Bir ılımlı otokrasi hikayesi

Bir ılımlı otokrasi hikayesi

13-08-2020 / 13-08-2020

Radikal dincilik üzerinden bu ülkeye yazılmak istenen hikayenin, başkaları
denen batılıların modernleşme hikayesini alt edebilecek gücü yoktur.

Dünya ülkelerinde demokrasinin gelişimini inceleyerek rejimlerin niteliğini saptayan Alman Würzburg Üniversitesi, Türkiye’nin ‘melez rejimler’ kategorisinin de gerisine düşerek ‘ılımlı otokrasiler’ arasında yer aldığını açıkladı. Bu sınıflandırmaya göre bir basamak daha geri düşersek içinde Birleşik Arap Emirlikleri, Azerbaycan, Libya, Çin, Kuzey Kore, Suriye ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin bulunduğu ‘sert otokrasiler’ olarak isimlendirilen dip noktasını görmüş olacağız[1].
Batılı ülkelerde üniversitelerin ya da sivil inisiyatiflerin yaptığı bu tür araştırmaların sonuçları, bizde “onlar kendine baksın; böyle diyorlarsa demek ki iyi yoldayız” tarzında sözde yerli ve milli tepkilerle karşılanıyor. Özellikle sosyal medyada haber altındaki yorumlara meraklı, aklı selim kişileri çileden çıkaran bu tür tepkilerin arkasında çoğunlukla trol hesaplar var. Duygu yüklü iktidar retoriğine (pathos) sıklıkla maruz kaldığı için usa vurma (logos) yetisi körelmiş olan birçok insan da bunların yorumlarının etkisinde kalabiliyor. Hele araştırma, bizi kıskandığı savlanan Almanya gibi bir ülkede yapılmışsa hemen tu kaka ediliyor!
Batı’nın emperyalist yüzünü lanetlerken demokrat yüzünü görmezden gelmek veya yalnızca demokrat yüzünü görüp emperyalist yüzünü görmemek doğru olmaz. Demokrasi idealini de içinde barındıran batı tarzı modernleşmenin tüm dünyaya model olarak sunulması, emperyal ülkelerin felsefe, bilim ve teknolojideki üstün ve belirleyici konumuyla açıklanabilir.
Batı uygarlığını temsil eden modernleşme kavramı, özellikle teknolojik ilerlemelere bağlı olarak ortaya çıkan ürün ve hizmetler dolayımında biçimlenen yeni yaşam tarzlarının benimsenmesi sürecini de içerir[2]. Günümüzde küresel şirketler, batı tipi modernleşmenin değer yargılarını tüketicilere aktararak kapitalizmin kültürel hegemonya inşasında kolaylaştırıcı bir işlev üstlenmişlerdir. Teknolojik alanda önemli ilerlemeler kaydeden Çin, Güney Kore gibi ülkelerin büyük şirketleri bile küresel markalarını, batılı kültürel tarz ve alışkanlıklarla uyumlu biçimde dünyaya pazarlamaktadır.
Özellikle yazılım-donanım ve sosyal medya alanlarına hükmeden dev markalar, dünyanın hemen her ülkesine ürün ve hizmet sağlamaktadır. İnternet üzerinden yapılan uluslararası bankacılık ve borsa işlemlerinin yanı sıra dijital pazarlama iletişimi etkinlikleri de belli başlı yazılım ve donanım markalarını kullanmayı gerektirmektedir. Bu nedenle küresel ekonomik sisteme entegre olmuş bizim gibi ülkeler, dev bilişim ve sosyal ağ şirketlerine bağımlıdır. Varlıkları veya yıllık ciroları itibarıyla dünyadaki birçok devletten daha büyük bütçeye sahip olan bu şirketlere karşı hükümetlerin yaptırım gücü sınırlıdır. Dolayısıyla batı tipi modernleşme, askeri, ekonomik, siyasal ve kültürel düzlemde tüm küreyi kuşatan bir prototip olarak etkisini hâlâ sürdürmektedir.
Modernleşmeye karşı iman gücü
Bir süre önce Cumhurbaşkanlığı sözcüsü, “yüz elli yıldır modernleşme adı altında anlatılan başkalarının hikayeleri yerine kendi hikayemizi yazacağız” demişti. Oysa özgün bir hikaye yazabilmek için başkaları diye nitelenen Batı’ya muhtaç olmamak gerekir. Özellikle ‘kafir’ batıyı reddeden başta Ortadoğu ülkelerini yöneten emirler, hanedanlar olmak üzere diğer tüm otoriter liderler, ancak batılı emperyalist ülkelerle işbirliği yaparak iktidarda kalabilirler.
Bunlar, etnik ya da mezhepsel nedenlerle halkların birbirini boğazlamasını seyrederken Batı’da üretilmiş lüks oyuncakları kullanarak modern hayatın nimetlerinden yararlanmakta sakınca görmezler. Geçtiğimiz haftalarda Ayasofya-i Kebir Camii olarak adı değiştirilen Azize Sofya’da ilk Cuma namazını kılıp küffara karşı galibiyet ilan eden iktidar vipleri de ‘batılı gavurlar’ın ürettiği lüks arabalarına kurulup siyasi şov mahallinden uzaklaşıp gittiler. Kendi hikayemizin sözde kahramanları olan radikal dinci piyadeler ise tekbirler eşliğinde ruhani ve cismani liderlerine bağlılıklarını tazelemiş oldular!
Radikal dincilik üzerinden bu ülkeye yazılmak istenen hikayenin, başkaları denen batılıların modernleşme hikayesini alt edebilecek gücü yoktur. Eldeki kılıçla yapılan dinine ve kinine sahip çıkma müsameresi, batılı emperyalistleri değil Cumhuriyet devrimlerine bağlı halk çoğunluğunu tehdit etmeye yöneliktir. İktidar, radikal dincilere dev aynası tutarak topluma korku salmak istemektedir. Ne ki dev aynasına yansıyan kinci çehrelerle belleklere kazınan ‘yeni’ Türkiye imajı, uygar dünyadaki yerimizi de belirlemektedir.
Ortadoğu’daki vekalet savaşlarının piyonu olan cihatçıları çağrıştıran kinci çehreler, siyasal iktidar adına bir tür itibar intiharı olmuştur. Osmanlı kostümünü ‘gavur işi’ cep telefonuyla bağdaştıranlar, kendi hikayelerini yazamazlar. Gerçekte Batılı güçlerle mücadelenin anahtarı, Orta Çağ karanlığında değil felsefenin, bilimin ve teknolojinin aydınlığında aranabilir. Düşmanlıkların payandası haline getirilen dinciliğin soyut iman gücü, ‘küffar’ı yenmeye yetmez.
Cumhuriyet hükümetleri askeri, siyasi ve ekonomik işbirlikleri nedeniyle yıllardır ABD ve Avrupa ülkeleriyle iç içe olmuştur. Mevcut askeri ve siyasi sorunlara karşın bu ülkelerle ekonomik ilişkilerimiz bugün de sürmektedir. Resmi verilere göre geçtiğimiz Mayıs ayında, başta Almanya olmak üzere en çok ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya gibi ülkelere ihracat yaptığımız görülmektedir. İthalat yapılan ülkeler arasında ise Çin’den sonra sırasıyla Almanya, ABD ve İtalya gelmektedir[3]. Batı dünyasıyla kurduğumuz ekonomik ilişkiler sürdükçe batı tipi modernleşme hikayesi toplumu etkileyecektir.
Otoriter gömlek halka dar geliyor
Şaibeli halk oylamasından sonra yürürlüğe giren tek adam rejimi, 82 milyonluk Türkiye’yi, Ortadoğu hanedanlıkları ya da Türk Cumhuriyetleri gömleğine sığdırmaya çalışmaktadır. Ne ki, Ortadoğu Körfez İşbirliği Konseyi’ne dahil olan Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Umman, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin toplam nüfusu ancak 45 milyondur[4].  Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan , Özbekistan, Türkmenistan gibi Türk Cumhuriyetleri’nin toplam nüfusu ise 70 milyonun altındadır[5]. Şimdiye değin demokrasiyi denemeye bile yeltenmemiş olan bu küçük ülkelerin biricik ayrıcalığı ise petrol, doğal gaz gibi yeraltı kaynaklarına sahip olmalarıdır. Zengin yeraltı kaynakları olmayan Türkiye’nin en büyük zenginliği ise eksik de olsa bir demokrasi deneyimi yaşamış olmasıdır.
Tek adam iktidarını sürdürme inadıyla ülkemizin Ortadoğu’daki ya da Türk Cumhuriyetleri’ndeki otoriter rejimlerle kıyaslanır hale getirilmesi acı vericidir. AKP, batılı emperyalistler tarafından yazılan ılımlı İslam hikayesini, on sekiz yılın sonunda radikal özüne dönerek ılımlı otokrasiyle tamamlamıştır. Bu bağlamda, Ortadoğu halklarının trajedisinden öğrenecek çok şey vardır. Emperyal güçlerin ‘böl ve yönet’ stratejisine hizmet eden işbirlikçi yönetimler yüzünden radikal dinciler, öz yurdunda kafir avına çıkmaktadır. Türkiye sert otokrasiye teslim olursa ne yazık ki böylesi bir çatışma ortamına açık hale gelecektir. Bunu önlemenin barışçıl yolu ise AKP’nin iktidarı teslim aldığı 2002 yılındaki görece adil ve demokratik seçim koşullarını sağlayarak bir an önce sandığa gitmesidir. İktidarı uğruna milli iradeyi cebren ve hileyle yenmeyi planlamak, ateşle oynamak olur.

[1] http://www.diken.com.tr/arastirma-turkiye-eksik-demokrasiden-ilimli-otokrasiye-geriledi/
[2] Yanıklar, Cengiz: Tüketimin Sosyolojisi, İstanbul, Birey Yayıncılık, 2006.
[3] http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33853
[4] https://www.trthaber.com/haber/dunya/2020de-ortadogunun-nufusu-100961.html
[5] https://orhaajans.com/turk-cumhuriyetlerinin-nufusu/

https://gazetemanifesto.com/author/ilker-cenan-bicakci/
This entry was posted in FAŞİZM. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *