AKIL FİKİR YAZILARI * SİYASİ TARİH * 30 AĞUSTOS BÜYÜK ZAFERE  GİDEN  SÜRECİ VE SONRASINI DOĞRU ANLAMAK “KUTLAMANIN” ÖN ŞARTIDIR

TARİH İLMİ  = TARİH BİLİNCİ = MİLLİ BELLEK (HAFIZA)

GÜZİDE FİLİZ TUZCU, 26 AĞUSTOS 2020 / gftuzcu@hotmail.com

BÖLÜM I
Bir millet, insanlardan oluştuğuna göre, bir insanın doğasında geçerli olan tüm “doğa yasaları”, elbette bir millet için de   geçerlidir. Bir insanı “İNSAN” yapan en büyük özelliği nedir? AKLIDIR- BELLEĞİ – HAFIZASIDIR; yani “düşünme, merak etme, hayâl kurma, sorgulama, tecrübelerini – yaşanmışlıklarını ve öğrendiklerini belleğinde depolama ve gelecekte bu belleğin (hafızanın) rehberliğinden faydalanarak isabetli kararlar verme” yeteneğidir.
       O halde bir insanın sahip olduğu en değerli beyin fonksiyonu AKLI ve GÜÇLÜ BELLEĞİDİR; bu özelliklere sahip olan bir insan, birde iyi terbiye ve eğitim aldığı zaman, “AKLINI ÇALIŞTIRABİLEN – DÜŞÜNEBİLEN, HATALARINDAN DERS ÇIKARAN, BÖYLECE YANLIŞI – DOĞRUDAN AYIRABİLEN, İNSANLIĞA, DOĞAYA VE VATANINA KARŞI SORUMLULUKLARINI BİLEN, kendisi ve etrafı için FAYDALI İŞLER YAPABİLEN, ERDEMLİ  BİR  BİREYE dönüşür. O halde AKLA – donanımlı bir BELLEĞE (HAFIZAYA) ve İYİ BİR EĞİTİME  sahip  olmayan bir insanın, “sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir yaşam sürdürebilmesi, ayrıca kendisine, ailesine, çevresine ve milletine faydalı bir birey olabilmesi” kesinlikle mümkün değildir. Bu iki + iki = dört eder kadar matematiksel bir olgu ve mutlak bir gerçektir.
      Tamamen aynı mantıkla düşünürsek, bir insanda “BELLEK – HAFIZA” ne kadar yaşamsal bir öneme sahip ise,  aynı şekilde bir MİLLET için de “MİLLİ BELLEĞİNİ oluşturan TARİH BİLİNCİ” de aynı derecede yaşamsal bir öneme sahiptir. O halde bir milletin de  sağlıklı, güvenli, özgür, refah ve  mutlu bir yaşam sürdürebilmesi” kesinlikle ve kesinlikle, o milletin TARİH BİLİNCİ ile  MİLLİ BELLEK (HAFIZASA) kazanmasına bağlıdır.  Söz konusu bu mutlak gerçeği kavramadan, Türk Milleti için sorunlarından kurtuluş yolu yoktur. Ancak 1938 sonrası iktidara gelenlerin uyguladıkları “gayri-milli politikalar ve gayri-milli eğitim sisteminden” dolayı Türk Milleti, söz konusu bu yaşamsal gerçeği 21. Yüzyılda bile kavramaktan, bir başka deyişle TARİH  BİLİNCİNE SAHİP  OLMAKTAN  çok uzaktır!!!
     Oysaki 1923’de kurulan Cumhuriyetimizin en büyük hedeflerinin başında Türk Milletine “Milli Tarih Bilinci” kazandırmak geliyordu. Çünkü Türk Milletinin buna hava, su ve ekmek kadar ihtiyacı vardı; bu bağlamda Cumhuriyet, o güne kadar Türk Milletine hiç verilmemiş olan “Milli Eğitimle”, Milli Belleğini (Hafızasını) Kazandırmak için gerekli tüm uygulamaları başlatmıştı… Ancak Cumhuriyetimizin 15 yıllık bu başarılı girişim ve uygulamaları, yani ülke çapında milleti  bilinçlendirmek üzere uygulanan topyekûn eğitim seferberliği henüz olgunlaşıp, tam olarak görevini tamamlayamadan, 1938 sonrası  iktidara gelenlerce maalesef ki sekteye uğratılmıştır!!!
      Şöyle ki 11 Kasım 1938’den 1950 yılına kadar İ. İnönü başkanlığında kesintisiz tam 12 yıl tek başına Türkiye’yi yöneten iktidarın yaptığı ilk icraat, “milli politikalarımızı samimiyetle benimseyen ve bu politikaları uygulama kararlılık ve azminde olan ve vatanımızın tam bağımsızlığından asla ödün vermeyen değerli TÜRK Devlet Adamlarımızı bertaraf etmek olmuştur! Böylece binlerce yıllık Türk Kimliğimizi ve Kültürümüzü ön planda tutan Çağdaş Milli Eğitim Sistemimiz, geçmişten günümüze köprü kurarak milletimizeBELLEK (HAFIZA) KAZANDIRACAK OLAN TARİH İLMİMİZ” ve Türk Milletini bu yolda aydınlatmakla görevli Milli Kuruluşlarımız “Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Dil – Tarih – Coğrafya Fakültesi, Köy Enstitüleri, Halk Evleri ve Halk Odaları…” hepsi de planlı ve programlı olarak  “komünizm suçlaması, bahanesi ve iftirasıyla” baskılanmış – yıpratılmış ve bu kurumların görevlerini özgürce yerine getirmeleri engellenmiştir!!!
      Böylece Türk Milletinin tam bağımsız – özgür geleceği için yaşamsal öneme haiz “MİLLİ BELLEĞİNİ (HAFIZASINI)” kazanması ve bu bellekteki değerli bilgileri genç nesillere aktarabilmesi mümkün olmamıştır! Peki neden Türk Milletinin “Milli Belleğini (Hafızasını) kazanması istenilmemişti? Çünkü “Biz Atatürk’e bağlıyız, Onun izinden asla ayrılmayacağız vs…” diyerek Türk Milletine söz veren, hatta TBMM’de bu hususta Türk Milletine yeminler eden iktidarın başı ve onun vekilleri, bu sözlerini ve yeminlerini tutmakta samimi olmamışlar ve sadece takiyye yapmışlardı!!!   Bir başka deyişle  Türk Milleti aldatılmıştı!
       Nasıl mı? 12 Yıllık İktidar, Milli Eğitimin, “MİLLİ OLMA ÖZELLİĞİNİ” tamamen ortadan kaldırmış ve Tarih İlmini de, “İLİM” olmaktan çıkarmıştır! Bir başka deyişle Tarih ilminin “salt tarihi gerçekleri ortaya çıkarması ve Türk Milletini aydınlatarak MİLLİ BELLEK (HAFIZA) kazandırması” işlevine son verilmiştir!  İşte bu noktadan sonra Türkler için yaşamsal öneme sahip Tüm Tarihi Gerçekler baskılanmış, gizlenmiş ve önemli kavramların içleri boşaltılarak, anlamları saptırılmıştır! ÖrneğinAtatürkçülük CumhuriyetçilikDevrimcilik (hatta “DEVRİM” kelimesine bile tahammül edilememiştir!)Tam BağımsızlıkMilliyetçilikDevletçilik ÖzgürlükTARİH İLMİDış Politikada Karşılılık İlkesi – Tarafsızlık PolitikasıSosyalizm – Komünizm – DemokrasiHukuk Devleti, İslâm DiniDindarlık Mefhumu vs…“ bu kavramların neredeyse tamamının içi boşaltılarak, gerçek anlamlarından saptırılmıştır!!!
       Böylece hem Türk Milletinin bu önemli kavramları doğru anlaması, özümsemesi ve bu kavramların ışığında isabetli siyasi seçimler yapabilmesi engellenmiş, hem de Türk Milleti bir kez daha, binlerce yıllık tarihi köklerinden koparılmıştır!  Bir başka ifadeyle Türk Milleti bir kez daha “belleksiz – hafızasız” bırakılmıştır!!!  Böylece Türklerin kendileri  ve  vatanları için en faydalı olanı seçebilme, düşmanlarını ve onlardan gelebilecek tehlikeleri tanıyabilme, bunlardan korunmak üzere sağlıklı kararlar alabilme imkânları ellerinden alınmıştır! Yani Türk Milletinin sağlığını, yaşam kalitesini ve güvenli geleceğini koruyacak olan MİLLİ  BAĞIŞIKLIK  SİSTEMİ” çökertilmiş,  bünyesi savunmasız ve güçsüz bırakılarak, zayıf düşürülmüştür!!! Özetle Türk Milletinin belleği (hafızası) ve ruhu hasta edilmiştir.

BÖLÜM II
      O halde hasta bir insanı – ya da hasta bir milleti iyileştirmek ve onu “yeniden sağlığına – yaşama döndürmek” için doğru tetkikler yapılması, doğru teşhis konulması ve doğru tedavi uygulanması kaçınılmazdır. Bağışıklık sistemi çökertilerek, ağır derecede hastalandırılmış, yaşamsal fonksiyonları uyuşturulmuş ve HAFIZASI (BELLEĞİ) “yalan yanlış, sözde bir tarihle – anlamsız ve gereksiz ezberlerle” bulandırılmış olan Türk Milletinin hastalığına “doğru  teşhis”  konulmalıdır  ki,  doğru  tedavi  yapılabilinsin.
      Şayet bu  tedavi yapılmaz ise, aynı geçmişte pek çok kez olduğu gibi, yine Türk Milleti “özgürlüğünü, saygınlığını, kendine güven duygusunu, dilini, dinini, kültürünü ve tüm milli özelliklerini, hatta yuvasını, yurdunu ve vatan topraklarını” dahi kaybetmeye mahkûmdur. (Zaten vatan toprağı kaybetmeye başlamıştır…) Tarihten ders almayan, yani “Milli Bellek (Hafıza) Kazanamayan” milletlerin sonu maalesef ki böyle korkunç bir hüsran ve yok oluştur. Bu mutlak gerçeği dünyada ki tüm bilinçli – gelişmiş – medeni milletler gayet iyi bilirler. Bunun için de ana dillerine – kültürel özelliklerine ve  birbirlerine dört elle sarılırlar. Evet söz konusu bu hüsran ve yok oluş,  Türk Milletinin başına maalesef ki pek çok kez gelmiştir… Ve uzun yıllardır yapmış olduğum bilimsel araştırma ve çalışmalar göstermiştir ki bunun BAŞLICA  İKİ  TEMEL  NEDENİ vardır:
  1. NEDEN BİR: Biz Türkler, BİZİ BİZ YAPAN, binlerce yıllık köklü ve zengin TARİHİMİZİ, KAHRAMAN ATALARIMIZI –  SOYUMUZU,  MİLLİ  KİMLİĞİMİZİ, DİL ve KÜLTÜRÜMÜZÜ yeterince önemsemiyoruz, araştırmıyoruz, bilmiyoruz ve bilmediğimiz için de isabetli kararlar veremiyoruz! Bu yüzden faydalı  “MİLLİ POLİTİKALAR” belirleyip, uygulayamıyoruz! Ayrıca  geleceğimizin yaşam garantisi olan genç nesillere “Tarih İlminin” ortaya koyduğu “Gerçek Tarihi” öğretmiyoruz! Yani Türk Gençlerine “Milli BELLEK (Hafıza)” kazandırmıyoruz! Bundan dolayı Türk Milleti olarak bizler, geçmişte Türklere ve İslâm’a kurulan tuzakları, “Türk ve Müslüman” maskeli politikacıları, geçmişte yaşadığımız ölümcül tehlikeleri, korkunç acıları, işkenceleri, ölümleri, hatta soykırımları çabucak unutuveriyoruz!!! EVET ŞAŞILACAK DERECEDE HEMEN UNUTUVERİYORUZ! Ve biz Türkler, bu vahim geçmişi unutunca da sürekli aynı hataları ve yanlışları yapmaya, aynı tuzaklara düşmeye ve bundan dolayı da büyük maddi sıkıntılar, acılar, yıkımlar, kayıplar ve ölümler yaşamaya devam ediyoruz…
  2. NEDEN İKİ: Antik Çağların Ünlü  Gök-Türk Hükümdarı Bilge Han Atamız,  gelecek Türk nesillerine ders ve ibret olması için “Orhun Gök-Türk Anıtlarına” şu uyarısını  kazdırmıştır: (özetle)Türkler, kendi ırkından – kültüründen – ahlâkından – inancından – kavminden – ailesinden, soyundan olmayan YABANCI KADINLARI (Moğolistan bölgesine komşu Çinli prensesleri, Çin hükümdarının kızlarını, kız kardeşlerini, kuzenlerini vs…) eşleri / hanımları yaparak, Türklerin gelecek nesilleri olacak olan çocuklarının anaları yapıyorlar ve Türk Hükümdarlar, o yabancı soydan gelen kadınların ve bu kadınların aile ve akrabalarının güçlü etkisi altında kalarak, onlara güvenerek, bu kadınların aile ve akraba bireylerini, hatta sıradan soydaşlarını bile Türk Devletinin kilit yönetim mevkilerine getirmekte hiçbir sakınca görmüyorlar!!! (Vezir-i azam, vezir, sadrazam, ordu komutanı, eyalet yöneticisi, kale bekçisi vs..) İşte içimize – mahremimize güvenerek aldığımız bu yabancılar,  Türk  karşıtı telkinleriyle, gizli politikaları ve saldırılarıyla, Türk Kültür ve Yasalarımızı (Töremizi) unutturup, içten içe devletimizi zayıflatmış ve yıkıma uğratmışlardır. Bilesiniz ki nice Güçlü Türk Devletleri, işte böyle içimize aldığımız yabancıların etkisi, uyguladıkları entrikalar ve ihanetler nedeniyle içten içe çökertilmiştir.”  Dünyaca ünlü Büyük Türk Hükümdarı CENGİZ HAN da Milletini benzer şekilde şöyle uyarmıştır; “TÜRKLER,  HİÇBİR SAVAŞI ve HİÇBİR DEVLETİNİ KAYBETMEZDİ, ŞAYET KENDİ IRKINDAN  KADINLARLA   EVLENMİŞ  ”
       Evet değerli Türk Hükümdarlarımız, Büyük Atalarımız Bilge Han ve Cengiz Han’ın bu son derece önemli ve yaşamsal müşterek uyarısının  doğruluğunu Tarih İlmi de defalarca kanıtlamıştır. Aklın yolu da birdir, Tarihi Gerçeğin de… Tarihten günümüze, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri de dahil,  yani istisnasız her Türk Devleti, “Türk olmayan, ancak Türk’müş gibi görünen yabancı eşlerin – cariyelerin – nedimlerin, onların akrabalarının – soydaşlarının gizliden gizliye sergiledikleri entrikalar, savurganlıklar, yolsuzluklar, çıkar çatışmaları ve ihanetlerle” İÇTEN çürütülerek çökertilmiştir. Bir başka deyişle hiçbir Türk Devleti, dıştan gelen tehlike  ve  saldırılarla  yıkılmamıştır.
       Ki bu dış saldırlar her ne kadar güçlü, devasa ve korkunç boyutlarda olurlarsa olsunlar; tıpkı Kurtuluş Savaşı Sürecinde olduğu gibi… Bilindiği üzere Türk Kurtuluş Savaşı, son derece kötü şartlar altında, her türlü imkânsızlıklar, yokluklar ve yoksulluklar içinde sürdürülmüş ve tüm bu zorluklara rağmen mucizevi zaferler kazanılmıştır. Çünkü Türk Milletinin başına bir TÜRK LİDER gelmiştir. Şöyle ki “teslimiyeti, acizliği, esareti ve onursuzluğu” asla kabul etmeyen, onursuz yaşamaktansa ölümü tercih eden Şerefli TÜRK Komutan Mustafa Kemal Paşa liderliğinde topyekûn TÜRK Milleti, muazzam bir ölüm kalım savaşı vermiştir. Öyle ki üstlerine yırtıcı kuşlar gibi her cepheden hücum eden birleşik işgalci düşmanları ve onların sadık işbirlikçileri Osmanlıları alt eden TÜRKLER, yüzyıllar sonra kendi kaderlerini kendi ellerine almayı başarmışlardır. Burada altı defalarca çizilmesi gereken önemli husus şudur: ZAFERİN KAZANILMASI ve KURTULUŞUMUZ, ancak ve ancak “TÜRK Komutan ve TÜRK Güçleri sayesinde mümkün olabilmiştir. İngiliz dostu – hatta müridi Osmanlı padişahına ve onun devşirme devlet adamlarına kalsaydık, bugün biz Türkler ya batılıların kölesiydik, ya da yok olup gitmiştik.  Henüz yakın tarihimizin bu ölüm kalım savaşını bile ne kadar çabuk unutuverdik! Türkler olarak bugün bizler, “Türkleri kölelikten – onursuzluktan – yok  olup gitmekten kurtaran ve bizlere yıldızı  parlayan, koskoca – özgür bir VATAN armağan eden Büyük Atatürk’e” dil uzatmaya, hatta hakaret etmeye cüret eden hain nankörlere gerekli tepkiyi bile  gösteremiyoruz!!! Bu Türk Milleti adına büyük bir utanç olsa gerek.

BÖLÜM III
      Lise yıllarımdan itibaren benim aklımı hep kurcalayan şu soru olmuştur; Türk Milleti “bin bir zorlukla – olağanüstü emeklerle – Türklerin kanıyla ve canıyla kurdukları” devletlerin yönetimine TÜRK SOYDAŞLARI dururken, neden yabancıları getirmişlerdir? (Dünyada – başka hiç bir millette bunun bir örneği daha yoktur!)  Yani Türkler, kendileriyle ortak hiçbir şey paylaşmayan yabancılara körü körüne güvenerek devletlerinin kilit makamlarına neden yabancıları oturtmuşlardır? Türkler, “Türk Kanı, Türk Ruhu ve Türk Sevgisi” taşımayan, hatta düpedüz gizli Türk düşmanlığı güden, ancak Türk Milletini aldatmak için birer “Türk veya İslâm” adının ardına gizlenen yabancılara neden devlet yönetimini teslim etmişlerdir? Bu son derece yanlış – ölümcül uygulamanın neticesinde Türk Devletlerinin zarara uğraması ve yıkıma sürüklenmesi elbette ki  her zaman kaçınılmaz olmuştur!
      Tarih İlmi açıkça göstermiştir ki dünyada hiçbir millet, evet hiçbir millet “kendi soy ağacından, dilinden, kültüründen, inancından olmayan yabancılara” Türkler gibi güvenip, kendi kurduğu devletin yönetimine yabancıları oturtmak gibi ölümcül bir hata yapmamıştır!!! Türkler ise, bu ölümcül hatayı maalesef ki sürekli yapmışlardır… Hatta 1938 sonrasında da bu hatayı yapmaya devam etmişlerdir! İşte bu tavır, ancak “MİLLİ BELLEĞİNİ (HAFIZASINI)” kaybetmiş bir milletin tavrı olabilirdi!!!
       Şimdi lütfen bir duralım, düşünelim ve empati yapalım; şöyle ki bir aile düşünelim, çünkü bir aile yönetimi de, bir devlet yönetimi gibidir;  zaten sosyologlar,  ailenin, devletin “en küçük – çekirdek birimi” olduğunu ifade etmektedirler. O halde, aynı bir devlet başkanı, reisi gibi, bir aile reisi de bir yöneticidir. Söz konusu bu aile reisi, “Ben ailemi – eşimi, çocuklarımı, evimi, bütçemi, mal varlığımı, topraklarımı idareden acizimdiyerek, ailesini – eşini – çocuklarını – evinin bütçesini – menkul ve gayri-menkul mal varlıklarının idaresini bir yabancıya güvenerek, o yabancının ellerine teslim edebilir mi? Ya da teslim ederse ne olur? Aklını çalıştırabilen herkes çok iyi bilir ki  bu bir felâket olur.
      O yabancı yönetici – başbakan – sadrazam – ordu komutanı – voyvoda vs… – her nasıl adlandırılırsa adlandırılsın – o aile babasının “eşini – çocuklarını onurunu, şerefini, sağlığını, güvenliğini, eğitimini, vs…” kısacası o ailenin iyiliğini, ailenin reisi biyolojik baba veya anne gibi düşünebilir mi? Elbette düşünemez, hatta düşünmez. Niye düşünsün ki? (İstisnalar belki olabilir, ancak istisnalar genel kaideyi bozmaz.) Hem bir yabancı, kendisiyle doğal hiç bir bağı bulunmayan, ortak geçmişi – ortak duygu ve inançları paylaşmayan, ortak hedefleri olmayan, kendisine tamamen yabancı bir aileyi ve o ailenin çıkarlarını, kendi öz ailesi gibi neden düşünsün, neden korusun ki? O yabancı, ancak kendi menfaati için gayret gösterecek, siyasi güç, makam, zenginlik ve saltanat elde etmek için uğraşacaktır… Nitekim Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde tam da böyle olmuştur: Osmanlı padişahlarının yabancı eşleri, cariyeleri ve onların yanlarında saraya getirdikleri maiyetleri (danışmanları, rahipleri, papazları, özel hizmetçileri vs…), akrabaları ve devlet yönetimine getirilen soydaşları – devşirme yabancılar, ancak kendi çıkarları ve saltanatları için uğraşmışlardır…  Türk  Milletinin  yaşam koşulları, sağlığı, eğitimi, huzuru ve mutluluğu hiçbir zaman bu yabancıların umurlarında  bile  olmamıştır. Doğal olarak.   
      Selçuklu ve Osmanlı hükümdarları, ne yazık ki “Türk olmayan, Türklerle ortak hiçbir bağı – amacı bulunmayan, yani farklı dili, dini inancı, kültürü ve hedefleri olan yabancıları” Türklerin başına idareci olarak getirmişler ve Türklerin resmen felâketlerine neden olmuşlardır. Böylece Türkleri “TÜRK” yapan “binlerce yıllık milli kimliği, ana dili, zengin kültürü, tarihi, dini, sağlığı, huzuru vs… kısacası her özelliği  ve tüm yaşamı”  toptan yıkıma uğramıştır.  Hem de bu öyle ağır hasarlı – öyle derin  bir yıkım olmuştur ki, 15 yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde Türklerin kendilerine gelebilmeleri mümkün olamamıştır.
      Oysa ki Salt TÜRK YÖNETİMİNE dayanan Genç Cumhuriyet Rejimi, tüm zorluklara ve kısıtlı imkânlarına rağmen, Osmanlıların yüzlerce yıl verdikleri devasa zararları telâfi etme yoluna gitmiş ve bu bağlamda ne gerekiyorsa yaparak, mucizevi başarılar elde etmiştir… Ancak zarar o kadar büyük ve zaman o kadar azdı ki!!! Sadece ve sadece 15 yıl!!! Osmanlı devrinde yüzyıllar boyunca Türklere verilen maddi ve manevi zararlar o kadar büyük ve o kadar korkunç boyutlarda olmuştur ki, bu zararları telafi edebilmek için değil 15 yıl, en az 50 yıl gerekliydi. Ayrıca unutmayalım ki, Genç Türk Yönetimi, bu kısacık 15 yılda hem milleti ve ülkeyi kalkındırmak için olağanüstü çalışmalar yapmış, hem de TBMM’ne ve ülke içine çöreklenen ve Türk Hükümetine sürekli sorunlar çıkaran Türk düşmanlarıyla da mücadele etmek zorunda kalmıştır.

BÖLÜM IV
       Evet sadece 15 yıl, ancak yine de Büyük Atatürk 15 yıla, 150 yıla sığdırılamayacak kadar göz kamaştıran maddi ve manevi büyük başarılar sığdırmıştır. (Bugün Türkiye Cumhuriyeti halâ Onun inşa ettiği sağlam temeller üzerinde ayakta durmaktadır.) Ancak 10 Kasım 1938 tarihi, Türkler için maalesef ki yeni bir yıkımın – felâketin başlangıcı – kırılma noktası  olmuştur!  Çünkü 11 Kasım 1938’de Osmanlı zihniyeti taşıyanlar yeniden iktidarı ele geçirmiş ve en ileri medeniyet seviyesine ulaşmak üzere raya oturtulan TC Devletini, yolundan çevirerek, geriye döndürmüşlerdir. Yani Türklerin sürü olarak görüldüğü, baskılandığı, ezildiği ve sömürüldüğü Osmanlı devrine doğru geriye gidiş başlatılmıştır…
      Söz konusu o günkü kırılma noktası – geri dönüşün acı sonuçları apaçık ortada durmaktadır:  Şöyle ki,  o gün – bugündür Türk Milletinin tarihini öğrenmesine – tarih bilinci kazanmasına, haklarını savunmasına, huzurlu ve mutlu yaşamasına bir daha izin verilmemiştir! Evet 16 bin yılın üstünde devasa köklü bir geçmişe sahip olan, pek çok imparatorluk, krallık ve devlet kurmuş olan, medeniyetin tam da temelinde – merkezinde yer almış – dünyada bilinen en eski, en köklü millet olan Türk Milleti, 21. Yüzyılda bile halâ kendine gelememiştir, yani “BELLEĞİNİ – HAFIZASINI” kazanamamıştır! Bu durumundan dolayı Türk Milleti, her türlü maddi ve manevi imkâna, yer üstü ve yer altı zengin kaynaklara sahip olmasına rağmen, maalesef ki halâ gelişememiş ve Büyük Atatürk’ün ısrarla öngördüğü ileri medeniyet seviyesine ulaşamamıştır!!! Hatta daha da vahim ve acı olanı ise Türk Milleti, yüzyıllarca köle hayatı yaşayan  ve özgürlük nedir bilmeyen bazı Asyalı ve Afrikalı sömürge milletlerinin bile gerisine düşmüştür!!! Bu mutlak gerçeği görmeyenler ya kara cahildirler, ya delidirler, ya da düpedüz haindirler. Bir dördüncü şık ise kesinlikle yoktur.
      Oysa ki daha dün “çeşitli ırklardan oluşan, çamurdan yapılmış evlerde yaşayan, aralarında yüzyıllarca kanlı din kavgalarına tutuşan,  karışık topluluklar…(İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İspanyollar, İtalyanlar, Grekler vs…), akıllı ve bilinçli aydın toplum liderlerinin öncülüğündeeğitimle – telkinle – uzlaşmayla – ortak tek bir dille – tek dinle – yaratılan değerlerle (örneğin krala değil, toprağa bağlılık – birbirine bağlılıkla), ısmarlama – sahte tarihlerle ve tabi ki birlikten güç doğar aşısıyla” birleştirilmiş ve bir millet yapılmışlardır. Ve ancak ondan sonradır ki kendileri için ilk kez bir devlet kurabilmişlerdir! Söz konusu bu genç milletler, “milli birliklerine, dil, din ve geleneklerine” en üst seviyede önem vererek, ve bunları genç nesillerine eğitimle aktararak, milli kimliklerine çoktan kavuşmuşlardır. Tarihi derinlikleri bile olmayan, yani sonradan bir millet olan bu batılı milletler, kendi elleriyle yarattıkları “milli kimliklerinin” sorgulanmasına dahi bugün asla izin vermemektedirler. Peki ya Türkler!!!
      Hatta sonradan sonraya millet ve devlet sahibi olan söz konusu bu batılılar, kendilerini diğer tüm milletlerden üstün görmeye başlamış ve 17. Yüzyıldan itibaren dünyanın zengin kaynaklarına göz dikerek, onları ele geçirmeye odaklanmışlardır. Bu bağlamda onlar, dillerini, dinlerini, kültürlerini, sahte tarihlerini tüm dünyaya dayatmayı ve yaymayı bile başarmışlardır!
      Batılılar “kendi uydurdukları – bilimsel temellerden tamamen yoksun – sözde tarihlerine” canhıraş sahip çıkarken, biz Türkler pek çok bilimsel kanıtlara ve arkeolojik bulgulara dayanan, yani tamamen gerçek olan muazzam “Antik Tarihimize” bile maalesef ki sahip çıkamıyoruz! Sözde Türk arkeologlar ve tarihçiler de, daha dün millet olabilmiş ve bir devlet kurabilmiş olan bu emperyalist batılıların BİLİMİ HİÇE SAYARAK, tamamen kendi çıkarları doğrultusunda uydurdukları antik tarihe canhıraş sahip çıkmaya devam etmektedirler !!! Hatta sahiplenme hususunda bazı Türkler o kadar ileri gitmişlerdir ki, batılıları bile geçmişlerdir! (Yani kraldan çok kralcı olmak söz konusudur!) Bu acıklı durumun bir tek nedeni vardır; o da Türklerin “Milli Bellek – Hafıza” kazanabilmeleri 1940’lı yıllarda engellenmeye başlanmıştır! Yani Türkler, tam da batılıların arzuladıkları kıvama getirilmişlerdir!
       Türkler için söz konusu bu acıklı durum, gerçekten de OLAĞANÜSTÜ BİR ANORMALLİK teşkil etmektedir. Ancak böylesi devasa bir anormalliğin, genel olarak Türk Üniversitelerinde – akademisyenler, aydınlar, gazeteciler, televizyon programcıları vs… arasında dile getirildiğine ve sorgulandığına hiç tanık olmadım!!!  Bu yüzden Türk Milleti, ne binlerce yıllık muazzam antik tarihini biliyor, ne Cumhuriyet Tarihini doğru biliyor, ne 600 küsur yüzyılda Osmanlı devrinde başına gelen felâketleri biliyor, ne Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm’ı biliyor, ne de henüz yakın geçmişimiz olan “Kurtuluş  Savaşı  Sürecini”  doğru – dürüst biliyor!!!
      Şayet Türk Milleti tüm bu TARİHİ GERÇEKLERİ bilseydi, Kurtuluş Savaşımızın o zorlu sürecinde “Türklere açıkça ihanet eden, Türklere yapmadığı kötülük bırakmayan, işgalci düşmanlarla resmen işbirliği yaparak Anadolu’yu kana boyayan, Türkiye ve dünya  arşivlerinde  yaptıkları hainlikler – ihanetler  tescilli – kanıtlı ve belgeli olan vatan hainlerinibugün birer “kahraman” gibi sunmaya – yutturmaya hiç kimse cesaret edemezdi! Türkler, buna asla izin vermezlerdi. Hatta o haddini bilmeyen kriptolar, tamamen Osmanlı propagandası olan “uydurma – sözde tarihle” Türk Milletini göz göre göre kandırmaya asla ve asla cüret edemezlerdi! Türk Milleti tarihini ve dinini doğru bilseydi, profesör(!) unvanlı – sözde tarihçi biri televizyona çıkıp da “Osmanlıyı eleştiren, İslam’ı eleştirmiştir… Osmanlıya karşı olan, İslâm’a karşıdır…” diyerek bu kadar korkunç boyutlarda bir yalan söyleyebileceği müsait bir ortamı bulamazdı!
      Ayrıca yine Türkler tarihini ve dinini doğru bilseydi, söz konusu bu kriptolar, Türk Milletinin namusunu, onurunu, şerefini, canını ve vatanını kurtaran ve tüm dünya mazlum milletlerine de kurtuluş – özgürlük ve insanca yaşam umudu veren ve yaşadığı çağda dünya barış ve huzuruna muazzam katkılar sağlayan ve bunun için her geçen gün artan bir saygı ve sevgiyle sevilen Büyük Atatürk’e –  hem de Onun kurduğu TC Devleti’nde –  hayasızca, nankörce dil  uzatmaya cüret edemezlerdi!
      Bu nefret uyandıran, asla kabul edilemez ANORMAL durumun,  Türkiye’de barınan, Türk Milletinden maaş alan ve bu sayede geçimini temin eden pek çok sözde akademisyenin, gazetecinin, araştırmacının, televizyon program yapımcısının… kısacası pek çok sözde aydının umurunda bile olmadığına pek çok kez şahit oldum!  Ancak buna karşın tarihten günümüze dürüstlüğü temel ilke edinmiş – karakterli yerli ve yabancı saygın devlet adamları, saygın araştırmacılar, saygın akademisyenler, saygın gazeteciler, saygın televizyoncular  da ne mutlu ki var olmuştur ve olacaktır da… Bu değerli insanlar “21. Yüzyılda bile halâ bellektenhafızadan, yani tarih bilincinden yoksun olan Türklerin, içine düştükleri bu son derece ANORMAL duruma” hayret ederek, hatta bazıları içtenlikle üzülerek dikkat çekmişlerdir. Bunlardan bazı çarpıcı örnekler vermek, 30 AĞUSTOS  BÜYÜK  ZAFER  BAYRAMIMIZIN  DEĞERİNİ çok  daha  iyi  anlamamızı  sağlayacağı  kanaatindeyim: 

BÖLÜM V
Tarihçi BERNARD LEWİS, “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2000.
Sayfa 327 – 328: “İslâmlığı kabul eden uluslar arasında HİÇ BİRİ, kendi ayrı özdeşliğini (milli kimliğini), İSLÂM ÜMMETİ İÇİNDE ERİTMEKTE, Türklerden daha ileri gitmemiştir! Türkler, “Türk ile Türk  olmayan”  arasında hiçbir ırk engeli koymadılar. (İşte Türklerin bu ölümcül hatalarından dolayı, Türk Devletleri her zaman içten içe – içten gelen ihanetlerle yıkılmıştır…)
Türkler, İslâm öncesi geçmişlerinden ancak birkaç hatıra koruyabilmişler, ancak İslâm öncesi TARİHLERİNE hiçbir ilgi göstermemişlerdir! Türkler, kendilerini İslâm diniyle tamamen özdeşleştirerek, kendi ayrı Türk geçmişlerini ŞAŞILACAK DERECEDE  bir  hızla ve tümlükle UNUTMUŞLARDIR! (Daha doğrusu Osmanlılar, Türklere tarihlerini – milli kimliklerini kasten unutturmuşlardır.)
Sayfa 330 – 331: “Osmanlı İmparatorluğunda “Türk Milli Özdeşlik Duygusu” ezilmiş ve silinmiştir. 19. yüzyıl ortalarına kadar ki Osmanlı yazılarında ve ondan sonrakilerin bir çoğunda “TÜRKİYE” sözcüğü kullanılmamıştır. Böylece TÜRK ULUSUNUN BİZZAT VARLIĞI  GİZLENMİŞTİR.
TÜRK sözcüğü, sadece Anadolulu göçebelerini, ya da köylülerini ifade etmek için kullanılmıştır! (O da aşağılayıcı ifadelerle…) Önemli bir Osmanlı Tarihi Kaynağı kabul edilen Koçu Bey 1630’da Yeniçeri Birliklerini gereksiz kimseler kapladı diye yakınarak Türkleri, “Çingeler, Tatarlar, Lazlar Katırcılar, Hamallar, Eşkıyalar ve Yankesicilerle” bir tutarak, Türkleri aşağılamıştır.
1802’de Paris’e giden Halet Efendi bile kendisine “Türk Elçi” denilmesine alınmış, üzülmüş, hatta buna tepki bile göstermiştir.”
[Grek kökenli devşirme Halet efendi’yi Türk Milletine kısaca tanıtmak gerekir: Halet takma adı, onun Grek soyunu/ırkını ve Hıristiyan dinini gizlemek için muhtemelen uydurulan bir addır. Çünkü Osmanlı da bu bir gelenekti… Osmanlılar, saraylarına ve ordularına aldıkları ve baş tacı ettikleri devşirme yabancı oğlanların, yabancı eşlerin – cariyelerin vs… gerçek kimliğini, soy ve dinini gizlemek için onları “Türk ve Müslüman’mış” gibi, göstermeye oldukça büyük özen göstermişlerdir!
Halet efendi hakkında açıklama yapmamız, Osmanlıda “yabancılarla” ilgili  yazdıklarıma çarpıcı bir örnek olacaktır kanaatindeyim. Çünkü padişah 2. Mahmut’un (1808 – 1839) kendisine duyduğu yakınlık – güven ve ona bahşettiği baş danışmanlık  ve mühürdarlık gibi büyük yetkilerle güçlenen – devlet işlerinde söz sahibi olan  Halet efendi, Türklere pek çok kötülük yapmış ve pek büyük zararlar vermiştir… Yani Türkler, 2. Mahmut ve onun baş danışmanı – mühürdarı Halef efendi yüzünden Doğu Avrupa’da çok büyük can kayıpları,  mal ve toprak kayıpları yaşamışlar, böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma süreci de başlamıştır.
Türklere terör saldırıları ve katliam uygulayarak, Türkleri yıldırmak ve onları göçe zorlamak, mallarını ve topraklarını ele geçirmek üzere gizlice kurulan, silahlı Grek çetesi/örgütü Filik-i Eterya’ya elinden gelen her türlü kolaylığı ve yardımı yapan Halet efendidir! Öyle ki bu silahlı çeteyi öğrenen, onlara göz açtırmayan ve bu tehlikeli çete konusunda padişah 2. Mahmut’u sürekli uyaran, uzun yıllar Osmanlı Devletine başarıyla hizmet etmiş olan Yanya Valisi/Tepedelenli Türk Ali Paşa’nın ortadan kaldırılması için 2. Mahmut’u ikna eden de yine Halet efendi olmuştur. Böylece Halet efendinin ısrarıyla padişah 2. Mahmut,  Türk Ali Paşa hakkında idam fermanı çıkartıp, onun idam edilmesini sağlamıştır!
Değerli Türk Tarihçimiz Tarık Zafer Tunaya bu ibret verici nankörlük olayına dikkat çekerek, şöyle yazmıştır; “1821 yılında vefasızlık örneği olarak Ali Paşa’nın Yanya kalesinde asılması, Grek isyanını ilân eden bir bayrak mahiyetindedir. Zira Filik-i Eterya uzun yıllar kendisine göz açtırmayan bir kimseden artık tamamen kurtulmuştur. (Kaynak; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler ( 1859 – 1952), Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1952, s. 82 – 83)   Görüldüğü üzere Halet efendi, Doğu Avrupa Türk topraklarının parçalanmasına, binlerce Türkün katledilmesine, göçe zorlanmasına, hatta daha da korkuncu soykırıma uğramasına sebep olmuş, Osmanlı padişahınca baş tacı edilmiş, Türk ekmeğiyle beslenip, saraylarda saltanat sürmüş olan hain devşirme – kriptolardan sadece ve sadece biridir. ]

