TARİH İLMİ = TARİH BİLİNCİ = MİLLİ BELLEK (HAFIZA)
GÜZİDE FİLİZ TUZCU, 26 AĞUSTOS 2020 / gftuzcu@hotmail.com
BÖLÜM I
Bir millet, insanlardan oluştuğuna göre, bir insanın doğasında geçerli olan tüm “doğa yasaları”, elbette bir millet için de geçerlidir. Bir insanı “İNSAN” yapan en büyük özelliği nedir? AKLIDIR- BELLEĞİ – HAFIZASIDIR; yani “düşünme, merak etme, hayâl kurma, sorgulama, tecrübelerini – yaşanmışlıklarını ve öğrendiklerini belleğinde depolama ve gelecekte bu belleğin (hafızanın) rehberliğinden faydalanarak isabetli kararlar verme” yeteneğidir.
O halde bir insanın sahip olduğu en değerli beyin fonksiyonu AKLI ve GÜÇLÜ BELLEĞİDİR; bu özelliklere sahip olan bir insan, birde iyi terbiye ve eğitim aldığı zaman, “AKLINI ÇALIŞTIRABİLEN – DÜŞÜNEBİLEN, HATALARINDAN DERS ÇIKARAN, BÖYLECE YANLIŞI – DOĞRUDAN AYIRABİLEN, İNSANLIĞA, DOĞAYA VE VATANINA KARŞI SORUMLULUKLARINI BİLEN, kendisi ve etrafı için FAYDALI İŞLER YAPABİLEN, ERDEMLİ BİR BİREYE” dönüşür. O halde AKLA – donanımlı bir BELLEĞE (HAFIZAYA) ve İYİ BİR EĞİTİME sahip olmayan bir insanın, “sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir yaşam sürdürebilmesi, ayrıca kendisine, ailesine, çevresine ve milletine faydalı bir birey olabilmesi” kesinlikle mümkün değildir. Bu iki + iki = dört eder kadar matematiksel bir olgu ve mutlak bir gerçektir.
Tamamen aynı mantıkla düşünürsek, bir insanda “BELLEK – HAFIZA” ne kadar yaşamsal bir öneme sahip ise, aynı şekilde bir MİLLET için de “MİLLİ BELLEĞİNİ oluşturan TARİH BİLİNCİ” de aynı derecede yaşamsal bir öneme sahiptir. O halde bir milletin de “sağlıklı, güvenli, özgür, refah ve mutlu bir yaşam sürdürebilmesi” kesinlikle ve kesinlikle, o milletin TARİH BİLİNCİ ile MİLLİ BELLEK (HAFIZASA) kazanmasına bağlıdır. Söz konusu bu mutlak gerçeği kavramadan, Türk Milleti için sorunlarından kurtuluş yolu yoktur. Ancak 1938 sonrası iktidara gelenlerin uyguladıkları “gayri-milli politikalar ve gayri-milli eğitim sisteminden” dolayı Türk Milleti, söz konusu bu yaşamsal gerçeği 21. Yüzyılda bile kavramaktan, bir başka deyişle TARİH BİLİNCİNE SAHİP OLMAKTAN çok uzaktır!!!
Oysaki 1923’de kurulan Cumhuriyetimizin en büyük hedeflerinin başında Türk Milletine “Milli Tarih Bilinci” kazandırmak geliyordu. Çünkü Türk Milletinin buna hava, su ve ekmek kadar ihtiyacı vardı; bu bağlamda Cumhuriyet, o güne kadar Türk Milletine hiç verilmemiş olan “Milli Eğitimle”, Milli Belleğini (Hafızasını) Kazandırmak için gerekli tüm uygulamaları başlatmıştı… Ancak Cumhuriyetimizin 15 yıllık bu başarılı girişim ve uygulamaları, yani ülke çapında milleti bilinçlendirmek üzere uygulanan topyekûn eğitim seferberliği henüz olgunlaşıp, tam olarak görevini tamamlayamadan, 1938 sonrası iktidara gelenlerce maalesef ki sekteye uğratılmıştır!!!
Şöyle ki 11 Kasım 1938’den 1950 yılına kadar İ. İnönü başkanlığında kesintisiz tam 12 yıl tek başına Türkiye’yi yöneten iktidarın yaptığı ilk icraat, “milli politikalarımızı samimiyetle benimseyen ve bu politikaları uygulama kararlılık ve azminde olan ve vatanımızın tam bağımsızlığından asla ödün vermeyen değerli TÜRK Devlet Adamlarımızı bertaraf etmek” olmuştur! Böylece binlerce yıllık Türk Kimliğimizi ve Kültürümüzü ön planda tutan Çağdaş Milli Eğitim Sistemimiz, geçmişten günümüze köprü kurarak milletimize “BELLEK (HAFIZA) KAZANDIRACAK OLAN TARİH İLMİMİZ” ve Türk Milletini bu yolda aydınlatmakla görevli Milli Kuruluşlarımız “Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Dil – Tarih – Coğrafya Fakültesi, Köy Enstitüleri, Halk Evleri ve Halk Odaları…” hepsi de planlı ve programlı olarak “komünizm suçlaması, bahanesi ve iftirasıyla” baskılanmış – yıpratılmış ve bu kurumların görevlerini özgürce yerine getirmeleri engellenmiştir!!!
Böylece Türk Milletinin tam bağımsız – özgür geleceği için yaşamsal öneme haiz “MİLLİ BELLEĞİNİ (HAFIZASINI)” kazanması ve bu bellekteki değerli bilgileri genç nesillere aktarabilmesi mümkün olmamıştır! Peki neden Türk Milletinin “Milli Belleğini (Hafızasını)” kazanması istenilmemişti? Çünkü “Biz Atatürk’e bağlıyız, Onun izinden asla ayrılmayacağız vs…” diyerek Türk Milletine söz veren, hatta TBMM’de bu hususta Türk Milletine yeminler eden iktidarın başı ve onun vekilleri, bu sözlerini ve yeminlerini tutmakta samimi olmamışlar ve sadece takiyye yapmışlardı!!! Bir başka deyişle Türk Milleti aldatılmıştı!
Nasıl mı? 12 Yıllık İktidar, Milli Eğitimin, “MİLLİ OLMA ÖZELLİĞİNİ” tamamen ortadan kaldırmış ve Tarih İlmini de, “İLİM” olmaktan çıkarmıştır! Bir başka deyişle Tarih ilminin “salt tarihi gerçekleri ortaya çıkarması ve Türk Milletini aydınlatarak MİLLİ BELLEK (HAFIZA) kazandırması” işlevine son verilmiştir! İşte bu noktadan sonra Türkler için yaşamsal öneme sahip Tüm Tarihi Gerçekler baskılanmış, gizlenmiş ve önemli kavramların içleri boşaltılarak, anlamları saptırılmıştır! Örneğin “Atatürkçülük – Cumhuriyetçilik – Devrimcilik (hatta “DEVRİM” kelimesine bile tahammül edilememiştir!) – Tam Bağımsızlık – Milliyetçilik – Devletçilik – Özgürlük – TARİH İLMİ – Dış Politikada Karşılılık İlkesi – Tarafsızlık Politikası – Sosyalizm – Komünizm – Demokrasi – Hukuk Devleti, İslâm Dini – Dindarlık Mefhumu vs…“ bu kavramların neredeyse tamamının içi boşaltılarak, gerçek anlamlarından saptırılmıştır!!!
Böylece hem Türk Milletinin bu önemli kavramları doğru anlaması, özümsemesi ve bu kavramların ışığında isabetli siyasi seçimler yapabilmesi engellenmiş, hem de Türk Milleti bir kez daha, binlerce yıllık tarihi köklerinden koparılmıştır! Bir başka ifadeyle Türk Milleti bir kez daha “belleksiz – hafızasız” bırakılmıştır!!! Böylece Türklerin kendileri ve vatanları için en faydalı olanı seçebilme, düşmanlarını ve onlardan gelebilecek tehlikeleri tanıyabilme, bunlardan korunmak üzere sağlıklı kararlar alabilme imkânları ellerinden alınmıştır! Yani Türk Milletinin sağlığını, yaşam kalitesini ve güvenli geleceğini koruyacak olan “MİLLİ BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ” çökertilmiş, bünyesi savunmasız ve güçsüz bırakılarak, zayıf düşürülmüştür!!! Özetle Türk Milletinin belleği (hafızası) ve ruhu hasta edilmiştir.
BÖLÜM II
O halde hasta bir insanı – ya da hasta bir milleti iyileştirmek ve onu “yeniden sağlığına – yaşama döndürmek” için doğru tetkikler yapılması, doğru teşhis konulması ve doğru tedavi uygulanması kaçınılmazdır. Bağışıklık sistemi çökertilerek, ağır derecede hastalandırılmış, yaşamsal fonksiyonları uyuşturulmuş ve HAFIZASI (BELLEĞİ) “yalan yanlış, sözde bir tarihle – anlamsız ve gereksiz ezberlerle” bulandırılmış olan Türk Milletinin hastalığına “doğru teşhis” konulmalıdır ki, doğru tedavi yapılabilinsin.
Şayet bu tedavi yapılmaz ise, aynı geçmişte pek çok kez olduğu gibi, yine Türk Milleti “özgürlüğünü, saygınlığını, kendine güven duygusunu, dilini, dinini, kültürünü ve tüm milli özelliklerini, hatta yuvasını, yurdunu ve vatan topraklarını” dahi kaybetmeye mahkûmdur. (Zaten vatan toprağı kaybetmeye başlamıştır…) Tarihten ders almayan, yani “Milli Bellek (Hafıza) Kazanamayan” milletlerin sonu maalesef ki böyle korkunç bir hüsran ve yok oluştur. Bu mutlak gerçeği dünyada ki tüm bilinçli – gelişmiş – medeni milletler gayet iyi bilirler. Bunun için de ana dillerine – kültürel özelliklerine ve birbirlerine dört elle sarılırlar. Evet söz konusu bu hüsran ve yok oluş, Türk Milletinin başına maalesef ki pek çok kez gelmiştir… Ve uzun yıllardır yapmış olduğum bilimsel araştırma ve çalışmalar göstermiştir ki bunun BAŞLICA İKİ TEMEL NEDENİ vardır:
-
NEDEN BİR: Biz Türkler, BİZİ BİZ YAPAN, binlerce yıllık köklü ve zengin TARİHİMİZİ, KAHRAMAN ATALARIMIZI – SOYUMUZU, MİLLİ KİMLİĞİMİZİ, DİL ve KÜLTÜRÜMÜZÜ yeterince önemsemiyoruz, araştırmıyoruz, bilmiyoruz ve bilmediğimiz için de isabetli kararlar veremiyoruz! Bu yüzden faydalı “MİLLİ POLİTİKALAR” belirleyip, uygulayamıyoruz! Ayrıca geleceğimizin yaşam garantisi olan genç nesillere “Tarih İlminin” ortaya koyduğu “Gerçek Tarihi” öğretmiyoruz! Yani Türk Gençlerine “Milli BELLEK (Hafıza)” kazandırmıyoruz! Bundan dolayı Türk Milleti olarak bizler, geçmişte Türklere ve İslâm’a kurulan tuzakları, “Türk ve Müslüman” maskeli politikacıları, geçmişte yaşadığımız ölümcül tehlikeleri, korkunç acıları, işkenceleri, ölümleri, hatta soykırımları çabucak unutuveriyoruz!!! EVET ŞAŞILACAK DERECEDE HEMEN UNUTUVERİYORUZ! Ve biz Türkler, bu vahim geçmişi unutunca da sürekli aynı hataları ve yanlışları yapmaya, aynı tuzaklara düşmeye ve bundan dolayı da büyük maddi sıkıntılar, acılar, yıkımlar, kayıplar ve ölümler yaşamaya devam ediyoruz…
-
NEDEN İKİ: Antik Çağların Ünlü Gök-Türk Hükümdarı Bilge Han Atamız, gelecek Türk nesillerine ders ve ibret olması için “Orhun Gök-Türk Anıtlarına” şu uyarısını kazdırmıştır: (özetle) “Türkler, kendi ırkından – kültüründen – ahlâkından – inancından – kavminden – ailesinden, soyundan olmayan YABANCI KADINLARI (Moğolistan bölgesine komşu Çinli prensesleri, Çin hükümdarının kızlarını, kız kardeşlerini, kuzenlerini vs…) eşleri / hanımları yaparak, Türklerin gelecek nesilleri olacak olan çocuklarının anaları yapıyorlar ve Türk Hükümdarlar, o yabancı soydan gelen kadınların ve bu kadınların aile ve akrabalarının güçlü etkisi altında kalarak, onlara güvenerek, bu kadınların aile ve akraba bireylerini, hatta sıradan soydaşlarını bile Türk Devletinin kilit yönetim mevkilerine getirmekte hiçbir sakınca görmüyorlar!!! (Vezir-i azam, vezir, sadrazam, ordu komutanı, eyalet yöneticisi, kale bekçisi vs..) İşte içimize – mahremimize güvenerek aldığımız bu yabancılar, Türk karşıtı telkinleriyle, gizli politikaları ve saldırılarıyla, Türk Kültür ve Yasalarımızı (Töremizi) unutturup, içten içe devletimizi zayıflatmış ve yıkıma uğratmışlardır. Bilesiniz ki nice Güçlü Türk Devletleri, işte böyle içimize aldığımız yabancıların etkisi, uyguladıkları entrikalar ve ihanetler nedeniyle içten içe çökertilmiştir.” Dünyaca ünlü Büyük Türk Hükümdarı CENGİZ HAN da Milletini benzer şekilde şöyle uyarmıştır; “TÜRKLER, HİÇBİR SAVAŞI ve HİÇBİR DEVLETİNİ KAYBETMEZDİ, ŞAYET KENDİ IRKINDAN KADINLARLA EVLENMİŞ ”
Evet değerli Türk Hükümdarlarımız, Büyük Atalarımız Bilge Han ve Cengiz Han’ın bu son derece önemli ve yaşamsal müşterek uyarısının doğruluğunu Tarih İlmi de defalarca kanıtlamıştır. Aklın yolu da birdir, Tarihi Gerçeğin de… Tarihten günümüze, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri de dahil, yani istisnasız her Türk Devleti, “Türk olmayan, ancak Türk’müş gibi görünen yabancı eşlerin – cariyelerin – nedimlerin, onların akrabalarının – soydaşlarının gizliden gizliye sergiledikleri entrikalar, savurganlıklar, yolsuzluklar, çıkar çatışmaları ve ihanetlerle” İÇTEN çürütülerek çökertilmiştir. Bir başka deyişle hiçbir Türk Devleti, dıştan gelen tehlike ve saldırılarla yıkılmamıştır.
Ki bu dış saldırlar her ne kadar güçlü, devasa ve korkunç boyutlarda olurlarsa olsunlar; tıpkı Kurtuluş Savaşı Sürecinde olduğu gibi… Bilindiği üzere Türk Kurtuluş Savaşı, son derece kötü şartlar altında, her türlü imkânsızlıklar, yokluklar ve yoksulluklar içinde sürdürülmüş ve tüm bu zorluklara rağmen mucizevi zaferler kazanılmıştır. Çünkü Türk Milletinin başına bir TÜRK LİDER gelmiştir. Şöyle ki “teslimiyeti, acizliği, esareti ve onursuzluğu” asla kabul etmeyen, onursuz yaşamaktansa ölümü tercih eden Şerefli TÜRK Komutan Mustafa Kemal Paşa liderliğinde topyekûn TÜRK Milleti, muazzam bir ölüm kalım savaşı vermiştir. Öyle ki üstlerine yırtıcı kuşlar gibi her cepheden hücum eden birleşik işgalci düşmanları ve onların sadık işbirlikçileri Osmanlıları alt eden TÜRKLER, yüzyıllar sonra kendi kaderlerini kendi ellerine almayı başarmışlardır. Burada altı defalarca çizilmesi gereken önemli husus şudur: ZAFERİN KAZANILMASI ve KURTULUŞUMUZ, ancak ve ancak “TÜRK Komutan ve TÜRK Güçleri” sayesinde mümkün olabilmiştir. İngiliz dostu – hatta müridi Osmanlı padişahına ve onun devşirme devlet adamlarına kalsaydık, bugün biz Türkler ya batılıların kölesiydik, ya da yok olup gitmiştik. Henüz yakın tarihimizin bu ölüm kalım savaşını bile ne kadar çabuk unutuverdik! Türkler olarak bugün bizler, “Türkleri kölelikten – onursuzluktan – yok olup gitmekten kurtaran ve bizlere yıldızı parlayan, koskoca – özgür bir VATAN armağan eden Büyük Atatürk’e” dil uzatmaya, hatta hakaret etmeye cüret eden hain nankörlere gerekli tepkiyi bile gösteremiyoruz!!! Bu Türk Milleti adına büyük bir utanç olsa gerek.
BÖLÜM III
Lise yıllarımdan itibaren benim aklımı hep kurcalayan şu soru olmuştur; Türk Milleti “bin bir zorlukla – olağanüstü emeklerle – Türklerin kanıyla ve canıyla kurdukları” devletlerin yönetimine TÜRK SOYDAŞLARI dururken, neden yabancıları getirmişlerdir? (Dünyada – başka hiç bir millette bunun bir örneği daha yoktur!) Yani Türkler, kendileriyle ortak hiçbir şey paylaşmayan yabancılara körü körüne güvenerek devletlerinin kilit makamlarına neden yabancıları oturtmuşlardır? Türkler, “Türk Kanı, Türk Ruhu ve Türk Sevgisi” taşımayan, hatta düpedüz gizli Türk düşmanlığı güden, ancak Türk Milletini aldatmak için birer “Türk veya İslâm” adının ardına gizlenen yabancılara neden devlet yönetimini teslim etmişlerdir? Bu son derece yanlış – ölümcül uygulamanın neticesinde Türk Devletlerinin zarara uğraması ve yıkıma sürüklenmesi elbette ki her zaman kaçınılmaz olmuştur!
Tarih İlmi açıkça göstermiştir ki dünyada hiçbir millet, evet hiçbir millet “kendi soy ağacından, dilinden, kültüründen, inancından olmayan yabancılara” Türkler gibi güvenip, kendi kurduğu devletin yönetimine yabancıları oturtmak gibi ölümcül bir hata yapmamıştır!!! Türkler ise, bu ölümcül hatayı maalesef ki sürekli yapmışlardır… Hatta 1938 sonrasında da bu hatayı yapmaya devam etmişlerdir! İşte bu tavır, ancak “MİLLİ BELLEĞİNİ (HAFIZASINI)” kaybetmiş bir milletin tavrı olabilirdi!!!
Şimdi lütfen bir duralım, düşünelim ve empati yapalım; şöyle ki bir aile düşünelim, çünkü bir aile yönetimi de, bir devlet yönetimi gibidir; zaten sosyologlar, ailenin, devletin “en küçük – çekirdek birimi” olduğunu ifade etmektedirler. O halde, aynı bir devlet başkanı, reisi gibi, bir aile reisi de bir yöneticidir. Söz konusu bu aile reisi, “Ben ailemi – eşimi, çocuklarımı, evimi, bütçemi, mal varlığımı, topraklarımı idareden acizim” diyerek, ailesini – eşini – çocuklarını – evinin bütçesini – menkul ve gayri-menkul mal varlıklarının idaresini bir yabancıya güvenerek, o yabancının ellerine teslim edebilir mi? Ya da teslim ederse ne olur? Aklını çalıştırabilen herkes çok iyi bilir ki bu bir felâket olur.
O yabancı yönetici – başbakan – sadrazam – ordu komutanı – voyvoda vs… – her nasıl adlandırılırsa adlandırılsın – o aile babasının “eşini – çocuklarını onurunu, şerefini, sağlığını, güvenliğini, eğitimini, vs…” kısacası o ailenin iyiliğini, ailenin reisi biyolojik baba veya anne gibi düşünebilir mi? Elbette düşünemez, hatta düşünmez. Niye düşünsün ki? (İstisnalar belki olabilir, ancak istisnalar genel kaideyi bozmaz.) Hem bir yabancı, kendisiyle doğal hiç bir bağı bulunmayan, ortak geçmişi – ortak duygu ve inançları paylaşmayan, ortak hedefleri olmayan, kendisine tamamen yabancı bir aileyi ve o ailenin çıkarlarını, kendi öz ailesi gibi neden düşünsün, neden korusun ki? O yabancı, ancak kendi menfaati için gayret gösterecek, siyasi güç, makam, zenginlik ve saltanat elde etmek için uğraşacaktır… Nitekim Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde tam da böyle olmuştur: Osmanlı padişahlarının yabancı eşleri, cariyeleri ve onların yanlarında saraya getirdikleri maiyetleri (danışmanları, rahipleri, papazları, özel hizmetçileri vs…), akrabaları ve devlet yönetimine getirilen soydaşları – devşirme yabancılar, ancak kendi çıkarları ve saltanatları için uğraşmışlardır… Türk Milletinin yaşam koşulları, sağlığı, eğitimi, huzuru ve mutluluğu hiçbir zaman bu yabancıların umurlarında bile olmamıştır. Doğal olarak.
Selçuklu ve Osmanlı hükümdarları, ne yazık ki “Türk olmayan, Türklerle ortak hiçbir bağı – amacı bulunmayan, yani farklı dili, dini inancı, kültürü ve hedefleri olan yabancıları” Türklerin başına idareci olarak getirmişler ve Türklerin resmen felâketlerine neden olmuşlardır. Böylece Türkleri “TÜRK” yapan “binlerce yıllık milli kimliği, ana dili, zengin kültürü, tarihi, dini, sağlığı, huzuru vs… kısacası her özelliği ve tüm yaşamı” toptan yıkıma uğramıştır. Hem de bu öyle ağır hasarlı – öyle derin bir yıkım olmuştur ki, 15 yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde Türklerin kendilerine gelebilmeleri mümkün olamamıştır.
Oysa ki Salt TÜRK YÖNETİMİNE dayanan Genç Cumhuriyet Rejimi, tüm zorluklara ve kısıtlı imkânlarına rağmen, Osmanlıların yüzlerce yıl verdikleri devasa zararları telâfi etme yoluna gitmiş ve bu bağlamda ne gerekiyorsa yaparak, mucizevi başarılar elde etmiştir… Ancak zarar o kadar büyük ve zaman o kadar azdı ki!!! Sadece ve sadece 15 yıl!!! Osmanlı devrinde yüzyıllar boyunca Türklere verilen maddi ve manevi zararlar o kadar büyük ve o kadar korkunç boyutlarda olmuştur ki, bu zararları telafi edebilmek için değil 15 yıl, en az 50 yıl gerekliydi. Ayrıca unutmayalım ki, Genç Türk Yönetimi, bu kısacık 15 yılda hem milleti ve ülkeyi kalkındırmak için olağanüstü çalışmalar yapmış, hem de TBMM’ne ve ülke içine çöreklenen ve Türk Hükümetine sürekli sorunlar çıkaran Türk düşmanlarıyla da mücadele etmek zorunda kalmıştır.
BÖLÜM IV
Evet sadece 15 yıl, ancak yine de Büyük Atatürk 15 yıla, 150 yıla sığdırılamayacak kadar göz kamaştıran maddi ve manevi büyük başarılar sığdırmıştır. (Bugün Türkiye Cumhuriyeti halâ Onun inşa ettiği sağlam temeller üzerinde ayakta durmaktadır.) Ancak 10 Kasım 1938 tarihi, Türkler için maalesef ki yeni bir yıkımın – felâketin başlangıcı – kırılma noktası olmuştur! Çünkü 11 Kasım 1938’de Osmanlı zihniyeti taşıyanlar yeniden iktidarı ele geçirmiş ve en ileri medeniyet seviyesine ulaşmak üzere raya oturtulan TC Devletini, yolundan çevirerek, geriye döndürmüşlerdir. Yani Türklerin sürü olarak görüldüğü, baskılandığı, ezildiği ve sömürüldüğü Osmanlı devrine doğru geriye gidiş başlatılmıştır…
Söz konusu o günkü kırılma noktası – geri dönüşün acı sonuçları apaçık ortada durmaktadır: Şöyle ki, o gün – bugündür Türk Milletinin tarihini öğrenmesine – tarih bilinci kazanmasına, haklarını savunmasına, huzurlu ve mutlu yaşamasına bir daha izin verilmemiştir! Evet 16 bin yılın üstünde devasa köklü bir geçmişe sahip olan, pek çok imparatorluk, krallık ve devlet kurmuş olan, medeniyetin tam da temelinde – merkezinde yer almış – dünyada bilinen en eski, en köklü millet olan Türk Milleti, 21. Yüzyılda bile halâ kendine gelememiştir, yani “BELLEĞİNİ – HAFIZASINI” kazanamamıştır! Bu durumundan dolayı Türk Milleti, her türlü maddi ve manevi imkâna, yer üstü ve yer altı zengin kaynaklara sahip olmasına rağmen, maalesef ki halâ gelişememiş ve Büyük Atatürk’ün ısrarla öngördüğü ileri medeniyet seviyesine ulaşamamıştır!!! Hatta daha da vahim ve acı olanı ise Türk Milleti, yüzyıllarca köle hayatı yaşayan ve özgürlük nedir bilmeyen bazı Asyalı ve Afrikalı sömürge milletlerinin bile gerisine düşmüştür!!! Bu mutlak gerçeği görmeyenler ya kara cahildirler, ya delidirler, ya da düpedüz haindirler. Bir dördüncü şık ise kesinlikle yoktur.
Oysa ki daha dün “çeşitli ırklardan oluşan, çamurdan yapılmış evlerde yaşayan, aralarında yüzyıllarca kanlı din kavgalarına tutuşan, karışık topluluklar…” (İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İspanyollar, İtalyanlar, Grekler vs…), akıllı ve bilinçli aydın toplum liderlerinin öncülüğünde “eğitimle – telkinle – uzlaşmayla – ortak tek bir dille – tek dinle – yaratılan değerlerle (örneğin krala değil, toprağa bağlılık – birbirine bağlılıkla), ısmarlama – sahte tarihlerle ve tabi ki birlikten güç doğar aşısıyla” birleştirilmiş ve bir millet yapılmışlardır. Ve ancak ondan sonradır ki kendileri için ilk kez bir devlet kurabilmişlerdir! Söz konusu bu genç milletler, “milli birliklerine, dil, din ve geleneklerine” en üst seviyede önem vererek, ve bunları genç nesillerine eğitimle aktararak, milli kimliklerine çoktan kavuşmuşlardır. Tarihi derinlikleri bile olmayan, yani sonradan bir millet olan bu batılı milletler, kendi elleriyle yarattıkları “milli kimliklerinin” sorgulanmasına dahi bugün asla izin vermemektedirler. Peki ya Türkler!!!
Hatta sonradan sonraya millet ve devlet sahibi olan söz konusu bu batılılar, kendilerini diğer tüm milletlerden üstün görmeye başlamış ve 17. Yüzyıldan itibaren dünyanın zengin kaynaklarına göz dikerek, onları ele geçirmeye odaklanmışlardır. Bu bağlamda onlar, dillerini, dinlerini, kültürlerini, sahte tarihlerini tüm dünyaya dayatmayı ve yaymayı bile başarmışlardır!
Batılılar “kendi uydurdukları – bilimsel temellerden tamamen yoksun – sözde tarihlerine” canhıraş sahip çıkarken, biz Türkler pek çok bilimsel kanıtlara ve arkeolojik bulgulara dayanan, yani tamamen gerçek olan muazzam “Antik Tarihimize” bile maalesef ki sahip çıkamıyoruz! Sözde Türk arkeologlar ve tarihçiler de, daha dün millet olabilmiş ve bir devlet kurabilmiş olan bu emperyalist batılıların BİLİMİ HİÇE SAYARAK, tamamen kendi çıkarları doğrultusunda uydurdukları antik tarihe canhıraş sahip çıkmaya devam etmektedirler !!! Hatta sahiplenme hususunda bazı Türkler o kadar ileri gitmişlerdir ki, batılıları bile geçmişlerdir! (Yani kraldan çok kralcı olmak söz konusudur!) Bu acıklı durumun bir tek nedeni vardır; o da Türklerin “Milli Bellek – Hafıza” kazanabilmeleri 1940’lı yıllarda engellenmeye başlanmıştır! Yani Türkler, tam da batılıların arzuladıkları kıvama getirilmişlerdir!
Türkler için söz konusu bu acıklı durum, gerçekten de OLAĞANÜSTÜ BİR ANORMALLİK teşkil etmektedir. Ancak böylesi devasa bir anormalliğin, genel olarak Türk Üniversitelerinde – akademisyenler, aydınlar, gazeteciler, televizyon programcıları vs… arasında dile getirildiğine ve sorgulandığına hiç tanık olmadım!!! Bu yüzden Türk Milleti, ne binlerce yıllık muazzam antik tarihini biliyor, ne Cumhuriyet Tarihini doğru biliyor, ne 600 küsur yüzyılda Osmanlı devrinde başına gelen felâketleri biliyor, ne Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm’ı biliyor, ne de henüz yakın geçmişimiz olan “Kurtuluş Savaşı Sürecini” doğru – dürüst biliyor!!!
Şayet Türk Milleti tüm bu TARİHİ GERÇEKLERİ bilseydi, Kurtuluş Savaşımızın o zorlu sürecinde “Türklere açıkça ihanet eden, Türklere yapmadığı kötülük bırakmayan, işgalci düşmanlarla resmen işbirliği yaparak Anadolu’yu kana boyayan, Türkiye ve dünya arşivlerinde yaptıkları hainlikler – ihanetler tescilli – kanıtlı ve belgeli olan vatan hainlerini” bugün birer “kahraman” gibi sunmaya – yutturmaya hiç kimse cesaret edemezdi! Türkler, buna asla izin vermezlerdi. Hatta o haddini bilmeyen kriptolar, tamamen Osmanlı propagandası olan “uydurma – sözde tarihle” Türk Milletini göz göre göre kandırmaya asla ve asla cüret edemezlerdi! Türk Milleti tarihini ve dinini doğru bilseydi, profesör(!) unvanlı – sözde tarihçi biri televizyona çıkıp da “Osmanlıyı eleştiren, İslam’ı eleştirmiştir… Osmanlıya karşı olan, İslâm’a karşıdır…” diyerek bu kadar korkunç boyutlarda bir yalan söyleyebileceği müsait bir ortamı bulamazdı!
Ayrıca yine Türkler tarihini ve dinini doğru bilseydi, söz konusu bu kriptolar, Türk Milletinin namusunu, onurunu, şerefini, canını ve vatanını kurtaran ve tüm dünya mazlum milletlerine de kurtuluş – özgürlük ve insanca yaşam umudu veren ve yaşadığı çağda dünya barış ve huzuruna muazzam katkılar sağlayan ve bunun için her geçen gün artan bir saygı ve sevgiyle sevilen Büyük Atatürk’e – hem de Onun kurduğu TC Devleti’nde – hayasızca, nankörce dil uzatmaya cüret edemezlerdi!
Bu nefret uyandıran, asla kabul edilemez ANORMAL durumun, Türkiye’de barınan, Türk Milletinden maaş alan ve bu sayede geçimini temin eden pek çok sözde akademisyenin, gazetecinin, araştırmacının, televizyon program yapımcısının… kısacası pek çok sözde aydının umurunda bile olmadığına pek çok kez şahit oldum! Ancak buna karşın tarihten günümüze dürüstlüğü temel ilke edinmiş – karakterli yerli ve yabancı saygın devlet adamları, saygın araştırmacılar, saygın akademisyenler, saygın gazeteciler, saygın televizyoncular da ne mutlu ki var olmuştur ve olacaktır da… Bu değerli insanlar “21. Yüzyılda bile halâ bellekten – hafızadan, yani tarih bilincinden yoksun olan Türklerin, içine düştükleri bu son derece ANORMAL duruma” hayret ederek, hatta bazıları içtenlikle üzülerek dikkat çekmişlerdir. Bunlardan bazı çarpıcı örnekler vermek, 30 AĞUSTOS BÜYÜK ZAFER BAYRAMIMIZIN DEĞERİNİ çok daha iyi anlamamızı sağlayacağı kanaatindeyim:
BÖLÜM V
Tarihçi BERNARD LEWİS, “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2000.
Sayfa 327 – 328: “İslâmlığı kabul eden uluslar arasında HİÇ BİRİ, kendi ayrı özdeşliğini (milli kimliğini), İSLÂM ÜMMETİ İÇİNDE ERİTMEKTE, Türklerden daha ileri gitmemiştir! Türkler, “Türk ile Türk olmayan” arasında hiçbir ırk engeli koymadılar. (İşte Türklerin bu ölümcül hatalarından dolayı, Türk Devletleri her zaman içten içe – içten gelen ihanetlerle yıkılmıştır…)
Türkler, İslâm öncesi geçmişlerinden ancak birkaç hatıra koruyabilmişler, ancak İslâm öncesi TARİHLERİNE hiçbir ilgi göstermemişlerdir! Türkler, kendilerini İslâm diniyle tamamen özdeşleştirerek, kendi ayrı Türk geçmişlerini ŞAŞILACAK DERECEDE bir hızla ve tümlükle UNUTMUŞLARDIR! (Daha doğrusu Osmanlılar, Türklere tarihlerini – milli kimliklerini kasten unutturmuşlardır.)
Sayfa 330 – 331: “Osmanlı İmparatorluğunda “Türk Milli Özdeşlik Duygusu” ezilmiş ve silinmiştir. 19. yüzyıl ortalarına kadar ki Osmanlı yazılarında ve ondan sonrakilerin bir çoğunda “TÜRKİYE” sözcüğü kullanılmamıştır. Böylece TÜRK ULUSUNUN BİZZAT VARLIĞI GİZLENMİŞTİR.
TÜRK sözcüğü, sadece Anadolulu göçebelerini, ya da köylülerini ifade etmek için kullanılmıştır! (O da aşağılayıcı ifadelerle…) Önemli bir Osmanlı Tarihi Kaynağı kabul edilen Koçu Bey 1630’da Yeniçeri Birliklerini gereksiz kimseler kapladı diye yakınarak Türkleri, “Çingeler, Tatarlar, Lazlar Katırcılar, Hamallar, Eşkıyalar ve Yankesicilerle” bir tutarak, Türkleri aşağılamıştır.
1802’de Paris’e giden Halet Efendi bile kendisine “Türk Elçi” denilmesine alınmış, üzülmüş, hatta buna tepki bile göstermiştir.”
[Grek kökenli devşirme Halet efendi’yi Türk Milletine kısaca tanıtmak gerekir: Halet takma adı, onun Grek soyunu/ırkını ve Hıristiyan dinini gizlemek için muhtemelen uydurulan bir addır. Çünkü Osmanlı da bu bir gelenekti… Osmanlılar, saraylarına ve ordularına aldıkları ve baş tacı ettikleri devşirme yabancı oğlanların, yabancı eşlerin – cariyelerin vs… gerçek kimliğini, soy ve dinini gizlemek için onları “Türk ve Müslüman’mış” gibi, göstermeye oldukça büyük özen göstermişlerdir!
Halet efendi hakkında açıklama yapmamız, Osmanlıda “yabancılarla” ilgili yazdıklarıma çarpıcı bir örnek olacaktır kanaatindeyim. Çünkü padişah 2. Mahmut’un (1808 – 1839) kendisine duyduğu yakınlık – güven ve ona bahşettiği baş danışmanlık ve mühürdarlık gibi büyük yetkilerle güçlenen – devlet işlerinde söz sahibi olan Halet efendi, Türklere pek çok kötülük yapmış ve pek büyük zararlar vermiştir… Yani Türkler, 2. Mahmut ve onun baş danışmanı – mühürdarı Halef efendi yüzünden Doğu Avrupa’da çok büyük can kayıpları, mal ve toprak kayıpları yaşamışlar, böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma süreci de başlamıştır.
Türklere terör saldırıları ve katliam uygulayarak, Türkleri yıldırmak ve onları göçe zorlamak, mallarını ve topraklarını ele geçirmek üzere gizlice kurulan, silahlı Grek çetesi/örgütü Filik-i Eterya’ya elinden gelen her türlü kolaylığı ve yardımı yapan Halet efendidir! Öyle ki bu silahlı çeteyi öğrenen, onlara göz açtırmayan ve bu tehlikeli çete konusunda padişah 2. Mahmut’u sürekli uyaran, uzun yıllar Osmanlı Devletine başarıyla hizmet etmiş olan Yanya Valisi/Tepedelenli Türk Ali Paşa’nın ortadan kaldırılması için 2. Mahmut’u ikna eden de yine Halet efendi olmuştur. Böylece Halet efendinin ısrarıyla padişah 2. Mahmut, Türk Ali Paşa hakkında idam fermanı çıkartıp, onun idam edilmesini sağlamıştır!
Değerli Türk Tarihçimiz Tarık Zafer Tunaya bu ibret verici nankörlük olayına dikkat çekerek, şöyle yazmıştır; “1821 yılında vefasızlık örneği olarak Ali Paşa’nın Yanya kalesinde asılması, Grek isyanını ilân eden bir bayrak mahiyetindedir. Zira Filik-i Eterya uzun yıllar kendisine göz açtırmayan bir kimseden artık tamamen kurtulmuştur.” (Kaynak; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler ( 1859 – 1952), Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1952, s. 82 – 83) Görüldüğü üzere Halet efendi, Doğu Avrupa Türk topraklarının parçalanmasına, binlerce Türkün katledilmesine, göçe zorlanmasına, hatta daha da korkuncu soykırıma uğramasına sebep olmuş, Osmanlı padişahınca baş tacı edilmiş, Türk ekmeğiyle beslenip, saraylarda saltanat sürmüş olan hain devşirme – kriptolardan sadece ve sadece biridir. ]
BÖLÜM VI
Bernard Lewis ile devam ediyoruz (Sayfa: 342): “Osmanlı İmparatorluğu’nun halkları arasında “milliyetçi fikirlerden” en son etkilenen, imparatorluğun bizzat sahibi Türkler olmuştur. Tarihlerinin unutulmuş ve reddedilmiş bölümüne ait bilgiler 18. Yüzyıldan itibaren Avrupalı bilim insanlarınca – Türkoloji Bilimiyle gün ışığına çıkarılmaya başlayınca, bu bilgiler zamanlar Türklere de ulaşmıştır. Ve böylece bu bilgiler, Türklerin ayrı bir varlık – ayrı bir soy/ırk olduklarını anlamalarını sağlamıştır.” (Yani dünyada bilinen en eski soy/ırk/millet olan Türkler, Osmanlı içinde Türk olduklarından – tarihlerinden, en son haberdar olan millet olmuştur! O da ancak yabancıların sayesinde haberdar olabilmişlerdir! Bu korkunç durum ne büyük bir trajedidir! Hatta ne büyük bir ayıptır!)
Fransız Tarihçi – Devlet Adamı Alphonse De Lamartine, “Osmanlı Tarihi – Cilt 1 & 2”, Sabah Yayınları, İstanbul, 1991.
Cilt 2 – Sayfa 992: “Osmanlı İmparatorluğu içinde Grek (Yunan) milletinin, bir milletin esas yaşama unsurları olan “milliyeti, dini ve mülkiyeti” korunmuştur. Gerçekte Grekler, Grek insanı, Grek halkı ve Grek yurttaşıydılar. Grekler, kiliselerine, din adamlarına, patriklerine, seçimle iş başına gelmiş bölgesel hakimlerine, gemilere, ticarethanelere ve ortodoks Hıristiyanlık ayrıcalıklarına sahiptiler.
Greklerin nüfuzları, zenginlikleri, İstanbul’da Divan (Devlet Yönetimi) üzerindeki etkileri, imparatorlukta tek başına yürüttükleri ticaretleri, askerlik ve kölelik dışında tutulmaları, onları aşağı yukarı bütün Osmanlı Devleti’nde efendileriyle eşit ve bazı konularda üstün duruma getirmiştir. Grek soylular (zenginler) Transilvanya’ya (günümüz Romanya’sında bir bölge) Sırbistan’a, Eflâk’a, Boğdan’a, Ege ve Akdeniz Adalarına, Osmanlı yönetimi tarafından bölgesel yönetici – hükümdar olarak seçiliyorlardı. (Daha önce Halet efendi konusuyla değindiğimiz Türk düşmanı Grek terör örgütü Filik- Eterya’nın başına geçen de söz konusu bu Fenerli zengin Grek ailelerinden birinin oğlu olan İpsilanti’dir. İpsilanti’nin aile soy ağacı Osmanlı hanedanıyla iç- içe geçmiş, aile bireyleri Osmanlı Devlet yönetiminde önemli mevkilere atanmışlar, ve Balkanlara da bölgesel yönetici olarak atanan kişiler olmuşlardır! Yani İpsilantiler, Türklerin aleyhine çalışan, gayet zengin, güçlü ve nüfuzlu Grek ailelerden biri imiş) Osmanlı Devleti’nin dış politikası Greklerin elindeydi. Osmanlı hükümetinin Grek tercümanları neredeyse Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerçek Dışişleri Bakanlarıydı (Gizli Grek terör örgütü Filik-i Eterya başkanı İpsilanti’nin dedesi de, geçmişte bu tercümanlardan biri olmuştur.) Greklerin Boğaziçi’ndeki yalıları, onların zenginliklerinin kanıtıydı.
Sayfa 1028: “Tanzimat Fermanı’nın (Gülhane Hattı Hümayun’un) olumsuz etkilerini görmezlikten gelmek yanlış olur. Ferman’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa ve arkadaşlarının en büyük hatası, Osmanlı İmparatorluğu’nun temel taşı olabilecek EGEMEN MİLLET TÜRKLERİ ihmal etmiş olmalarıdır! (Bu da gayet doğaldır, çünkü Mustafa Reşit paşa ve arkadaşları da Türkleri zerre kadar umursamayan birer devşirme – kriptolardı. Ve yine gayet doğaldır ki bunlar, sadece kendilerinin ve kendi soylarının çıkarlarını düşünüyor ve kolluyorlardı…)
Bütün imparatorluklarda TEK BİR EGEMEN MİLLET vardır. O tarihte Avusturya İmparatorluğu’nda Alman milleti, Rusya’da Doğu Slav ırkı, İngiltere’de İngiliz milleti, ve Amerika Birleşik Devletlerinde (ABD) Anglosakson (İngiliz) unsuru egemen durumdaydı. İŞTE BÜTÜN BU DEVLETLERİN VARLIKLARI VE GÜÇLERİ, TEK BİR EGEMEN MİLLETİN ÖNDERLİĞİNDE GELİŞİP, SÜRMÜŞTÜR.
Gerçi Türklük unsurunu ilk ihmal eden yönetim Tanzimat yönetimi de değildi, imparatorluk içinde Türkler yıllar önce bir ümmet anlayışı içine sokulmuştu. Osmanlıda iğreti milletler topluluğu içinde Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve sahibi olan TÜRK IRKI azınlık durumuna düştü! Bu durum Türk Milletini ve Müslümanları üzerken, Türk ve Müslüman olmayan topluluklar, ayrıcalıklı duruma geçtikleri için sevindiler...”
[Osmanlının son devirlerine tanık olan (padişahlar 2. Mahmut ve oğlu 1. Abdülmecit ), padişahlarla görüşme imkanı elde eden ve Anadolu Türk topraklarını gezip, gören, hatta ara ara Türk topraklarda yaşayan Fransız A. De Lamartine, böylece Osmanlılarla ilgili son derece isabetli analizler yapabilmiştir. Ünlü tarihçimiz Taner Timur da, A. De Lamartine’nin bilhassa bu özelliğine dikkat çekerek, şöyle yazmıştır; “A. De Lamartine, Osmanlı devlet adamlarının zihniyetini çok isabetli bir şekilde teşhis etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu için genel tabloyu şöyle çizmiştir; “Osmanlı ruhu diye bir şey kalmamıştır; ekilmemiş ovalar, sahipsiz topraklar, gemisiz denizler, çamurdan inşa edilmiş köyler, ahşaptan bir başkent, her tarafta yıkıntı ve perişanlık ve bu yıkıntıların ortasında cesaretini kaybetmiş, çökmüş, sefilâne yaşayan TÜRKLER.” Taner Timur, Osmanlı Çalışmaları, İmge Kitabevi, Ankara 1998, s. 229 – 231. ]
BÖLÜM VII
Taner Timur, Osmanlı Çalışmaları, İmge Kitabevi, Ankara, 1998.
Sayfa 95 – 96 : “Batılı devlet adamları içinde Tanzimat hareketinin mimarı Mustafa Reşit Paşa hakkında en gerçekçi hükmü Fransız tarihçi ve devlet adamı F. Guizot’un verdiği kanaatindeyim. (Yukarda bahsettiğim gibi Mustafa Reşit paşa; yine Türk olmayan – devşirme bir sadrazamdı! Zaten 1453’den itibaren, yani 2. Mehmet (Fatih) ile birlikte – hiçbir Türk, en üstten – en alt makamlara kadar – hiç bir devlet görevine getirilmemiş, hatta Türkler devlet yönetiminden dışlanarak, tamamen uzaklaştırılmışlardır. Ta ki 1919 Haziranında açıklanan Amasya Genelgesine kadar; yani Büyük Türk Komutan Mustafa Kemal Paşa’nın bu haksız ve uğursuz Osmanlı gidişatını durdurması ve Türk Milleti adına yönetimi eline almasına kadar. ) Mustafa Reşit Paşa’yı yakından tanıyan F. Guizot onunla ilgili şu hususları dile getirmiştir; “Mustafa Reşit Paşa ülkesinde giriştiği reform hareketinin başarıya ulaşması için en gerekli niteliklerden birinden yoksundu, Türkiye’de güçlü bir reformcu olamayacak kadar az Türk’tü. (Guizot kibarlık yapmıştır; Mustafa Reşit Paşa’nın Türklükle hiç alâkası yoktu demek çok daha doğru olur.) Büyük Petro, Rusya’yı Avrupa medeniyetine sokma girişiminde derin bir şekilde Rus’tu ve Rus kaldı… Mustafa Reşit Paşa, özellikle bir Avrupa diplomatı oldu ve Avrupa’yı Türkiye’de tatmin edebilmek, onun devamlı hakim görüşü oldu. Onun ve diğer Osmanlı Tanzimatçıların görüşleri, Avrupa devlet adamlarının görüşlerini yansıtıyordu.”
Tanzimatçı devlet adamlarının – UZLAŞMA DİPLOMASİSİ – (Daha doğrusu TESLİMİYETÇİ – İHANET POLİTİKALARI), elbette kendileri açısından son derece verimli olmuş, hemen hemen hepsi efsanevi zenginlik içinde yaşamışlardır… Özellikle Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın zenginliği Avrupa’da büyük ilgi uyandırmış, Paşa Avrupa’nın en zengin insanı olarak şöhret yapmıştır. Batı’da Yahudi Rotschild’lardan daha da büyük bir servete sahip olarak şöhret yapan Mehmet Ali Paşa hakkında birbirini teyit eden birçok eser yazılmıştır.” (Bir başka deyişle yabancı kökenli – devşirme Osmanlı devlet adamları, Türk Devletine resmen ihanet ederek, devlete büyük zararlar vererek, hatta devleti batırarak, bunun karşılığında dillere destan – efsanevi zenginliklere kavuşmuşlardır!)
Avusturya Devlet Adamı – Diplomat ve Başbakan Klemens Von Metternich’in (D. 1773 – Ö: 1859) Osmanlı yorumu:
-
V. Metternich başbakan iken, İstanbul’daki Avusturya elçisi Appony’ye “Tanzimat Reformu (1839)” ilgili şunları yazmıştır;