Eric Draitser:
18 Ağustos 2016 Perşembe
Fuller’e ilave olarak, kötü şöhretli CIA amili ve ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz de, ABD’de sığınma arayışı içinde olduğu sırada Gülen’i destekleyen bir mektup yazdı. İlginç bir şekilde Abramowitz aynı zamanda, kendisi gibi neo-con’lar olan Eric Edelman ve Blaise Misztal da birlikte Ocak 2014’te Washington Post gazetesinde ABD’nin Erdoğan hükümetini devirmesini isteyen ateşli bir yazıyı kaleme alanlardan biriydi.
Eric Draitser
Global Research / stopimperialism.com
Kısa süre önce Türkiye’de gerçekleşen başarısız darbe girişimi, Ortadoğu’daki, NATO’daki ve belki de küresel düzeydeki güç dengelerini değiştirme potansiyeli taşıdığından, bir siyasi ve jeopolitik depremdi. Fakat son gelişmelerin sonuçları açık olsa da, 15 Temmuz gecesi – 16 Temmuz sabahı gerçekte ne olduğu halen bir düzeyde muamma. Neden Batılı uzmanlar ve gazeteciler bağlantıların çoğunu kurmuyor?
Bu noktada bir kez daha, ABD ve AB hükümetlerine de hakim olan çıkar gruplarının hakim olduğu kontrollü medya aygıtlarına ve onların inanılmaz yanlış bilgilendirme gücüne geliyoruz. Michael Parenti’nin meşhur bir şekilde yazdığı gibi,
“[Medyanın] işi bilgilendirmek değil yanlış bilgilendirmek, demokratik söylemi ilerletmek değil onu etkisizleştirmek ve susturmaktır. Onların görevi, günün olaylarıyla itinayla ilgilendikleri görüntüsünü her şekilde vermek, çok şey söyleyip çok az mana sunmak, pek az besleyiciyle çok kalori kazandırmaktır.”
Parenti’nin iddiasının Türkiye’deki darbe girişiminden daha doğru olduğu bir yer yoktur. Zira medya Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümetinin ABD’de yaşayan milyarder Fethullah Gülen’in gizli eline dair iddialarına yer verdiyse de, önde gelen medya kuruluşlarından hemen hemen hiçbiri Gülen’in ve hareketinin gerçek anlamını ortaya çıkarmak için gerekli araştırmayı yürütmedi. Özellikle de, ve neredeyse büyü yapılmışçasına, Gülen’in CIA’le uzun zamandır sahip olduğu bağlardan, onun Türk devletinin çeşitli kurumlarına sızmasından kesinlikle bahsedilmiyor; Gülen’in liderlik ettiği ve Müslüman (ve de Müslüman olmayan) dünyanın neredeyse her köşesine uzanan finans ağları ve bağlantılar hakkında da hiçbir ciddi araştırma yapılmıyor.
Ve her ne kadar Gülen, ABD’deki pek çok neo-con’la birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ona bağlı güçlerin siyasi rakiplerine, laiklere ve diğer Erdoğan karşıtı güçlere karşı süregiden baskıları meşrulaştırmak için darbeyi bizzat kendilerinin sahnelediği anlatısını yaysa da, medya genel olarak Türkiye’deki olayların geniş jeopolitik anlamla bağlantısını kurmadı; oysa bu, olmuş olması muhtemel şeylere bir nebze ışık tutabilirdi. Dahası medya, vazifesini daha da fazla ihmal ederek son derece kritik bir ihtimal olan ABD-NATO istihbaratının dahli ihtimalini büyük ölçüde görmezden geldi.
Bir kılavuz olarak tarih
1953 İran darbesinden 1973 Şili darbesine ve sayısız başka ülke örneğine kadar, CIA ve NATO’daki kuzenleri olan istihbarat örgütleri, geçtiğimiz haftalarda Türkiye’de olana benzer pek çok darbenin parçası oldu. Ancak Türkiye’deki 2016 darbe girişimiyle 12 Eylül 1980 tarihli darbe arasındaki çarpıcı benzerliklere dikkat çekmeme gafletine düşmemek gerekir.
1970’li yıllar boyunca Türkiye, çoğu Bozkurtlar ve başka gruplar gibi faşist oluşumlara atfedilen büyük bir terörizm ve şiddet kabarmasına tanık oldu. Ancak bugün bu şiddetin önemli bir bölümünün, pek çok uzmanın CIA’le bağlantılı bireyler ve ağlar tarafından hazırlandığını ileri sürdüğü provokasyonlar biçimini aldığı biliniyor.
Bu kişilerden belki de en önemlisi, Soğuk Savaş boyunca Etiyopya’da, Türkiye’de ve başka yerlerde istihbarat koordinatörü olarak on yıllar geçiren Paul Henze’ydi. Daniele Ganser’in NATO’s Secret Armies: Operation GLADIO and Terrorism in Western Europe, [“NATO’nin Gizli Orduları: GLADIO Operasyonu ve Batı Avrupa’da Terörizm”] başlıklı kitabında belirttiği gibi:
“Bir sağcı aşırıcı daha ileride mahkemede akla yatkın bir şekilde, 1970’lerin katliamlarının ve terörünün [darbe lideri General] Evren’i ve orduyu iktidara getirme stratejisi olduğunu savundu: ‘Katliamlar MİT’in provokasyonuydu. MİT ve CIA’in provokasyonlarıyla 12 Eylül darbesinin zemini hazırlandı.’” (s. 239)
Fakat elbette bu eylemler boşlukta gerçekleşmedi; olayların gerçekleşmesini kolaylaştıran istihbarat ajanları yerlerini almıştı. Meşhur yazar ve medya eleştirmeni Edward Herman ile kendisine eşlik eden Frank Brodhead’in 1986 tarihli The Rise and Fall of the Bulgarian Connection [“Bulgar Bağlantısının Yükselişi ve Düşüşü] isimli kitaplarında söylediği gibi:
“Paul Henze uzun CIA kariyerine 1950 yılında Savunma Bakanlığı örtüsü altında ‘dış meseleler danışmanı’ olarak başladı. İki yıl sonra ise Batı Almanya’nın Münih kentindeki Özgür Avrupa Radyosu’nda (RFE) politika danışmanı olarak sürecek altı yıllık bağlantısını başlattı. 1969 yılı itibariyle Henze, Etiyopya’daki CIA üs şefiydi; 1974-1977 yılları arasında da Türkiye’de üs şefliği yaptı. Zbigniew Brzezinski Başkan Jimmy Carter için Ulusal Güvenlik Konseyi takımını topladığı zaman, Henze CIA’in Beyaz Saray’daki NSC ofisindeki temsilciliğiyle görevlendirildi.”
Henze ve Brzezinski arasındaki yakın bağ düşünüldüğünde, Henze’nin temel olarak Brzezinski’yle aynı küresel operasyona, yani Sovyetler Birliği’ne karşı stratejik kazanım için terörizmin silahlandırılması operasyonuna katıldığını görmek zor değildir. Brzezinski ün kazanmış bir şekilde Afganistan’da mücahitlerin yaratılmasına akıl hocalığı yaparken, Henze Türkiye’de halihazırda benzer sonuçlar elde etmiş, istikrarsızlaştırma amacı doğrultusunda sağcı güçleri örgütlemişti. Gansler kitabında, anti-terör araştırmacısı ve GLADIO operasyonları uzmanı Selahattin Çelik’ten bir alıntı yapar. Çelik 1999 yılında şunları yazmıştı:
“[ABD Başanı Jimmy Carter] haberi [Türkiye’deki 1980 darbesi haberini] alınca, darbeden kısa süre önce Ankara’dan ayrılıp Washington’da CIA’in Türkiye masasında Carter’ın güvenlik danışanı olan Paul Henze’yi aradı… Carter Henze’ye onun zaten bildiği şeyi söyledi: ‘Adamların darbe yapmış!’ Başkan haklıydı. Paul Henze, darbenin ertesi günü Washington’daki CIA meslektaşlarına muzaffer bir edayla bildirdi: ‘Bizim çocuklar (our boys) başardı!’”
Çelik Henze’den açık açık, “12 Eylül 1980 darbesinin başmimarı” diye bahsediyordu. Neden böyle dediğini görmek zor değil. 1970’lerin başlarından ortalarına kadar sahada bulunan, ardından Washington’da koordinatör olurken Brzezinski liderliği altında Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Türkiye’den sorumlu kilit kişisi haline gelen Henze açıkça araçsal bir rol oynamıştı. Gansler’in belirttiği gibi, Çelik’e göre,
“Brzezinski Henze’nin pozisyonunu destekledi. Ulusal Güvenlik Konseyi’nde, 1979 yılında Humeyni’nin iktidara geldiği İran’daki durum hakkında yürütülen bir tartışma esnasında Brzezinski, görüşünü ‘Türkiye için de Brezilya için de askeri hükümet en iyi çözüm olacaktır’ şeklinde ifade etti.”
ABD istihbaratının Soğuk Savaş’ta nasıl faaliyet yürüttüğüne az da olsa aşina olan hiç kimseye bunlar şaşırtıcı gelmemelidir ama, belki ABD istihbaratı, NATO’daki kuzenleri ve Türk ordusu ile derin devleti arasındaki bağlantıların derinliği zihinde şimşekler çaktıracak bir şeyleri ifade ediyor olabilir. Türkiyeli politikacı ve sosyal aktivist Ertuğrul Kürkçü’nin 1997 yılında Covert Action Quarterly dergisinde yazdığı gibi:
“Türkiye ve ABD ordusu ve istihbarat çevreleri arasındaki yakın bağlar ile ABD’nin Türkiye’nin askeri işbirliğiyle ilgili kaygıları, Türkiye’nin daha geniş demokrasiye giden yolunun önündeki büyük engeller oldu. [Türk siyasetçi ve gazeteci Fikri] Sağlar, ABD’nin Türkiye meselelerine ilgisinin resmi NATO ilişkileri ve ticaret bağlarıyla sınırlı olmadığını savunuyor. CIA’in o dönemdeki Ankara’daki Türkiye üs şefi “Bizim çocuklar bu işi başardı!” şeklindeki kötü şöhretli mesaja işaret ediyor. Sağlar CIA de dahil olmak üzere yabancı istihbarat örgütlerinin aşırı sağdan işbirlikçiler seçtiği ve kendi özgün çıkarları için onlardan istifade ettiği değerlendirmesini yapıyor.”
Nitekim 1980 darbesinin her şeyden fazla gösterdiği şey, Türk ordusunun ve Bozkurtlar gibi aşırı sağcı faşist terör çetelerinin çeşitli biçimlerde ABD varlıkları niteliği taşıdığı ve ABD istihbaratının parmağının altında olduğudur. Elbette bunların bütünüyle onların varlığı mı, vekil güçleri mi yoksa sadece uzun zamandır birlikte çalışan işbirlikçiler mi olduğu konusunda tartışma yürütülebilir, ancak bu ayrım çok da önemli değildir. Önemli olan şey tarihi kayıtların, Türk ordusu ve derin devleti ile CIA arasındaki gizli anlaşmayı açıkça gösteriyor olmasıdır.
Fakat bütün bunlar eski bir hikaye, değil mi? Şüphesiz bu ağlar ve bağlantılar zaman içinde aşındı ve 1980’de olanlar Türkiye’nin iç siyaseti ve süregiden iktidar mücadeleleri açısından ancak ikincil bir önem taşıyor. Eh, evet… Fakat iyice düşününce, belki de öyle değildir.
Türkiye satranç tahtasında kim kimdir?
Türkiye’de kısa süre önce olan şeye dair bir analiz sunmaya çalışırken, Türkiye’de iktidar için mücadele eden siyasi kanatların bir düzeyde anlaşılması gerekir. Her ne kadar gruplar arasında sık sık bir çakışma olsa da, bunlar kabaca üç kampa ayrılabilir.
Birinci kanat, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi’dir (AKP). Erdoğan ve AKP Müslüman Kardeşler’in “ılımlı İslamcı” ortamından geldi ve yıllarını laik Türk ordusuna ve devlet düzenine karşı militanca bir mücadeleyle geçirdi. Bir Müslüman Kardeşler lideri olan Dr. Essam el-Eryan,’ın 2007 yılında izah ettiği gibi, “Müslüman Kardeşler bütün ılımlı İslamcılarla yakın ilişkileri bulunan bir İslami gruptur ve bunların en önde geleni Adalet ve Kalkınma Partisi’dir.”
Bu nokta kritik bir önem taşıyor, zira Erdoğan’ı ve onun siyasi aygıtını, Ortadoğu ve Kuzey Afrika çapındaki çok daha geniş bir uluslararası ağa bağlıyor. Dahası, Erdoğan’ın Suriye savaşındaki ve babası 1982 yılında Suriye’de Müslüman Kardeşler’i ezmiş olan Devlet Başkanı Beşar Esad’ın devrilmesi konusundaki fanatizmi hakkında ve şimdiki Mısır Cumhurbaşkanı Sisi tarafından devrilmiş olan Müslüman Kardeşler lideri eski cumhurbaşkanı Mursi’ye olan tereddütsüz desteği hakkında da bir izahat sunuyor.
İkinci kanat, gücü genellikle orduda ve derin devlet unsurlarında bulunan Kemalistlerdir. Bu kanat kendisini, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasının bekçileri olarak görüyor. Kemalistlerin ülkedeki büyük kapitalist çıkar gruplarıyla derin bağlantıları ve ABD ve NATO ile uzun bir işbirliği geçmişleri bulunuyor. Daha önce belirtildiği gibi Türk ordusunun CIA ve NATO istihbaratı ile uzun süredir devam eden bağları bulunuyor ve en güvenilir ABD-NATO partnerlerinden biri olarak görülüyor.
Bahsedilmesi gereken üçüncü kanat ise, dünya çapındaki okullar ağının kendisini bölgenin en güçlü bireylerinden biri kıldığı, ancak ağını Pennsylvania’daki rahat evinden yöneten Gülen kanadıdır. Gülen ağı Türkiye’deki neredeyse her devlet kurumuna sızarak önemli alanlar açtığı gibi, aynı zamanda da ABD’de dev bir nüfuza sahip; bu hem ABD istihbaratıyla uzun süredir devam eden ağlar anlamında, hem de belki en az bu kadar önemli olacak şekilde, dev lobicilik ve nüfuz ticareti aygıtı anlamında böyle. Nitekim 2010 yılında Gülen hareketiyle bağları olan 6 büyük Türk-Amerikan federasyonu birleşerek, Washington’da Türkiye ve Türki halklar meseleleriyle ilgilenen önde gelen lobi kuruluşlarından olan bir kâr amacı gütmeyen kuruluş olan Türk-Amerikan Federasyonları Birliği’ni (ATAF) kurdu.
Her ne kadar darbe girişimi ordu içindeki unsurlar tarafından gerçekleştirilmiş olsa da, bu unsurların tam olarak hangi kanadı temsil ettiğinin, yahut ikisinin bir bileşimi olup olmadığının açık olmadığı hatırlanmalıdır. Ancak darbede oynamış olabilecekleri potansiyel rolü değerlendirmek için (Hizmet olarak bilinen) Gülen ağının yakın tarihini incelemek faydalı olacaktır.
Noktaları birleştirmek: Türkiye’deki darbe girişiminde Fethullah Gülen ve CIA’in parmak izleri mi?
Dünyanın herhangi bir yerinde olan herhangi bir şey için CIA ve ABD-NATO istihbaratına işaret etmek kolay olsa da – İmparatorluğun erişim alanı gerçekten de küreseldir – somut bağlantıları layıkıyla ortaya koymadan basit bir şekilde ABD’nin suç ortaklığı iddiasında bulunmama konusunda dikkatli olunmalıdır. Bu örnekte ise bu iki kat doğrudur. Ancak tam da bu noktada Gülen’in önemi gerçekten de kendini ortaya koymaktadır, zira neredeyse bütün önemli devlet kurumlarına sızmış olan, onun geniş kapsamlı bağlantılar, temsilciler ve vekiller ağıdır.
Başarısız darbe girişiminden çok önce, analistler Gülen, Türk devlerine sızma ve CIA arasında bağlantı kuruyordu. Osman Softic’in 2014 yılında yazdığı gibi:
“Hizmet sempatizanlarının polis, istihbarat, yargı ve savcılıklar gibi en hassas yapılardan bazılarına ustaca sızmaları nedeniyle, bu hareketin çok daha güçlü ve kötü niyetli uluslararası aktörler tarafından ülkenin istikrarsızlaştırılması ve hatta Erdoğan hükümetinin devrilmesi için uygun bir mekanizma işlevi görmüş olması gayet akla yatkındır… Gülen’in kendisi de, Türkiye’yi istikrarsızlaştırma girişimlerinde uygun bir piyon haline gelmiş olabilir.”
Gülen’in adamlarının Türkiye devletinin her noktasına sızdığı iddiası yeni bir şey değildir. Nitekim en az yirmi yıldır Gülen’e ve Hizmet hareketine bu tür suçlamalar yöneltiliyor. Ancak resmi gerçek anlamda tamamlayan şey, ABD istihbaratı ve ABD dış politikasının elit çevreleri ile olan bağdır.
Bu noktada devreye, CIA’in Ulusal İstihbarat Konseyi’nin eski başkan yardımcısı olan ve Gülen hareketiyle olan bağları derinlere giden Graham Fuller giriyor. Fuller geçtiğimiz günlerde Huffington Post’ta yayınlanan Gülen Hareketi bir tarikat değil – Bugün İslam’ın en umut verici yüzlerinden biri başlıklı bir makalede Gülen’i savunacak kadar ileri gitti. Fuller bu yazıda, Gülen’in ABD’ye 2006 yılında yaptığı Yeşil Kart başvurusuna destek için bir mektup yazdığını – yeterince belgelenmesi nedeniyle başka şansı olmadığından – kabul ediyor. Her ne kadar kullandığı retorik Gülen’e verdiği desteğin niteliğini ve arkasındaki sebebi çarpıtmaya çalışsa da, Fuller Hizmet’in ABD çıkarlarıyla aynı çizgide olan ve onun etkisi altında olan, kritik bir NATO müttefikinde etkili bir silah olarak kullanılabilecek bir toplumsal hareketi temsil ettiğini dolaylı olarak ortaya koyuyor.
Fuller, Gülen hareketiyle bağlantısının hasbelkader bir bağlantı olmadığını belirtmiyor, ancak Gülencilerin, aralarında büyük etkinliklerin de olduğu çok sayıda faaliyetine katıldığı biliniyor. Bunların arasında, Gülen ağının önde gelen bir üyesi olan Kemal Öksüz’ün (namı diğer Kevin Öksüz) yönettiği, ünlü bir Gülenci şemsiye kuruluşu olan Turkuvaz Amerikalılar ve Avrasyalılar Federasyonu tarafından düzenlenen etkinlikler de bulunuyor.
Fuller’e ilave olarak, kötü şöhretli CIA amili ve ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz de, ABD’de sığınma arayışı içinde olduğu sırada Gülen’i destekleyen bir mektup yazdı. İlginç bir şekilde Abramowitz aynı zamanda, kendisi gibi neo-con’lar olan Eric Edelman ve Blaise Misztal da birlikte Ocak 2014’te Washington Post gazetesinde ABD’nin Erdoğan hükümetini devirmesini isteyen ateşli bir yazıyı kaleme alanlardan biriydi. Evet, çenemizi tırmalatacak derecede enteresan.
O halde, her şeyi ortaya koyup koymadığımıza bir bakalım. Gülen milyarlarca dolarlık bir iş imparatorluğunu ve dünya çapına yayılmış özel okullar ağını yönetiyor. ABD-Türkiye ilişkilerinin yakın tarihi içinde yer almış en kötü şöhretli CIA amillerinden ikisiyle doğrudan bağlantılı. Kılcal damarları Washington’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bir siyasi lobi ağına sahip. Ha bu arada, eski Türk istihbarat şefi Osman Nuri Gündeş’e göre Gülen’in Orta Asya ülkeleri Kırgızistan ve Özbekistan’daki okullar ağı 1990’ların ortalarından sonlara kadar en az 130 CIA ajanı için örtü sağladı.
Şimdi bu denkleme, ABD politika çevreleri içindeki en etkili düşünce kuruluşlarından olan RAND firmasının 2004 tarihli ve Sivil Demokratik İslam: Partnerler, Kaynaklar ve Stratejiler başlıklı ayrıntılı raporunda ABD politikası için sunduğu önerileri ekleyelim:
“Önce modernistler desteklenmeli, onlara fikirlerini dillendirmek ve yaymak için geniş bir platform sağlamak yoluyla onların İslam vizyonları gelenekselciler karşısında güçlendirilmelidir. Geliştirilmesi ve kamuoyuna çağdaş İslam’ın yüzü olarak sunulması gereken onlardır, gelenekselciler değil… Sekülerler, duruma göre desteklenmelidir.”
Öyle görünüyor ki on yıldan daha uzun süre önce, Gülen ve Erdoğan’ın halen dost olduğu ve örgütlenmelerinin müttefik olduğu bir dönemde, ABD’nin politikası Gülen’i ve hem onun hem de Erdoğan’ın temsil ettiği ılımlı İslamcı unsurları ileri sürmekti. Kuvvetle muhtemel olarak Erdoğan ve Gülen arasındaki ayrışma (her ne kadar bu da şüphesiz belli bir rol oynadıysa da) kişisel meseleler ve egolardan ziyade, politika ve sadakatle ilgiliydi.
Başarısız darbe girişiminin jeopolitiği ve stratejisi
Hem teröristlere hem de Suriye’nin ülkeden kovduğu ABD vekil güçlerine evsahipliği yapmak da dahil olmak üzere Suriye’de ABD emperyalizmine sunduğu takdire şayan hizmete rağmen Erdoğan açıkça Washington’un planlarını bozdu. Belki de en kötü suçu kısa süre önce, Kasım 2015’te bir Rus uçağının düşürülmesi nedeniyle özür dilemesiydi. Ancak elbette resmi Washington politikasını patlatan şey özrün kendisi değil, Türk dış politikasının ABD, NATO ve Avrupa’dan uzaklaşıp Rusya, Çin ve yeni gelişen Batı dışı güç bloğuna yönelmesiydi. Bu onun ağır günahı oldu. Ve her ne kadar şüphesiz Washington bunun son olmasını sağlama istediyse de, bu ilk de değildi.
Erdoğan’ın, dev Türk Akımı boru hattı anlaşmasının imzalanması, Çin’den füze sistemleri satın alma kararı (Erdoğan daha sonra bundan caydı), Rusya’yla kârlı bir nükleer enerji anlaşmasının imzalanması ve daha pek çok başka örnek de dahil olmak üzere, ABD’nin hasımlarıyla anlaşmalar yapmak gibi “nahoş” bir alışkanlığının olduğu hatırlanmalıdır. Kısacası Washington için Erdoğan, en iyi ihtimalle güvenilmez bir müttefik, en kötü ihtimalle de tehlikeli bir siyasi manipülatör olduğunu kanıtlamıştı. Bu yüzden, ABD siyasi elitleri tarafından böyle görülen pek çok başka lider gibi, gitmeliydi. Gülen’in ağı da bu noktada işe yarayacaktı.
Başarısız darbe girişimindeki olayların belki de en çarpıcı boyutlarından biri, İncirlik’teki NATO üssünün kullanılmasıydı. Los Angeles Times’ın belirttiği gibi:
“Türk yetkililer, başkaldırının organizatörlerinin, Türkiye’de bulunan 2,500 ABD askeri personelinin çoğuna ev sahipliği yapan ve ABD öncülüğündeki koalisyonun komşu Irak ve Suriye’de İslam Devleti militan grubunu yenilgiye uğratma amaçlı süregiden hava kampanyası için temel bir üs olan İncirlik Hava Üssü’ndeki subaylardan hayati önemde yardım aldığını söyledi… Resmi medya, İncirlik’teki en yüksek Türk askeri yetkilisi olan General Bekir Ercan Van’ın tutuklandığını aktardı. Van, üste tutuklanan 10 askerden biriydi ve Türk yetkililere göre darbe girişiminin hayati bir unsuru olan, sokaklardaki hükümet destekçilerini yıldırmak üzere kullanılan F-16 savaş uçaklarına hava ikmali sağlama operasyonunun parçasıydı.”
Bu bilginin içerimleri hafife alınmamalıdır. Hikayenin Erdoğancılar tarafından, belki Erdoğan’a sadakatsiz görülen veya laik Kemalistlere fazla sadık görülen üst düzey askeri yetkilileri tasfiye etmek için uydurulmuş olması mümkünse de, hükümetin bu anlatısının doğru olması da akla yatkındır.
Eğer durum böyleyse, bunun açık anlamı İncirlik’in darbe operasyonlarının üssü, darbenin arkasındaki askeri gücün ve onların da arkasındaki ABD istihbaratının ve ordusunun mevkisi olduğudur. İncirlik’in Ortadoğu’daki NATO operasyonlarındaki merkeziliği düşünüldüğünde, bu üssün salt askeri personele evsahipliği yapmakla kalmayıp küresel CIA ağında bir düğüm noktası olduğunu ileri sürmek mantıksız değildir. Nitekim üssün hem Suriye-Irak sahnesinde operasyonlar yürüten insansız uçaklara evsahipliği yaptığı hem de ABD’nin “olağanüstü icra” programının göbeği olduğu dikkate alındığında, İncirlik’in çok sayıda önemli CIA varlığına evsahipliği yaptığını söylemeye bile gerek kalmaz.
O halde bu perspektiften bakıldığında İncirlik şüphesiz başarısız darbe girişiminde merkezi bir yerdeydi ve o günden beri Erdoğan’ın ordu saflarındaki rakiplerini tasfiye etmesinde temel bir konumda yer aldı denilebilir. Dahası üs, uzun zamandan beri Ankara ve Washington arasında bir ihtilaf konusuydu ve Erdoğan hükümeti, üs üzerinde Washington’un izin vermeye hazırlandığından daha fazla kontrole sahip olmak istiyordu. Pek çok bakımdan İncirlik, Türk siyasetinde ve bölgenin jeopolitiğinde tektonik bir kaymanın bağlantı noktası oldu.
Son kertede, Türkiye’deki 2016 başarısız darbe girişimi, önümüzdeki yılları ve on yılları etkileyecek kalıcı sonuçlar getirecektir. Türkiye şimdi açık bir şekilde ABD-NATO-AB ekseninden uzaklaşırken, Rusya ve Çin’le arasını düzeltmeye çalışacağı gibi, BRICS, Şangay İşbirliği Örgütü, Çin’in Tek Kemer Tek Yol stratejisi, Asya Altyapı Yatırım Bankası ve benzerlerinin simgelediği Batı dışı kampta yer almaya çalışacağı da öngörülebilir.
Darbenin başarısızlığı kuşkusuz, Erdoğan’ı bir partner değil bir hasım olarak gören ABD ve müttefikleri için başarısızlıktır. Kendi adına Erdoğan’ın yanıt vermesi gereken pek çok suçlu davranışı vardır. Erdoğan’ın Suriye’deki savaşın körüklenmesinden bugün Türkiye’de süregiden tasfiyelere ve keyfi tutuklamalara, laik kurumlara ve insan haklarına yönelik saldırılara kadar olan vukuat kaydı bir mil uzunluğundadır. Ancak elbette suçlu rejimlerle içli dışlı olmak hiçbir zaman Washington için sorun olmamıştır.
Hayır, sorun Erdoğan’ın oyunu kurallarına göre, yani ABD’nin belirlediği kurallara göre oynamamış olmasıydı ve bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir. Ve bu ABD destekli darbe girişimi sonrasında Erdoğan yalnızca daha da güçlenecektir. Şüphesiz Washington’daki stratejik planlamacıları pek çok uykusuz gece bekliyor.
Çev: Selim Sezer / www.medyasafak.net
http://medyasafak.net/haber/2089/eric-draitser–turkiye-deki-cia-destekli-darbe-basarisiz-kuresel-satr
https://nacikaptan.com/