BÖLÜM VI 
Bernard Lewis ile devam ediyoruz (Sayfa: 342):Osmanlı İmparatorluğu’nun halkları arasında “milliyetçi fikirlerden” en son etkilenen, imparatorluğun bizzat sahibi Türkler olmuştur. Tarihlerinin unutulmuş ve reddedilmiş bölümüne ait bilgiler 18. Yüzyıldan itibaren Avrupalı bilim insanlarınca –  Türkoloji Bilimiyle gün ışığına çıkarılmaya başlayınca, bu bilgiler zamanlar Türklere de ulaşmıştır. Ve böylece bu bilgiler, Türklerin ayrı bir varlık – ayrı bir soy/ırk olduklarını anlamalarını sağlamıştır.”  (Yani dünyada bilinen en eski soy/ırk/millet olan Türkler, Osmanlı içinde Türk olduklarından – tarihlerinden, en son haberdar olan millet olmuştur! O da ancak yabancıların sayesinde haberdar olabilmişlerdir! Bu korkunç durum ne büyük bir trajedidir!  Hatta ne büyük bir ayıptır!) 
Fransız Tarihçi – Devlet Adamı Alphonse De Lamartine, “Osmanlı Tarihi – Cilt 1 &  2”, Sabah Yayınları, İstanbul, 1991.
Cilt 2 – Sayfa 992: “Osmanlı İmparatorluğu içinde Grek (Yunan) milletinin, bir milletin esas yaşama unsurları olan “milliyeti, dini ve mülkiyeti” korunmuştur. Gerçekte Grekler, Grek insanı, Grek halkı ve Grek yurttaşıydılar. Grekler, kiliselerine, din adamlarına, patriklerine, seçimle iş başına gelmiş bölgesel hakimlerine, gemilere, ticarethanelere ve ortodoks Hıristiyanlık ayrıcalıklarına sahiptiler.
Greklerin nüfuzları, zenginlikleri, İstanbul’da Divan (Devlet Yönetimi) üzerindeki etkileri, imparatorlukta tek başına yürüttükleri ticaretleri, askerlik ve kölelik dışında tutulmaları, onları  aşağı  yukarı  bütün Osmanlı Devleti’nde efendileriyle eşit ve bazı konularda üstün duruma getirmiştir. Grek soylular (zenginler) Transilvanya’ya (günümüz Romanya’sında bir bölge) Sırbistan’a, Eflâk’a, Boğdan’a, Ege ve Akdeniz Adalarına, Osmanlı yönetimi tarafından bölgesel yönetici – hükümdar olarak seçiliyorlardı. (Daha önce Halet efendi konusuyla değindiğimiz Türk düşmanı Grek terör örgütü Filik- Eterya’nın başına geçen de söz konusu bu Fenerli zengin Grek ailelerinden birinin oğlu olan İpsilanti’dir. İpsilanti’nin aile soy ağacı Osmanlı hanedanıyla iç- içe geçmiş, aile bireyleri Osmanlı Devlet yönetiminde önemli mevkilere atanmışlar, ve Balkanlara da bölgesel yönetici olarak atanan kişiler olmuşlardır! Yani İpsilantiler, Türklerin aleyhine çalışan, gayet zengin, güçlü ve nüfuzlu Grek ailelerden biri imiş)  Osmanlı Devleti’nin dış politikası Greklerin elindeydi. Osmanlı hükümetinin Grek tercümanları neredeyse Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerçek Dışişleri Bakanlarıydı (Gizli Grek terör örgütü Filik-i Eterya başkanı İpsilanti’nin dedesi de, geçmişte bu tercümanlardan biri olmuştur.) Greklerin  Boğaziçi’ndeki  yalıları, onların zenginliklerinin kanıtıydı.
Sayfa 1028: “Tanzimat Fermanı’nın (Gülhane Hattı Hümayun’un) olumsuz etkilerini görmezlikten gelmek yanlış olur. Ferman’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa ve arkadaşlarının en büyük hatası, Osmanlı İmparatorluğu’nun temel taşı olabilecek EGEMEN MİLLET TÜRKLERİ  ihmal  etmiş olmalarıdır! (Bu da gayet doğaldır, çünkü Mustafa Reşit paşa ve arkadaşları da Türkleri zerre kadar umursamayan  birer devşirme – kriptolardı. Ve yine gayet doğaldır ki bunlar, sadece kendilerinin ve kendi soylarının çıkarlarını düşünüyor ve kolluyorlardı…)
Bütün imparatorluklarda TEK BİR  EGEMEN MİLLET vardır. O tarihte  Avusturya İmparatorluğu’nda Alman milleti, Rusya’da Doğu Slav ırkı, İngiltere’de İngiliz milleti, ve Amerika Birleşik Devletlerinde (ABD) Anglosakson (İngiliz) unsuru egemen durumdaydı. İŞTE BÜTÜN BU DEVLETLERİN VARLIKLARI VE GÜÇLERİ,  TEK  BİR  EGEMEN  MİLLETİN  ÖNDERLİĞİNDE GELİŞİP, SÜRMÜŞTÜR.
Gerçi Türklük unsurunu ilk ihmal eden yönetim Tanzimat yönetimi de değildi, imparatorluk içinde Türkler yıllar önce bir ümmet anlayışı içine sokulmuştu. Osmanlıda iğreti milletler topluluğu içinde Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve sahibi olan TÜRK IRKI azınlık durumuna düştü! Bu durum Türk Milletini ve Müslümanları üzerken, Türk ve Müslüman olmayan topluluklar, ayrıcalıklı duruma  geçtikleri için sevindiler...”
[Osmanlının son devirlerine tanık olan (padişahlar 2. Mahmut ve oğlu 1. Abdülmecit ), padişahlarla görüşme imkanı elde eden ve Anadolu Türk topraklarını  gezip, gören, hatta ara ara Türk topraklarda yaşayan Fransız A. De Lamartine, böylece Osmanlılarla ilgili son derece isabetli analizler yapabilmiştir. Ünlü tarihçimiz Taner Timur da,  A. De Lamartine’nin bilhassa bu özelliğine dikkat çekerek, şöyle yazmıştır;A. De Lamartine, Osmanlı devlet adamlarının zihniyetini çok isabetli  bir  şekilde teşhis etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu için genel tabloyu şöyle çizmiştir; “Osmanlı ruhu diye bir şey kalmamıştır; ekilmemiş ovalar, sahipsiz topraklar, gemisiz denizler, çamurdan inşa edilmiş köyler, ahşaptan bir başkent, her tarafta yıkıntı ve perişanlık ve bu yıkıntıların ortasında cesaretini kaybetmiş, çökmüş, sefilâne yaşayan TÜRKLER.” Taner Timur, Osmanlı Çalışmaları, İmge Kitabevi, Ankara 1998, s. 229 – 231. ]

BÖLÜM VII
Taner Timur, Osmanlı Çalışmaları, İmge Kitabevi, Ankara, 1998.
Sayfa 95 – 96 : Batılı devlet adamları içinde Tanzimat hareketinin mimarı Mustafa Reşit Paşa hakkında en gerçekçi hükmü Fransız tarihçi ve devlet adamı F. Guizot’un verdiği kanaatindeyim. (Yukarda bahsettiğim gibi Mustafa Reşit paşa; yine Türk olmayan – devşirme bir sadrazamdı! Zaten 1453’den  itibaren, yani 2. Mehmet (Fatih) ile birlikte – hiçbir Türk,  en üstten – en alt makamlara kadar – hiç bir devlet görevine getirilmemiş, hatta Türkler devlet yönetiminden dışlanarak, tamamen uzaklaştırılmışlardır. Ta ki 1919 Haziranında açıklanan Amasya Genelgesine kadar; yani Büyük Türk Komutan Mustafa Kemal Paşa’nın bu haksız ve uğursuz Osmanlı gidişatını durdurması ve Türk Milleti adına yönetimi eline almasına kadar. )  Mustafa Reşit Paşa’yı yakından tanıyan F. Guizot onunla ilgili şu hususları dile getirmiştir; “Mustafa Reşit Paşa ülkesinde giriştiği reform hareketinin başarıya ulaşması için en gerekli niteliklerden birinden yoksundu, Türkiye’de güçlü bir reformcu olamayacak kadar az Türk’tü. (Guizot kibarlık yapmıştır; Mustafa Reşit Paşa’nın Türklükle hiç alâkası yoktu demek çok daha doğru olur.)  Büyük Petro, Rusya’yı Avrupa medeniyetine sokma girişiminde derin bir şekilde Rus’tu ve Rus kaldı… Mustafa Reşit Paşa, özellikle bir Avrupa diplomatı oldu ve Avrupa’yı Türkiye’de tatmin edebilmek, onun devamlı hakim görüşü oldu. Onun ve diğer Osmanlı Tanzimatçıların görüşleri, Avrupa devlet adamlarının görüşlerini yansıtıyordu.”
Tanzimatçı devlet adamlarının – UZLAŞMA DİPLOMASİSİ – (Daha doğrusu TESLİMİYETÇİ – İHANET POLİTİKALARI), elbette kendileri açısından son derece verimli olmuş, hemen hemen hepsi efsanevi zenginlik içinde yaşamışlardır… Özellikle Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın zenginliği Avrupa’da büyük ilgi uyandırmış, Paşa Avrupa’nın en zengin insanı olarak şöhret yapmıştır.  Batı’da Yahudi Rotschild’lardan daha da büyük bir servete sahip olarak şöhret yapan Mehmet Ali Paşa hakkında birbirini teyit eden birçok eser yazılmıştır.” (Bir başka deyişle yabancı kökenli – devşirme Osmanlı devlet adamları, Türk Devletine resmen ihanet ederek, devlete büyük zararlar vererek, hatta devleti batırarak, bunun karşılığında dillere destan – efsanevi zenginliklere kavuşmuşlardır!)

Avusturya Devlet Adamı – Diplomat ve Başbakan Klemens Von Metternich’in (D. 1773 – Ö: 1859) Osmanlı yorumu:
  1. V. Metternich başbakan iken, İstanbul’daki Avusturya elçisi Appony’ye “Tanzimat Reformu (1839)” ilgili şunları yazmıştır;
Osmanlı İmparatorluğu çökme halinde bir vücuttur. Bu çöküşe sebep olan fenalıkların başında padişahın derin bir cahillik ve hayâl gücüyle desteklediği “Avrupai reform” zihniyeti gelmektedir. (Metternich’in tespiti tamamen doğrudur ve diğer tarafsız Osmanlı kaynaklarıyla örtüşmektedir; şöyle ki tamamen İngilizlerin baskısı ve ısrarıyla hazırlanan Tanzimat Reformunu, Metternich’in ifadesiyle  “körü körüne – cahilce” onaylayan padişah 2. Mahmut’tur; böylece reform maddeleri 2. Mahmut’un zamanında İngiliz elçisi tarafından hazırlanmış – onaylanmış, sadece ilân edilmesi kalmıştır; o da oğlu 1. Abdülmecit tahta çıktığında 1839’da gerçekleşmiştir. Yazımızda daha önce belirtmiş olduğumuz gibi 2. Mahmut, Osmanlının Balkanlar’da ilk toprak kayıpları yaşamasına neden olan padişahtır. En güvendiği danışmanı ve mühürdarı olan Grek hamisi devşirme Grek Halet efendiye inanan ve onun sözüyle Balkan topraklarında uzun yıllar güvenliği ve asayişi sağlayan ve de Türk düşmanlarına göz açtırmayan başarılı Yanya Valisi Türk Ali Paşa’yı kale burcunda astıran da yine 2. Mahmut’tur! Yüzlerce yıl Osmanlılara canla başla hizmet eden Yeniçeri Ocağı Askerlerini – Karargâhını topa tutturan, en kanlı ve en zalim bir biçimde Yeniçeri Askerlerini yok eden – ortadan kaldıran da  yine 2. Mahmut’tur! )
Bizim Babıâliye’ye (Osmanlı Hükümetine) tavsiyemiz şudur, padişah ile tebaası arasında başlıca bağlantıyı sağlayan dini müesseselere saygı göstermek üzerine hükümetinizi kurun. (Matternich burada da oldukça doğru bir görüş belirtmiştir, çünkü Osmanlılar Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm’a en başından (Orhan Gazi’den) itibaren samimi inanç ve saygı göstermemişler, sadece gösteriyor gibi yapmışlar, yani takiyye yapmışlardır! Söz konusu bu tarihi gerçeği yabancılar elbette gayet iyi biliyorlardı. Ancak iman ettikleri Allah’a değil de, Osmanlılara  kul  ve köle edilmiş, gözleri köreltilmiş – biçare Türkler bu gerçeği maalesef ki bilmiyorlardı!  Hatta  %95’i  maalesef ki halâ bilmiyor!)
Yönetim sisteminizi düzene koyun, onu ıslâh edin (iyileştirin – düzeltin). Size UYMAYAN REFORMLARI uygulamak için mevcut yönetim sisteminizi yıkmayın. TÜRK KALINIZ… VE İSLÂM HUKUKU KURAN’A UYUNUZ.” Klemens Von Metternich
[Kaynak: Fahir Armaoğlu, 19. Yüz Yıl Siyasi Tarihi (1789 – 1914), Türk Tarih Kumru Basımevi, Ankara, 2003, s. 225]

BÖLÜM VIII
      O halde Türk Milletinin mutlaka ama mutlaka bilmesi gereken en önemli tarihi gerçek şudur; “yüzyıllarca başına yönetici diye getirdiği kişilerin Türk ve Müslüman olmadıkları, ancak Türk ve Müslüman’mış gibi rol yaptıkları ve böylece Türkleri kandırıp, sömürdükleri” gerçeğidir! Yakın tarihimizde bu durumun bir tek istisnası olmuştur, o da 1919 – 1938 dönemidir. Bir başka deyişle Büyük Atatürk, Türk Milletini işgalci emperyalist dış güçlerin topyekûn saldırılarından – kanlı ellerinden kurtarmakla yetinmemiş, O, Türkleri yüzyıllarca “Türklük ve İslamlık Maskesiyle” kandıran, her açıdan sömüren, hatta aşağılayan – hor gören, çağlar gerisinde bırakan Osmanlılardan da kurtarmış ve Türkleri,  hak ettikleri “özgürlüğe, insanlık onuruna, binlerce yıllık tarihi kimliklerine ve Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm Dinine kavuşturmuştur.
     Amerikalı ünlü tarihçi – BİLİM insanı Profesör Justin Mcharty’nin ifadesiyle “Atatürk, Türklerin vatanını kurtarmakla kalmamış, TÜRK Irkının yeryüzünden – dünyadan silinip, yok olmasını da önlemiştir”. (Prof. J. Mcharty – olması gerektiği gibi – sadece bilim kaygısıyla hareket eden, bunun için Türklerle ilgili salt tarihi gerçekleri cesurca yazan – konuşan, böylece “Türk düşmanlarının asılsız iddialarını, yalan ve iftiralarını” çürüten saygın – dürüst  bir tarihçi – bir bilim insanıdır. Profesörün bu takdire şayan – cesur bilimsel davranışı,  Türk düşmanlarının tepkisini çekmekte elbette gecikmemiş ve maalesef ki onları profesörün Amerika’daki evini kundaklayıp, yakmalarına kadar ileri götürmüştür! Ayrıca hocamız defalarca da ölüm tehdidi aldığını ifade etmiştir. Sadece bu olay bile, tarihi açıdan Türklerin ne kadar haklı olduğunu ortaya koymaktadır. Tüm tehditlere rağmen, saygıdeğer – değerli hocamız, bilimin dosdoğru yolundan asla ayrılmamıştır. Önce bir Türk olarak, daha sonra bir bilim insanı – tarihçi olarak, hocamızın bu asil, onurlu ve sarsılmaz bilimsel duruşu nedeniyle, onu en derin sevgi, en derin saygı ve minnet duygularımla selâmlıyorum.)
     O halde şimdi de Büyük Atatürk’ün Türk Milletini Osmanlıların ellerinden kurtarmasının ne derece büyük bir anlam ve önem taşıdığını, “yerli ve yabancı tanıkların gözlem ve tespitleriyle” örneklemek ve  gözler önüne sermek istiyorum …

1759 – 1768 yılları arasında İzmir ve İstanbul’da görev yapmış olan  Alman  papaz  Christoph  Wilhelm  Lüdeke’in  gözlemleri:
Osmanlıda kız çocuklarını eğitmek, onların zekasını geliştirmek için hiçbir çaba harcanmıyor! (Sanki Osmanlılar oğlan çocuklarını eğitmek ve zekâlarını geliştirmek için çaba harcamış mıdır? Hayır! Ancak tek fark en azından oğlan çocuklarının sıbyan mektebinden sona daha yüksek eğitim alma –  okuma hakları olmuştur.) Kızların ruhsal gelişimleri ile uğraşmak kimsenin aklına gelmiyor ve zaten buna gerek de görülmüyor. (Çünkü Osmanlı padişahları ve devşirme yöneticileri,   “kadınları insan yerine dahi koymayan, onları alınıp, satılan, hediye ve takas edilen mal gibi görüp, aşağılayan, kadınları sadece erkeklere hizmetle yükümlü hizmetçi ve cinsel obje gibi gören ve davranan, hatta kız bebek ve çocukları diri diri toprağa gömen”  insanlık dışı emevi arap adetlerini benimsemiş ve Türklere uygulamışlardır!)
OSMANLIDA HALKIN BÜYÜK BİR KISMI ADETA GECE KARANLIĞINDA  YAŞAMAKTADIR;  ZATEN HALKIN ÇOĞU OKUMA VE YAZMA  DAHİ  BİLMEMEKTEDİR.   TÜRKLER ARASINDA OKUMUŞ, BİLGİLİ KİŞİLERE ÇOK NADİREN RASTLANIR. KIRSAL KESİMDE YAŞAYAN TÜRKLERİN DURUMU DAHA DA KÖTÜDÜR. TÜRKLERİN BU KIRSAL BÖLGELERDEN BÜYÜK KENTLERE GÖÇ ETMELERİNİN  NEDENİ, KÖYLÜLERİN ÇOK BÜYÜK BASKI VE ZULÜM   ALTINDA  YAŞAMALARIDIR.” [Kaynak: Christoph Wilhelm Lüdeke, Türklerde Devlet ve Din Yönetimi, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 75, 174 – 175, 182.]

BÖLÜM IX
Ünlü Osmanlı Devlet Adamı, hukukçu ve tarihçi Ahmet Cevdet Paşa da (1822 – 1895), Osmanlı İmparatorluğunda her sahada artık su üstüne çıkan yozlaşma ve bozulmadan şikayetçi olmuş ve bu durumun “siyasi, iktisadi ve sosyal nedenlerini analiz edip”, tespitlerini kaleme almıştır;
Devletin görevi sadece güvenliğin sağlanması değildir (ki Osmanlı Türk Milletinin güvenliğini de sağlayamamıştır!), asıl mesele halkı eğitmek – kalkındırmak ve ülkeyi de bayındırlaştırmaktır. Ülkemizde işinin önemini kavrayacak, devlet için her fedakârlığı yapacak devlet adamı yoktur. EHLİYETSİZ KİŞİLER BÜYÜK BİR SORUMSUZLUKLA TAYİN EDİLMEKTEDİR… HİÇ KİMSE EHLİYET SAHİBİ OLDUĞU İÇİN – VEYA BİLGİLİ OLDUĞU İÇİN BİR İŞİN BAŞINA GETİRİLMİYOR, YA  BİRİNİN  YAKINI OLDUĞU İÇİN, YA DA BİRİNE PARA (RÜŞVET) YEDİRDİĞİ İÇİN İŞ BAŞINA GETİRİLİYOR.
YETENEKLİ DEVLET ADAMI YOKTUR; DEVLETİ YURT DIŞINDA TEMSİL EDECEK, DİL BİLEN BİR YÖNETİCİ YOKTUR! EFLÂK VE BOĞDAN’DA (Doğu Avrupa Türk Topraklarında) ihanete girişenler (yani Grekler), Osmanlı devletinin tercüman olarak kullandığı Yunanlılardır (Greklerdir).
İSTANBUL’DAKİ HALK PAHALILIKTAN VE KITLIKTAN, TAŞRADAKİLER  DE ZULÜM VE SOYGUNDAN BIKKIN VE BİTKİN BİR HALDEDİRLER… Osman Gazi’nin DEVLET FELSEFESİNDEN SAPMALAR bu çöküşü meydana getirmiştir. (Yani Binlerce Yıllık – Köklü TÜRK DEVLET GELENEĞİNDEN sapmalar…) DEVLET ADAMI, İLİM ADAMI, HARİCİYECİ VS… HEPSİ DE KAYITSIZLAŞMIŞ VE SORUMSUZLAŞMIŞTIR. BU YETENEKSİZ, BİLGİSİZ  VE   SORUMSUZ  ADAMLAR KADROSU, OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN ÇÖKÜŞÜNÜN BAŞ  SEBEBİDİR.” [Kaynak: Beşir Atalay, “Ahmet Cevdet Tarihinde Osmanlı Devleti, Osmanlı Ansiklopedisi – Cilt 8, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 272, 276, 277, 279, 281.]
Abdullah Cevdet’in 1897 yılında Cenevre’de yazmış oldukları da ünlü Osmanlı devlet adamı – hukukçu ve tarihçi Ahmet Cevdet Paşa’yı teyit etmektedir:
 “Padişahımız ve hükümetimiz nurun (ışığın – aydınlığın) bizim diyarımıza girmesini arzu etmiyorlar ki,  bütün halk cehalet içinde, düşkünlük ve yoksulluk mezbelesinde (çöplüğünde) uyusun durusun… Vatan fertlerinin yüreğinde bir uyanış meşalesi parlamasın. Osmanlı Hükümeti arzu ediyor ki halk hayvan gibi olsun, hem de öyle bir hayvan gibi olsun ki, koyun gibi sessiz, uysal ve boyun eğen,  köpek  gibi yaltaklan, dalkavukluk yapan, her düşkünlüğe ve  zorluğa katlanan.  İnsanlar doğru, yüce ve yeni bir fikir veya söz işitmesinler! Öyle ki halk cahil jandarmaların kırbaçları, namussuz, terbiyesiz ve zalim memurların müdahaleleri altında ezilsinler.”
[Kaynak: Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2000, s. 231.]

BÖLÜM X 
Ünlü Türk Komutan Kazım Karabekir Paşa’nın “Türklerin yaşam ve eğitimi  hususundaki”  gözlem ve görüşleri de benzer şikayetleri içerir; 
OSMANLIDA MUHTELİF IRKLARIN MEKTEPLERİNİ (OKULLARINI) GÖRDÜM, DAĞLARDA, HATTA EN UCRA KÖŞELERDE BİLE GAYRMÜSLİMLERİN MEKTEPLERİ VAR. BU GAYRİMÜSLİM MEKTEPLERİNİ TÜRKLERİN MEKTEPLERİYLE MUKAYESE ETTİM (KARŞILAŞTIRDIM), ARADAKİ FARK İNSANIN YÜREĞİNİ SIZLATIYOR… DÜNYAYI, AHİRETTEN DAHA İYİ ÖĞRENMİŞ PAPAZLARIN VERDİĞİ VAAZ VE EĞİTİMLE GAYRİMÜSLİMLERİN DURUMU, TÜRKLERDEN ÇOK DAHA İLERİ DURUMDADIR. TÜRKLER İSE, HER  BAKIMDAN  ACINACAK  HALDELER.
BİZDE “VATAN VE MİLLET” KELİMLERİNİ TELÂFFUZ ETMEK DAHİ BİR  SUÇTUR!” [Kaynak: Kazım Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Yapı Kredi Yayınları – 2852, İstanbul, 2009, s. 145.]
(Ord. Prof. Enver Ziya Karal da bu yasaklara dikkat çekmiş ve şöyle yazmıştır;2. Abdülhamit devrinde yasaklanan kelimelerin başlıcaları şunlardı, VATAN, ÖZGÜRLÜK, MİLLET, DEVRİM, SOSYALİZM, ANARŞİ, MAKEDONYA, GİRİT, KIBRIS (Padişah Kıbrıs’ı İngilizlere peşkeş çektiği için, halkın bunu öğrenmesini engellemek için “Kıbrıs” kelimesini bile ülkede yasaklamıştır!), YILDIZ SARAYI, MURAT (rakip görüp, hapsettirdiği kardeşi), MEŞRUTİYET, GREV, VS…”  Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi – Cilt 8, a.g.e. s. 413)
Bernard Lewis ile devam ediyoruz, Modern Türkiye’nin Doğuşu, a.g.e., s. 421, 423:
1869 yılında Londra’da sürgün hayatı yaşayan Genç Türklerin yayınladığı “HÜRRİYET GAZETESİNDE” yer alan bir makalede:Türk okullarında, Türk çocuklarına verilen eğitim ve öğretim” şiddetle yerilmiştir.  Kilise ve havra okullarında eğitilen Grek, Ermeni, Yahudi çocuklar altı ayda gazete okumayı öğrenirken, ve bir yıllık eğitimle mektup yazabilirken, Müslüman Türk çocukları yıllarca eğitim aldıkları halde, bir gazete okumaktan bile acizler; hatta öğretmenleri bile düzgün bir mektup yazamamaktadır!
Tabi ki kusur eğitim sistemindedir; Türk çocuklarına dayatılan arap alfabesi Türk dili için özellikle elverişsizdir. Türkçenin temel yapısı ve çok şekilli sesleri hem arapçadan, hem de farsçadan farklıdır. Ayrıca arapçanın öğrenilmesi oldukça zordur.”
 Arapça dayatmasının yarattığı zorluğu belirten bir başka kaynak:
“Osmanlı İmparatorluğunda “eğitimin ıslâhı” (iyileştirilmesi – yeniden düzenlenmesi, düzeltilmesi vs…) ancak 19. Yüzyılın ikinci yarsında ele alınabilinmiş, o da özellikle ordunun ihtiyaçlarını karşılamak içim teknik ve meslek okulları açılmıştır. Bu amaçla yurt dışından yabancı hocalar getirilmiştir; bunlardan biri de Fransız Francois De Tott’dur. F. De Tott Osmanlıda eğitim ve bilim konusunda şu noktalara dikkat çekmiştir; “Türkler (aslında Türklükten uzaklaşmış, hatta Türk karşıtı olmuş Osmanlılar demek çok daha doğru olur)  arapça ve farsçadan harfler ve dilbilgisi kuralları alarak, bunlardan  5 (beş) ayrı alfabe yaratmışlardır! Bir ömür boyu ancak iyi okumasını öğrendikten sonra kişi,  kendisine faydalı eserleri ne zaman araştırıp da, okuyabilecektir? ÖZELLİKLE BU UYGUNSUZLUK YÜZÜNDEN TÜRKLER, CEHALETİN PENÇESİNE DÜŞMÜŞLER VE SOMUT  BİLİMLERDE  GERİLEMİŞLERDİR.”
[Kaynak: Hamiyet Sezer, “Batılıların Gözüyle Türkler”, Türkler Ansiklopedisi – Cilt 10, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 396.]
Bir başka yabancı hoca M. Stephen Schulz daDe Tott ile benzer görüşler paylaşarak “arapça – farsça karışımı yapay bir dil olan Osmanlıca öğrenmenin oldukça zor olduğuna, yazı biçiminde harflerin gereksiz yere kullanılıp, uzatıldığına, insanın bir harfi diğer bir harfle kolayca karıştırabileceğine ve böylece ortaya bambaşka bir anlam çıktığına” dikkat çekmiştir.”
[Kaynak: Hamiyet Sezer, “Batılıların Gözüyle Türkler”, Türkler Ansiklopedisi – Cilt 10, a.g.m, s. 396.]
(Tarih Bölümünde Yüksek Lisans yaparken profesör bir hoca Osmanlıcanın karmaşıklığı ve zorluğuyla ilgili olarak “Bir Osmanlıca metni 5 ayrı bilir-kişiye tercüme ettirsen, birbirinden farklı 5 ayrı tercüme alırsın” demişti! Ben de çok kısa bir müddet Osmanlıca derslerine katılmıştım ve bu uydurma sözde dili öğrenmeye çalışmanın – beyne işkence yapmanın son derece saçma olduğuna karar verdim. Bir tek nokta bir harfin üstüne konulunca kelimenin anlamı farklı oluyor, o nokta aynı harfin altına konulunca kelimenin anlamı farklı oluyor!!!  İşte Osmanlı Devrinde biçare Türk çocuklarına eğitim dili diye yüzyıllarca dayatılan böylesi yapay ve uydurma sözde bir dildi! Ben sınıftaki arkadaşlara demiştim ki, “Bizler her gün Büyük Atatürk’e minnettar olmalıyız, Onu hayırla ve rahmetle anmalıyız ki, HARF DEVRİMİ YAPARAK O, yüzyıllarca bizlere dayatılan, bize tamamen yabancı – bu arap alfabesinden bizleri kurtarmıştır.” Daha sonraları arkadaşlar bana, “ne zaman Osmanlıca bir metni okumak ve tercüme etmek zorunda kalsak senin sözlerini hatırlıyoruz ve Filiz ne kadar doğru söylemiş, bu resmen işkence diye kulaklarını çınlatıyoruz…” demişlerdi.)

BÖLÜM XI
      İkinci Abdülhamit devrinde (1876 – 1909), Mebuslar Meclisinde (Milletvekilleri Meclisi’nde) vilayet ve belediye kanunları görüşülürken Yanya Mebusu Abdül Beyin “eğimle ilgili sözleri” de oldukça dikkat çekicidir;
Osmanlı Devletinin ilerleme yolunda geri kalmasının sebebi acaba nedir?  BUNUN BİRİNCİ SEBEBİ CEHALETTİR, İKİNCİSİ İSTİBDATTIR (BASKIDIR), ÜÇÜNCÜSÜ DE İKTİDARDA BULUNANLARIN DİRAYETSİZLİĞİ (kavrama – anlama kabiliyetinden ve yeteneğinden yoksun oluşları) ve SEFAHAT DÜŞKÜNLÜĞÜ,  DEVLET VE MİLLETİN İLERLEMESİNE LÂYIĞIYLA GAYRET GÖSTERMEMELERİDİR.
MEMLEKETİMİZDE MEKTEP (OKUL) DENİLECEK, NUMUNELİK OLSUN (ÖRNEK OLACAK) BİR MEKTEP VÜCUDA GELMEMİŞTİR!  BİR   DEVLET    VE   BİR    MİLLETİN   ESASI   ÜÇ    ŞEYE    BAĞLIDIR;   1. EĞİTİM,  2. ADİL DÜZEN VE KANUNLAR,  3. BUNLARI YÜRÜTECEK  KABİLEYETTE  MEMURLAR.   BİZDE  BU  ÜÇ  ŞEY  DE  YOKTUR!
DÜNYADA REFAH, SAADET (MUTULUK) VE MEDENİYET İLE İLGİ HER NE KADAR ŞEYLER VARSA, CÜMLESİ EĞİTİM SAYESİNDEDİR. EĞİTİMSİZ HİÇ BİR MİLLET İLERİ GİDEMEMİŞTİR. BU CEHALETLE BİZ  NASIL  MEDENİ  OLABİLİRİZ?  NASIL  İLERİ GİDEBİLİRİZ? BU  GAFLET  UYKUSUNDAN NE ZAMAN UYANACAĞIZ? İNSAF…
TAŞRADA KIZLARA MAHSUS HİÇBİR KIZ MEKTEBİ (OKULU) YOKTUR!  ŞU KADIN TAİFESİNİ (MİLLETİNİ) İNSAN YERİNE KOYDUĞUMUZ YOK Kİ, EĞİTİMLERİ İÇİN ÇALIŞMIŞ BULUNALIMBİLMİYORUZ  Kİ  ERKEK  EĞİTİMİ VE TERBİYESİ, KADININ EĞİTİM VE TERBİYESİNE BAĞLIDIR. HİÇ DÜŞÜNMÜYORUZ Kİ ANNE CAHİL OLURSA, ÇOCUK NE DERECEDE TERBİYELİ VE NE DERECEDE AHLÂKLI OLUR?
[Kaynak: Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi – Cilt 8 (1876 – 1907), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2000, s.380 – 382.]
 (Abdül Beyin bilmediği bir şey vardır; şöyle ki Osmanlı hanedanı zaten Türk Milletinin cahil kalmasını istemekteydi… Bilhassa Türk kadınlarının… Öyle olmasaydı Osmanlılar, binlerce yıl öncesinde bile Türk Kadınlarına değer veren, onların sosyal hayata katılımını öngören, kadınları eğiten, önemli mevkilere getiren tek kavim/tek millet olan Türklerin izinden giderlerdi! Oysaki Osmanlılar, emevi arapların izinden giderek, Türk Kadınlarını erkeklerden aşağı görüp, onları soysal hayattan koparmış, kadınları evlere, ev işlerine, cumbalı – kafesli pencere arkalarına, koyu cehalete, türbana – peçeye – çarşafa hapsetmişlerdir!)
Diğer yanda  Abdül Beyin meclisteki bu konuşması takdire şayandır; şapka çıkartılacak, çılgınca alkışlanacak muhteşem bir konuşmadır. Anlaşılıyor ki Abdül Bey, ileri görüşlü, aydın, vatansever, örnek bir milletvekiliymiş. Ancak ne o devirde, ne de 1938 sonrasında böylesi duyarlı – düşünceli, ülkesine ve milletine faydalı olmak için çırpınan – AYDIN milletvekillerinin “yol gösterici eleştiri ve görüşleri”, maalesef ki hiç dikkate alınmamıştır! Bu yaşamsal öneme sahip hususları sadece ve sadece Büyük Atatürk dikkate almıştır, eğitime ve bilhassa kız çocuklarının eğitimine çok büyük önem vermiştir.)

BÖLÜM XII 
      Ünlü Osmanlı tarihçisi Gelibolulu Mustafa Ali’nin (1541 – 1600) yaşadığı çağla ilgili gözlemlerini dile getirdiği eseri,  “Osmanlı Eğitim ve Medrese Sisteminin bozulmasına dikkat çeken önemli kaynaklardan biri  olduğu” ifade edilmiştir:
Müderreslikler (günümüz öğretim üyelikleri) ve kadılıklar (hakimlik ve belediye reisliği) rüşvetle alınıp, satılır hale gelmiştir. Bu makamlara geçmekteki amaç mal – mülk ve servet biriktirmek ve siyasi otoriteye hoş görünüp, kendi çıkarlarını gerçekleştirmektir.  Devlet bu görevleri, lâyık ve hakkı olana değil, rüşvet verene vermektedir. Kayırma ve rüşvetle göreve getirenlerin meclislerde konuştukları tek şey “filan paşa bana şöyle güzel iltifat etti, falan ağa bana şöyle değer verdi, beni filanca adamdan pek üstün gördü vs…” şeklinde övünmeleridir… Bunlar gösterişli ipekler, şallar, başlarına kocaman sarıklar sararak halkın gözünü boyamaktadırlar.
Bilinle, bilmeyen, erdemli olanla olmayan ayırt edilmemekte, aksine bilenler ve bir bilimsel makama getirilmesi gerekenler kıyıya ve köşeye itilmektedir!
Müderrisler, kadılar ve müftüler, gündüzleri devletteki koruyucularına hizmetle meşgul olup, akşamları da gece sohbetlerinde, nefis ziyafetlerde, bedenlerini besleyip, zevk ve saf sürmektedirler…
Ayda bir kez bile medreseye uğramayan, ama muntazam olarak maaşını alan müderrisler (öğretim üyeleri) vardır. Yine bunlar kendi havalarına ve sohbetlerine uymayan, bilgili kişilere iftiralar atarak, onları etkisiz kılmaktadırlar.
Osmanlıda ERDEMLİ, BİLGİLİ KİŞİLERE GÖREV VERİLMESİ ARTIK HAYÂL OLMUŞTUR.  TÜRKLER NEDEN İLİM İLE UĞRAŞSINLAR Kİ? ONLAR ÖMÜRLERİNCE ÇALIŞSALAR DA ULAŞAMAYACAKLARI MAKAM VE GÖREVLERE, DAYISI VE AMCASI OLAN ÇELEBİ HEMENCECİK ULAŞMAKTADIR.” Prof. Dr. Yahya Akyüz
[Kaynak: Prof. Dr. Yahya Akyüz, “Osmanlıdan Günümüze Eğitimde Düzenlemeler” ; http://yayım.meb.gov.tr/yayimler/144/akyuz.htm ]  

Osmanlıda her sahada bozulma ve çürüme, Gelibolulu Mustafa Ali’nin zamanından önce başlamıştır… Hemen bir örnek vermek istiyoruz: “2. Mehmet’in (Fatih’in) oğlu 2. Beyazıt Dönemi (1481 – 1512): Bu dönemin uleması, (yani şeyhülislam başta olmak üzere okumuş, âlim olmuş – üst düzey din ve eğitim görevlileri), Özgür Düşünce ve Akli İlimlerde Uzmanlaşan ÖNEMLİ TEMSİLCİLERDEN BİRİ OLAN  Ali Kuşçu’nun başarılı öğrencisi TOKATLI  MÜDERRİS (ÖĞRETİM ÜYESİ) LÜTFİ EFENDİ aleyhine propaganda savaşı başlatmışlar, onu küfürle suçlamış ve adını “deliye” çıkarmışlardır!
Matematikçi ve ilahiyatçı olarak adını duyuran Lütfi Efendi, özgür düşünceleri ve KURAN ÂYETLERİNİ AÇIKLAMIŞ VE BATIL İNANÇLARLA KARŞI ÇIKARAK, ONLARLA ALAY ETMİŞTİR., BÖYLECE ULEMANIN DİKKATİNİ ÇEKEN LÜTFİ EFENDİ, ONLARI ÖFKLENDİRMİŞTİR!  (Zaten Osmanlıların en korktukları şey Kuran Âyetlerinin Türkçe açıklanması ve Türklerce öğrenilmesiydi. Çünkü onlar İslâm maskesiyle Türkleri kandırmakta, bu sayede sömürmekte ve muhteşem bir saltanat sürmekteydiler. Şayet Türkler Kuran Ayetlerini anlasalar ve bilselerdi, Osmanlılar değil 600 yıl, 6 ay bile o muazzam saraylarında saltanat süremezlerdi… İşte bunun içindir ki bütün mesele Kuran’ın Türklerce anlaşılmamasıydı. Osmanlılar açısından bakıldığında Lütfi Efendi’nin suçu gerçekten affedilir gibi değilmiş! )
Rakipleri Lütfi Efendiyi, zındıklıkla (kafirlikle – şirkle) suçlamış ve yargılanmasını istemiştir.  Böylece padişah 2. Beyazıt, ulemadan bir yargı kurulu oluşturup, Lütfi Efendi’nin yargılanmasını emretmiştir. (Yani padişah, Lütfi Efendi’ye iftira atıp, onu dinsizlikle suçlayanları, onu yargılamakla görevlendirmiştir! Gerçekten de eşi benzeri olmayan – mükemmel bir adalet sistemi!!!)  Bu duruşmaya halk da büyük ilgi göstermiştir. (Genel anlamda o zamanki halk, gaflet uykusunda uyuyan, sözde Müslüman olan, cahil – kuru bir kalabalıktır! Hatta güruh demek çok daha doğru olur! Öyle olmasalardı, o değerli – dürüst  ve  masum bir Din Bilgininin göz göre göre asılmasına mutlaka mani olurlardı!)
Lütfi Efendi duruşmada “Hiçbir zaman Allah’a şirk koşmadığını” defalarca belirttiği halde, ulema ısrarla Lütfi Efendi’nin idam edilmesini istemiştir! Adaletli (!) padişah 2. Beyazıt da Lütfi Efendi’yi ölüme mahkum etmiştir. Lütfü Efendi 1494 yılında İstanbul At Meydanı’nda büyük bir kalabalığın önünde boynu vurularak öldürülmüştür(İnsanlık adına, İlim Adına ve Kuran adına  çok korkunç bir haksızlık… Korkunç bir zulüm… Kuran’a göre hiç affı olmayan bir Kul Hakkı İhlâli… Masum bir insanın, hele ki hurafelere savaş açmış, Kuran’ı doğru anlatmaya çalışan, cesur ve mert bir Din Bilgininin hak ve hukukuna sahip çıkmayan o kalabalığa – güruha, asla “Müslümanlar” denilemez! Çünkü  “Allah’tan başka hiç kimseye kulluk yapmayın, hiç kimseden korkmayın, Allah Rızasını kazanmak için her zaman ve her şartta DOĞRUNUN –  HAKLININ ve MAZLUMUN yanında yer alın” emri KURAN’DA gayet açık ve kesindir. )
Ancak bazı ulema (yani akıl ve vicdan sahibi, Kuran’ı anlayarak okumuş olan dürüst ve namuslu azınlık bir grup), Lütfi Efendi’nin bir dedikodu ve iftira yüzünden katledildiğini görmüş ve kamuoyu da Lütfi Efendi’ye “ŞEHİT “ gözüyle bakmıştır.
[Kaynak: Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu – Klâsik Çağ (1300 – 1600), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, s. 185 – 186]
ATATÜRK’ÜN OKUDUĞU KİTAPLAR SERİSİNDEN – CİLT 16, ANITKABİR DERNEĞİ YAYINLARI, ANKARA , 2001.

BÖLÜM XIII
CİLT 16: Demetrius Georgiades, “GÜNÜMÜZ TÜRKİYE’Sİ”, Yayıncı Calmann Levy, Paris, 1892,  s. 7 – 58. (ÖZETLE)
     Kanaatimce Grek kökenli Demetrius Georgiades, Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında Türklerin içine düştükleri korkunç yaşam şartlarını en dürüst ve en çarpıcı şekilde dile getiren değerli tarihçi ve araştırmacıların başında gelmektedir. Şimdi onun gözlem  ve  tespitlerini özetle dile getirelim.
İtibarı ve gücü kayda değer ölçüde azalan Sultan 2. Abdülhamit, kardeşi Murat’ı zindana attıktan sonra (Ayrıca onun tahta oturmasını sağlayan ünlü Sadrazam Mithat Paşa’yı da sürgüne gönderip, katlettirdikten sonra), iktidarı ele almış ve Avrupalı güçlerden birisinin himayesinde varlığı sürdürebilecek devletler sırasına Osmanlı İmparatorluğu’nu da katmıştır. Bu durumu her zaman eleştirdim ve eleştirmeye devam edeceğim. Fethetme egoizmi (bencilliği) üzerine kurulu Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman askeri despotizmin ötesine geçememiştir.  Şimdi bu rejiminde gerisinde kalmıştır.
DİĞER TOPLUMLARDA DEVLETİN GÖREVİ TEBAASI BULUNAN İNSANLARIN  ÖZGÜRLÜĞÜNÜ,  ŞEREFİNİ KORUMAK VE TEBAASINA AİT MALLARIN GÜVENLİĞİNİ SAĞLAYARAK,  BİLGİYE DAYALI KÜLTÜRÜNÜ OLUŞTURMAKTIR. TÜM BUNLAR TÜRK HALKINA  TANINMAMIŞTIR!
O kadar zengin ve o kadar verimli topraklar, sadece sefalete yol açmaktadır! O kadar saf ve berrak olan bu mavi gökyüzü, altında iğrençlikler barındırmaktadır; bu mermer saraylarda, yasemin kokulu bahçeler arasında, bencilliğin, riyakârlığın, bozulmanın kokusu hissedilmektedir. Böylelikle bu güzelim ülkenin, Osmanlılarca ne kadar bozulduğu anlaşılmaktadır. Aslında bozulan koskoca bir toplumdur, düzensizlik, para hırsı, ihtiras, suç ve kötü alışkanlıklar…
Devletin tek bir adam olduğu yönetim biçiminde, yaşam üzerinde mutlak bir keyfiliğe dayanan, en dayanılmaz despotizmin (baskının) temsil edildiği Türkiye’de, sultana ayrılan ödeneğin, onun asla yatışmayan iştahını gideremediği için, sarayın bakımını karşılamak için bu  ülkede  kırkılacak  daha  çok  koyunlar vardır…
BU ŞARTLAR ALTINDA TÜRK ÇİFTÇİLERİNDEN DAHA MUTSUZ BİR ÇİFTÇİ (KÖYLÜ) GERÇEKTEN DE YOKTUR. TÜRK KÖYLÜLERİ,  HIRİSTİYANLARDAN DAHA MUTSUZDUR, ÇÜNKÜ HIRİSTİYANLARA OLDUĞU GİBİ, ONLARA YARDIMCI OLACAK, ONLARI SAVUNACAK KONSOLUSLUKLARI, ELÇİLİKLERİ, HÜKÜMETLERİ VE ÖZELLİKLE YETKİLİ  VE  BAĞIMSIZ  BİR  BASINLARI YOKTUR!
EVET TÜM HAKSIZ VERGİLERDEN EN FAZLA ŞİKAYET EDENLER, MÜSLÜMAN TÜRK VERGİ YÜKÜMLÜLERİDİR. GAYRİMÜSLİMLER İSE, TÜRKLERE GÖRE DAHA MUTLUDUR: ÇÜNKÜ “KONSOLOSLUK MÜDAHLAESİNDEN” KORKAN SARAY VERGİ MEMURLARI, HIRİSTİYANLARI  VERGİLERLE  EZMEYE  CESARET  EDEMEZ.
Türkler, haksızlığa olay yerinde itiraz eder ve şikayette bulunma cesareti gösterirlerse, başka hiçbir hukuki yola başvurulmadan hemen tutuklanıp, hapse atılırlar ve hapiste tutulurlar! Eğer Türkler, İstanbul’a başvuracak olurlarsa, şikayetlerinin hiçbir zaman incelenmeyeceği, hatta ilgili makama bile iletilmeyeceği kesindir.
Sarayın ileri gelenlerinin yolsuzluğu herkesce bilinir, hatta güpegündüz aşikârdır. Zaten yolsuzluk ve rüşvet resmi geleneklere öylesine nüfuz etmiştir ki, doğal karşılanmaktadır! En fazla birkaç yıl önce beş parasızken, padişahın hizmetine girdikten sonra, bugün beş (5) milyon franklık bir servete kavuşan Bay x’in ve on (10) milyon franklık bir servete sahip olan Z. Efendinin şanslarına imrenmekle yetiniriz. BÖYLE BAŞI BOZUKLUĞUN, BÖYLE SAVURGANLIĞIN IZDIRAP VERİCİ SONUÇLARINDAN UZUN UZUN BAHSETMEK YARARSIZDIR! ÇÜNKÜ TÜM BU ALÇAKLIKLAR VE SUÇLAR, SULTANIN ADINA VE ONUN GÖZLERİ ÖNÜNDE GERÇEKLEŞMEKTEDİR! [ Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Demetrius Georgiades’i teyit etmiştir; Osmanlı Tarihi – Cilt 8, a.g.e, s. 491 – 492: “2. Abdülhamit’ten başlayan ve en küçük memura kadar uzanan RÜŞVET ZİNCİRİNDE,  hiç şüphe yok ki, herkes memuriyet derecesine göre rüşvetten faydalanırdı, dolayısıyla YILDIZ SARAYI ve BABIAli aslan payı nevinden rüşvet alırdı. Düyunu Umumiye direktörlerinden birinin ifadesine göre, devlet bir iş ile ilgili olarak 1.300.000 lira masraf göstermiş, gerçekte ise bu işe 200.000 lira harcanmıştır;  geri kalan, 300.000 lira saray ve Babıâli erkânına, 800.000 lira da 2. Abdülhamit’in şahsi hazinesine rüşvet olarak verilmiştir.” ]
KURAN’I “CEHALET – TEPKİSİZLİK – UYUŞUKLUK” TEBLİĞ  EDERMİŞ GİBİ GÖSTEREN BİR KİTAP HALİNE GETİREN, ŞÜPHESİZ Kİ TÜRKİYE’DE İKTİDARDA BULUNAN İNSANLARDIR. KENDİSİNİ “HALİFE” OLARAK ÖN PLANA ÇIKARAN 2. ABDÜLHAMİT’İN HALİFELİK GELENEĞİ İLE İLGİSİ OLMAMIŞTIR. Eski Çağlarda halifeler, halkı BABACAN bir şekilde yönetmişlerdir; halkın isteği ve onayı ile iş başına gelmişler ve halkın denetimine tabi tutulmuşlardır. Daha sonraları sultanlık bu geleneklerden uzaklaşmış ve mutlak olmuştur!

BÖLÜM XIV
(D. Georgiades, tamamen gerçekleri dile getirmiştir: Şöyle ki Osmanlılar, Orhan Gazi’den başlayarak – Vahdettin’e kadar, “Binlerce Yıllık – Derin Köklere Sahip Türk Devlet Geleneği ve Yasalarından, ayrıca Kuran’ın tebliğ ettiği İslâm Dininden” tamamen uzak hareket etmişlerdir! Çünkü Osmanlılar, aslında ne Türklüğü, ne de Müslümanlığı samimiyetle benimsememişlerdir! Osmanlı hanedanının, Türk Milletine zerre kadar sempati, sevgi ve bağlılık duyduğunu gösteren en ufak bir işaret veya uygulaması yoktur! Keza İslâm Dinine samimiyetle bağlı olduklarını gösteren bir işaret de yoktur! Kendilerini “sürü lideri – çoban – çiftlik ağası, hatta Allah’ın Yeryüzünde Gölgesi – Kutsal Varlıklar” olarak gören Osmanlılar, Türk Milletini de “etinden – sütünden – kemiğinden – postundan – kanından ve canından” faydalanılacak davar sürüsü gibi görmüşlerdir! Hoşumuza gitse de, gitmese de Tarihi Gerçek aynen budur; bu gerçeği gözler önüne seren binlerce tanık, binlerce kanıt ve belge vardır.
Osmanlılar, kendi “gerçek kimlik, niyet ve siyasetlerini” gizlemek için “Türklüğü ve İslâm’ı” her zaman bir paravan gibi büyük bir ustalık ve başarıyla kullanmışlardır. Onların bu 600 küsur yüzyıllık kurnazlığı – yani takiyye siyasetinin başarısı ve zaferi, biz Türkler için bir utanç kaynağı olsa gerek. Çünkü biz Türkler, bu ibretlik tarihi gerçeklerin 15 yılda farkına varıp ders alsaydık, bugünkü yaşamımız çok farklı – çok  güzel olabilirdi… O halde unutmayalım ki  “Ben Müslüman’ım” demekle, MÜSLÜMAN olunamayacağı gibi, “Ben Türküm” demekle de TÜRK olunmaz. Aynası iştir kişinin, lafa hiç bakılmaz.)
OSMANLI  HAKİMİYETİNDE YAŞAMIŞ TÜRK ULUSU KADAR KÖLELİK VE CEHALETE DÜŞMÜŞ BAŞKA BİR ULUS YOKTUR.  İşte bu kitabı yazma amacım da şudur;  yıllardır etrafında sadece sefalet ve harabe biriktiren ve İslâm Kanunlarını çiğneyen bir hükümet tarafından uygulanan işkenceler üzerine kurulu bir yönetim altında inleyen, çok çalışkan bir millet olan Türklerin kaderine 19. Yüzyılda bile seyirci kalan medenileşmiş! Avrupa’nın,  bu ayıbını ortaya koymaktır.”
 Demetrius Georgiades, Paris / 1892.
(D. Georgiades’in son paragrafındaki eleştiri konusu çağımızda da geçerliliğini korumaktadır; şöyle ki kendi siyaset ve çıkarları için Türkiye’ye sürekli emirler yağdıran, Grekleri ve gayrimüslim azınlıkları – özellikle patrikleri kayıran, Türklerin aleyhine hareket ederek, sürekli Grekleri tatmin etmek için çalışan  ve böylece  çifte standart uygulayan bir Avrupa Birliği vardır! Öyle ki sıra Türk vatandaşlarının ve Türkiye’nin haklarına – hukuklarına gelince, bu aynı Avrupa Birliği’nin bir ölü kadar sessiz kaldığını görmekteyiz!!! Evet tam da D. Georgiades’in ifadesiyle, böyle bir tutum sözde medeni(!) “Avrupa’nın bir ayıbıdır. Ancak Türk Milleti, tarih bilinciyle “milli belleğini kazanmış” olsaydı, bir zamanlar kendisini esaret altına almak, ya da yeryüzünden silmek isteyen Avrupalılardan anlayış, merhamet, sempati ve samimi yardım gelmeyeceğini çok iyi bilirdi ve boş umutlara kapılmazdı!)
Demetrius Georgiades’in gözlem ve tespitlerinin pek çoğunu teyit eden bilgiler, Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal’ın “Osmanlı Tarihi” serisi kitaplarında yer almaktadır:
Osmanlı Tarihi – Cilt 8 (1876 – 1907), a.g.e., s. 451 – 453:
Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunmuş, yaşamış ve dolaşmış yabancıların şahitliğine göre Türk Halkı çalışkan, merhametli ve kanaatkârdır. Memleketin servet kaynakları da çeşitli ve zengindir. Kudretli demir tesisleri, dokuma fabrikaları, önemli deri (ve kumaş) imalathaneleri, çok sayıda kimya fabrikaları, inşaat tezgahları kurulması hususunda ülkenin hiçbir şeyi eksik değildir. Hal böyle iken 2. Abdülhamit devrinde de, daha önceki devirler gibi, ülke sadece bir hammadde deposu olarak kalmıştır! (20 yüzyıl başında bir düğme bile üretmeyen Osmanlılara karşı, bu sayılanların hepsini ve daha da fazlasını TC Devletini kuran Büyük Atatürk 15 yıl gibi kısa bir sürede kurmuş, ürettirmiş ve böylece ülkenin ve milletin pek çok yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamıştır…)
Pamuk, tütün ve hububat üreten, hayvan yetiştiren Türk köylüleri, bir yıl zorlukla çalışarak elde ettikleri mahsulleri Avrupalılara ucuz fiyatla satmakta ve kısa bir müddet sonra Türk Köylüleri bu sattıkları ürünleri fabrikalarında işleyen Avrupalılardan on misli fiyatla geri satın almışlardır!
Neden Osmanlı İmparatorluğu en basit ihtiyaçlarını bile karşılamak için Avrupa’ya başvurmak zorunda kalmıştır? Osmanlı padişahı, devlet adamları ve aydınların çoğu bu durumun suçunu Türk köylülerine yüklemiş ve onları “uyuşukluk ve tembellikle” suçlamışlardır! Oysaki gerçekte Türk Köylüsü – Türk Halkı tembel değildi. Osmanlı eğitim sistemini temsil eden medreseler soysuzlaşmıştı ve halkı karamsarlığa, hayattan kopmaya, hayallerle  yaşamaya ve  tembelliğe  teşvik ediyordu…
İkinci Abdülhamit’in baskı rejiminde “hükümet halk için değil, fakat halk hükümet içindir” prensibi kabul edilmişti.  Böyle olunca da hükümet memurlarının her biri âmirine/üstüne karşı köle, maiyetinde, altındaki memurlara karşı Efendi – Bey veya Paşa durumundaydı. Bu memuriyet kademeleri birbirlerine korku ile bağlıydılar.  Bu düzende halk ise hükümetin EMİR  KULUYDU.”
Sayfa 494: “Söz konusu baskı rejiminde (hoş daha önceki devirlerde de durum tamamen aynıdır…) padişah 2. Abdülhamit zengin, paşaları zengin, Hıristiyan halkın büyük bir kısmı refah içinde idi. Müslüman halktan hali vakti yerinde olan bazı ağaların dışında TÜRK HALKI SEFİL VE PERİŞANDI. HALKA TEKLİF EDİLEN TEK İLÂÇ  BU  DÜNYADA SABIR VE ÖTEKİ DÜNYADA (AHİRETTE) CENNET  İDİ!
Bu konuda “İNGİLİZ GAZETE ARŞİVLERİNDE” DE OLDUKÇA DİKKAT ÇEKEN VE DEMETRİUS GEORGİDAS’I TEYİT  EDEN PEK ÇOK HABERLER VARDIR… ÖRNEĞİN İNGİLİZ GAZETESİNDE YER ALAN ŞU HABER:  THE GUARDİAN / MART 04 1921, “METHODS AND AİMS OF THE GREEK ADMİNİSTRATİON” s.4. (GREK YÖNETİMİNİN METODLARI VE HEDEFLERİ)
(Özetle) “Grek yöneticiler, çoğunlukla kırsal kesimde yaşayan Türklerden ziyadesiyle memnundurlar; tıpkı Mısır’ın ilk İngiliz yöneticilerinin fellâhlardan(araplardan) memnun oldukları gibi.
Türkler çok çalışkandırlar, ayrıca başta fedakârlık olmak üzere,  ilkel faziletlerin hepsine sahiptirler. Türkleri idare etmek – Türklere hükmetmek o kadar kolaydır ki, bir SIĞIR SÜRÜSÜNÜ idare  etmek  kadar  kolay  ve   zevklidir.”
      Kanaatimce bu gazete haberi tüm anlatmaya çalıştıklarımı gayet net ve açık olarak özetlemiştir. Binlerce yıllık tarihi köklere sahip, büyük medeniyetler – devletler kurmuş, her zaman özgür yaşamış, şanlı, onurlu ve kahraman Türk Milletini, Osmanlıların getirdiği durum, işte böylesi acınacak bir durumdur! Osmanlı severlerin, Osmanlıları kutsallaştırıp – göklere çıkaranların, bu amaçla sahte tarihler yazanların  ve  yazdıranların  “Gerçek Osmanlı Tarihini”  neden Türklerden canhıraş gizledikleri de sanırım böylece anlaşılmıştır.  Teşbihte hata olmaz, bu durum şuna benzemektedir; sanki ormanların görkemli kralı aslanlar tutsak edilmiş, sirklerde kırbaçla dövülerek, aç bırakılarak, korkutularak, demir parmaklılar ardına hapsedilerek bir muma, bir maymuna, bir sığıra dönüştürülmüş ve onların sırtından büyük paralar kazanılarak, saltanat sürülmüştür!!!
        Özüyle insan olanların (ki bu insan bir Türk olmasa da…) gerçekten içini acıtan – yüreğini sızlatan, Türklerin içine düştüğü bu korkunç durumu dile getiren ve açıkça gözler önüne seren daha pek çok tanık ve daha pek çok kanıt vardır; yani yerli ve yabancıların gözlemleri, tespitleri ve bilimsel eserleri vardır. Ancak bu makalemde değindiğim tarihi gerçekler, durumu anlatmamız için  sanırım yeterli olmuştur. Şimdi bu anlattıklarımın 30 Ağustos Zafer Bayramımız ile ne gibi alâkası vardır? diye umarım sorulmaz! Çünkü çok alâkası vardır. Görüldüğü üzere Büyük Atatürk Türk Milletini sadece işgalci emperyalist birleşik düşmanlardan kurtarmamıştır;
       O Büyük İnsan aynı zamanda Türkleri, hem de Türklerin Ana Vatanında “idraksız – akılsız – kötü soylu,  kaba saba, taşralı –  eşek – sığır sürüsü  vs…” diye aşağılayan ve Türklerin “özgürlüğünü – insanlık onurunu,  milli kimliğini,  kültürünü, zengin tarihini, İslâm inancını, kendine güven duygusunu ve yaşam sevincini” çalan, böylece Türkleri umutsuz, çaresiz, cahil ve yoksul bırakan   Osmanlılardan  KURTARMIŞTIR.
      İŞTE  TÜRK   MİLLETİ   İÇİN   ASIL  KURTULUŞ  DA,  TÜRKLERİN BAŞINA YÜZYILLARCA MUSSALAT OLAN  OSMANLILARDAN   KURTULUŞU  OLMUŞTUR.
       “AKIL, VİCDAN ve BİLİM” sahipleri diyorlar ki “Bir milleti, MİLLET yapan, fertleri arasındaki ortak kimlik bilincidir, ortak ana dildir, ortak dini inançtır, ortak geçmiştir, birbirine bağlılık duygusudur, kısacası o milletin topyekûn kendisine has özellikleri, milli terbiyesi ve kültürüdür.” Ve bir milletin, onu MİLLET yapan söz konusu bu değerlerini elinden aldığınız zaman, artık o millet, MİLLET değildir; sadece kuru kalabalık bir güruhtur! Bir başka deyişle cahil insanlardan oluşan, sevk ve yönlendirilmeye muhtaç bir sürüdür! Bu hale gelen bir millet için kurtuluş da, neredeyse imkânsızdır!  İŞ Kİ BU DURUMA GELMEMEKTİR.
      O halde TARİHİ BÜYÜK ZAFERİMİZİN – MİLLİ BAYRAMIMIZIN YIL DÖNÜMÜNÜ (2020) KUTLARKEN, BÜYÜK ATATÜRK’ÜN biz TÜRKLERİ gerçekten nelerden ve kimlerden kurtardığını ve bizlere neler neler bahşettiğini kanaatimce çok çok iyi düşünmemiz gerekmektedir.
      80 KUSÜR YILDIR MİLLİ BAYRAMLAR KUTLUYORUZ! PEKİ BÜYÜK ATATÜRK’ÜN bizleri nelerden, kimlerden ve nasıl  kurtardığını gerçekten biliyor muyuz? Düşünüyor muyuz? Bu değerli tarihi bilgileri gençlere  ve çevremize aktarıyor ve onları bilinçlendiriyor muyuz?   Şayet bunları yapmıyorsak, o zaman şekli olmaktan öteye gidemeyen – heyecansız – tatsız – ruhsuz kutlamaların  kanaatimce bir anlamı ve değeri YOKTUR!

Değerli akademisyen Güzide Filiz Tuzcu’ya teşekkürlerimle
Naci Kaptan
This entry was posted in AKIL FİKİR YAZILARI, SİYASİ TARİH. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *