yasallığına karşı birleştirdi. Siyasal partiler ‘siyasi eğitim’ adı altında operatörlere bulaşınca topluma önderlik edecek muhalefet de kalmadı.
Oysa olay daha derindeydi. Bir ülkede yaşayanların düşünce sistemleri ele geçiriliyor, demokratik kitle örgütleri yok edilirken birkaç seçmece kişinin kurduğu dar üyeli dernekler toplumsal muhalefeti, güdümlü medya ve devlet yöneticilerinin desteğiyle gütme yeteneğine kavuşuyorlardı.
Bu dernek ve vakıflar dışardan aldıkları büyük devlet desteği nin karşılığını o devletin dışişlerine ulaştırılan ve milli menfaat lerimizi tehdit eden raporlarla ödüyorlar..
Eskilerde “casusluk” olarak nitelenebilecek bu uygulamalar şimdilerde ‘demokrasi için ortak çalışma’ adı altında rahatça özümsenebiliyor. Yabancıların dernekleri, vakıfları ve siyasi partileri toplum yönetiminde etkinlik sağlayabiliyor. Başkent
te bile şubeler açıyorlar. Zamanı geldiğinde harekete geçip merkezi devleti ele geçirecek olan gençlik örgütlenmesi için büyük paralar harcanıyor.
Amerika’dan işleme konulan “demokrasi projesi” operasyonu nun dibindeki düşünce şudur: Başka ülkelerin içişlerine, siyasal ortamına, Amerika Birleşik Devletleri’nin resmi organlarınca, örneğin merkezi haber alma örgütü CIA ile doğrudan karışılması sakıncalıdır.
“Anti-komünizm” ve “hürriyet-demokrasi cephesi” adı altında, hem ABD içinde, hem de dış ülkelerde, yönlendirme, örgütleme, dolaylı yönetme, kamplara bölme ve çatıştırma uygulamaları için dünyaya yayılan örgütlerin etkinlikleri, ileri sürüldüğü oranda “hür” ve tüm dünyaya ilân edildiği oranda “temiz” olmadığından, işlerin karışması elbette kaçınılmazdı.
Ayrıca bu işlerin parasal kaynaklarının altından CIA’in ve CIA ile ilişkili şirketler ile kirli işler bankerlerinin, ortaya çıkması işleri bozmaktaydı.
Örtülü operasyondan açık operasyona geçişin ilk ciddi adımları 1967’de atılmıştı. CIA’in dış ülkelerde çok-kültür lülüğü pekiştirmek için Amerikan üniversitelerinde yoğun bir çalışma başlatmasıyla birlikte kurulan CCF (Congress for Cultural Freedom), CIA’in oluşturduğu yayın ve konferans örtüsü altında ülkelerde bağlantılar ağı kurmaktaydı.
Söz konusu örtü, CIA tarafından yönlendirilen Amerikan akademik dünyasında, yarı-gizli araştırmalar ve raporlarla dokunmaktaydı. Bu durum, ABD üniversitelerinde rahatsızlığa yol açınca, 1967’de soruşturma başlatıldı. Soruşturmanın sonunda, bu gibi politik amaçlı operasyonlarda CIA bağlantısının işleri zorlaştırdığı düşünüldü.
Tüm dünyada yürütülecek operasyon 1967’de soruşturma başlatıldı. Soruşturmanın sonunda, bu gibi politik amaçlı operasyonlarda CIA bağlantısının işleri zorlaştırdığı düşünüldü. Tüm dünyada yürütülecek operasyon un finansmanı için özel kuruluşların devreye sokulması programlandı. Aslında bu sözde özel kuruluşlar, 1947’lerden başlayarak Harvard, MIT ve Columbia üniversitelerinde çok özel projelerin para kaynağını yaratmaktaydı.
Ortalıkta görünenler, CIA elemanları ya da devletin memur ları değildi. Ford Vakfı, Carnegiee Vakfı ve Rockfeller Vakfı gibi, çok uluslu şirket örgütleriydi. İlk geçiş aşamasından sonra, 1980 başlarında yeni bir safhaya girildi. Yeni tür operasyona duyulan ihtiyacın nedenleri şöyle özetlenebilir:
Gizli kapaklı yöntemle, ülkelerin iç dünyasını denetleme ve yönlendirme işlerinin, yan gizli ve belirli kuruluşlarla ilişkili olarak, yürütülmesi, operasyonun etkisini sınırlandırır… İşin içine kitlelerin katılması olanaksızlaştırır..
Yan gizli ilişkilerin açığa çıkması, bağımsızlığına ve onuruna düşkün ülke halkının ABD aleyhine dönmesine yol açabilir… Eski yöntemlerle, gizli ilişkilerle bilgi toplamak, medyaya ve öteki kurumlara, partilere, sağcı-solcu örgütlere gizli yönlen diriciler, kışkırtıcılar yerleştirmek, hem riskli hem de pahalıdır.
ABD çıkarlarına, kayıtsız şartsız hizmet edecek yabancı hükümetlerin iktidarda tutulmaları, büyük bir parasal harcama gerektirmektedir. Ayrıca halk kitlesinin desteğini alamayan bu yönetimleri siyaseten ayakta tutmak olanaksızlaşmaktadır.
ABD çıkarlarına ne denli bağlı olursa olsun, bir yabancı hükümete sonsuz güven duymak sakıncalıdır. Eninde sonunda bu yabancı hükümet, bir başka dünya gücünün kendisini destekleyeceği kanısına kapılabilir; ya da denge içinde çok yönlü bir siyaset güderek bağımsız davranma düşüncesine kapılabilir ve ABD’ye olan sadakatini unutabilirdi.
Bunun yanında, yazılı anlaşmalar, değişecek olan yasalar da yeterli güvence değildir. Çünkü ülkelerdeki sistem artık geri döndürülemeyecek biçimde değiştirilmelidir. Kim yönetirse yönetsin iktisadi ve siyasal düzen değişmemelidir. En iyi çare siyasal olarak iyice zayıflatılmış devletler, çok etkili toplumlar…
Bu nedenlerle, devlet merkezlerinin egemenlik araçları ellerin den alınıp, halk kitlelerinin merkeze olan güven ve bağlılıkları zayıflatılmalıydı. Ulusal yönetimler, kısa devre edilerek, dün ya egemenlerinin NGO-Vakıf-Enstitü gibi örgütleri aracılığıyla, kitlelerle doğrudan ilişkiye geçmek, daha ekonomik ve daha kalıcı bir yöntemdir.
Ülkelerde devlet ile halkın arasında adı sivil(!) kendileri dışarıdaki devletin güdümünde bir demekler, vakıflar, meslek kuruluşları ağı kurulmalıydı. Bu AB-D adına bir tür uzaktan yönetimdir.
İşin AB-D iç siyasetinde önemli bir boyutu da, harcanacak paranın yasal, en azından kitabına uygun, olmasıydı. İlgili ülke yönetimlerinin devrilmesine yönelik etkinlikler için gereken paranın sağlanmasında, ABD kongresinin onayı gerekmektedir.
Ancak, 1970’lerde Temsilciler Meclisi’nden Otis Pike ve Senatör Frank Church başkanlığındaki komisyonların soruşturması sonucunda ClA’in içerde ve dışarda komplo gerçekleştirmesi kısıtlandığından operasyonlar için para ancak yasadışı yollardan elde edilebilmiştir. Nikaragua ‘Contra’lar işinde olduğu gibi, şeyhlere, zengin sultanlara, kara paracılara, Şeyhlere, zengin sultanlara, kara paracılara, Contra’ların ve CIA’ın kokain trafiğini Contra’ların ve CIA’ın kokain trafiğini yönetmesi ne muhtaç kalınmıştır.
Örtülü ilişkilerle dolap çevirmek, soğuk savaş döneminde, “komünizm tehdidi” gösterilerek, uluslararası yasallık içinde kabul edilebilirdi. Ne ki, ‘Doğu Bloku’nun çözüleceği öngörüsü gerçekleştikçe, anti-komünizm dürtüsü giderek zayıflayacak ve örtülü işlerin yasallığı da sorgulanacaktı.
Oysa, ulus devletler, dünya egemenliğinin önündeki en büyük engeldi. Çünkü ulus devletler kendi topraklarının kullanımına ve iktisadi ortamına dışardan yapılacak girişim leri, dış siyasetlerinin doğrudan yönetilmesini engelleyebilirlerdi. Daha da kötüsü, yandaş yönetimlerin yerini her an daha bağımsızlıkçı yönetimler alabilirdi.
Ulusal egemenliklerinden ödün vermeye yanaşmayan bu tür devletlerin sınırlarını eleğe döndürülmesi işi, örtülü, kirli işlerle becerilemez ve ilgili ülke insanlarının onayı alınmadan gerçekleştirilemezdi. Bu nedenlerle, ‘hür dünya’ işlerinden, “insan hakları” ve “din hürriyeti” bekçiliğine çevrilen operasyon ile ABD’nin uygun göreceği türden demokrasiler kurulmalıydı.
Demokrasi ihracını konu edinen bu incelemenin amacı, adı “project democracy” olarak Ronald Reagan tarafından konuldu. 1980’lerin başından bu yana 92 ülkede uygulanan ve yeni-mandacıların işbirliğiyle örülen WEB’de, yani “örümcek ağı” içinde çırpınmakta olan Türkiye’de, Söz konusu örümcek ağının ilmiklerinde, şu ya da bu niyetle yer almış olanlar bu ağı örenlerin kimliğinden de, amaçlarının tümünden de bilgili olmayabilirler. “Sivil” etiketi takınan, “saydamlığı” olmazsa olmaz ilke olarak savunan örgütler, yabancı ilişkilerini, özellikle “hibe” adı altında aldıkları parasal desteği çevrelerine topladıkları kişilerden ve toplumdan saklamaktadırlar.
Bu tür destekler almak için uğraşanların, özellikle Türkiye-Kafkasya-Ortadoğu ve Türkiye-Kafkasya-Orta Asya’da “güvenlik” oluşturma ve “demokrasi” kurma örtüsü altında yeni koloniler elde etmek isteyen Batılı devletlerin ve kartellerin aracısı olan örgütlerle ve şirketlerle kurdukları ilişkilere dikkat çekmek gerekiyor.
Bölüm XI – XII – XIII sonu – devam edecek
Yazan Dr. Ali Nazmi Çora
Özet Naci Kaptan / 02 Şubat 2022
Sayın Nazmi Çora ve Naci.Kaptana bu yazıları nedeniyle, uyarılarıyla teşekkür ederim.her yurtsever ,in okuması gerekir.bu tiplerin hala tv ekranlarında ve medyada görünmeleri bir utançlık belgesidir.sayğılarla.