26-30 AĞUSTOS 1922 TÜRKİYE’NİN  BAĞIMSIZLIK DESTANININ SAVAŞ ALANINDA AKIL VE BİLEK GÜCÜYLE ONAYLANDIĞI TARİHTİR

Naci Kaptan / 30 Ağustos 2019

26 – 30 AĞUSTOS 1922 TÜRKİYE’NİN  BAĞIMSIZLIK DESTANININ
SAVAŞ ALANINDA AKIL VE BİLEK GÜCÜYLE ONAYLANDIĞI TARİHTİR


BÖLÜM I

Yaralı, yorgun, yoksul bir ulusun işgal güçlerine karşı yokluklar içinde savaştığı, köle olmamak için olağanüstü bir destana dönüşen kutlu ve destansı mücadelesinin zaferle taçlandığı gün bugündür.

Atatürk’ün başkomutanlığını yaptığı büyük ve ustaca yapılan taarruzla gelen zafer hem ülkemizin düşmanlardan kurtuluşunu hem de modern bir Türkiye’nin kuruluşunu ve var olmasını sağladı.

Bugün, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığını sağlayan ve bir din ve tarım imparatorluğundan laik ve demokratik bir ulus devlet yapısına geçen devrimi hazırlayan “Büyük Zafer”in 97’nci yıldönümü. 30 Ağustos zaferiyle sadece bir muharebe ve İstiklâl Savaşı kazanılmadı. Bu zafer bize, 20’nci yüzyılın en başarılı toplumsal/ekonomik ve siyasal devrimini yapma yolunu da açtı.

Türkiye, 1990’lardan sonra “küreselleşen dünyadaki” yerini “Laik ve Demokratik bir Cumhuriyet” kimliği ile değil, “Ilımlı (Amerikancı) İslam Cumhuriyeti” kimliği ile almaya çalıştı…

Ne yazık ki, ülkemiz hâlâ, ABD’nin “Radikal Siyasal İslam” ile mücadele için icat ettiği ve Ortadoğu ile Kuzey Afrika’yı perişan ettikten sonra yanlışlığını görerek terk ettiği bu modelin peşinden gidiyor. Bu yıl 30 Ağustos’u kutlarken bu gerçeği fark etmeli ve savaşla, kan dökerek kazanılan: Bağımsızlığımızı, temel hak ve özgürlüklerimizi. Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devletimizi korumalıyız! [1]

Savaş yalnızca iki ordunun silahlı çatışması değildir. Milletlerin maddi ve manevi tüm güçlerinin çatışmasıdır. (Mustafa Kemal Atatürk)

30 Ağustos zaferi, gerek planlama ve hazırlık, gerek yığınaklanma, gerekse sevk idare bakımından askerlik sanatının başyapıtı niteliğindedir. Çok zor koşullarda ve yokluklar içinde ulusça bir ordu hazırlanmış ve zafer kazanılmıştır.

30 Ağustos Başkomutan Meydan Muharebesi, bağımsızlık savaşımızın kesin sonuçlu muharebesidir. Bu zaferle emperyalist devletlerin üzerimize gönderdiği Yunan ordusunun asli unsurları imha edilmiş, 9 Eylül’de İzmir geri alınmış, 17 Eylül’de ise Yunan askerleri ülkemizden kaçmıştır.

Yunan ordusuna son ve kesin bir darbe vurarak denize dökebilmek için, ordunun Sakarya’daki kayıplarının tamamlanması ve taarruz gücüne ulaştırılması gerekiyordu. Bu da 11 yıldır (1911-1922) savaşmış olan tüm ulusun son bir fedakârlıkla, varını yoğunu ortaya koymasını zorunlu kılmaktaydı.

Taarruz edenin savunandan üstün olması, genel bir askerlik kuralıdır. 200 bin kişilik Yunan ordusuna karşı en az onun kadar bir güç çıkarmalıydık. Oysa Sakarya Savaşı’ndan çıkan Türk ordusunun er/erbaş mevcudu 113 bin, subay mevcudu 6 bin 630 idi. Sakarya’da pek çok genç subayımızı yitirmiştik. Erbaş/er ihtiyacı 1899, 1900 ve 1901 doğumlular askere alınarak 199 bine; subay ihtiyacı ise askeri okul öğrencileri ile yedek subaylarla, başarılı çavuşlarla ve işgal bölgelerinden kaçan subaylarla karşılanarak 8 bin 660’a çıkarıldı.

Sakarya’dan galip fakat önemli kayıplarla çıkan ordunun asıl ihtiyacı silah, cephane, donatım, araç ve yiyecek/yem idi. Silah ihtiyacı, doğuda Ermenilerden ele geçirilenler, güneyde Fransızların bıraktıkları silahlar, İtilaf Devletleri kontrolündeki depolardan kaçırılanlar, az da olsa satın alınabilenler ve İmalatı Harbiye denilen ilkel savunma sanayi olanakları ile temin edilebilen silahlarla karşılandı.

Silah ve cephanenin çeşitli kaynaklardan sağlanması standardizasyonu bozuyor, cephane ikmalini zorlaştırıyordu. Bunu önlemek için tüm silahlar toplanarak cinslerine göre ayrıldı ve her tümene aynı cins olacak şekilde yeniden dağıtıldı.

Kadınıyla erkeğiyle…

Sakarya Savaşı başlamadan önce Başkomutan Mustafa Kemal tarafından yayımlanan Tekalifi Milliye (ulusal yükümlülük) emirleri yürürlükte idi. Buna göre yoksul halktan; çamaşırdan çarığına, av tüfeğinden saraç malzemesine, elbiselik kumaştan çadır bezine kadar nesi varsa bedeli sonradan ödenmek üzere alındı. Bu malzemeler, yolu ve demiryolu olmayan Anadolu’nun her yerinden kağnılarla cepheye taşındı. Yurdun her köşesinden gece gündüz kağnı sesleri geliyor, adeta büyük bir makinenin çarkları gibi çalışarak her yerden cepheye malzeme taşınıyordu. Üstelik 1921-1922 kışı erken bastırmış ve ağır geçiyordu.

Erkekler, yıllar süren savaşlarda şehit düşmüş veya sakat kalmışlardı. Ordunun ihtiyaçlarının karşılanması ve cepheye taşınması büyük ölçüde kadınların üstüne kalmıştı.

Kadınlar, bizim kadınlarımız… Yunan ordusunun tahrip ettiği demiryollarını onarıyor, silah ve fişek fabrikalarında çalışıyor, kağnılarla zor arazi ve iklim koşullarında cepheye malzeme taşıyor, cephedeki askerlere eldiven çorap örüyor, ordunun yiyecek ihtiyacını karşılayabilmek için tarla ve bahçelerde yaşlılar ve çocuklarla birlikte üretim yapıyorlardı. Kastamonulu Şerife Bacı, kağnısı ile mermi taşırken tek yorganı bir yaşındaki Elif bebeğinin üstüne değil, ıslamasın diye mermilerin üstüne örtmüş ve kendisi de donarak ölmüştü. Bağımsızlık savaşında ve onun son halkası Büyük Taarruz’da kadınlarımızın katkısı dünyada benzerine az rastlanır düzeyde idi. Onlara şükran borçluyuz. [2]

BÖLÜM II

Sakarya’nın yarattığı umut

Sakarya Savaşı’nın kazanılması herkesi umutlandırmıştı. Ordu mademki güçlüydü, hemen saldırıya geçilmeli, vatan düşmanlardan temizlenmeliydi. Meclis içinde böyle bir eğilim vardı. Ama hazırlıksız bir savaş, bütün kazanımları tersyüz de edebilirdi. Başkomutan Atatürk, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve Cephe Komutanı İsmet Paşa bu konuda görüş birliğine vardılar. Zaman kazandılar. Orduyu hazırladılar. Ama Meclis, bu zaman kazanma konusunu anlamıyordu. Acele hareket ve sonuç istiyordu.

Sakarya Savaşı başarısından bir ay kadar sonra Mustafa Kemal, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya bir talimat gönderdi. 15 Ekim 1921 tarihli bu talimatta, “Kış başlamadan düşmana kesin bir darbe indirmek gerekir. Bu nedenle bir savaş planı hazırlanmalıdır” deniliyordu. Batı Cephesi Komutanlığı, bu talimata uyarak bir çalışma yaptı ve gizli adı “SAD” olan bir plan hazırladı.

SAD planı, temelde saldırı (taarruz) ilkesine dayanıyordu. Savunma düzenine geçmiş olan Yunan işgal güçlerine güneyden saldırı yapılacak, kuzeye doğru iteklenecek, cephe yarılacak ve hemen ardından süvari birlikleri devreye girecek, işgal ordusunu çevreleyecek, çember içine alacak; böylece işgal güçleri “imha” edilecekti.

Ancak TBMM orduları tam anlamıyla hazır olmadıkları için büyük savaş sürekli erteleniyordu. Meclis’teki ikinci gruba bağlı milletvekilleri, bu konuyu gündeme getiriyor, ne yazık ki Türk ordusunun bir saldırı savaşı yapamayacağını dillendiriyordu.

Atatürk’e verilen Başkomutanlık yetkileri de tartışma konusu yapılıyordu. Başkomutanlık yetkileri her 3 ayda Meclis tarafından uzatılıyordu. Ancak 5 Mayıs 1922’de Atatürk’e verilen Başkomutanlık yetkileri uzatılmadı. Atatürk, bu geniş yetkilerle diktatöre benzetiliyordu. Tarih, 5 Mayıs 1919 ve büyük saldırı sadece 3.5 ay sonra yapılacaktır. Böylesi bir tarihte Başkomutanın yetkileri elinden alınmak isteniyordu. Ertesi gün Meclis’e gelen Mustafa Kemal, gizli oturumda yaptığı konuşmada şunları söyledi:

‘Adama diktatör denir’

“Efendiler! Bir adam Başkomutanlığı ele geçirir ve yasaya dayanmayan yetkiler kullanırsa, o adama diktatör denir. Ben, yüce kurulunuzun kabul buyurduğu yasayla bu göreve geldim. O yasaya dayanarak çalıştım. Yasa yapma hakkınızı da bütünüyle bana devretmiş değilsiniz. Bana verdiğiniz yetki, sadece ordu ile ilgili ve sınırlıdır. Yüce Meclis dilediği anda onu da geri alabilir.”

Mustafa Kemal, özellikle Sivas milletvekili Albay Kara Vasıf Bey’in Meclis’teki konuşması sırasında, “Ordu yerinden kıpırdayamaz, taarruz savaşı yapamaz” sözlerine çok içerlemişti. O noktada konuşmasının tonunu da yükselterek ve Kara Vasıf Bey’e dönerek şöyle hitap etti:

“Ama Vasıf Bey demiş ki, ‘yerimizden kıpırdayamadık ve kıpırdayamayacağız!’ Bazı arkadaşlarımız ordunun kıpırdayamayacağını ileri süren bu sözleri alkışlamışlar. Efendiler! Buna yalnız üzülmekle kalmadım, çok da utandım. Rica ederim, bu olayı buraya gömelim, kimse işitmesin.”

‘Bırakmadım, bırakamam, bırakmayacağım’

Meclis tutanaklarına giren uzun konuşmasını Mustafa Kemal şöyle bağladı:

“Efendiler, iddiaları ve cevaplarımı dinlediniz. Karar yüce Meclis’indir. Ama bir gerçeği belirtmeliyim. Dünkü duruma göre bu dakikada ordu komutansızdır. Eğer ben bu orduya komuta etmekte devam ediyorsam, yasaya aykırı olarak komuta ediyorum.”

“Meclis’te beliren duruma göre derhal komutanlıktan el çekmek isterdim ve Başkomutanlığımın sona erdiğini hükümete bildirirdim. Fakat giderilemez ve önlenemez bir kötü duruma meydan vermemek zorunluluğunu duydum. Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bu nedenle bırakmadım, bırakamam, bırakmayacağım!”

Bu sözlerden sonra kürsüden inen Mustafa Kemal, milletvekillerinin arasına girerek yerine oturdu. Bu noktada Meclis açık birleşime geçti. Başkomutanlık Yasası’nın uzatılması için yapılan oylamada, 11 ret, 15 çekimser oya karşı 177 oyla, Başkomutanlığın üç ay daha uzatılması kabul edildi. Komutanlık konusu böylece çözümlendi.

BÖLÜM III

Tekrar cepheye dönüş

Mustafa Kemal, cephede denetlemeler yaptı. 20 Temmuz 1922’de Başkomutanlık konusu yeniden Meclis gündemine geldi. Mustafa Kemal, ordunun hazır olduğunu Başkomutanlık yetkilerine gerek kalmadığını bu nedenle Başkomutanlık Yasası’nın kaldırılmasını istedi. Ancak Meclis, Mustafa Kemal’e olan güvenini göstermek yönünde Başkomutanlık Yasası’nın süresiz uzatılmasına karar verdi. Atatürk’ün artık Ankara’da yapacak bir işi kalmamıştı. Hemen ertesi gün, 21 Temmuz 1922 akşamı, cepheye hareket etti ve cephe karargâhı Akşehir’e taşındı.

Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, haritanın başına geçti, Batı Cephesi tarafından hazırlanmış ve üzerinde uzun süredir çalışılmış olan planı bir kez daha anlattı. Sözlerinin sonunu şöyle bağladı:

3 kat daha fazla kuvvet kaydıracağız

“Aylardır üzerinde çalışılan planın esası, silahça ve sayıca bizden üstün olduğunu bildiğimiz düşmanı, bir darbe ile çökertmektir. Bunu ancak bir baskınla sağlayabiliriz. Bunun için kuvvetimizin büyük kısmını, tam bir gizlilik içinde, Afyon’un güneyinde toplayacağız.”

  1. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa’nın bu plana karşı olduğu biliniyordu. Yakup Şevki Paşa, Harbiye’de strateji öğretmenliği yapmıştı. Bu yüzden hoca diye anılır, düşüncelerine saygı gösterilirdi. Hatta Yakup Şevki Paşa Atatürk’ün de hocasıydı.

Yakup Şevki Paşa, “Ben düşüncelerimi Cephe Komutanı İsmet Paşa’ya hem yazılı olarak bildirdim hem de söyledim” dedi ve şöyle devam etti: “Şimdi, izin verirseniz kısaca tekrarlamak istiyorum. Yüz bine yakın insanı, Afyon’un kuzeyinden güneyine kaydıracaksınız ve düşman bunu sezmeyecek. Buna imkân yok! Baskın niteliği kaybolduğu zaman da, bu planın anlamı ve değeri kalmaz. Ben bir taburun yerini oynatıyorum, düşman uçağı ertesi sabah bu değişikliği saptıyor.”

Cephe Komutanı İsmet Paşa, buna karşı, “Düşmanın anlamaması için her önlemi alacağız, merak etmeyin” dedi.

Yakup Şevki Paşa devam etti: “Ulaşım kollarımız da yetersiz, yürüyen orduya cephane yetiştirebilmeleri mümkün değil.”

Mustafa Kemal Paşa gülerek, “Biz de cephane ikmalini düşmandan yaparız Paşam,” dedi. Yakup Şevki Paşa’nın yumuşamaya hiç niyeti yoktu:

‘Siperleri yaramayız’

“Siperleri yaramayız. Afyon siperlerini de incelettim. Biz burayı öyle bir günde, iki günde yaramayız. Hayal görmeyelim. Ayağı çarıklı askerle, o sarp, vahşi arazide, düşman mevzilerinin ve direnç merkezlerinin karşısında çakılıp kalırız. O zaman ne olacak? Düşmanın ihtiyat kolordusu yetişip savaşa katılacak. Böyle olunca cepheyi yarmaya gücümüz yetmez. Ayrıca düşman savaş sanatı gereği, Afyon’un kuzeyinden Akşehir yönüne doğru saldırıya geçerse bizi iyice güneye atar. Konya yönü açık kalır. Ordu, dava, belki de memleket elden çıkar.”

Mustafa Kemal Paşa ciddiyetle, “Peki, ne yapmamızı tavsiye edersiniz” diye sordu. Yakup Şevki Paşa’nın yanıtı şöyleydi: “Uygun bir yerde cepheden taarruz ederiz. Çekilmeye zorlayamadığımız yerde durur, tekrar hazırlanır, yeniden taarruz ederiz. Böylece tek dayanağımız olan orduyu tehlikeye atmamış oluruz.”

Cephe Komutanı söz alıyor

Toplantının bu kritik noktasında İsmet Paşa söz aldı: “Uğraşa uğraşa, ancak bir yılda, düşmanla az çok denk bir hale gelebildik. Bunu memleketin imkânlarını sonuna kadar zorlayarak elde edebildik. Bir daha bu gücü yaratamayız. Bu yüzden bu defa kesin sonuç almak, savaşı bitirmek zorundayız. Bunun için de, tehlikesine rağmen, bu planın uygulanmasından başka çare göremiyorum.” Başkomutan bu sözlere “Ben de” diyerek katıldı. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa da “Ben de başka çare göremiyorum” dedi.

Yakup Şevki Paşa geri çekilmedi, memleket söz konusuydu, samimi konuşuyordu, bir kez daha itiraz etti: “Yapmayın. Türk milletinin bütün varı bundan ibaret. Askeri, topu, tüfeği cephanesi işte bu kadar… Şimdi siz onu bir noktaya yığarak tehlikeye atıyorsunuz. Buna razı gelemem.”

Mustafa Kemal’in sesi keskinleşti: “Varımız bundan ibaretse, kesin sonucu bununla almak zorundayız.”

Yakup Şevki Paşa, inandığı görüşü tarih önünde savunuyordu: “Buna karar verenler tarihe karşı, büyük vebal (günah) altında kalırlar. Adama vatan haini derler. Hepimizi Meclis’in önünde asarlar.”

Mustafa Kemal, “Korkmayın Paşam. Tarihe ve millete karşı bütün sorumluluk bana aittir” dedi.

BÖLÜM IV

25 AĞUSTOS

Büyük Taarruz’a bir gün kala karargâhlar, Kocatepe’nin güneyinde, alanda kurulan çadırlı ordugâha geçtiler. Son emirler bir kez daha denetlendi. Komutanı ikircikli olan 2. Ordu’nun uyumlu ve süratle hareket etmesini sağlamak için, Batı Cephesi Komutanlığı’nın emirleri doğrudan bu ordunun kolordularına da verildi.

Akşam, Mustafa Kemal, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa, çadırlı ordugâh önünde portatif bir masa etrafında toplanarak, sabaha karşı başlayacak saldırı için birliklerden gelen askeri raporları incelediler. Başkomutan, Kocatepe’ye çıkarak birlikleri gözden geçirdi. Başkomutanlığın emriyle, İstanbul ve dış dünya ile her türlü haberleşme kesildi.

VE 26 AĞUSTOS…

Cumartesi sabah saat 03.00’te Başkomutan Mustafa Kemal, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa 1. Ordu’nun gözetleme yeri olan Kocatepe’ye geldiler. Gün ağrırken sabah saat 05.30’da top atışlarıyla saldırı savaşı başladı. Ordumuzda ayrıca 2 bin 318 kağnı, 3 bin 141 at arabası ve 1970 öküz arabası vardı.

Bu destansı durumu büyük şair Nâzım Hikmet en güzel anlatandır;

“Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

Şayak kalpaklı adam

Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu.

Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar

O, saati sordu

Paşalar: “Üç” dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı. [3]

Cepheye gidip geldiğini, gizlilik gereği çok az insan biliyordu. İstanbul gazetelerine ve yabancı haber ajanslarına, sürekli olarak, ordunun saldırıya henüz hazır olmadığı söylentisi yayılıyordu. Çankaya’daki nöbetçiler kimseyi içeri sokmuyordu. “Gazi’nin işi vardı!” Gazeteler, onun ertesi gün “Çankaya’da bir ziyafet vereceğini” yazmıştı.

Ordusuna o denli güveniyordu ki, zaferi kesin gören bir ruh sağlamlığı içindeydi. Ankara’dan ayrılacağı akşam, Keçiören’de yakın arkadaşlarıyla birlikteydi. Bunlardan biri, “Paşam, ya başaramazsanız?” dediğinde, “Ne demek istiyorsun? Taarruz emrini aldığınızda hesap ediniz. On beşinci gün İzmir’deyiz” yanıtını almıştı. Zaferden sonra Ankara’ya döndüğünde, o gece beraber olduğu arkadaşlarına, “İzmir’e on dört günde girdik. Bir günlük yanılgım var, ama kusur bende değil, Yunanlarda” diyecektir.

Saldırı savaşı

Yunanlar, ana saldırıyı geniş boyutlu yığınak yapılan Kuzey’den, Eskişehir’den bekliyordu. Düşüncelerinde haklıydılar. Türk ordusunun ana gövdesi oradaydı. İngiliz istihbaratçıları, “bölgedeki Türk birliklerinin yoğun bir hareketlilik içinde” olduğunu bildiriyordu.

Ancak, o İzmir demiryoluna hâkim durumdaki Afyon’a saldırmaya karar vermişti. Yunanlar bu bölgeyi o denli iyi tahkim etmişlerdi ki, İngiliz mühendisleri burayı, Fransızların Almanlara karşı on ay direndikleri Verdun savunma hattına benzetiyordu.

Bir ay boyunca, ordunun büyük bölümünü, belli etmeden Güney Cephesi’ne çekmeyi başardı. Birlikler, geceleri, kimi zaman düşmanın birkaç yüz metre yakınından sessizce geçerek, gündüzleri keşif uçaklarından gizlenip, köylerde ya da ağaç altlarında dinlenerek Afyon Ovası’na kaydırıldı.

Ana saldırıya kısa bir süre kala, Eskişehir yönünde göstermelik oyalama saldırısı, Aydın yönüne doğru yanıltıcı bir süvari harekâtı yaptırdı. Sınırlı uçak sayısına karşın, pilotlara düşman uçaklarının ne pahasına olursa olsun Türk cephesi üzerine sokulmaması buyruğunu verdi. Eğitimleri bile tamamlanmamış Türk pilotlar, bu buyruğu şaşılacak bir başarıyla yerine getirdi ve düşman uçaklarını cephe sahasına sokmadı.

25 Ağustos akşamı, Anadolu’nun dış dünyayla haberleşmesini tümüyle kesti. Amacı, savaşı bir tek darbeyle bitirmekti. Sabah güneş doğarken hücum buyruğunu verdi ve çok kanlı bir savaş başladı. Sabah dokuz buçukta yani birkaç saat içinde, iki tepe dışında tüm hedefler ele geçirilmişti. Ani vuruş tam olmuştu. Yunan ordusunun yapacak bir şeyi kalmamıştı.

BÖLÜM V

Dört günde bitirilen savaş

Dört gün sonra, 30 Ağustos’ta, büyük saldırı tamamlandığında, Anadolu’daki Yunan ordusunun yarısı, yani yüz bin asker yok edilmiş ya da esir alınmıştı. Ordu Komutanı General Trikopis, karargâhıyla birlikte tutsak edilmişti. Ordunun diğer yarısı köyleri, kentleri, ekinleri yakarak erkek, kadın, çocuk, önüne gelen herkesi öldürerek bir sürü halinde İzmir’e doğru kaçıyordu.

İtilaf Devletleri, 4 Eylül’de gönderdikleri bir telgraf yazısıyla, İzmir konsoloslarının Mustafa Kemal’le görüşmek için yetkili kılındığını, görüşmenin nerede ve ne zaman yapılabileceğini sordu. Amaçları, ateşkes sağlayarak Yunan ordusunun yok olmasını önlemekti. Alaycı bir yanıt verdi. Konsoloslarla, 5 gün sonra 9 Eylül günü Nif’te (Kemalpaşa) görüşebileceğini bildirdi. Bu konuda daha sonra şunları söyleyecektir: “Ben, dediğim gün gerçekten Kemalpaşa’da bulundum. Ancak görüşme isteyenler orada değildi.”

Kaçış durumundaki Yunan çekilişi bir hafta sürdü. Bu bir hafta, Batı Anadolu’nun uzun tarihi içinde yaşadığı, her halde en kanlı haftaydı. Yunan askerleri, önlerine çıkan bütün canlıları, hareket eden her şeyi öldürüyordu. Türk ordusu, “kızıl bir ölüm alevi gibi” bütün Batı Anadolu’yu kan ve ateşe boğan Yunan birliklerinin önüne geçmek, vahşeti durdurmak için hızla ilerliyor, Yunan ordusu ise işlediği suçlardan kurtulmak ister gibi kaçıyordu.

Yunan vahşeti

Afyon-İzmir arasındaki 350 kilometre adeta bir sürek avı alanı haline gelmişti. Türk piyade birlikleri, aşırı sıcak altında zaman zaman koşuyor, cinayetleri önlemek için kimi zaman verilen emirleri bile duymuyordu. Ancak bütün çabasına karşın, yol üzerinde dumanları tütmekte olan kent ya da köylerin yıkıntılarına yetişebiliyorlardı. Uşak’ın üçte biri yok olmuş, Alaşehir’den geriye, dağın yamacında yanık bir çukurdan başka bir şey kalmamıştı. Tarihi kent Manisa’nın, on sekiz bin yapısından yalnızca beş yüzü ayakta kalmıştı.

31 Ağustos’ta Uşak, 2 Eylül’de Alaşehir, 5 Eylül’de Turgutlu, 6 Eylül’de Manisa yakıldı. Türk ordusu, bütün çabasına karşın, birer gün arayla bu kentlere yetişti. 4 Eylül’de Söğüt, Buldan, Kula, Alaşehir; 5 Eylül’de Bilecik, Bozüyük, Simav, Demirci, Ödemiş, Salihli; 6 Eylül’de Akhisar ve Balıkesir; 9 Eylül’de İzmir, 10 Eylül’de Bursa kurtarıldı.

Yunan askerleri, aldıkları emre uyarak Hıristiyan aileleri de önlerine katıp götürmüş, Türklerin elinde tek bir sağlam dam bırakmamak için evlerin tamamına yakınını yok etmişti. Dizginlenmeyen bir kin ve düşmanlık içinde, denetlenemez bir vahşetle yakma, yıkma, yağma, ırza geçme, hepsini yapmışlardı.

İngiltere Yüksek Komiseri Rumbold, İzmir konsolosundan aldığı rapora dayanarak Lord Curzon’a, “birbirlerini bile parçalayacaklar. Yaşananlar, insanı tiksindiren bir barbarlık ve canavarlık rekorudur” diyordu.

Uygulanan vahşet o denli insanlık dışıydı ki yuvaları yakılan ana baba, kardeş ya da çocuklarını yitiren Türk halkı, çaresiz bir öfke içinde büyük bir acı yaşıyordu. Her zaman sevecen, yumuşak yürekli ve merhametli Anadolu kadınları, esir kafilelerinin peşine düşüyor, Türk askerlerine “hiç olmazsa birini verin, öldüreyim” diye yalvarıyordu.

8 Temmuz 1920’de, Bursa’nın işgali nedeniyle Meclis kürsüsüne örtülen ve ancak kurtuluştan sonra kaldırılmasına karar verilen siyah matem örtüsü, Bursa’nın kurtuluşuyla tamamlanan büyük zaferden sonra 11 Eylül 1922’de duygulu bir törenle gözyaşları arasında kaldırıldı. [4]

BÖLÜM VI

Yunan ordusunun tükenişi

BÜYÜK TAARRUZ VE GENERAL TRİKOPİS’İN ESİR ALINIŞI

‘Birliklerimiz perişan olmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın başından beri durmadan savaşan asker yorgundu. Kimsede savaşı sürdürme isteği kalmamıştı. Her tarafımız Türklerle çevrilmişti. Birliğimin telef olmasına mani olmak üzere beyaz bayrağın çekilmesini kabul ettim ve teslim oldum’

Şüphesiz bu zaferler arasında 30 Ağustos Zaferi’nin müstesna bir yeri vardır. Ulusal Kurtuluş Savaşımızı tarihte eşi ve benzeri görülmemiş bir zaferle taçlandıran ebedi Başkomutan M. Kemal Atatürk ve onun kahraman ordusunun her aşaması vatanseverlik ve kahramanlık destanlarıyla dolu 30 Ağustos Zaferi’ni milletçe birlik ve beraberlik içerisinde, büyük bir gurur ve coşkuyla kutluyoruz.

İNGİLİZ BÜYÜKELÇİ AKTARIYOR

26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan Büyük Taarruz Afyon’un güneyinden Trikopis kuvvetleri üzerine yapılmıştır. Cephenin yarılması üzerine geri çekilen Trikopis kuvvetleri Dumlupınar önünde çembere alınıp esir edildiler. Trikopis ve kuvvetlerinin esir alınışı kıssadan hisse alınabilecek ibretlik çok önemli derslerle doludur. Bu nedenle bu konu üzerinde farklı kaynaklardan da referans vererek ayrıntılı olarak durmak istiyorum. Bir dönem Atina’da İngiltere Büyükelçisi olarak görev yapmış olan Michael L. Smith’in Oxford Üniversitesi’nde yayımlanan “Küçük Asya’da Yunan İşgali 1919-1922 ve Ulusal Çöküş” adlı doktora tezinde Trikopis’in teslim olma hikayesi şöyle nakledilmektedir:

GERİ ÇEKİLME

“2 Eylül günü öğleden sonra geri çekilen Trikopis Kuvvetleri (yaklaşık 5000 kişi) Uşak’a yaklaştılar. Ancak bu kasabanın Türklerin eline geçtiğini gördüler. Bu durum üzerine Trikopis, birliklerine yol güzergahı dışına çıkarak Karacahisar güneyinde 1115 Rakımlı Tepede savunma tertibi almalarını ve geceye kadar burada beklemelerini emretti. Ayrıca birliklerin daha sonra geceleyin karanlıktan istifade ile Uşak’ın güneyine çekilmelerine ve burada yeni bir savunma mevzi işgal etmelerine karar verildi. Ancak kısa bir süre sonra gözcüler, süratle yaklaşmakta olan Türk süvari birliklerini ve onların ardından gelen büyük bir piyade birliğini rapor ettiler. Yaklaşan bu birlikler bir süre sonra Yunan mevzileri ateşle baskı altına almaya başladılar.

ASKERLER EMİRLERİ DİNLEMİYOR

General Trikopis, 13. Tümen Komutanı Albay Kaibalis’e derhal karşılık vermesini ve gerekli tedbirleri almasını emretti. Fakat kısa bir süre sonra tümen komutanı geri gelerek ‘ihtiyat birliğinin emirleri dinlemediğini ve yeterli mühimmat yok’ diyerek ‘ileri savunma mevzilerini işgal etmek istemediklerini ve gereksiz yere insan feda edilmesine karşı çıktıklarını’ bildirdi. Bu arada aniden hiçbir emir verilmemesine rağmen borazancının ‘ateşkes borusu’ duyuldu (sanki Küçük Asya’daki Yunan varlığının sonunu simgeleyen matem çanı gibi) ve savunma hattının güneyini tutan birlikler mevzilerini terk ettiler.

TÜKENMİŞLİK BİRLİĞİ SARIYOR

Düşman bu mevzilere 600m.’ye kadar yaklaşmıştı. Artık askerlerin tahammülü tükenmişti. Balkan savaşlarının ünlü komutanı ve Yunan Ordusunun ulusal gururu olan General Trikopis zor durumdaydı. General süratle borazancıya dönerek onu şiddetle azarladı ve derhal ‘ateş serbest’ borusunu çalmasını emretti. Fakat heyhat! Her şey için çok geçti. Ne emri, ne bağırışı ve ne de tehditkar sözleri dinlendi. Birlik komutanları yanına gelerek itaatsizlik ve tükenmişliğin adeta bir bulaşıcı hastalık gibi bütün birliği sardığını rapor ettiler. Bu arada Trikopis’in düşmana ateş etmek üzere emir verdiği 31. Tümen Topçusu, mevzilerini terk eden piyade birlikleri tarafından kuşatılarak ateş etmelerine mani olundu. Zira ateş edilerek Türklerin daha fazla provoke edilmeleri istenmiyordu. Yaşanan bu olaylardan sonra General Trikopis bizzat kendi ağzından teslim olmalarına dair karar verişini şöyle anlatıyor.

GENERALİN ÇARESİZLİĞİ

‘Bu korkunç durum karşısında kalben duyduğum bütün keder ve üzüntü ile düşman eline sağlam geçmemesi için topların, makinalı tüfeklerin ve diğer önemli teçhizat ve malzemenin tahribi için emir verdim. Bu işlem hemen yerine getirildi. Bu arada bana yanımda bulunan komutanlar tarafından birliklerin savaşmak istemediklerine dair durumlarını tespit eden imzalı bir tutanak verildi. (Ancak bu tutanağın Trikopis tarafından mı birlik komutanlarından istendiği yoksa birlik komutanlarının mı bu belgeyi Trikopis’e sundukları tartışmalıdır. Benim burada naklettiğim kaynakta Trikopis bu belgenin Birlik Komutanları tarafından kendisine sunulduğu belirtilmektedir) Sonuçta Türk süvarileri hatlarımıza ulaşmak üzereydiler. Birliğimin telef olmasına mani olmak üzere beyaz bayrağın çekilmesini kabul ettim ve teslim oldum.’

KILICINI İMHA ETTİ

Diğer bir kaynakta ise Trikopis’in teslim oluşu şöyle anlatılıyor. (1952 yılının Mart ayında Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay’la birlikte Atina’ya giden ve Trikopis’i ziyaret eden gazeteci Hıfzı Topuz’un bizzat Trikopis’in ağzından naklettikleri: Eski Dostlar S:83-89 6.Baskı Ekim, 2000 İstanbul)

“Birliklerimiz perişan olmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın başından beri durmadan savaşan asker yorgundu. Kimsede savaşı sürdürme isteği kalmamıştı. Ordunun morali bozuktu ve ordunun içine siyaset girmişti (Venizelistler ve Kralcılar). Halk savaştan bıkmıştı. Askeri inanmadığı bir amaçla savaşa sürüklemek çok çetin bir iştir. Her tarafımız Türklerle çevrilmişti. Esir olacağımızı anlamıştık. Bizde kılıcı düşmana teslim etmek küçüklük sayılır. Durumun kötüye gittiğini gören yaverim, bir ara yanıma gelerek, ‘Generalim kılıcınızı imha edelim’ dedi. Derhal kılıcımı verdim. Önümde parçaladı. Bu sırada atım da vurulmuştu. Başka bir atla çemberi yarıp kaçmaya çalıştım. Olmadı yakalandım. Atımdaki süvari kılıcını ve tabancamı aldılar. Beni ilk defa Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın yanına götürdüler. Daha sonra Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna çıkardılar. [5]

BÖLÜM VII

TRİKOPİS NASIL TESLİM OLDU

Dokuzuncu Alay Komutanı, Hopalı Yarbay Ali Rıza Bey’di. Bilâhare bu alay Zeep Köyünde, 10. Alay Göğem Köyü’nün kuzeyindeki Bölmelik Tepe gerisinde, 13. Alay da ihtiyatta bulunuyordu. Ayrıca 2 adet topçu taburu da mevzilerine girmişti.

Tümen gözetleme yerini Bölmelik Tepe’de kurmuş olan Halit Bey, batarya dürbünü ile bizzat yaptığı gözetleme sırasında Elma Dağı doğusu eteğindeki Karacahisar Köyü’nün yanmakta olduğunu, Elma Dağından Kosur Deresi’ne doğru uzanan ve köye hâkim bulunan sırt üzerinde düzensiz düşman askerlerinin dolaştığını görmüştü. Daha önce keşfe gönderilen Süvari Bölüğü, düşmana yaklaşarak derhal attan inmiş ve Karacahisar civarındaki sırtta savaşa başlamıştı. Elma Dağı düşmanın işgali altında idi. Buradaki düşman kuvveti 10-12 bin kişi tahmin edilmekte idi.

Trikopis Esir Alınıyor

Halit Bey, düşman ve kendi birliğinin durumu hakkındaki raporunu bir süvari ile Kolorduya göndermişti. Vakit ikindiye doğru idi. 9. Piyade Alayının Karacahisar sırtlarını ele geçirdiği sıralarda, düşmanın ateş ederek karşı koyması beklenirken, Elma Dağı üzerinden bir beyaz bayrak sallandığı görülüyordu. Düşman teslim olduğunu bildiriyordu. Bir müddet sonra bir süvari takım subayımızla, küçük rütbeli bir Yunan zabiti, Tümen Komutanının yanına getirilmişti. Gelen zabit, Yunan orduları Başkomutanı General Trikopis’in teslim olmaya karar verdiğini, teslim alınmaları için kendisini temsilci olarak gönderdiğini söylüyordu.

Halit Bey, Liva Komutanı Hopalı Yarbay Ali Rıza Bey’e temsilcinin getirdiği haberi bildirerek gidip derhal Yunanlıları teslim almasını, esirlerin silahlarına el koyulmasını, askerlerin Zeep Köyü’nde gözetim altına alınmasını, yaralıların ise Göğem Köyü’ndeki Sıhhiye Bölüğüne gönderilmesini ve generallerin fırka tarassut yerine yollanmasını emretmişti. Bu emrin tatbikine başlanıldığı sırada güneş ufukta batıyordu.

2 Eylül 1922 gecesi saat 10.30 sıralarında süvari bölüğü komutanı Sivaslı Yüzbaşı Ahmet Bey (Sakallı Ahmet Bey diye tanınan) esir generaller ve maiyetlerini Bölmelik Tepe’deki (Çakmaklı Tepe) Beşinci Kafkas Fırkası Komutanı Kurmay Albay Dadaylı Halit Bey’in (Halit Akmansü) yanına getirmişti. Esir alınanlar şunlardı:

Yunan Kuvvetleri Başkomutanı General A. Trikopis,
Kolordu Komutanı General Dijennis,
Kolordu Kurmay Başkanı Albay Yuvannis,
İzmir’e ilk çıkan 13. Tümen Komutanı Albay Vandelis
Albay Kalinalis ile beraberlerinde bulunan yaverleri…

Esir general ve komutanlar atla gelmelerine rağmen çok bitkin ve karamsardılar. Trikopis atından inip Halit Bey’in yanına yaklaşarak, Fransızca “Komutan kim?” diye sorarak, teslim olacağı komutanı arıyordu. Çünkü kendisi parlak üniformalarını giyinmiş, muntazam kıyafette idi. Oysa Halit Bey, savaşın gürültüsü patırtısı içinde formunu kaybetmiş, hâki renkli manevra elbisesi ile bilfiil savaşıyordu. Değil iyi ve ütülü bir elbiseyi giymesine, bulmasına bile olanak yoktu. Günlerdir tıraş olmaya bile fırsat bulamamış, sakalları uzadıkça uzamıştı. Trikopis’in, Halit Bey’in görünüşe bakarak komutan olduğunu anlaması çok zordu. Halit Bey, Yunan orduları Başkomutanı Trikopis’i daha fazla merak içinde bırakmadan mükemmel Fransızcası ile “Komutan benim! Hoş geldiniz… Buyurunuz, oturalım…” tanıtını verdi.

Trikopis’le Halit Bey arasında geçen, yukarıda belirttiğimiz konuşmadan sonra Çadırlı Ordugâhının önüne yakılan bir kır ateşinin etrafına hep birlikte oturmuşlardı. Esir generaller aç ve perişandı. Halit Bey, karargâh komutanına esirlere bir ikramda bulunulmasını emretmişti. Fakat aşağı ileride bulunan Göğem Köyü’ne erzak temin edilmesi için gönderilen mekkâre boş olarak dönmek mecburiyetinde kalmıştı. Köyde sağ kalanların verdikleri cevaplar pek enteresandı. Köylüler daha birkaç saat evveline kadar, köylerini, yurtlarını yakan ve kendilerine her çeşit zulmü yapan düşman subaylarına hiçbir yiyecek, hatta bir dilim ekmek veremeyeceklerini, ama komutan için (Halit Bey) canlarını bile fedaya hazır olduklarını ifade ediyor, özür diliyorlardı.

Köylüler bu davranışlarında yerden göğe kadar haklıydı. Düşmanın ve bilhassa, o gün esirlerin içinde hasta halde bulunan General Dijennis’in yaptıkları, “Tahkik-i Mezalim Cemiyeti” raporlarında insanlık dışı uygulamaların en feci örneklerinden biri olarak tarihin derinliklerine intikal etmişti…

Yapacak bir şey yoktu, bu durumda kendilerine çay, zeytin ve ekmek ikram edilmiş, karınlarını doyurmuşlardı. Yanan ateşin çevresinde toplanmışlar, yorgun ve ıstırap içinde bekliyorlardı. Bilhassa İkinci Yunan Kolordusu Komutanı Dijennis, yaptıklarının karşılığını göreceği korkusuyla Halit Bey’in yüzüne bile bakamıyordu. 13.  Tümen Kumandanı Vandelis ise gözlerini yummuş, pek düşünceli ve bitkin bir haldeydi. Bu sırada Halit Bey’in Uşak’taki Kolordu Komutanlığına ilettiği mesajına yanıt gelmişti. Esir generallerin derhal Uşak’a gönderilmesi ve bu sırada tetikte olmaları bildiriliyordu. Fakat esirler çok yorgun ve bitkindiler; Dijennis ise hastaydı. Esir subaylar, hemen gönderilmek yerine yarın yola çıkarılmaları ricasında bulundular. Halit Bey zaten durumu görüyordu, kendisi de aynı düşüncede idi. Tüm yaptıklarına karşın Dijennis de dahil olmak üzere onları Türk’ün geleneksel konukseverliğine yakışır tarzda, fırka karargâhındaki mahrutî çadırlarda misafir ederek ağırlamış, yaralı ve hastalan sıhhiye bölüğünde tedavi ettirmişti.

Ertesi gün yani 3 Eylül 1922 günü esirler, kendilerine ikram edilen sabah kahvaltısından sonra, Beşinci Tümen’in süvari bölüğü ile bu bölüğün komutanı Sivaslı Yüzbaşı Ahmet Bey’in refakatinde Uşak’a sevk edilmişlerdi. Esir generaller yine kendi atlarıyla yola çıkarılmışlar, yaralılar ise halktan alınan kağnılarla Uşak’taki askeri hastaneye gönderilmişlerdi.

Bu sıralarda Türk Orduları Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa ile Cephe Komutanı İsmet Paşa, Birinci Ordu Komutanı Nurettin Paşa ve Dördüncü Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşa Uşak’ta bulunuyorlardı.

Atatürk’ün yaveri Muzaffer Kılıç’ın ifade ettiği üzere, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Trikopis’in esareti haberini aldığı zaman, kendisiyle görüşmek istemişti. Bu sırada bir Kipert paftasından harekâtı takip ediyordu. Trikopis’i huzuruna kabul ederek şu soruyu sormuştu:

“Bundan birkaç ay evvel başkomutanınız Hacı Anesti cepheyi teftişten avdetinde, gazetecilere vâki beyanatında “Mustafa Kemal mi? Fakat bu isimde bir kumandan tanımıyorum, cephede hiç bir yerde rast gelemedim” demişti. Şimdi bir haftadır meydan-ı muharebedeyim. Başkumandanınızı göremedim. Nerededir?

Mustafa Kemal bu sözleriyle muharebenin başlangıcında Yunan Hükümetinin Hacı Anesti’nin yerine Yunan Orduları Başkumandanı tayin ettiği fakat yollar süvarilerimiz tarafından kesilip emrin elimize geçmesi üzerine, durumdan habersiz olan Trikopis’e Başkomutanlığını tebliğ etmişti

Bu gün. Kurtuluş Savaşımızın bütün dünyayı hayretler içinde bırakan olayının yani, düşman Başkomutanı Trikopis’le diğer generallerin esir alındığı ve Halit Bey’in Karargâhı olan yerde 3,5 metre yüksekliğinde mütevazı bir anıt yükselir.

Bu yer Göğem köyü kuzeyindeki Bölmelik (Çakmaklı) Tepededir. İşte bu gayet mütevazı anıtın mermeri üzerine pirinçten yapılmış bir plâka üzerine iri harflerle pek önemli bir kitabe yazılmıştır.

Türk ulusunun bağımsızlık ve vatan aşkını, Türk ordularının fedakâr kahramanlığım, kıymeti sonsuz bir kanıt halinde sonsuzluğa devretmekte olan anıtın kitabesinde şunlar yazılıdır:

Ey Türk Oğlu…

Burası 2/3 Eylül 1922 Cumartesi saat 22.30’da Yunan Orduları Başkumandanı General Trikopis ile maiyetinde bulunan İkinci Kolordu Kumandanı Albay Vangelis, Albay Kalinalis ve kurmay başkanları ile yaverlerinin muzaffer Türk Ordularının Beşinci Kafkas Tümeni Komutanı Kurmay Albay Dadaylı Halit Bey — Akmansü — tarafından teslim alındığı yerdir.

Burada çevreni gururla seyret… Türklüğün istiklâl aşkına ve Türk Ordularının kahramanlığına inan ve güvenini tazele. Türklüğün geleceğine hız alarak ayrıl. [6]

Naci Kaptan / 30 Ağustos 2019


KAYNAKLAR

[1] Emre Kongar-Cumhuriyet-30.08.2019

[2] Dr. Cihangir Dumanlı E.Tuğgeneral-Cumhuriyet-30.08.2019

[3] Yazar/Gazeteci Alev Coşkun-Cumhuriyet-30.08.2019

[4] Araştırmacı yazar Metin Aydoğan-Cumhuriyet-30.08.2019

[5] Ali Erdinç/General(E.)-Aydınlık-30.8.2016

[6] https://toplumsaltarih.wordpress.com/2012/08/21/trikopis-nasil-esir-alindi/

 

This entry was posted in ATATURK, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, Tarih, TARİHE - AYDINLANMAYA - CUMHURİYETE NOT DÜŞENLER. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *