İRTİCA EĞİTİM SİYASET *** Osmanlı’da eğitimin paraleli: Nakşî medresesi

Kaya Ataberk
17 Ağustos 2015
Türksolu

Osmanlı’da eğitimin paraleli: Nakşî medresesi

Malum; tüm kavga aslında şu dershaneler meselesinden çıktı… Şimdi olay dershanelerin, okulların, hatta kreşlerin (!) basılmasına kadar vardığına göre şu “paralel eğitim” nedir, neden bu kadar önemlidir sorularına bir yanıt aramanın da vaktidir. Olay aslında sanılandan çok gerilere gider. Ta, Osmanlı Devleti zamanlarına, 1800’lerin başlarına… Osmanlı, güçlü ve merkezî bir devlet olarak, toplum hayatının neredeyse her yönünü denetlerdi. Devlet kadrolarının yetişmesi dâhil birçok noktadaki önemi açık olan eğitimi de tabii ki boş bırakmamıştı. Sadece saray okulu Enderun değil, medrese adı verilen yükseköğretim düzeyi sayılabilecek okullar da devletin denetimi altındaydı. Ortaçağlar boyunca Batı bilimde, felsefede uykudayken bu kurumlar geleneği, bilgiyi kuşaktan kuşağa aktardı. Osmanlı’yı yöneten devlet kadroları da buralardan yetişti.

Devletin gücünü yitirmesi denetimi de yitirmesi demekti. Eğitim konusundaki mesele de merkezde değil, devletin güç kaybının ilk hissedildiği uzak bölgelerde başladı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun önemli bir kısmı Ekrad Beyleri adı verilen, yerel güçlerin denetimine verilmişti. Bu Ekrad Beyleri, günümüzde çoğu zaman sanıldığı gibi etnik Kürt değil, konargöçer ve çoğu Akkoyunlu bakiyesi Türkmen aşiretlerinin yöneticileriydi. Fakat zamanla önemli bir kısmı Şafiîleşecek ve Kürtçe konuşmaya başlayarak Kürtleşecekti. Devletin güç yitirmesiyle beraber, her şey gibi eğitim de buralarda bu beylerin denetimine geçti. Artık buradaki medreseler, Kadirî tarikatının kontrolünde kurumlara dönüşmüştü. Fakat hâlâ bir noktada Kadirîler, beylerin; beyler de devletin güdümündeydi. Esas mesele Nakşîliğin Şeyh Halid ile yaptığı çıkıştan sonra patlak verdi.

Bir taraftan Halidî Nakşîler, Kadirîleri tasfiye ederek bölgedeki din hayatına hâkim olurken diğer taraftan da devlet, beylerin tasfiyesine girişti. Gerçi devletin niyeti buralarda gerçek ve çağdaş bir devlet egemenliğini valilikler ile kurmaktı belki ama olmadı. Hatta tam tersi bir durum gelişti… Beyler; yerlerini önce daha alt düzeyden aşiret reislerine bırakmak zorunda kaldılar. Fakat onlar da yeni gelişen Nakşî otoritesine direnemeyerek ona tabi oldular.

Nakşîler güçlerini tekkeyle medreseyi birleştirmekten alıyorlardı. Nakşî Halidîler, artık sıradan bir tarikat değildi. Aynı şekilde onların eline geçen medreseler de eski, bilindik medreseler olmayacaktı. Nakşî tekkesi ile medrese artık aynı kurumdu. Burada öğrenci olan gençlere fakih adı verildi. Bunlar da sadece öğrenci değil, medrese-tekkenin başındaki Nakşî şeyhinin müridi ve silahlı, militan gücü oldular. Medrese-tekkede barınan fakihler, zaman içinde çevre köylerden topladıkları bağışı, haraca, vergiye dönüştürdüler. Bu kurumların etrafında, başlarında şeyhin bulunduğu yerel Kürt-İslam hükümetçikleri oluşmuştu. Artık buralarda devletten de aşiretten de önce Nakşî aristokrasisi vardı. Günümüzdeki yatılı Kur’an kursu, dershane sistemini andıran Nakşî paralel eğitimi, bir çeşit paralel güce dönüşmüştü…

Nakşî eğitiminin ürünleri ve sonu

Zamanla sadece Doğuyla sınırlı kalmayıp İstanbul’a kadar yayılan bu Nakşî medrese-tekke sisteminin önemini anlamak için yetiştirdiği birkaç isme bakmak yeterli olacaktır. Hakkâri’deki Nehrî ve Bitlis’teki Hizan ve Norşin medreseleri en meşhurları olan bu kurumlardan 1880’de ilk Kürt-İslam Ayaklanmasını çıkaran Şeyh Ubeydullah’tan, onun oğlu Kürt Tealî Cemiyeti başkanı Seyyit Abdülkadir’e; Said-i Nursî’den, Şeyh Sait’e ve Mesud Barzani’nin babası Molla Mustafa’ya kadar birçok önde gelen Kürt-İslamcı çıkmıştı!

Bu Nakşî eğitimi, içinden birçok Nakşî-Halidî kolunu çıkardığı gibi Nursî dolayısıyla Nurculuk akımını ve ayrıca Millî Görüş çizgisinin başlangıcını çıkardı. Yani bu işin Türkiye’ye hayli yüklü bir faturası olmuştu. Cumhuriyet’in ilanının hemen ardından 1924’te çıkan Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin Birleştirilmesi) Yasası, Nakşî medreselerinin sonu oldu. Gerçi doğudaki birçok yerde yeraltı faaliyetlerini sürdürdüler ama eski ihtişamlarından eser kalmamıştı. Tevhid-i Tedrisat’ın amacı sadece laikliği tesis etmekten ibaret değildi. Nakşî denetimindeki medresenin aynı zamanda devlet, hatta millet olmak önünde bir engel olduğu anlaşılmıştı. Millî ve çağdaş eğitim bir süre pürüzsüz gitti. Ama kısa zaman içinde kendi içinden çıkan bir kurumla o da hırpalanmaya başlayacaktı: İmam-Hatip okullarıyla…

Cumhuriyet eğitiminin paraleli: İmam-Hatipler

Tevhid-i Tedrisat’la beraber toplumun din görevlisi ihtiyacının karşılanması için medreseler yerine İmam-Hatip okulları kurulmuştu. Bu okullar devletin denetiminde ve gerçekten de sadece tanımlandığı işi yapmak üzere oluşturulmuştu. Ama öyle devam etmedi. Bir süre sonra kapandı, Demokrat Parti döneminde tekrar açıldı. Fakat esas hikâye 1970’lerde İmam-Hatip okullarının, İmam-Hatip Liselerine dönüştürülmesiyle başladı. Artık siyaset sahnesinde varlık göstermeye başlayan ve zaman zaman koalisyon hükümetlerinde de yer alan Erbakan’ın MSP’sinin bu okullara özel ilgisi belirleyici oldu. İHL’lere orta kısım eklendi, mezunlarının üniversitelere girişinin önü açıldı, din görevlisi ihtiyacının çok üzerinde öğrenci alınmaya başlandı. Hatta bir süre sonra; imam-hatip olarak görev yapamayacak olmalarına karşın kız öğrenciler de alınmaya başlandı.

1980’lerin Türk-İslam sentezi dönemine gelindiğinde tablo artık tamamen laik eğitime paralel bir dinî eğitim tablosuydu. İmam-Hatip Liseleri’nin din görevlisi yetiştirmek gibi bir işlevi artık pratikte kalmamıştı. Bu liseler, diğer okullarda okutulan tüm derslerin yanında, bir de din eğitiminin verildiği okullar haline gelmişti. Artık İHL; Millî Görüş çizgisinin arka bahçesi, paralel eğitim kurumu, kadro ve militan kaynağıydı. Fakat işim daha da fenası, İHL öğrencilerinin ve onların ailelerinin, normal laik eğitim veren okullarda okuyan öğrencilerle ve aileleriyle arasında bir uçurum kazılmıştı. Bugün toplumda bir laik-antilaik ayrımı varsa, bunda İHL paralel eğitiminin rolü yabana atılamaz. Ve tabii ki bu çatışmanın önde gelenleri olan başta Tayyip Erdoğan ve yakın çevresinin bu okullardan yetişmiş olması da… AKP de bu anlamda İmam-Hatip paralel eğitiminin ürünüdür desek pek de mübalağa etmiş olmayız…

Paralelin paraleli: Cemaat eğitim kurumları

Millî Görüş ve takipçisi olarak doğan AKP, devletin ve yukarıda anlattığımız gibi eğitimin içinde kendi paralel yapılanmasını kurarak gelişti. Devleti böyle ele geçirdi. Fakat bir rakipleri vardı: Gülen Cemaati’nin eğitim kurumları… Başta da değindiğimiz gibi Said Nursî; Nakşî medresesinde yetişmişti. Nurculuk akımı da Nakşîlikten türemişti ama farklı bir noktaya gelmişti. Daha Nursî döneminde onun etrafında Risale-i Nur okuyan ve yazan “talebeler” vardı. Fakat bu talebelik-öğrencilik meselesi Nurculuğun Fethullah Gülen’in başında olduğu kolunun doğmasıyla beraber farklı bir hâl aldı. Gülenciler de kendilerinden önce gelen tüm tarikat-cemaat yapıları gibi eğitim kurumlarının denetiminin önemini biliyorlardı. Kendilerine devlet eğitimi içinde bir yer bulamadıkları için kendi yapılarını oluşturmaya koyuldular. Dershaneler işin merkezini oluşturdu. Buralardan yetişenler devlet içindeki Cemaat kadrolarını aralarından çıkardılar. Daha sonra bu eğitim ağı kreşten, üniversiteye varana kadar eğitimin her aşamasını kapsayan bir hâl aldı. Hatta dünyanın birçok ülkesine kadar uzandı.

İşte Türkiye’nin son üç yıllık gündemini en çok meşgul eden AKP-Cemaat çatışmasının merkezinde yer alan dershaneler meselesi böyle doğdu. Cemaat’in nitelikli kadro yetiştiren bu kurumlarının tasfiyesi AKP açısından rakibini baltalamanın en temel yöntemiydi. Cemaat de sadece kadrolarının değil, tüm iskeletinin bu sisteme dayandığını bildiği için bu noktada direnişe geçmek zorunda kaldı. AKP ise işi eğitim düşmanlığına vardıracak, kreş basacak noktalara kadar getirdi.

Millî eğitime paralel sistem kuran İslamcıların, Cemaat paralel eğitim kurdu şikâyeti…

Bir yerde doğru düzgün bir devlet olacak ki ona uygun bir eğitim olsun… Ve yine tam tersinden bakarsak devletin güçlü olması için ona uygun da bir eğitim gerek. Önce merkez sağ eliyle sonra da doğrudan İslamcıların kendilerinin örgütlediği İmam-Hatip paralel eğitimi Türkiye’yi bugünkü siyaset ortamına sürükleyen etkenler arasında önemli bir yere sahip.

Şimdi bunu yapanların Cemaat’in eğitim kurumlarını “paralel eğitim” diye suçlaması, bu durumdan bu kadar şikâyet etmesi hiç de samimî bir tavır değil. AKP ve Millî Görüşçü öncüleri nasıl devlete paralel bir örgütlenmeyle ve eğitimle bugünlere geldiyse, Cemaat de onlara rakip olarak, biraz daha farklı yöntemlerle kendi sistemini kurdu. Durum bundan ibaret…

AKP diktası, eğer “paralel eğitimi” sorgulayacaksa, ya da bununla mücadele edecekse; işe önce kendilerinin de içinden çıktığı ocak olan İmam-Hatip “paralel eğitiminden” başlamalılar. Ve tabii hâkim duruma geçmiş olan kendi paralel devletlerinden: AKP devletinden…

http://www.turksolu.com.tr/paralel-egitim-meselesi-naksi-medreselerinden-imam-hatiplere-ve-dershanelere/

This entry was posted in DİN-İNANÇ, EĞİTİM, İrtica, SİYASİ TARİH. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *