Değerli arkadaşlar,
Sayın Prof. Dr. Tolga Yarman aşağıda paylaştığım önemli yazısında, AB/D, İsrail ve Tarikatların, işbirlikçi siyasetçilerin emperyalizmin şemsiyesi altına toplanarak ve hukuku da bir manivela olarak kullanıp sahte uydurma kanıtlarla ülkemizi nasıl kırdıklarını, zayıflattıklarını, TSK’nın en değerli, aydın, Kemalist kadrolarını tasfiye ederek Devletin, toplumun, ülkemizin nasıl korunaksız bırakıldığını anlatıyor. BOP sonlandı dense de örtülü ve gizliden devam ediyor. Türkiye’nin sadece kamu kurumları çökertilmedi, sistematik olarak ekonomisi de çökertildi. ULUS ORDUSU olmayan ülkeler korunaksızdır ve EMPERYALİZM için kolay av olurlar. Ve Türkiye küresel baronlar, şirketler için masada menüye konmuştur.
TSK’nın güçsüzleştirilmesi, hiyerarşik yapısının değiştirilerek atama ve terfilerin liyakat yerine siyasetçilerin kararına bırakılması, Ordu içinde tarikatların yapılanarak güçlenmesi ve birliğin, disiplinin bozulması AKP iktidarı/Erdoğan’ın planlı ve sistematik bir projesidir.
Kemalist, birkaç üniversite bitirmiş, birkaç dil bilen, aydın, kültürlü ve YURTSEVER KOMUTANLARI, ASKERLERİ emperyalizm sevmez ve istemez. İşte bu temel nedenle KEMALİST/YURTSEVER askerler işbirlikçi siyasetçiler tarafından kumpaslarla tasfiye edilmiş ve edilmektedir.
Askeri okullar, askeri hastahaneler kapatılmıştır. TSK’nın kadro ihtiyacı sözde askeri akademiler tarafından karşılanıyor. Askeri okullara girecek olan öğrenci adayları tarikatların ve Sadat’ın temsilcileri tarafından seçiliyor. Kışlalardaki cami ve mescidlerde farklı tarikatlardan olan askerler, farklı renkte takkeler giyiyor ve ibadetlerde bir araya gelmekten kaçınıyorlar. Böylece ordu içinde bölünmeler ve kamplaşmalar oluyor. Bir çatışma durumunda komutan mı, imam mı emir verecek?
TSK gittikçe zayıflıyor. Yakın zamanda Sahil Güvenlik Akademisinde camiye gitmeyen öğrenciler imam tarafından fişlenerek komutana rapor edildiği yazıldı. İmam ise kışlada kendisine tahsis edilen lojmanda oturuyor. İmamın Eşi makam aracını kullanıyor.
Kurmaca davalarla yargılanan, tarikat imamı olan savcı ve yargıçlarca yaşamları, onurları, rütbeleri, özgürlükleri çalınan, caza alan, hapiste yatmış ve yatmakta olan ve görevde olup da halen ATATÜRK’ün askeri olan tüm yurtsever komutanları, askerleri, aydınları saygı ile selamlarım.
Gün olacak, devran dönecektir. Tarih bir sahnedir ve askerimize, aydınlarımıza bu işkenceleri yapanlar, ülkemizi savunmasız ve güvensiz bırakanlar, emperyalizme aracı olanlar bu kez sanık sıralarına oturacak ve yaptıklarını hesabını vereceklerdir.
Bu giriş yazısını, bu günleri engin öngörüsü ile anlatan Mustafa Kemal Atatürk’ün, 31 Temmuz 1920 tarihinde, Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde subaylara hitaben yaptığı konuşmadan bir bölüm ile sonlandırıyorum.
Naci Kaptan / 09 Ocak 2022
“İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu Ordu’dan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler. Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, Ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de, izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla, milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar. Her halde Ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta, engeller ve müşkülat kalmaz.”
28 ŞUBAT (1997) DAVASI’NDA HÜKÜM GİYMİŞ BULUNAN, HEPSİ DEDE OLMUŞ, “EMEKLİ PAŞALARIMIZA”, BU GÜNLER DE ELBET GEÇER,
Prof. Dr. Tolga Yarman – 9.01.2022
tolgayarman@gmail.com
Bu satırları, vicdanen yazmaktayım. 28 Şubat 1997 davasında hüküm giymiş bulunan, hepsi dede olmuş “emekli generaller” için çok beğendiğim bir yazıyı, Değerli E. Tümgeneral Ahmet Yavuz yazmış. Yazı başlığı şöyle: “Kumpaslar Devam Ediyor”, 23 Ekim 2021, Cumhuriyet[1]… Ahmet Yavuz; Mahkeme’nin; Günün Başbakanı (ki, Rahmetli’nin milli çizgisine çok saygı duyardım), Prof. Necmettin Erbakan’ın, istifası sırasında, istifa eylemini tamamen kendi takdiriyle (esas itibariyle, önceden saptandığı şekliyle başbakanlığı, koalisyon ortağı öteki partinin genel başkanına devretmek üzere), gerçekleştirdiğini, üstüne basa basa ifade etmesinin, hiç dikkate alınmadığı, hususunu, öne çekiyor.
Bir başka yazıyı, Değerli E. Tuğgeneral Haldun Solmaztürk, “28 Şubat Davası & Ortak Payda” başlığıyla, Gazete Pencere’de, 19 Temmuz 2021’de kaleme almış.[2] Haldun Paşa, tankların Sincan’da sahnelediği tatbikatın, çok önceden tasarlanmış bir tatbikat olduğunu ve fakat bu konudaki sarih bilgilerin ve belgelerin, keza tanıklıkların, mahkeme tarafından katiyen dikkate alınmadığını vurguluyor.
Az önce, 28 Şubat 1997 davasında hüküm giymiş bulunan, hepsi dede olmuş, “emekli generaller”, derken, sondaki nitelemeyi “tırnak içinde” yazdım; çünkü, insanın içi çok acıyor, hiç biri hüküm dolayısıyla, artık “emekli general” değil, dede generallerin… Hepsinin apoletleri mahkeme kararı gereğince söküldü.
Bir Darbe Varsa, bunun Göbeğinde Cumhurbaşkanı’nın ta Kendisi var!..
Bir halt karıştırdı iseler, bin beter olsunlar!.. Ama şahsen hiç o kanaatte değilim… Bunu ifade etmeyi, vicdan borcu telakki ediyorum… Nasıl etmem: Bir darbe varsa, göbeğinde, meşru kere meşru Cumhurbaşkanı’nın ta kendisi var!.. 28 Şubat’ta (1997) Milli Güvenlik Kurulu’na (MGK) başkanlık ettiği için var… Bu Kurul’un, saatler çeken toplantısı uzantısında aldığı zehir zemberek kararlara[3] en başta O imza koyduğu için var… Ondan önce 26 Şubat’ta (1997), İçişleri Bakanlığı’na yerel yönetimlerin bünyesinde köktendinci örgütlenmenin araştırılması buyruğunu ileten yazı[4] dolayısıyla var…
Aynı gün ve en başta, Başbakan Erbakan’a “rejim konusunda endişelerini” anlattığı bir mektup gönderdiği için var… Darbe yaptığı savlanan ve hükümleştirilen Paşalar’ın, bu hareketlerine sessiz kalmak bir tarafa, Onlar’la, işte en başta MGK’da tam bir ittifak halinde olarak mesai birliği içinde olarak var… Nihayet Başbakan Prof. Necmettin Erbakan, yerini koalisyon ortağı öteki partinin (DYP) genel başkanına bırakmak üzere istifa ettiğinde, müstafi başbakan ve onun koalisyon ortağı başbakan adayını, açıkta bırakarak, yeni başbakan olarak, komşu partinin (ANAP) genel başkanını başbakan olarak atarken var…
[1] https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/kumpaslar-devam-ediyor-ahmet-yavuz-1878925
[2] https://www.gazetepencere.com/28-subat-davasi-ortak-payda/
[3] MGK bildirisinde özetle, “Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü grupların, laik ve anti-laik ayrımı ile demokratik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendiklerinin müşahede edildiği” belirtilerek “Anayasa ve Cumhuriyet yasalarının uygulanmasından asla taviz verilmeyeceği, dile geliyor.
[4] https://www.haberler.com/28-subat-ta-ne-oldu-28-subat-kararlari-nelerdi-13958717-haberi/
Bu davanın baş tanığı, demek ki, 1997’deki Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’dir. Dava 2013’de açılmıştır. Demirel 2015’te vefat etmiştir. Bu dava, başlangıçta, şeksiz şüphesiz bir kumpas davasıdır ve gördüğüm, Rahmetli Demirel’in tanıklığına katiyen başvurulmamıştır.
Buna karşılık, davada üst düzey siyasi tanıklar dinlenmiştir. Bunların biri hariç (1997’de, Cumhurbaşkanı tarafından başbakan olarak atanmayan koalisyon ortağı); hepsi; başta, Erbakan’dan sonraki Başbakan (Mesut Yılmaz), askerlerin çok lehine konuşmaktadırlar.[1]
Bu çerçevede, tanıklık yaparken, “Böyle bir davada tanık olmaktan hicap duydum, düzmece belgelerle devlete hizmet eden komutanların rahatsız edilmesi devlet adına ayıptır”, diyen Rahmetli Başbakan Mesut Yılmaz’ın (dilerim öyle değildir, ancak, işte), ifadesinin, kayıtlardan düşürüldüğünü okuyunca, içimin büsbütün acıdığını, saklamayacağım…
Nihayette apoletleri sökülen, dede emekli generalleri; Harp Akademileri’nde; öğretim üyesi olarak, arabanın benzin parasına ancak yeten ek ders ücreti zemininde, ama benzersiz bir şerefle, otuz yıl boyunca dersler vermiş olmama rağmen; orada, arızî karşılaşmalarımız dışında hemen hiç tanımam… Çoğuyla ayak üstü sohbetim dahi yoktur. Ne önemi var: “Doğru” bildiklerimi söylemeye devam etmeliyim.
Kimdir Bu Dede, Emekli Generaller?
Kimdir bu dede emekli generaller? İşte kaldıkları cezaevleriyle beraber isimleri…
T.C. Adalet Bakanlığı 1 Sayılı F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü’nde (Buca, Kırıklar, İzmir) Kalanlar:
Çetin Doğan – Çevik Bir
T.C. Adalet Bakanlığı Silivri Kapalı İnfaz Kurumunda (Silivri, İstanbul) Kalanlar:
Ahmet Çörekçi; 9. Kısım, Koğuş B2 – İlhan Kılıç: 9. Kısım, Koğuş B2
Çetin Saner: 9. Kısım, Koğuş B1-01 – Aydan Erol: 9. Kısım, Koğuş B1-01
Kenan Deniz: 9. Kısım, Koğuş B-01-03 – İdris Koralp: 9. Kısım, Koğuş B-01-03
T.C. Adalet Bakanlığı 1 Sayılı F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumunda (Sincan/ Ankara) Kalanlar:
Fevzi Türkeri; Koğuş B2-6-66 – Yıldırım Türker: Koğuş B2-6-66
Vural Avar: Koğuş B2-6-65 – Hakkı Kılınç: Koğuş B2-6-67
Erol Özkasnak: Koğuş B2-6-67
[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/28_%C5%9Eubat_davas%C4%B1
Suç Tasnii
2000’lerin başlarında “kumpas davaları”, Silivri’de görülmemiş bir tempoda, ama sonradan ortaya çıkarttığımız şekliyle salak saçma bir çizgide devam ediyor…
“Balyoz”dan, Havelsan’ın Efsane Genel Müdürü Sevgili Kardeşim Faruk Yarman da tutuklu… Faruğa, Balyoz’un tek sivili olduğu için, “Faruk Paşa” J) diyordum… Askerler dimdik durdular, Sevgili Faruk da… Onun için biz iyiydik… Neticede, Silahlı Kuvvetlerimiz, giderek milli savunma sanayiimiz, saldırı altındaydı… Bunu, taa başından itibaren görmüş ve o çerçevede kendimizi toplamayı, şükür başarmıştık… Bu sebeple Silivri’ye ziyaretlerimiz, bir yas, bir üzüntü, bir elem, bir telaş içinde olmaz, tam tersine mizahî bir sevinç içinde olurdu…
O arada, ziyaretlerimiz sırasında, orada, başta Değerli Prof. Mehmet Haberal olmak üzere, komşu davalardan, yıllar ve yıllar boyunca, ama Buda gibi yerlerinden milim kımıldamadan duruyor olarak yargılanan dostlarla, arkadaşlarımızla, kucaklaşma coşkusunu yaşardık… Ancak arada, çocuklar, çocuklarımız, tam anlamıyla helak oldular… Faruk 16 yıla mahkum olduydu… Tutuklu, çakı gibi subayların yediği en az cezaydı bu!.. Müebbed hapse mahkum olanlar vardı… “Kumpas” encamında, ifşa oldu… Hükümlüler beraat ettiler…
Bu gelişmeden canı yanan çok olacaktı… Kazı, yanmasın diye çevirmek gerekiyordu! Çünkü ortada, dev bir suç vardı… Ve bu suç örgütlü cürüm halinde işlenmişti… Bu sebeple, son başbakan günün birinde, masum ordu mensuplarına suç tasniini (suç uydurma fiilini) devam ettirmek zorunda kalmış, o arada suçun şahsi olma zaruretime ilişkin düsturu bir yana itip:
– “Ergenekon” bal gibi vardı!, deyivermişti…
O evrede, kumpasın yanında durarak, masum kere masum çakı gibi askerlerimizin kanına girerken “suç tasnii” (yani suç uydurma suçu, ki, bu suçun ceza yasasındaki karşılığı, uydurulmaya yeltenilen suça karşılık getirilmiş ceza olmaktadır), suçunu işleyen, ister siyasi, ister gazeteci zevat, “yanmaktan” kurtulmak üzere, evet işte “Ergenekon bal gibi vardı!” diye, ağız birliği ederek, akıllarınca toplu savunma yapmaya geçtiler… Oysa suç, işaret ettiğim şekliyle, “şahsidir”… “Soyut suç”, genelde “öznesiz fiil” olmaz… “İsim vermeden”; suçtan böylesi sıyrılma çabalaması; hem iddianın özneden yoksun olması, hem de ismi konmamış olmakla beraber, alabildiğine geniş bir kitleye, giderek silahlı kuvvetlerimize, yeni bir “suç tasnii” kapsamına gelmesi açısından, suç teşkil eder…
N’olmuş yani, Hocam, onlardan çok var etrafta!..
Kumpas’taki teknik zafiyeti yakalayıp ifşa etmemiz, Allah’a bin şükür, çok sürmemişti.
[1] Bu mücadelenin “teknik kahramanlarını” hatırlamak onurlu bir görevdir:
Prof. Dr. Can Özturan * (Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Cem Ersoy * (Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Cem Say * (Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Coşkun Sönmez * (Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Emre Harmancı * (İstanbul Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Fatih Alagöz * (Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Fatoş Yarman Vural * (Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Göktürk Üçoluk * (Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Lale Akarun * (Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. M. Bülent Örencik * (İstanbul Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. M. Yahya Karslıgil * (Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Sema F. Oktuğ * (İstanbul Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Bülent Sankur* (Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü)
Doç. Dr. Borahan Tümer * (Marmara Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Prof. Dr. Bülent Sankur (Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü)
Doç. Dr. Borahan Tümer (Marmara Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü)
Öyle olunca, içeridekiler çıktılar. Cakalarından geçilmeyen ve onca uyarıya rağmen, “kumpasın muhtevasına”, iki çerez etmez teknik bilgileriyle biat etme gafletindeki, cürüm ortağı hakimlerden ve savcılardan başlayıp, kumpasa alet olanlar, içeriye girdiler… Allah kurtarsın!..
Şu ki, biliyor musunuz, hala daha, TBMM’de, o sahte deliller nerede üretildi, kimler sahte delil üretme ajanı olarak nere(ler)de çalıştı, bu konuda tek bir araştırma önergesi verilmiş değildir… Valla “Yuh” olsun, konuştuklarında mangalda kül bırakmayanlara…
Silivri günlerimizde, fotokopi, çektirmek üzere, Kavacık’ta bir Kırtasiye Dükkanı’ndayım. Kısacık yukarıda özetlediğim serencamı; sorulara muhatap olunca; dilim döndüğünce etrafımdakilere anlatıyorum… O sırada orta yaşlıca birisi, “N’olmuş yani, Hocam, onlardan çok var etrafta”, deyiverdi… Yani “etraftaki”, tek niteleme bu, çok sayıdaki apoletliden beş yüz tanesini, aileler acı içinde, insanlar hapiste, çocuklar pesperişan, bunlar hiç önemli değil, kelle sayar gibi ve “Hepsi hepsi, şu kadarını içeri almışız”, mesele bundan ibaret olup, “Ne olmuş yani?”, demeye getirdi…
Algı
Çok haksız gerçi, olsun, “algıdır” bu, nedir ki, muhakkak üstünde durulmalıdır…
Kısacası şu ki, Silahlı Kuvvetler’in, ayrıcalıklarla donatılmış olarak görülen tepesinin, halktan kopuk, halk nezdinde, ona yukarıdan bakan pozunun, kentlerin gövdelerinde, halkla beraber değil, merkez orduevlerinde şatafat ve sarflarla kutlanan o güzelim millî bayramlarımızda, ertesi gün boyalı basında boy boy yer alan, peçete kağıtlarıyla örtülmüş apoletlilerin kadehleriyle, dekolte hanımefendi kıyafetlerinin resimleri (burada söylemiyorum, Akademi’deki derslerimde söylerdim), halkla, Silahlı Kuvvetlerimiz’in arasına maateessüf bıçak gibi girmişti, epeydir…
Bunu bir tarafa koyuyor, yazıyı dağıtmamak üzere, kaldığım yerden, devam ediyorum… Haa, unutmadan şunu önemle belirtmeliyim ki, 1990’lardaki komuta kademesi, çoktandır, 1970’lerin, Okyanus aşırı odaktan kerteriz tutan komuta kademesi olmaktan uzaklaşmaya başlamıştı… Kumpas davalarında başlarına her ne geldi ise, bundan dolayı geldi…
Esas itibariyle, dışarıda çok sayıda olan emekli dede paşalarımızdan içeride olup apoletleri sökülmüş olanların birikimlerini tanımamız, “Onlardan çok var” türünden iz’ansız bir hesaba sıkışmayacaksak, zorunlu oluyor… Çocukluğum, ağır ceza duruşmalarında, büyülenmişlik içinde geçtiği için bilirim, birinin eşkali “iyi” demek, ondan, maazallah, “kötülük sadir olmaz” demek elbette değildir… Olsun, inanıyorum, emekli, dede generalleri müebbede mahkum eden ağır ceza heyeti de, onların eşkaline, bakmıştır.
Biz de bakalım… Herkese açık verilerden toparlayabildiğim verileri EK’te sunuyorum… (Bilgilerini, elimin altındaki kaynaklardan hemen bulamadığım “emekli, dede generaller” beni affetsinler, lütfen…)
Askerî Vesayet
Bir “askerî vesayet” lafıdır gidiyor… Türkiye’de askerî vesayet yok muydu hiç? Olmaz mı, allaşkına? Vardı… Gırla… Ama temelde Pentagon (ABD Genel Kurmay Başkanlığı) vesayeti vardı. Kumpas davaları sırasında (2010 civarı), “askerî vesayet” var mıydı? Hayır, kesinlikle yoktu! Ya pekiyi ne vardı? Pentagon vesayeti… Bu vardı!.. O kadar böyle ki, Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında, bas bas bağırıyorduk:
“Hitler’in imamları vardı, şimdi Pentagon’un imamları var!”, diye… Günün savcısı kardeşler, haber salmışlardı,“Tolga Hoca’nın söyleminden rahatsız oluyoruz”, diye… Yakın arkadaşlarım içeriye alınacağım diye korkuyorlardı… Cevap vermiştim, savcı kardeşlere: “Bilim adamının söyleminden rahatsız olunmaz, ne diyorsam, kalbî olarak ve vukufiyetle söylüyorum, kulak kabartsınlar”, demiştim… Ev, iki yıl boyunca gece gündüz tarassut altındaydı… Valizim, hazırdı… “Balyoz”u yargılayan mahkeme heyetinin başkanı; Yargıtay, verilen hükümlerin birçoğunu bozunca, “Karar önümüze gelsin, ondan sonra bakarız”, türünden, kibrinden geçilmeyecek laflar ettiydi… Televizyonlarda, meydanlarda, yine bas bas bağırıyorduk:
– Sen ne zaman bilgisayar / bilişim mühendisi oldun da, delillerin düzmece olduğu yönündeki teknik ve bilimsel uyarıları re’sen göz ardı ediyorsun?.. Kabahat sende değil, başta sana öyle bir yetkiyi veren yasama müeyyidesinde… Allah gecinden versin, tabii de, temyiz karar metinleri senin önüne gelinceye kadar, gözlerini dünyaya kapamayacağın ne malum?, diye…
N’oldu sonra, ifade ettiğimiz kaygılar, karanlıklardan süzüle süzüle gün yüzüne vurdular… Hangi vesayet vardı o gün: “Askerî vesayet” mi? Hayır! Ya ne? Pentagon vesayeti… Pentagon’un İmamları’nın vesayeti!.. Yaa![1]
Biz değil miydik, BOP (Büyük Orta Doğu Projesi) Eşbaşkanı?
Biz değil miydik, ABD askerlerinin İrak’tan burunları kanamadan evlerine dönmeleri için dualar eden?
Şam’da Emeviyye Camii’nde, biz değil miydik, Cuma namazı kılma hayalleri kurarken, bilmem kaç milyon Suriyeli’yi kucağımızda buluveren?
Biz değil miydik, “Ora”nın “Yeni Osmanlıcılık” masallarına, cup diye sarılıp, Sultan Abdülmecit Han’nın doğum gününü kutlama törenlerini, şevkle tezgâhlayan?
Biz değil miydik, gizli, terör örgütü tanıklarıyla, genelkurmay başkanımızı, koca koca komutanlarımızı, gizli örgüt kurma icadıyla, içeriye tıkan?
Biz değil miyiz, daha dün, bilmem kaç yüz bin kaçak Afgan’a, sınır kapılarımızı açan?
[1] Bir noktayı muhakkak belirtmeliyim: Doktoramı, ABD’nin bir numarası olarak tasnif edilen, Massachusetts Institute of Technology’nin (MIT), Atom Mühendisliği Bölümü’nde, TÜBİTAK bursu ile ve üstün başarıyla tamamladım… Dolayısıyla, ABD’de, hocalarımdan başlayarak, giderek arkadaşlarıma, giderek meslektaşlarıma varıncaya değin, “ebedî dostluklarım” vardır… MIT, benim için, bir bilim cennetidir… Amerikan Başkanları’ndan başlayarak, her Amerikalı gencin, dünyanın hemen her yerindeki gençlerin, okumak üzere hayalini kurduklarını bir üniversitede doktora yapmış olmak, baş bir kıvancımdır… Bu ne kadar böyleyse, bir süredir bölgemizde, hemen her yıl, bir milyon insanın kanını içerek yaşamaya, dolaylı dolaysız, palamar atmış, Amerikan savaş makinasının parçası olmayı, reddettiğimiz, bir o kadar vakıadır…
Bizim askerî vesayet mi, tezgahladı, bütün şu olup biteni, allaşkına?
Doları, Nas’a yaslanıp, faize basarak, bizim askerî vesayet mi, gıdım gıdım 18 tl’ye çekti ve sonra bir gecede milyar dolarları piyasaya boca edip, doları 10 tl dolayına düşürmesiyle beraber, tekrar dolar alıp, dünya dolar milyarderleri Rockefellerler’e parmak ısırtırcasına, milyarlarca dolarına, gün ağarırken, pratikçe bir o kadar daha milyar dolar katıp, yoksul halkımızı şappadanak ve merhamet duygusunun kırıntısını yaşamadan, yoksullaştıran… İnsanlarımızı tek çizgili pijamaya sığacak hale geldiler, ya hu, yoksulluktan…
Bizim askerî vesayet mi yaptı bunu?
Tanklar insanlarımızın güzelim inanç duyguları üstünden geçtiler diye (Allah, eğer olmuşsa, bunun da müsebbiplerinin müstahakkını versin, tamam), ama “ekonomik soygunun tank paletleri” insanlarımızın “ekmek lokmalarını” liğme liğme etmişse, nerede bunun yargısı, kardeşim?
Muhalefet TBMM’de, konu araştırılsın diye, önerge veriyor… Araştırılmasın diyen, bizim askerî vesayet midir, allaşkına?
Yoksa, bizim askerî vesayet, “Cambaza bak!” lafzının kendi mi oldu?
– Aaa, şuna bak, şuna, yukarıdaki ipte, işte “bizim askerî vesayet!”, diyenlerin, aşağıda malı götürmelerinin gözlere çekiği perde mi, oluyor, bizim askerî vesayet?..
Bu günler de elbet geçer, mutlu yıllar, hepinize!..
Valla, yüksek hakimlerimiz beni bağışlasınlar… Bir, 28 Şubat 1997’den, müebbede mahkum olmuş dede, emekli generallere bakıyorum… Bir, gece gündüz yaşadıklarımıza… Şu sorageldiğim soruları sormadan edemiyorum… Fiilin üstünden çeyrek asır (1997 – 2022) geçse de, hepsi dede “emekli generaller”, hakikaten bir halt karıştırdı iseler, Allah daha da çok cezalarını versin…
Ama, kimse alınganlık göstermesin, mevcut müktesebatımla, ben hükümden hiç tatmin olmadım… Mahkeme heyeti, farkına varmamış olabilir. Farkına varmamış olması doğaldır. Neticede dosya içeriğiyle sınırlı kalmak zorundadır.
Ancak önüne arkasına bakınca, “Ergenekon bal gibi vardı!”, demek ihtiyacında olanlar, dede emekli generallerin apoletlerinin sökülmesinden hani sınırsız derecede, rahatlama duymuş olmayacaklar mıdır?..
Onun için, apoletleri sökülmüş, dede, “emekli generallerimize” ve onlar için üzülenlere seslenme sorumluluğundayım:
-
Bu günler de elbet geçer, mutlu yıllar, hepinize!..