ÜLKELER “DEMOKRASİ İLE” NASIL İŞGAL EDİLİYOR Bölüm 11/12/13 * SESSİZ SAVAŞ * ABD VE AVRUPA SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİ (NGO) KULLANARAK BAĞIMSIZ ÜLKELERİ NASIL YÖNETİYOR

ÜLKELER “DEMOKRASİ İLE” NASIL İŞGAL EDİLİYOR Bölüm 11/12/13 * SESSİZ SAVAŞ * ABD VE AVRUPA SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİ (NGO) KULLANARAK BAĞIMSIZ ÜLKELERİ NASIL YÖNETİYOR


Yazan Dr. Ali Nazmi Çora
Özet Naci Kaptan / 02 Şubat 2022


BÖLÜM I                              https://nacikaptan.com/?p=96088
BÖLÜM II*III                      https://nacikaptan.com/?p=96139
BÖLÜM IV*V                       https://nacikaptan.com/?p=96215
BÖLÜM VI*VII                    https://nacikaptan.com/?p=96422
BÖLÜM VIII*IX*X             https://nacikaptan.com/?p=96575
BÖLÜM XI*XII*XIII          https://nacikaptan.com/?p=96984

BÖLÜM XI

ÜLKEMİZDE MİLLİ BENLİK VE
DEMOKRASİ NASIL YOK EDİLİYOR

“Haiti’de yapılan seçimlerde gözlemcilik yaptık ve nerede gözlemcilik yaptıysak orada bizim adaylarımız kazandı.” General Smadley Butler, U.S Marine Corps.

Türkiye’de, üç-beş yıl öncesine dek, siyasal konumlanmalara uy­gun olarak, örgütler, partiler, yazarlar, çizerler arasında keskin görüş ayrılıkları oluşurdu. Örneğin, laik devlet düzenini değiştirmek isteyen­lerle, cumhuriyeti savunanlar arasında siyasal uçurum bulunurdu, “Sağcı” geçinenle “solcu” geçinen arasında görüş ayrılıklarıysa siyasal yaşamın bir kuralı ve itici gücüydü.

Oysa şimdi öyle olmuyor. Dinsel hukuk esaslarının uygulanmasını isteyenlerle, istemeyenler bir araya geliyorlar ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinin değiştirilmesini birlikte öneriyorlar. Bu daya­nışmalarını da, “özgürlüklerin ve demokrasinin genişletilmesi” için ey­lem ortaklığına, çok kültürlülük esasına dayalı siyasi yapılanma gere­ğine oturtuyorlar ve halka bunu “hoşgörü” olarak yansıtıyorlar.

Cumhuriyetin kurumlarına karşı her provokasyondan sonra siya­sal partilerin tümü susuyor, temel ilkelerin ve kurumların savunulma­sı, orduya kalıyor. Ordu, politize ediliyor, iç siyasi kavgaların içine çekiliyor. Ülkede kutuplar sayıca artırı lırken, inanç ve köken ayrılıkla­rı öne çıkarılıyor ve çatışmalar keskinleştiriliyor. Bu durumdan yarar umanlar, Türkiye’nin bir avuç militarist güç tarafından yönetildiğini yayıyorlar, özellikle yurtdışında iş, askersel yönetim tanımını da aşı­yor ve “laik cunta” deniliyor.

Bu gelişmelere, kapanmış tarihsel yaraların yeniden deşilmesiyle yoğunlaştırılan etnik kışkırtmalar, ekonomik şantajlar, din hürriyeti kapsamında geliştirilen eylemler, Amerika’nın ya da Avrupa’nın şu ya da bu üniversitesinde, Türkiye’nin bütünlüğüne, temel yasallığına saldırılan toplantılar, konferanslar, Avrupa’dan Türkiye’ye parlamen­ter akınları, yabancıların yerel yönetimlerle Cumhuriyet devletinin bilgisi dışında gerçekleştirdikleri doğrudan kapalı toplantılar, ülkenin enerji kaynaklarının kullanımına karşı, tarihsel kalıt ya da çevre adı­na, abartılı uluslararası karşı kampanyalar, ulusal kurtuluşun simgesi olan anma günlerini, sözde dostluk adına, silikleştirme adımları, eşlik ediyor.

Böylece, olası uluslararası müdahalenin cephesi kuruluyor. İçerdeki kutuplaşma bazen sert bazen görece daha yumuşak kışkırtmalarla olgunlaştırılıyor. özetlediğimiz girişimlerin en kısa tanımı: Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yasallığıyla kimin derdi varsa, AB-D olmak üzere, Bati dünyası ona sahip çıkıyor, kol kanat geriyor ve resmi raporlarla bu koruyuculuğu uluslararası belge­lere taşıyorlar.

Gelişmelere koşut olarak, ülke içinde de, sağcı solcuyla, dinci sözde aydınla, şeyhler demokratlarla kol kola giriyorlar. Çok yakın geçmişte, aynı siyasal görüşleri paylaşanlar yan yana gelemezken, şimdi sanki sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi tümü bir anda cephe oluşturabiliyorlar.

Onlarca örgüt devletin kurumsallığına karşı ortak belgelere bir çırpıda imza atabiliyorlar. Kendisine ‘liberal’ diyen profesörler, bir gecede Amerika’ya uçuyor­lar ve ‘cihad’ örgütlerinin destekçisi Amerikan Müslümanlarının pa­nellerin de, yuvarlak masa toplantılarında, deneyimli istihbarat uz­manlarıyla buluşuyorlar.

Cumhuriyeti kurmakla övünen siyasal hareketin başkanı bir anda Hristiyan tarikatların yan kuruluşlarının toplantılarına katılıyor. Aynı görüşü paylaşan yöneticiler, vakıf adını taşıyan yabancı parti uzantı­larını Türkiye Cumhuriyeti’nin Büyük Millet Meclisi’ne taşıyorlar ve “siyasal ahlak” dersleri verdiriyorlar.

Ulusal bağımsızlığın mirasçısı meclisin anayasayla ilgili çalışmalarına yabancılar karışıyor ve bunu açıklamaktan da çekinmiyorlar.

Aynı yabancılar, yerel yönetim çalışmaları adı altında bir dizi top­lantı yapıyor ve birbirine muhalif partilerden seçilmiş belediye baş­kanları, devlet merkezinden bağımsızlaşma ve özerklik elde etme is­temiyle hareket etmeye çağrılıyorlar. Bu gelişmeler on-onbeş yıla sığıyor. Bu denli kısa bir sürede, bu denli yüksek payda ortaklığını sağlayan nedir?

Yanıt kısa ve açık: ABD’nin NED adlı fonundan beslenen, IRI, N1D, CIPE ve Batı Avru­pa örgütleriyle örülen ağın içinde biçimlenen ithal demokrasi yapı­lanması.

Tasarım merkezi aynı olunca, yörüngeler de, o merkezin çevresinde oluşuyor; sağı solla, dinciyi laiklik savunucusuyla buluştu­ruyor. Siyasal farklılıklar eritilirken, etnik ayrılıklar, bazen “çok kültür­lülük” bazen da “inançlara saygı” temelinde öne çıkartılıyor.

Bir başlangıç örneği olarak ‘IRI Projesi’

ABD Cumhuriyetçi Parti’nin örgütü IRI’nin 1998’de başlatılan Türkiye etkinlikleri, yerel yönetimleri, siyasal partileri ve bağımsız ‘si­vil’ örgütleri kapsıyor. Örneğin, IRI’nin önemli Türkiye projelerinden biri örgütün raporunda şöyle tanıtılıyor: “Politik Parti Eğitimi ve Yerel Yönetimin Geliştirilmesi (Güçlendi­rilmesi), Yeni proje dönemi: Mart 1998 – Mart 1999. Parasal kaynak: (ABD),(NED)

Partilerle ilgili bu “project” adı verilen işin başını TESEV çekiyor. TESEV, TESAV, ANSAV temsilcileri, TBMM ile ilişkiye geçiyor ve partiler yasa tasarısına uzanacak yolun ilk adımları, ‘parti içi demok­rasi çalışmasıyla başlıyor. İş adam larından, işadamlarının vakıflarında görevli profesörlerden, eski bakanlardan oluşan bir uyum komisyonu kuruluyor. Hasan Korkmazcan’ın başkanlığında oluşturulan ve ‘Uyum Komisyonu’ adı verilen bu oluşuma her partiden katılım var:

“Atilla Sav, Metin Emiroğlu, milletvekillerinden Ercan Karakaş ve Gökhan Çapoğlu, eski Sanayi Bakanı Tarhan Erdem, TBMM eski Başkanı Ferruh Bozbeyli, Adalet Eski Bakam İsmail Hakkı Birler, DTP’den Sinan Ülgen, TESEV Genel Direktörü Mehmet Kabasakal, TESAV Yönetim Kurulu Başkanı Erol Tuncer, aka­demisyenlerden Ersin Kalaycıoğlu, Ali Çarkoğlu, Aydın Uğur, Nihal İncioğlu, Ömer Faruk Gençkaya ile Michael Dolley ve Jean – Lui Ballans katıldı.”

Bir başka uygulamaysa, uyumun ne denli yayılabileceğine çarpıcı bir örnek oluşturuyor. IRI’nin 1998 raporunda, “En önemli etkinlik Türk sivil örgütleriyle birlikte gerçek leştirilmiştir. Bu kuruluşlardan biriyle başlatılan ve halen süren çalışma Türkiye’nin yerel yönetim yasalarının değiştirilmesidir” deniliyor.

İşin özü şudur: Amerikalılar gelmişler ve Türkiye’nin belediye ya­salarını değiştirmek üzere yerli sivillerle “Grup Çalışması-workshop” kurmuşlar, yıl­lardır çalışıyorlar. Bu arada Türkler ne yapıyor? Onların büyük ço­ğunluğu Türklerin kaç yüz yıldır, bilmem kaç devlet kurup büyük ana karaları yönetmiş olmasıyla övünüyor, son imparatorluğun kurulu­şunu olağan dışı törenlerle kutluyor ve hatta Washington’da mehter eşliğinde yürüyorlar. Geri kalanı da, çağdaş bir devlet kurduk; yetmiş beşinci yılı aştık diye marşlar söylüyorlar.

Öte yandan, Amerikalı “Workshop” uzmanları gelmişler, bu övünçlü Türklerin ülkesinde raporlarında belirtikleri gibi; “Yönetim yetkisini merkezden uzaklaştırmak amacıyla belediyelere otonomi kazandırmak” için, yasa tasarısı hazırlıyorlar.

Bu işin içerdeki gerek­çesine bakarsak, “Belediyelere yardım demek, demokrasiyi güçlen­dirmek demektir” diye bir yanıt hazırdır. Ne var ki, “Belediyeleri güçlendirmek’ ABD’nin Cumhuriyetçi Partisi’ni neden ilgilendirir ve ABD neden bu işler için para ve eleman verir?

Amerika’da gettolar temiz­lendi, toplumsal uçurumlar kapatıldı mı?” diye soran yoktur. Sorulmasa da, Amerikan muhafazakârlarının ve Cumhuriyetçi Parti’nin örgütü IRI’nin raporlarındaki yanıtı açıktır:

“IRI’nin rehberliğinde yerel yönetimler – Ankara’daki merkezi hükümet (‘devlet’ değil)- şimdi kendi yollarında yürümek üzere daha fazla otoriteye sahiptirler,”

Yerel yönetimlerin ABD’nin siyasal partisinin öncülüğünde yürü­düğünü belirten aynı raporda, bir başka kuruluşla birlik te Türk siyasi partiler yasasında değişiklik tasarısı hazırlandığı açıklanıyor. İş bunun­la da kalmıyor, bu hazırlıkların partilerle yakın ilişkiler kurularak sür­dürüldüğü, partilerin içinde ‘reformcu eylemciler’ yetiştirildiği belirtiliyor.

Üstelik bu ülkeye öyle bir demokrasi eğitimi verildiği belirtiliyor ki, “laiklik dışı partilerin ve etnik tabanlı partilerin temsil edilmeleri”nin sağlanacağı özenle vurgulanıyor.

IRI’nin 2000 yılı programına Türki­ye gençliğinin ve kadın örgütlerinin desteklenmesi projesi de alınmış. Yeni dünya düzenini kavramış, moda deyimiyle, “vizyon sahibi” ve proje yapmasını bilen genç kadrolar yetiştirilecektir. IRI raporlarında­ki şu sözler, hiçbir kuşkuya yer vermeden seçim özgürlüğümüzün temellerinin nasıl bellendiğini gösteriyor :

“IRI Türkiye’deki 18 Nisan 1999 seçimleri öncesinde seçmen ör­gütlenmesi ve yerel seçim kampanyalarının örgütlenmesi ve ger­çekleştirilmeleri konularında yüzlerce parti eylemcisini eğitmiş­tir.”

Bu kısa bakış bile, IRI’nin Türkiye’yi hiç boş bırakmadığını göste­riyor. CHP Genel Başkanı’nın Tansu Çiller’e koalisyon koşulu olarak dayattığı Aralık 1995 erken seçiminden önce de, sıkı çalışmışlar. Kamuoyu yoklamalarını ve değerlendirme lerini Strateji Mori ve Ana­dolu Stratejik Araştırmalar Vakfı ile birlikte yürütmüşler.

1995de gerçekleştirilen yoklamaların biri gerçekten ilginç sonuç­lar vermiş, Türkiye seçmenlerinin büyük çoğunluğu Recep Tayyip Erdoğan’ı desteklediğini (Her nasılsa) tam yedi yıl önce Amerikalılar saptamışlar veya bana göre projelerini ve desteklerini bu yönde yapmışlar. 1995’de yapılan bu değerlendirmeden sonra, 2002 yı­lında “project” ten bir sonuç alınması, daha da ilginci.

İş bununla da kalmamış; IRI, raporda belirtilen çalışmaların ışığında, ANAP’ın. aday belirleme işlerine “temel” çalışmalar yaparak yardımcı olmuş.

Seçim ön tahminlerinin seçmenler üstündeki yönlendirici etkisi düşünülünce, işin nereye vardığı kestirilebilir. Niyetleri ne denli iyi (!) olursa olsun,’ yabancıların güdümünde çalışmalarla gerçekleşen hür ve demokratik seçimlerin ulusallığının derecesi ve sandıktan çıkanın halk iradesi olduğu da, ayrı bir sorun.


BÖLÜM XII

Bağımsız milli bir devleti STÖ (Sivil Toplum Örgütleri) ile ele geçirmek için Beyin yıkama, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, ör­gütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci  olan 20 temel kural, Türkiye’de tam olarak uygulanıyor ve çok da başarılı oluyorlar.

He­def  Türkiye’de merkezi devletin egemenliğini gevşetmek, iç dayanışmanın önünü tıkamak. Halkın birbiri içinde eriyerek, kopmaz bir bütünlük oluşturması sürecini şaşırtmak.

Türkiye’yi düşük ya da kimi zaman yüksek yoğunlukta çatışmalara sürüklenmiş, etnik gruplardan , padişah – dede – baba reis – parti şefi – seçkin diplomat ve işadamı örgütlerinin, Avrupa’da yetiştirilmiş “smart boys” yani, “par­lak çocuklar”ın, kurucularından başkasını temsil etmeyen bir bölüm “sivil” toplum örgütleri şeflerinin egemenliği altında sindirilmiş men­suplardan, meczuplardan oluşan, ne kendine, ne de bölgesine yararı olmayan insanlar topluluğunu barındıran bir ülke konumuna indir­gemek.

Hedef mi? Bunu zaten beyninizin derinliklerinde hissediyorsunuz ama kendinize bile itiraf etmekten korkuyorsunuz.

İşte AB-D nin artık açıkça söylediği hedefi;

“Türkiye’yi egemenliği harita kağıdı üstündeki kesik çizgilerle sınırlı, ABD ve Batı Avrupa küresine uydurulmuş olan bu devleti, bölgesel ve kıtasal çıkarlar uğruna bir askeri ve ticari üs, ateş hatlarına sürülecek özel kuvvet kaynağı olarak tutmak. Toplumun tarihten kalma bağımsızlık ve onur simgesi özelliklerini silik leştirerek güdülebilir sömürge bir topluluğa dönüş türmek.”

Bir zamanlar, Milli Güvenlik Danışmanı görevlisi olarak, Lâtin Amerika’ya demokrasi ihraç eden Henry Kissinger, Şili’de gerçekleş­tirdikleri   kanlı   darbenin   gerekçesini,   27   Haziran   1970’de   şöyle savunuyordu:

“Bir  ülkenin  kendi  halkının  sorumsuzluğu  yüzünden  komünist olmasını öyle kenarda durup seyredecek değiliz.”

Altı çizili bölümün yerine başkaca seçenekler konulabilir. Örneğin, aynı satırlar “Bir ülkenin kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden Ke­malist çizgi izlemesini/ bağımsızlık yolunda ilerlemesini, öyle kenarda durup seyredecek değiliz” olarak da okunabilir ve, 14 Ocak 1983’de 77 sayılı Milli Güvenlik Direktifi’nde yer alan Reagan’ın şu sözleri anımsanabilir:

“Açık diploması, ABD hükümetinin  ulusal güvenlik hedefle rine destek yaratmak üzere oluşturduğu eylemleri kapsar.”

Bu eylemlerin neler olduğunu Orta ve Güney Amerika operasyonlarında yer almış olan ve daha sonra CIA’dan ayrılarak tüm ajanları ve operasyonların iç yüzünü açıklayan Philip Agee, “Operasyonları­mızın U.S merkezli çok uluslu şirketler için yararlı işletme koşullarını nasıl hazırladığını göstermeye çalışacağım” diye başlıyor ve sıralıyor:

“Bu koşullar, siyasal egemenlik ile birlikte, bizim temel amacımızı oluşturuyordu. Liberal demokrasi ve çoğulculuk denen şey so­nuçta bu amaçlarımız için bir araçtı. ‘Özgür seçimler’ demek gerçekte bizim desteklediğimiz adaylara gizliden para ödeyerek müdahale etmemiz demektir. ‘Hür sendikalar’ demek, bizim kendimize bağlı sendikalar kurma hürriyetimiz demekti. ‘Basın özgürlüğü’ demek bizim hazırladığımız materyalleri kendisi yaz­mış gibi yayınlayan gazetecilere ödeme yapma özgürlüğümüz demekti. Seçilmiş bir hükümet ABD’nin iktisadi ve siyasal çalışmalarını tehdit etmeye başlarsa görevden uzaklaştırıl malıydı. “Sos­yal ve iktisadi adalet’ halkla ilişkilerde hoş kavramlardı, hepsi o kadar.”

Emekli CIA görevlisi, bir dönem ABD’nin Kıbrıs Arabulucusu, şimdilerde NDI Avrasya sorumlusu Charles Nelson Ledsky, Cum­huriyet gazetesine tam sayfa konuk olduğunda, birçok derin açıkla­manın yanı sıra, Türkiye işlerinden söz ederken yerli ‘sivil’ örgütlerle ilişkilerini açıkça belirtiyordu:

“Farklı zamanlarda farklı projelerle ilgili çeşitli kuruluşlarla çalışı­yoruz. İstanbul’da TESEV, TÜSES, TÜSİAD, Ankara’da Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı (..) Bazı meclis komisyonlarıyla faaliyetlerimiz oldu, özellikle Anayasa Komisyonuyla ciddi temaslarımız oldu. İlki Muğla’da MUMİKOM adıyla başlayan Parlamento İzleme Komiteleri’yle çalıştık.”

Globelleşme “etiği”

“Sivil” yetkililerin yan yana gelip Grup çalışmaları yaptıkları toplantıya dönmek gerekiyor ve yabancılarla maddi, manevi ilişkiler konusunda sivil yaklaşımı görmek için söz konusu toplantıyı koordine eden Türkiye Eğitim ve Toplumsal Tarih Vakfı’nın Genel Sekreteri, ulus devletin ortadan kalktığını ileri sürüp, içinde bulunulan STÖ egemenliğinde, hür ve demokrat bir dünya düzeni kurulmasını “ütopya” olarak sunarken, geleceğe dönük ön savunma yapmayı  unutmuyordu:

“Devlet – STÖ ilişkileri TC Devleti ile bu ülkede kurulu STÖ iliş­kileri biçiminde gelişmiyor. (,.) devletle ilişkilerimizde gösterdi­ğimiz titizliği bu tür yabancı devletlerle ilişkilerimizde de gös­termemize ihtiyaç vardır diye düşünüyorum.”

ABD’deki İsrail destekçisi örgütlerle, NDI’nin elemanlarıyla, Soros’un adamlarıyla yoğun çalışmalar yapan ARI derneğinin pro­fesyoneli Murat Şahin ise STÖ eşgüdümcüsünün sözlerine karşı çıkı­yor; “Orhan Bey’in bu uluslararası ilişkilerde dikkat edilmesi gereken noktalar konusundaki ikazına ben cevap vermek istiyorum” diye başlıyor; tarihsel ve bir o denli de önemli bir açıklamada bulunuyor­du,

Herhangi bir STÖ olarak yurtiçindeki bir STÖ ile nasıl ilişkiye girebiliyorsam, yurtdışındaki ile de aynı ilişkiye girebilmem la­zım. Hatta aynı konudaki kuruluşa daha yakın olabilirim.”

ARI derneğinin “profesyonel” yöneticisi, yerli ile yabancı arasın­daki tek ayırt edici özelliğin adres ayrılığı olduğunu, “Pek tabii aynı coğrafyayı paylaşmanın getirdiği  bir ortaklığımız  var Türkiye’deki STÖ’larla, ama yurtdışıyla da rahatça ilişkide olabilirim. Orada kim kime direktif verebili yor konusu yok” sözleriyle vurguluyordu.

ARI Derneği yayınında ‘profesyonel’ olarak tanıtılan sözcüye göre; ortak işlerde yabancı tercih bile edilebilir olduğunu ile­ri sürdükten sonra, konuyu parasal ilişkilere getiriyor ve diyordu ki:

“..yurtdışındaki fonlardan biz yararlanacağız,  buradan oraya fon çıkarmayacağız gibi bir alışkanlığımız var, belki de STÖ’leri ilgi­li olarak Türkiye’de yeterince fon oluşamadığı için. Ama zaten, Grup çalışmasında da vurgulamaya çalıştık, hem uluslararası fonlardan faydalanmak,  hem fon yaratılmasına katkıda bulun­mak diye. Biz Türkiye’deki STÖ’leri olarak hep hangi fondan nasıl faydalanırız gözüyle bakmak istiyoruz, bu fonlara az da ol­sa katkılarımızı da düşünmemizin zamanı geldi bence. O zaman iki tarafın da daha dengeli olduğu bir ilişkiye daha sağlıklı gire­bileceğiz diye düşünüyorum.”

ARI yayınlarında “profesyonel” olarak tanıtılan görevli, belki de, önemli bir gerçeği ortaya koymaktaydı. Onun sözlerinden şu anlam çıkarılabilir: Bugüne dek para hep dışardan geldiğinden, yabancı (Batılı) örgütlerin lehine bir durum var, yani denge yok denmek iste­niyor olabilir. Bu açıklamalar için düşünce ayrımlarını gösteren kanıt­lardır denilip geçilebilir, ama “Tarih” genel sekreteri buna izin vermiyor:

“.. başka devletlerle veya o devletler adına faaliyet gösteren kuruluşlarla ilişkide gardımızı indirirsek, duyarlılığımızı, dikkatimizi bırakırsak yarın kamuoyu önünde – ben bundan çok korkarım  STÖ aslında yabancıların kullandığı bir alettir’ diye birkaç örnek ortaya konur, bu kötü örnekler dar kafalılığın, yabancı düşman­lığının aracı haline, getirilebilir.”

Yanıt işte bu denli kısa ve özlüdür. Buraya dek yazılanlar, biraz akla uygun geldiyse ve dolarlı proje işleri biraz şaşkınlık yarattıysa, hatta biraz da öfke oluşturduysa, günaha da ortak oldunuz demektir. ; “Günah” nitelemesi az gelir. Genel sekre terin tanımıyla “dar kafalılı­ğın, yabancı düşmanlığının” tipik örneği sergilemiş olacaksınız.

“Sanık Rüştü Aytufan söz isteyerek “Duruşmadan kısa bir süre önce Eskişehir Cumhuriyet Başsavcısı’nın odasında birtakım yabancı gizli servislere ait olduğunu tahmin ettiğim kişilerce sorgulanmak is­tendim; buna dair dilekçe ibraz ediyorum” diyerek 3 sayfalık dilek­çesini okudu, ibraz etti, okundu, dosyasına konuldu.”

İsterseniz olayları birkaç örnekle açıklamaya çalışalım.

“Sanık el yazısıyla kaleme alıp mahkemeye sunduğu üç sayfalık di­lekçesinde ilginç sorular yöneltiyor:

“Bugün ABD Güvenlik Müsteşarı ve CIA tarafından sorgulanmak üzere alınabiliyorsam, yarın da İsrail veya bir başka ülke heyeti tara­fından alınıp sorguya mı çekileceğim?(…) Türk heyeti, Türk istihba­rat teşkilatları Amerika’da, İsrail’de veya bir başka ülkede cezaevin­den bir sanığı alıp, yine o ülkenin savcısının makamında sorguya çekebiliyor mu?”

Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle ilgili davanın tutanaklarına ve dosyasına giren bu savlarla ilgili bir başka yoruma ya da sorgulama­ya rastlanmıyor.


BÖLÜM XIII

Think-tank’ , ‘düşünce topluluğu’ , ‘Grup çalışması’ , ‘proje’ , ‘yuvarlak masa toplantısı’ , “bilimsel konferans’ , ‘NGO’ ve ‘sivil top­lum örgütü’ adlandırmalarının bir büyük ağın düğümlerini nitelediği­ni görmek gerekiyor. İşte bu ağın kanlı-paralı işleyişidir ki, toplumu şu mahkeme tutanağına geçen satırlara karşın duyarsızlaştırıyor. Ga­zeteciler susuyor, kurumlar arkasını dönüyor.

Bu şaşırtıcı ve akıl almaz tutum öylesine bir biçim alıyor ki, olay­ların içinde yaşayan kişiler ya da kuruluşlar neyi kiminle yaptığını da karmaşıklaştırıyor.

Dünyanın 92 ülkesinde devlet yönetimlerine paralel yönetim şe­bekesi oluşturan ABD ve Batı Avrupa devletleri egemen liklerini gizli­den değil, olabildiğince açıktan pekiştiriyorlar. Bunu yaparken kur­dukları ya da kurdurttukları dernek ve vakıflar aracılığıyla toplumun tüm kesimlerini örgütlüyor, yasa değişikliği çalışmalarını yönlendiri­yor ya da yasa tasarı larını kendileri kaleme alıyorlar.

Ülkeyi yönetti­ğini sanan devletin kurumlarına ‘reform’ için para veriyor ve değişik­likleri kendi bildiklerince yönlendiriyorlar.

Adı 1982’de ABD Başkanı Reagan tarafından “project democracy” olarak konulan operasyon Doğu Avrupa’yı çözmüştü. Gizli örgütlenmelerle Polonya karıştırılmış, Moskova’da kuru lan derneklerle yönetime sızılmış ve muhalefet örgütlenmişti. Sosyalist siste­min çökertilmesinden sonra ulusal devletlerin iç düzenlerinin ele geçi­rilmesi ve parçalanması süreci başlatıldı.

Türkiye gibi müttefik ülkelerdeyse, olası bağımsızlık eğilimlerini bastırmak ve devletlerin tüm ulusal çekirdeklerini yok etmek, iktisadi ortamlarını korunaksız, yönlendirilebilir, gerektiğinde karıştırılabilir bir durumda tutabilmek için güdümlü örgütlerin desteğiyle yasal değişik­likler yaptırmayı başardılar. Kirli operasyonları saklı tutarken toplu­mun tüm kesimlerini istedikleri anda harekete geçirebilecek denli örgütlemiş bulunuyorlar.

Operasyonun en önemli ayağı “çok kültürlülük” üstüne kuruldu. Başlarda “farklılıklar zenginliğimizdir” diyenleri bile şaşırtacak denli kısa bir sürede farklılıklar etnik azınlık isteklerine yükseltildi. Toplu­mun dinsel dayanışmasını da denetim altında tutabilmek için “Din Hürriyeti” senaryosunu büyük bir başarıyla uygulayan AB-D örgütleri, dinsel toplu luklarla, şeyhlerle, şıhlarla, vakıflarla ilişkilerini geliştirerek demokrasi(!) cephesine kattılar.

Öyle başarılı oldular ki, Irak işgali sürecinde karşı çıkması bekle­nen Türkiye’nin İslamcı muhalefeti bile vurdumduymaz oldu. Tür­ban özgürlüğü örgütlenmesiyle ve eylemlerle birlikte kurumların ve toplumun tepkileri ölçüldü. Gerektiğinde  suikastlar düzenlendi.

Operasyon her kesimi T.C’nin yasallığına karşı birleştirdi. Siyasal partiler ‘siyasi eğitim’ adı altında operatörlere bulaşınca topluma ön­derlik edecek muhalefet de kalmadı.

Oysa olay daha derindeydi. Bir ülkede yaşayanların düşünce sis­temleri ele geçiriliyor, demokratik kitle örgütleri yok edilirken birkaç seçmece kişinin kurduğu dar üyeli dernekler toplumsal muhalefeti, güdümlü medya ve devlet yöneticilerinin desteğiyle gütme yeteneği­ne kavuşuyorlardı.

Bu dernek ve vakıflar dışardan aldıkları büyük devlet desteği nin karşılığını o devletin dışişlerine ulaştırılan ve milli menfaat lerimizi tehdit eden  raporlarla ödüyorlar..

Eskilerde “casusluk” olarak nitelenebilecek bu uygulamalar şimdi­lerde ‘demokrasi için ortak çalışma’ adı altında rahatça özümsenebiliyor. Yabancıların dernekleri, vakıfları ve siyasi partileri toplum yö­netiminde etkinlik sağlayabiliyor. Başkent

te bile şubeler açıyorlar. Zamanı geldiğinde harekete geçip merkezi devleti ele geçirecek olan gençlik örgütlenmesi için büyük paralar harcanıyor.

Amerika’dan işleme konulan “demokrasi projesi” operasyonu nun dibindeki düşünce şudur: Başka ülkelerin içişlerine, siyasal ortamına, Amerika Birleşik Devletleri’nin resmi organlarınca, örneğin merkezi haber alma örgütü CIA ile doğrudan karışılması sakıncalıdır.

“Anti-komünizm” ve “hürriyet-demokrasi cephesi” adı altında, hem ABD içinde, hem de dış ülkelerde, yönlendirme, örgütleme, dolaylı yönetme, kamplara bölme ve çatıştırma uygulamaları için dünyaya yayılan örgütlerin etkinlikleri, ileri sürüldüğü oranda “hür” ve tüm dünyaya ilân edildiği oranda “temiz” olmadığın­dan, işlerin karışması elbette kaçınılmazdı.

Ayrıca bu işlerin parasal kay­naklarının altından CIA’in ve CIA ile ilişkili şirketler ile kirli işler banker­lerinin, ortaya çıkması işleri bozmaktaydı.

Örtülü operasyondan açık operasyona geçişin ilk ciddi adımları 1967’de atılmıştı. CIA’in dış ülkelerde çok-kültür lülüğü pekiştirmek için Amerikan üniversitelerinde yoğun bir çalışma başlatmasıyla birlikte kuru­lan CCF (Congress for Cultural Freedom), CIA’in oluşturduğu yayın ve konferans örtüsü altında ülkelerde bağlantılar ağı kurmaktaydı.

Söz ko­nusu örtü, CIA tarafından yönlendirilen Amerikan akademik dünyasın­da, yarı-gizli araştırmalar ve raporlarla dokunmaktaydı. Bu durum, ABD üniversitelerinde rahatsızlığa yol açınca, 1967’de soruşturma başlatıldı. Soruşturmanın sonunda, bu gibi politik amaçlı operasyonlarda CIA bağlantısının işleri zorlaştırdığı düşünüldü.

Tüm dünyada yürütülecek operasyon 1967’de soruşturma başlatıldı. Soruşturmanın sonunda, bu gibi politik amaçlı operasyonlarda CIA bağlantısının işleri zorlaştırdığı düşünüldü. Tüm dünyada yürütülecek operasyon un finansmanı için özel kuruluşların devreye sokulması programlandı. Aslında bu sözde özel kuruluşlar, 1947’lerden başlayarak Harvard, MIT ve Columbia üniversitelerinde çok özel projelerin para kaynağını yaratmaktaydı.

Ortalıkta görünenler, CIA elemanları ya da devletin memur ları değil­di. Ford Vakfı, Carnegiee Vakfı ve Rockfeller Vakfı gibi, çok uluslu şirket örgütleriydi. İlk geçiş aşamasından sonra, 1980 başlarında yeni bir safhaya girildi. Yeni tür operasyona duyulan ihtiyacın  nedenleri şöyle  özetlenebilir:

Gizli kapaklı yöntemle, ülkelerin iç dünyasını denetleme ve yönlen­dirme işlerinin, yan gizli ve belirli kuruluşlarla ilişkili olarak, yürütülmesi, operasyonun etkisini sınırlandırır… İşin içine kitlelerin katılması olanaksızlaştırır..

Yan gizli ilişkilerin açığa çıkması, bağımsızlığına ve onuruna düşkün ülke halkının ABD aleyhine dönmesine yol açabilir… Eski yön­temlerle, gizli ilişkilerle bilgi toplamak, medyaya ve öteki kurumlara, par­tilere, sağcı-solcu örgütlere gizli yönlen diriciler, kışkırtıcılar yerleştirmek, hem riskli hem de pahalıdır.

ABD çıkarlarına, kayıtsız şartsız hizmet edecek yabancı hükümetlerin ikti­darda tutulmaları, büyük bir parasal harcama gerektirmektedir. Ayrıca halk kitlesinin desteğini alamayan bu yönetimleri siyaseten ayakta tut­mak olanaksızlaşmaktadır.

ABD çıkarlarına ne denli bağlı olursa olsun, bir yabancı hükümete sonsuz güven duymak sakıncalıdır. Eninde so­nunda bu yabancı hükümet, bir başka dünya gücünün kendisini destek­leyeceği kanısına kapılabilir; ya da denge içinde çok yönlü bir siyaset güderek bağımsız davranma düşüncesine kapılabilir ve ABD’ye olan sa­dakatini unutabilirdi.

Bunun yanında, yazılı anlaşmalar, değişecek olan yasalar da yeterli güvence değildir. Çünkü ülkelerdeki sistem artık geri döndürülemeyecek biçimde değiştirilmelidir. Kim yönetirse yönetsin ikti­sadi ve siyasal düzen değişmemelidir. En iyi çare siyasal olarak iyice zayıflatılmış devletler, çok etkili toplumlar…

Bu nedenlerle, devlet merkezlerinin egemenlik araçları ellerin den alı­nıp, halk kitlelerinin merkeze olan güven ve bağlılıkları zayıflatılmalıydı. Ulusal yönetimler, kısa devre edilerek, dün ya egemenlerinin NGO-Vakıf-Enstitü gibi örgütleri aracılığıyla, kitlelerle doğrudan ilişkiye geç­mek, daha ekonomik ve daha kalıcı bir yöntemdir.

Ülkelerde devlet ile halkın arasında adı sivil(!) kendileri dışarıdaki devletin güdümünde bir demekler, vakıflar, meslek kuruluşları ağı ku­rulmalıydı. Bu AB-D adına bir tür uzaktan yönetimdir.

İşin AB-D iç siyasetinde önemli bir boyutu da, harcanacak paranın yasal, en azından kitabına uygun, olmasıydı. İlgili ülke yönetimlerinin devrilmesine yönelik etkinlikler için gereken paranın sağlanmasında, ABD kongresinin onayı gerekmektedir.

Ancak, 1970’lerde Temsilciler Meclisi’nden Otis Pike ve Senatör Frank Church başkanlığındaki komis­yonların soruşturması sonucunda ClA’in içerde ve dışarda komplo ger­çekleştirmesi kısıtlandığından operasyonlar için para ancak yasadışı yollardan elde edilebilmiştir. Nikaragua ‘Contra’lar işinde olduğu gibi, şeyhlere, zengin sultanlara, kara paracılara, Şeyhlere, zengin sultanlara, kara paracılara, Contra’ların ve CIA’ın koka­in trafiğini  Contra’ların ve CIA’ın koka­in trafiğini yönetmesi ne muhtaç kalınmıştır.

Örtülü ilişkilerle dolap çevirmek, soğuk savaş döneminde, “komü­nizm tehdidi” gösterilerek, uluslararası yasallık içinde kabul edilebilirdi. Ne ki, ‘Doğu Bloku’nun çözüleceği öngörüsü gerçekleştikçe, anti-komünizm dürtüsü giderek zayıflayacak ve örtülü işlerin yasallığı da sorgulanacaktı.

Oysa, ulus devletler, dünya egemenliğinin önündeki en büyük en­geldi. Çünkü ulus devletler kendi topraklarının kullanımına ve iktisadi ortamına dışardan yapılacak girişim leri, dış siyasetlerinin doğrudan yö­netilmesini engelleyebilirlerdi. Daha da kötüsü, yandaş yönetimlerin ye­rini her an daha bağımsızlıkçı yönetimler alabilirdi.

Ulusal egemenliklerinden ödün vermeye yanaşmayan bu tür devlet­lerin sınırlarını eleğe döndürülmesi işi, örtülü, kirli işlerle becerilemez ve ilgili ülke insanlarının onayı alınmadan gerçekleştirilemezdi. Bu neden­lerle, ‘hür dünya’ işlerinden, “insan hakları” ve “din hürriyeti” bekçiliği­ne çevrilen operasyon ile ABD’nin uygun göreceği türden demokrasiler kurulmalıydı.

Demokrasi ihracını konu edinen bu incelemenin amacı, adı “project democracy” olarak Ronald Reagan tarafından konuldu. 1980’lerin ba­şından bu yana 92 ülkede uygulanan  ve yeni-mandacıların işbirliğiyle örülen WEB’de, yani “örümcek ağı” içinde çırpınmakta olan Türkiye’de, Söz konusu örümcek ağının ilmiklerinde, şu ya da bu niyetle yer almış olanlar bu ağı örenlerin kimliğinden de, amaçlarının tümünden de bilgili olmayabilirler. “Sivil” etiketi takınan, “saydamlığı” olmazsa olmaz ilke olarak savunan örgütler, yabancı ilişkilerini, özellikle “hibe” adı al­tında aldıkları parasal desteği çevrelerine topladıkları kişilerden ve top­lumdan saklamaktadırlar.

Bu tür destekler almak için uğraşanların, özellikle Türkiye-Kafkasya-Ortadoğu ve Türkiye-Kafkasya-Orta Asya’da “güvenlik” oluşturma ve “demokrasi” kurma örtüsü altında yeni koloniler elde etmek isteyen Ba­tılı devletlerin ve kartellerin aracısı olan örgütlerle ve şirketlerle kurdukla­rı ilişkilere dikkat çekmek gerekiyor.


Bölüm XI – XII – XIII sonu – devam edecek

Yazan Dr. Ali Nazmi Çora
Özet Naci Kaptan / 02 Şubat 2022

This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, BOP, DIŞ POLİTİKA, EMPERYALİZM, İSTİHBARAT KURUMLARI, KARİKATÜR. Bookmark the permalink.

One Response to ÜLKELER “DEMOKRASİ İLE” NASIL İŞGAL EDİLİYOR Bölüm 11/12/13 * SESSİZ SAVAŞ * ABD VE AVRUPA SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİ (NGO) KULLANARAK BAĞIMSIZ ÜLKELERİ NASIL YÖNETİYOR

  1. emin says:

    Sayın Nazmi Çora ve Naci.Kaptana bu yazıları nedeniyle, uyarılarıyla teşekkür ederim.her yurtsever ,in okuması gerekir.bu tiplerin hala tv ekranlarında ve medyada görünmeleri bir utançlık belgesidir.sayğılarla.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *