KÜLTÜR-FİLİM DÜNYASINDAN * Bir İran Varmış, Bir İran yokmuş “Yeki Bood, Yeki Nabood” * PERSOPOLİS

Bir İran Varmış, Bir İran yokmuş

Yeki Bood, Yeki Nabood…

…Yani, “Bir Varmış, Bir Yokmuş” diye başlıyor filmimiz. Çok yerinde bir başlangıç, çünkü Erikli Piliç (Türkiye’de gösterime giren adıyla Azrail’i Beklerken) kelimenin tam anlamıyla bir masal. Sinemanın klişe tanımlamalarından “masalsı bir anlatım” bu filme harfiyen uymuş. Büyük bir aksiyon, ulvi bir mesaj beklememeniz gereken Erikli Piliç, sinemanın bir sanat olduğunu size tekrar hatırlatıyor. Film, Paris’te yaşayan İran asıllı Fransız Marjane Satrapi’nin bir resimli romanından uyarlanmış. Filmin baş kahramanı olan keman virtüözü Nasır Ali Han, Satrapi’nin bir akrabasından esinlenilmiş. Gerçekte “tar” ustası olan Nasır, filmde uluslararası üne kavuşmuş bir keman virtüözü olarak yer almış.

Film, Nasır’ın kırılan kemanının yerine yenisini arayışı ile başlıyor. Büyük virtüöz, kendisine hocasından kalan ve bir “ruh”u olan kemanının karısı tarafından parçalanmasının ardından, aynı sesi verebilecek bir keman bulmaya çalışıyor. Ancak, İran’ın kuytularında bulduğu bir Stradivarius bile onu tatmin etmiyor artık. Çünkü kaybettiği sadece keman değil; hayata duyduğu aşkı ve umudu da kemanla birlikte yitirmiş olduğunu anlıyoruz.

Bunun üzerine büyük virtüöz ölüme yatıyor ve odasında Azrail’i beklemeye başlıyor. Karısı, çocukları ve kardeşi onu bu kararından vazgeçirebilecek mi dersiniz? Bunu anlamak için geri dönüşler yardımıyla Nasır’ın ilginç hayatına dalıyor, hayatına girenlerle beraber ipuçlarını aramaya başlıyoruz.

Ve görüyoruz ki, Nasır kardeşimiz de birçok büyük sanatçı gibi hayata bir “loser” olarak başlamış. Okulunun yüz karası bir öğrenci olarak İran müfredatında dikiş tutturamayan Nasır, büyük bir keman ustasından ders almaya başlıyor ve filmin omurgasını oluşturacak bir tespitle karşılaşıyor: tekniği olağanüstü, ama çaldığı müziğin ruhu yok!

Bir süre sonra Nasır, müziğine ruh katacak unsur ile tanışıyor: Irane! Irane, muhteşem gülümsemesi ile nefesimizi kesen bir İranlı cins-i latife. İki genç birbirine tutuluyor, büyük bir aşk doğuyor, ama heyhat… Film için bir masal dedik ya, masallarda olması gerektiği gibi kızın babası araya giriyor, sevenleri ayırıyor, ve aşk acısının kalbini dağladığı Nasır kemana öyle bir girişiyor ki… Hocası bile şaşıyor bu işe, kemanın telleri aşkın çığlıklarıyla titreşiyor ve Nasır ayrılığın verdiği gazla dünyanın en meşhur keman virtüözü oluyor.    

Aşk acısının doldurduğu depo boşalana kadar Nasır dünyayı dolaşıp keman çalıyor ve pili bitince dönüyor İran’a. Çocukluğundan bu yana Nasır’a vurgun olan Farengiz ile, Nasır’ın annesinin de ittirmesiyle evleniyorlar. Nasır’ın keman öğrenmeye başladığı günlerdeki gibi, teknik açıdan mükemmel, ama ruhu olmayan bir hayatları ve iki çocukları oluyor.

Nasır, yıllarca kemanını Irane için çalmıştır aslında… Irane ile ayrıldığı gün yeteneği özgür kalmış ve yıllarca onun aşkıyla, onun huzurunda çalmıştır. Uzun zaman sonra Irane ile karşılaştığında ve hayatının aşkı onu tanımadığında (tanımazdan geldiğinde) ise yeteneğini tamamen yitiriyor, Stradivarius’dan bile name çıkaramıyor ve ölüme yatıyor. 

Arada Nasır’ın annesinin ölümü ile, filmin en önemli oyuncusunu tanıyoruz: nefes, veya onun görünür hali olan duman! Ağır sigara tiryakisi olan annenin ölüm döşeğinde bile büyük bir keyifle tüttürdüğü sigara, verdiği nefesle sigaradan yayılan duman o kadar güzel çekimlerle betimlenmiş ki… Annenin ölümünden sonra, mezarından yükselip başucunda asılı kalan bulutçuk ile nefes/duman/bulut metaforu filmin kahramanı oluvermiş. Annenin “hayat bir nefestir” özdeyişi, mezarlıktaki meczubun dumana bakıp “demek ki kadının yoğun bir ruhu varmış” yorumu, filmin mesajını tamamlıyor.

Nefes, duman, veya vücuttan çıkan herhangi bir gaz oluşumunun ruh ve hayat ile ilişkilendirilmesi film boyunca sizi şaşırtan sürprizlerle karşınıza çıkıyor. Örneğin, Socrates ile ilgili küçük bir anekdot ve Sokrat’ın huzurunda yellenen küçük çocuk! Derin bir felsefi tartışmanın en ateşli noktasında hayatımızın ne kadar “osuruktan” olduğunu hatırlatıyor bize…

Filmde Socrates’in işi ne diye düşünebilirsiniz; ama zaten bir masal seyrettiğimiz için araya giren misafir oyuncular bizi sürprizleri ile keyiflendiriyor. Socrates ile birlikte Sophia Loren ve Azrail gibi konuk oyuncular filme renk katıyor. Zaman zaman torbadan çıkan çizgi animasyonlar, kukla oyunları, eski İran hikayeleri ayağınızı yerden kesiyor.

Filmin bu sevimli eklentilerin doruk noktası, Nasır’ın keman almak üzere gittiği antikacı Houshang’in dükkanında geçen sahne. Houshang’i büyük bir keyifle seyretmenizi, nefes/duman ikilisinin “afyon dumanı” kılığında sahneyi çalmasını kaçırmamanızı tavsiye ederim. Filmdeki bir başka sevimli eklenti de, Nasır’ın oğlunun büyüdüğünde İran’daki rejimden kaçıp gittiği Amerika’da bir kızla evlenip Amerikan rüyasına balıklama daldığı hayatı üzerine yapılan harikulade iğneleme…

Onun dışında, film bize inceden inceye İran kültürünün zenginliklerinden bahsediyor. Bu zengin kültürün Türk kültürü ile yakınlıkları gözümüze çarpıyor ara sıra. Nasır’ın imkansız aşkının isminin Irane olması da tesadüf değil; yönetmenin ülkesine, kültürüne olan aşkı ve özlemi filmde bu şekilde yer buluyor kendine…

Belki biliyorsunuz, filmin yönetmenlerinden Marjane (Mercan) Satrapi, uzun yıllardır Paris’te yaşayan bir İranlı kadın. İran devriminden kaçmış, Avrupa’da yaşamayı tercih etmiş, ülkesini, kültürünü çok sevdiği belli olan, halen devam eden baskıcı rejimi kıyasıya eleştiren bir sanatçı. Erikli Piliç nispeten az tanınsa da, Satrapi’ye büyük şöhret kazandıran ilk filmini tahminen görmüşsünüzdür: Persepolis.

Evet, Erikli Piliç’i yaratan ekip –Marjane Satrapi ve Vincent Paronnaud- 2007 yılında dünya sinemasına bomba gibi düşen Persepolis’i de yönetmişlerdi. Persepolis de, Erikli Piliç gibi, grafiker ve çizgi roman sanatçısı Satrapi’nin bir çizgi romanından uyarlanmıştı. Çizgi roman ise, bizzat Satrapi’nin hayatından uyarlanmıştı!

Persepolis, İran devrimi öncesinde, Şah Pehlevi’nin baskıcı bir rejimle İran’ı inlettiği günlerde başlıyor. Satrapi’nin İran’ın elit/entelektüel sınıfına dahil bir ailesi var. Amcasının sosyalist/komünist eğilimi, anne babanın kültürlü ve hoşgörülü yaklaşımı filmin kahramanı Marjane’ın güzel bir çocukluk yaşamasını sağlıyor.

Arkasından gelen İran devrimi ve hemen ardından başlayan İran-Irak savaşı ile ülke çok kötü bir döneme giriyor. İran’ın özgürlüğü ve Şah yönetiminden kurtulması için savaşan aydın kesim, devrim sonrası kendini hedef tahtasında buluyor. Şah döneminden çok daha ağır bir baskı dönemi ile, eskiden binlerce kişinin çürüdüğü hapislere on binlerce insan tıkılıyor ve savaş halinde olmanın bahanesiyle binlerce kişi idam ediliyor. Bu gelişmeler yaşanırken, anne ve babası Marjane’ı Viyana’daki bir yakınlarının yanına gönderiyor ve Marjane’ın İran ve Avrupa arasında ikilemde kalmış yaşamı başlıyor.

Film Türkiye’de gösterildiğinde İran’daki gelişmeler ve ülkemizdeki gidişat hakkında çok benzerlikler kuruldu. Özgürlük ve demokrasi için birlikte mücadele veren farklı ideolojilerin amaçlarına ulaştıklarında, birinin diğerlerini bertaraf etmesi yabancısı olduğumuz bir durum değil. Amacın genel anlamda özgürlükler olmadığı, sadece kendi düşüncesinin özgürlüğü, daha doğrusu hakimiyeti olduğunu bu filmde gayet güzel görebiliyoruz.

Ancak filmin şöyle bir handikapı var; Marjane, olayı kendi ailesinin gözünden anlatıyor. Marjane’ın ailesi, 19. yüzyıl İran Şahının torunlarından, aydın, sosyalist ve (kelimeyi ille de olumsuz anlamıyla düşünmezseniz) elit bir aile. Devrimden olumsuz etkilenmeleri ise, kapanmak zorunda kalmak, eskisi gibi partilere gidememek, içki içememek benzeri sonuçlarla resmediliyor. Bu tek taraflı eleştiri, devrimin sadece tuzu kuru belli bir kesimi etkilediği şeklinde yorumlanabiliyor. Bazı İranlı aydınlar, filmde unutulan büyük bir kitlenin olduğunu, devrim sonrası ABD’ye veya Avrupa’ya kaçamayanların, Tahran’ın meşhur partilerine katılamayanların, İranlı fakir çoğunluğun göz ardı edildiğini vurguluyorlar.

Ancak şunu unutmamak gerek; film, temel olarak Marjane’ın kendi hayat hikayesi, ve kendinin, yakınlarının başından geçenleri yansıtmış.  Hatta, Marjane’ın kendisi bile anne-babasını “havyar sosyalisti” olarak tanımlamış. Kendileri İran’da kalırken, kızlarını apar topar Viyana’ya göndermeleri belli ki içinde ukde kalmış.

Ancak filmin güçlü bir yanı, İran’ı eleştirirken Avrupa’yı da güllük gülistanlık göstermemesi. Batı’nın iki yüzlü tutumu, petrol aktığı sürece İran’da yaşananları önemsememesi, İran-Irak savaşını körüklemesi, İranlı bir kadına karşı önyargılı ve saygısız tutumları filmde iyice işlenmiş. Marjane, ülkesinden kopmuş bir genç kız olarak Avrupa’da çektiği zorlukları, İranlı kimliğinden utanışını, özgürlüğü ve aşkı ararken karşılaştığı güçlükleri gözümüze sokmuş.

Bu açıdan Persepolis, devrim karşıtı politik bir film olmaktan ziyade, bir kadın olmanın zorluğunu ön plana çıkaran bir film. Marjane, bir kız çocuğu olarak İran’da; genç bir kız olarak Avrupa’da; genç bir İranlı kız olarak Avrupa’da; önce İranlı bekar bir kadın, ardından  İranlı boşanmış bir kadın olarak Tahran’da yaşamanın ne demek olduğunu kendince anlatmış.

Animasyonun başarısına da ayrıca değinmek gerek. Marjane, Avrupa’yı çizdiği bölümlerde bile fırçasını İran’a değdirmekten, çizimini farsi bir dokunuşla süslemekten geri kalmamış…

Kadın gözüyle izlendiğinde, filmin en etkileyici karakteri belki de kişilikli, oturaklı, saygıdeğer babaanne. Torunuyla olan sohbetleri, tavsiyeleri kaçırılmamalı. Kocasından boşanan Marjane’ı teselli ederken “Ben de seni böyle solgun görünce bir ölüm kalım meselesi var sandım; takma kafana, ilk evlilik ikincinin provasıdır” şeklindeki yorumu gülümsetiyor. Mis kokulu babaannenin her sabah sütyeninin içine yasemin çiçekleri yerleştirmesi de cabası… Torununa verdiği evrensel nasihat, hepimiz için geçerli olabilir: “Nasihat vermeyi sevmem ama sana hayatla ilgili bir iki tavsiyede bulunacağım. Hayatında pek çok beş para etmez insan olacak. Seni üzerlerse, bunun nedeninin sadece kendi aptallıkları olduğunu bilmelisin. Onlara tepki verirken sakın onlar gibi olma; dünyada intikam ve kinden daha kötü bir şey yoktur. Başını daima dik tut, kendine karşı hep dürüst ol.”

Bir de (algıda seçicilik diyeyim) sinemada Godzilla’yı seyrederken Japon sinemasını eleştirmesi, “karınlarını deşmekten ve korkunç canavarlar yaratmaktan başka ne anlar Japonlar” yorumu gülümsetiyor. Godzilla’daki figüranların canavardan kaçamaması, basiretlerinin bağlanarak göz göre göre ezilip gitmeleri o anda İran’da yaşananlara da bir gönderme yapıyor sanki.  

Filmde beni etkileyen detaylardan biri, aynen Erikli Piliç’te olduğu gibi, sigara dumanının estetik kullanımı. Duman, İran motiflerinin kıvrımlarıyla uyumlu bir şekilde öylesine güzel yükseliyor ve filme estetik katıyor ki, bir çok seyirciyi tüttürmeye teşvik ediyor. Filmdeki İran etkisi ve kültürüne duyulan sevgi ve özlem sıklıkla hissedilebiliyor; tabii ağır bir eleştiri ile birlikte.

Filmde pop-rock müzik de yan rollerde başarılı bir performans sergiliyor. Michael Jackson’dan Iron Maiden’a, Abba’dan Marjane’in “Eye of the Tiger” yorumuna keyifli dakikalar var…

Peki, İran yönetimi filmi nasıl karşılıyor derseniz… Pek de hoş karşılamıyor doğal olarak. Filmin çevrildiği ve çeşitli festivallerde gösterileceği yıl, festivallerin düzenleneceği ülkelerdeki temsilcilikleri kanalıyla gösterimi engellemeye çalıştıkları biliniyor. Benzer bir anti-molla filmde (My Tehran for Sale) oynayan aktris Marzieh Vafamehr’in bu rolü yüzünden 90 kırbaç ve 3 ay hapis ile cezalandırılması, Marjane’in ucuz kurtulduğu şeklinde yorumlanabilir.

En ilginç tepkilerden biri, Persepolis’in Tunus’ta Nessma adlı TV kanalında gösterimi sonrasında yaşananlardı. Arap Baharı’nın ardından Tunus’a hakim olan “bahar” havası esnasında, 10.000 kişilik asabi bir topluluk gösteri yapmış, TV kanalının sahibinin evine saldırmış ve (sıkı durun) molotof kokteyli atarak evi yakmaya çalışmış…

Olay, Tunus’taki Arap Baharı’nın İran’daki ağabeyinin izinde gittiği şeklinde yorumlanmıştı. Benim ilgimi çeken detay ise, molotof kokteyli imalinin sadece ODTÜ’de, ODTÜ’lü nursuz, hayırsız, taharetsiz öğretim üyeleri tarafından öğretilmesine rağmen, bu dini bütün, haysiyetli, üstün ahlaklı gençlerin nasıl olup da kokteyl yapmayı öğrendiğiydi. Belki de ODTÜ servisleriyle Tunus Caddesine inmek isteyen bir kaç anarşik, yanlışlıkla Tunus’a gidip arap baharı sarhoşu arkadaşları eğitmişlerdir… Başka ne bilirler ki zaten! 

2nd January 2013, Onur Ataoğlu tarafından yayınlandı

https://onurataoglu.blogspot.com/2013/01/bir-iran-varms-bir-iran-yokmus.html

This entry was posted in HAYATIN İÇİNDEN, KÜLTÜR - EĞİTİM - ÇAĞDAŞLIK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *