DİN – İNANÇ – TARİKATLAR – CEMAATLAR Bölüm I
Cemaatlerde hükümet korkusu * ‘Kapitalizmin çarkına girmişiz. Tek farkımız fötr değil, takke takmamız’
Tayfun Atay / Cumhuriyet
22 Mayıs 2015 Cuma
Cemaatlerde hükümet korkusu
Fethullah Gülen cemaatinin başına gelenler diğer cemaat ve tarikatlara ibret olmuş. Hepsini korku sarmış. Ama bu can korkusu değil, “Paramızdan oluruz” korkusu.
20’nci yüzyılın ilk yarısında Türkiye’de Nakşibendilik dendiğinde akla gelen ilk isimlerden şeyh Abdülhakim Arvasi, Cumhuriyet rejiminin tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili kararını şu sözlerle yorumlamıştı:
“Hükümet tekkeleri değil boş mekânları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı.”
Şeyh Arvasi’nin sözlerindeki “ironik hakikat”e birazdan döneceğiz. Ama onun sözlerine bu yazı dizisine girişte yer vermemize sebep olan husus başka… Tekkeler, tarikatlar ve dahi cemaatler için bugün de bir kapanma, kendi kendilerini kapatma durumundan söz etmek mümkün.
Denilebilir ki onlar, şimdi de kendilerini “holdingleşerek” kapatmış durumdalar!..
Korku, kimi-neyi bekliyor?
Cumhuriyet için bu yazı dizisini hazırlamam önerildiğinde tereddütsüz kabul ettim. Ana motivasyonumuz, 10 yılı aşkın bir dindar-muhafazakâr siyasi iktidar döneminde bu coğrafyada asırlarca halk arasında dinin olduğu kadar kültürün ve toplumsallaşmanın da nabzını tutmuş tarikat-cemaat oluşumlarının nereden nereye geldikleri hakkında bir tablo ortaya çıkarmaktı. Dijital-teknolojik bir patlamanın yaşandığı dünyada bilgi akışı alabildiğine açık hale geldiği için, AKP’nin “Yeni Türkiye”sinde tarikat-cemaatler üzerinde eski resmi- bürokratik korkular da kalmadığı için, böyle bir araştırmanın çok zor olmayacağı düşüncesindeydim.
Buna rağmen kendileriyle görüşme talebinde bulunduğumuz bazı kesim ve isimlerde bir çekingenlik, hatta “korku”nun varlığı hissedilmekteydi. Sadece benim değil, bu çevrelere yakın bazı arkadaş ve meslektaşlarımın izlenimleri de bu yöndeydi. Görüşme çağrımıza olumlu yanıt verenler kadar “Beni karıştırmayın” diyen ya da sadece “off-the-record” konuşabileceğini söyleyenler de vardı.
Böyle olunca benimle birlikte çalışmaya angaje olmuş dostlarımla söz konusu durumun nedenleri üzerine tartışmaya başladık. Evet, ortada hissedilir bir “korku” vardı. Bir yandan seçim süreci ve sonrasında ne olacağının belirsizliğiyle ilişkili bir korku; öte yandan da -bazılarının iddiasına göre- bu gazeteye, Cumhuriyet’e yönelik hassasiyetle ilgili bir korku.
Ve belki de bunların ortak paydasında yer alan bir başka “dev” korku:
Erdoğan korkusu!..
Bir bilgi kaynağımın ifadesiyle durum şuydu:
“Gülen Cemaati’nin başına gelenler diğer grupları ibretlik bir durumla karşı karşıya bırakmış gibi… Düşünsenize dünya ölçeğinde o kadar güçlü olduğu halde 17-25 Aralık sürecinde yaşanan çatışmada ne hale getirdiler onu!.. Herkes, ‘Cemaat’e bunu yapan, bize ne yapmaz’ korkusu içinde…”
Bunlar tabii ki spekülatif (tahmini) değerlendirmeler, ama hiçbiri de boşlukta çıkmıyor. Ve tüm bunları kendisiyle paylaştığımız, Türkiye’de İslami siyasetin en erken dönemlerinden itibaren, neredeyse çocukluğundan beri içinde olan tecrübeli bir kaynak kişi, tüm bu tahminleri de kapsayacak şekilde söz konusu korkuları şöyle “temize çekti”:
“Evet, bu çevrelere bir korku havası hâkim. Ama bu, can korkusu falan değil… Para korkusu! Hepsi holding oldu çünkü!..”
Başta sözlerine yer verdiğimiz Abdülhakim Arvasi, aslında çökmüş bir imparatorluk devletinde tüm kurumlar gibi tekkelerin de çözülme-bozulma sürecine girdiğini, dolayısıyla o imparatorluk bakiyesinden çıkmış Cumhuriyet’in bu kurumlara kilit vurmasının gereksizliğini işaret ediyordu. Bu, içten, “içeriden” ve içli, hüzünlü, öz-eleştirel bir “yıkılmışlık” ifadesiydi.
AKP ile açılan kapılar
Ancak tabii ki tekke ve tarikatların kapısı Cumhuriyet’te, en azından fiilen hiç kapanmadı. Etkinliklerini sürdürdüler. Hatta kapanmak şöyle dursun, onlara hükümet kapılarının açıldığı oldu. Mesela başbakanlığı döneminde Erbakan’ın tarikat ve cemaat önderlerine verdiği iftar yemeği gibi… Tabii onlara açılan bu kapılar, açanların ve partilerinin kapatılmasına da sebep ve gerekçe oluşturdu.
Ama bunlar da aşıldı. “28 Şubat” (1997) sürecinde kapanan kapıların 2002’den bu yana ardına kadar açıldığı bir siyasi ortam kendisini gösterdi ve hâlâ da işlerliğini sürdürmeye devam ediyor.
Bununla birlikte şimdi de kapılar “holdingleşme” yoluyla kapanıyor. Konuştuğumuz bir başka kişinin veciz ifadesiyle, “Bugün tarikatlar, holdinge açılan kapılarından dolayı tükenmekte…”
Gelin, o kapıları biraz zorlayalım!..
‘Rabıta-i Şirket’ tarikatları
1990’ların başında tarikat- cemaat oluşumları açısından bugünkünden çok farklı resmi dinamiklere sahip sert bir politik zeminde, siyasi enerjisi en yüksek tarikat olan Nakşibendiliğin kollarından Şeyh Nazım Kıbrısi çevresi üzerine, sonradan kitap olarak da basılmış (“Batı’da Bir Nakşi Cemaati-Şeyh Nazım Kıbrısi Örneği”, 1996) araştırmamı gerçekleştirdim. O dönemde tarikatın dünyasına girmek, o dünyanın da, dindarlığın da dışından biri olarak benim için hayli ürkütücü olmuştu. Ama hiç zor olmadı.
Şimdi o yıllardan bugüne hasbelkader bu dünyalara aşinalık kazanmış biri olarak aynı kapıları çaldığımda içimde ne ürküntü, ne de ürperti var.
Ama kapılardan girmek, şimdi daha zor; “yetkili” birilerini bulup konuşmak ve konuşturmak da.
Bir büyük holdingin plazasına girmek ve üst düzey yetkililere ulaşıp konuşmak nasıl kolay değilse, aynı durum tekke ve dergâhların kapısını çaldığımızda da ortaya çıkıyor. Kapılardaki tabelalarda tahmin edilebileceği üzere hemen her zaman “vakıf” yazmakta ve “güvenlik noktası”nı aşıp, önünüzdeki araç bariyeri kaldırılıp girdiğinizde kendinizi, içinde kaybolmanız muhtemel bir “kompleks” ortasında buluyorsunuz.
Burada ibadet mekânları (cami, mescit, çilehane, vb.) var. Ama bunun ötesinde başka uğraşlara yönelik bir koşuşturma da var.
Çünkü bir tarikatın kolu olarak karşınıza çıkan oluşum, aynı zamanda ulusal yayın yapan bir televizyon kuruluşunun, büyük bir tekstil firmasının, uluslararası bazda faaliyet gösterecek donanıma sahip bir hastanenin, tüm ülkede zincir oluşturmuş bir alışveriş markasının, uluslar-üstü iş hacmine sahip bir finans kuruluşunun ve benzeri ticari-iktisadi unsurların da “rabıta”lı olduğu bir yer artık.
Şirk hassasiyetinden şirket hassasiyetine
“Rabıta”, bilindiği üzere tarikat İslâm’ında çok merkezi bir kavramdır. Bir müridin kalbini bir mürşide, onun yüzünü gözleri önündeymişçesine hissederek ve ruhaniyetinden yardım dileyerek bağlaması anlamına gelir. Nakşibendiliğe bu coğrafyada 19’uncu yüzyıl başında tarihsel bir dönüm noktası yaşatmış Mevlana Halid Bağdadi’nin ifadesiyle, “seyr-i illallah’a vesile olmak”tır.
Bugün tarikat namına karşımıza çıkan tablo ise “Rabıta-i Şerife”den “Rabıta-i Şirket”e yol tutulduğunu düşündürür bir mahiyet arz ediyor.
Tabii “şirket” tabiri ile “tarikat”ın bir araya gelişinde de sözcüğün anlamsal çağrışımları açısından sıkıntılar yok değil. Arapça ortaklık demek olan şirket, “şirk”ten köken almakta ve şirkin İslâm’daki karşılığı da malûm: Allah’a eş, ortak koşmak anlamına gelen, en korkulası, kaçınılası, uzak durulası, adı bile “ehl-i tarikat” olanı ürküten bir tabir o…
Ama “şirk”e karşı hassasiyetten “şirket”e yönelik hassasiyete evrilmiş tarikat ve cemaat oluşumları var artık.
KİT’ler kapandı, CİT’ler açıldı!
Bunları sadece ben düşünmüyor ve söylemiyorum. Bu dünyanın içinden olan veya onu iyi bilen konuştuğumuz insanlar da yana-yakıla söylüyor.
Mesela her cemaatin kendi kitlesine kilitlenmesinden hareketle bir tür “cemaat fanatizmi” ortaya çıktığını işaret eden bir kaynak, işin özünde “müşteri kaybetmeme” telaşı olduğunu söylüyor. Yani mürit, artık müşteri!..
Bir başkası, çok daha çarpıcı bir simgeyi şöyle işlerliğe sokuyor:
“Bir dönemin KİT’lerini hatırlarsınız; Kamu İktisadi Teşekkülleri… Şimdi CİT’ler var: Cemaat İktisadi Teşekkülleri.”
‘Kapitalizmin çarkına girmişiz. Tek farkımız fötr değil, takke takmamız’
Müteakiben söylenenlerse şunlar: “Biz Batı’nın her şeyini uyguladığımız sürece bizden görünürde ne olursak olalım esasta Müslüman olmaz. Kapitalizmin çarkına girmişiz, tek farkımız takke takmak. Öteki fötr takıyorsa biz takke takıyoruz.”
Eskiden tarikatın etkinliklerinin “elişi”, diğer bir deyişle “zanaatkâr” usulde yürütüldüğüne vurgu yapan, şimdi “fabrikasyon”laştığını söylüyor. Tarikatlar da endüstriyelleşmiş durumda yani!..
“İşin en kötüsü de şu”, diye devam ediyor bir diğeri:
“Bu memlekette eskiden ‘tuz’du tarikatlar, ama şimdi tuz da koktu. Artık her işe para ile yetişen-yetmeye çalışan bir tarikat faaliyeti var. Ama insanlara paranızla yetemezsiniz. Güzel ahlâkınızla yetebilirsiniz.”
“Tarikatları eskiden ‘sivil toplum örgütleri’ saymak mümkündü” diyen “arif” bir kişi, “Şimdi hepsi holding oldu” diye devam ediyor ve o da lafı iç çekişmelere getiriyor:
“Arada rekabet var tabii ve kendi iç kavgalarından dolayı herkes birbirinin aleyhine de konuşuyor.”
Burada karşılıklı diyalog çerçevesinde söz dönüp dolaşıp Özer Kızıltan- Önder Çakar ikilisinin 2005 yapımı filmi Takva’ya geliyor ve deniyor ki:
“O filmdeki tablo, bütünüyle gerçek oldu. Ama tabii daha çok tablonun üst kısmı böyle; aşağıda hâlâ masum ve samimi, gariban insanlar var. Üst tabaka ise kurnaz ve cebini doldurma derdinde…”
Şimdi onları görürüm ben’
Peki, sürecin başlangıcının nerelere kadar geri gittiği söylenebilir? Bu açıdan işaret edilen, belediyelerin Refah Partisi’ne geçtiği 1994 yılı… İki büyükşehrin RP tarafından alınması sonrası, Süleyman Demirel’in daha öncesinde kendisine akçeli işlerde her türlü saldırı ve suçlamada bulunan Erbakan ve çevresine yönelik, “Şimdi onları görürüm ben” dediği belirtiliyor; “Yanılmadı” diye eklenerek!..
Ve son olarak, “Asıl belediyelerde iktidar olduk biz ve dönüşüm ondan sonra başladı” diyen zata, bu “dönüşüm”ün adını ne olarak koyabileceğini soruyoruz.
“İmanda zafiyet” diyor ve tarikat İslâm’ının yine çok merkezi bir başka kavramı olan “nefs”e vurgu ile tamamlıyor:
“Dava ya da cihat adına toplanan her şey, nefs için harcanır oldu”.
Mağlup sayılır bu yolda galip
Bu aktarılanlardan varit olanı Abdülhakim Arvasi’nin sözleriyle etkileşime soktuğumuzda ortaya şöyle bir sonuç çıkmakta:
Şeyh Arvasi’nin sözlerinden yansıyan, tarikat ve cemaatler adına bir “mağlubiyet” hikâyesi denilebilir.Burada anlattığımızın ise aynı çevrelerin bugünün Türkiye’sindeki durumuna bakıldığında bir açıdan belki galibiyet hikâyesi olduğu ileri sürülebilir:
“Seküler” bir modernleşme projesini hayata geçirmeye kararlı bir rejim karşısında bir galibiyet hikâyesi…
Ama bunun ötesinde ve üzerinde, küresel kapitalist dünya sistemi karşısındaki “tâbi” konum, “fabrikasyonlaşma”, “endüstriyelleşme”, “CİT”leşme açısından bakıldığında da mağlup sayılacak bir galibiyet hikâyesi!..
Kuşkusuz sürecin bir evveliyatı var ve 2000’ler Türkiye’sinde uzun süre İslami siyaset erbabı ile müşterek hareket etmiş bir “Cemaat”in seçkinleştiği, diğerlerinin ise bu duruma imrenerek ve gıptayla baktıkları bir dönemden geçilerek gelindi bugünlere…
O yüzden biraz hafızalarımızı tazelemekte yarar var.
Küçük esnaftan büyük burjuvaziye Nakşiliğin dört kolu
Türkiye’de irili-ufaklı çok sayıda Nakşibendi çevre var. Ancak bunlar arasında dört tanesi bu tarikatın adı geçtiğinde ilk akla gelenler olarak zikredilmekte. Bunlar:
İsmail Ağa, İskenderpaşa, Erenköy ve Menzil…
Bu dört kolun Türkiye’de yaygınlıklarının yanı sıra mensuplarının toplumsal, kültürel ve ekonomik profiline bakıldığında oluşturdukları yelpaze de dikkat çekici. Buna göre bakılarak denilebilir ki Nakşibendilik zenginler kadar yoksullara da, işsiz-güçsüzler kadar profesyonellere de, avam kadar elite de, “cahil” demeyelim ama eğitimli olmayan kadar lisans-üstü eğitime sahip “münevver” sayılabilecek insanlar da dâhil, her kesim ve tabakaya hitap eden bir tarikattır.
Yukarıda sıralanan Nakşi kolların dördünün de mutlaka bu ekonomik ya da kültürel kategorilerin hepsinden mensupları var. Yine de bir “genelleme”ye gitmek gerekirse, bu çevrelerin içinden veya onları iyi tanıyanların hemfikir oldukları şöyle bir sınıflama önerilebilir:
Nakşiliğin ‘sosyoekonomisi’
İsmail Ağa Cemaati ilk ortaya çıktığı zamanlarda alt sosyo-ekonomik tabakadan, eğitim düzeyi düşük, çekirdeğini Karadeniz, özellikle de Trabzon kökenli göçmenlerin oluşturduğu, bunun yanı sıra dar gelirli küçük esnaf ve zanaatkâra hitap eden bir koldu. Hâlihazırda en geniş kitleye sahip ve 1990’lardan bu yana, Ruşen Çakır’ın çarpıcı ifadesiyle, “metropoldeki taşra” olmaktan artık öteye geçip Anadolu taşrasına da açıldığı söylenebilecek bu çevre, bugün Türkiye’de dindar-muhafazakâr kesimde yukarı doğru sosyoekonomik mobilizasyon ve “orta-sınıflaşma”nın izlerinin sürülebileceği bir örnek…
1960’lardan 90’lara Türkiye’de en çok öne çıkmış, ama şimdilerde daha geri plânda olan İskenderpaşa Cemaati ise mühendis ve akademisyen ağırlıklı olarak “profesyonel”lerin ve entelektüellerin rağbet ettiği bir çevre… Dindar-muhafazakâr siyaset erbabı ve bürokrasi içinde de nispeten daha fazla temsilci ya da sempatizana sahip.
Erenköy Cemaati içinse Nakşiliğin bu coğrafyadaki en zengin kolu demek mümkün… Ticaret erbabı ve sermayedarların niteliğine damga vurduğu bu çevrenin Nakşiliğin “büyük burjuvazi”sini oluşturduğu söylenebilir.
Artık sadece Doğu ve Güneydoğu Kürt coğrafyası ile sınırlı olmayan, belki İsmail Ağa çevresi ile aynı eforda ama tam aksi istikamette “çevre”den (Anadolu taşrasından) “merkez”e (metropollere) doğru dinamik bir sosyoekonomik hareketlilik içine girmiş Adıyaman-Menzil Cemaati de Türkiye’de taşranın burjuvalaşma sürecinin bir örneği olarak işaret edilebilir.
TARİKAT ve CEMAAT
Nedir, Ne Değildir ?
[Haber görseli]Türkiye’de yaygın yanlışlardan biri, aslında “tarikat” sayılamayacak İslami oluşumları öyle nitelendirmektir. Süleymancılar, Işıkçılar, Nurcular, Gülen Hareketi bunlar arasında… Ancak yanlışlığı, daha doğrusu kafa karışıklığını besleyen başka kullanımlar da var. Söz gelimi bir tarikatın farklı kollarını tanımlamak için de “cemaat” tabiri işlerlikte:
İskenderpaşa Cemaati, İsmailağa Cemaati, Menzil Cemaati, Erenköy Cemaati gibi…Bunlar, Nakşibendiliğin Türkiye’deki farklı kolları.
Karmaşayı sadeleştirme yolunda biraz çaba harcayalım!..
“Tarikat” denilen topluluklar, “cemaat” adı altında değerlendirilenlere göre daha “geleneksel” nitelikte olup, modern- öncesi toplum yapısına uyarlı şekilde sözlü kültür ve yüz yüze iletişimi öncelikli sayan bir işleyiş gösterir. Tarihi yüzyıllara dayanan tarikatlarda şeyhmürit ilişkisi esası oluşturur. Zikir pratiği merkezî, “biat-intisap”, yani şeyhe bağlanma/tarikata giriş törenleri es geçilemez, “silsile” denilen ve mevcut tarikat liderini önceki dönemlerin şeyhleri aracılığıyla erken-İslâm döneminin sufileriyle Peygamber’e bağlayan “meşruluk zinciri” de olmazsa olmazdır.
Bunları “cemaat” denilen ve 20’nci yüzyılda sökün etmiş oluşumlarda göremeyiz. Cemaat önderinin “önderliği” kendisini önceleyen, etkilendiği, feyiz aldığı isimler olsa da bir silsileye dayanmaz. Zikir çekmek yerine Kur’an ve diğer dinî metinlerin okunması esastır. Bu yüzden de tekkenin yerini “okul” alır ki bu aslında modernlikle etkileşimin sonucu olan bir uygulamadır.
Dolayısıyla “cemaat” diye sınıflanan İslâmî oluşumlar ve onların önderleri, geleneksel toplum yapısından ve tarikatlardan kök almış olsalar bile sonuçta modern toplumun talep ve ihtiyaçları doğrultusunda bir yeni-biçimlenmeyle ayırt edilir. Mesela yaygın bir yanlışlıkla “tarikat” sanılan Nur Cemaati önderi Said Nursi, aslında tarikatların İslâm toplumunun birliğini böldüğü, dolayısıyla gücünü zayıflattığı görüşü doğrultusunda onları reddetmiş, “Devir, tarikat devri değil” demiştir.
Nurculuk, “mürit-mürşit” ilişkisine dayanmaz. Tarikatta şeyhlik makamının temel önemi, Nurculuk’ta “yazılı mesaj”a (Risale-i Nur) transfer edilir.
Bu arada tarikatların da artık modern, hatta “postmodern” toplum bünyesinde “geleneklerini modernleştirerek” varlıklarını sürdürdüklerini unutmamak gerek. Biat törenlerinin “online” gerçekleştiği, şeyhlerin “irşat” (rehberlik) faaliyetinin dijital ortamda sürdüğü tarikatlar da bugünün talep ve ihtiyaçlarına uygun işleyiş içinde…
Dolayısıyla durum şu: Geleneğin bağrından çıkmış ve ona bağlılıkta ısrarlı ama modern/postmodern dünyada nefes alıp vermeyi de öğrenmiş tarikatlar var. Bir de aynı modernlik karşısında, ta en baştan ona uyarlı etkinlik sergileyen “post-tarikat” oluşumlar var ki, bunlara daha uygun bir tabir bulamadığımız “cemaat” diyoruz.
DİN – İNANÇ – TARİKATLAR – CEMAATLAR Bölüm II
Cemaatlerde hükümet korkusu
Tayfun Atay
Cumhuriyet
23 Mayıs 2015 Cumartesi
Gülen Cemaati’nin önde gelen isimlerinden biri, 28 Şubat sürecinde AKP ile birlikte hedefteyken, şimdi iktidarın sadece kendilerine karşı ‘cadı avı’ yaptığını belirtiyor.
Necmettin Erbakan başbakanken 1997 Ramazan’ında köşkte 50 civarında tarikat ve cemaat önderine iftar yemeği verdi. Bu inisiyatif, “28 Şubat”ın en önde gelen gerekçesi olmuştur.
O dönemde geniş bir kesimin laik Cumhuriyet’in temellerini sarsmak, altını oymak olarak değerlendirdiği, Erbakan ve partisi açısından da “Son Yemek” denilebilecek o tabloda önemli bir eksik dikkat çeker.Sofrada Fethullah Gülen yoktur. Davet edilmiş, ama katılmamıştır. Bu ayrıntı bize Erbakan-Gülen ilişkisine dair bir ipucu verir.
Tıpkı çok değil, bundan üç yıl önce 2012 Türkçe Olimpiyatları’nda “Cemaat”e yakın ya da sempati duyan on binlerce insanın önünde kapanış konuşması yapıp “Hocaefendi”ye iltifat yağdıran Tayyip Erdoğan’ın sergilediği görüntünün de onunla Gülen arasında 2002’den itibaren mevcut ilişkinin seyrine dair ipucu vermesi gibi…
‘Hısımlık’ ilişkisi
Erbakan’la Gülen arasındaki ilişki sessiz ve derinden, görünürde bir nezaket çerçevesinin korunduğu, ama esas itibarıyla bir “hasımlık” ilişkisiydi. Özellikle İslami perspektiften Türkiye ve dünyaya bakış noktasında…
Erdoğan’la Gülen, daha doğrusu her ikisinin de lideri olduğu oluşumlar arasındaki ilişki ise yukarıda kaydedilen örnekten de anlaşılacağı üzere epey bir süre “hısımlık” ilişkisidir.
RP liderinin davetine Gülen icabet etmemişken AKP çevreleri kâh davetli, kâh ziyaretçi olarak Gülen’in ayağına akın akın gitmiştir. Daha dün Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın eski bir Pensilvanya ziyaretine ilişkin haber bu gazetenin baş sayfasındaydı.
Erbakan ve Erdoğan’ın Gülen’le ilişkileri arasındaki farkı, 2000’ler Türkiye’sinde İslâmimuhafazakâr kesimde kendisini gösteren değişimlerle bağlantılı olarak açıklamak mümkündür.
‘Muhacir’in yükselişi
AKP ile “Cemaat”in yolları Türkiye’de İslâmi hareketin ekonomik, politik ve ideolojik dönüşümüne bağlı olarak kesişti. “Simbiyotik” denilebilecek bir ilişki içerisinde her iki kesim de birbirinden beslenerek güçlendi. Bu süreci izlerken ihmal edilmemesi gereken diğer tarihsel dinamik, “Fethullah Hoca”nın yükselişiyle “Necmettin Hoca”nın düşüşünün paralelliğidir.
Erbakan, 1970’lerde Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin tehdit ettiği taşra esnafı ve küçük üreticinin mutaassıp tepkisini temsilen sahneye çıkmıştı. Ancak öncülüğünü yaptığı hareket, İran Devrimi’nin tüm dünyada yarattığı “siyasal İslâm” atmosferinin itici gücü eşliğinde, 1980’lerin sonu ve 90’ların ilk yarısında kent yoksullarının ekonomik, toplumsal ve kültürel hoşnutsuzluklarından kaynaklanan tepki enerjisiyle “altın çağ”ını yaşadı.
Erbakan Batı kapitalizmine karşıydı. “Batıl düzen” olarak tanımladığı bu sistem karşısında İslami kaynaklardan türettiği “Milli Görüş” ve “Adil Düzen” retoriğini öne çıkartmıştır. Sosyalizmin yerinde radikal İslâmcılığın kapitalist düzene yeni tehdit olarak algılandığı bir dünyada Erbakan’ın bu çizgisi, barındırdığı riskler itibarıyla toleransa elverişli değildi. Bunun sonucu olarak “28 Şubat” (1997) sürecinde Necmettin Hoca’yı “toparladılar” denilebilir.
Bambaşka sulardaydı…
Fethullah Hoca ise bunlar olurken bambaşka sularda yüzmekteydi. Erbakan’ın siyasetin hayhuyu içinde olduğu günlerde o, daha çok “kültürel” plânda etkinlik sergiledi. Erbakan’ın siyasal İslâm çizgisi karşısında onunkisi esas itibarıyla bir “kültürel” İslâm hareketi olarak değerlendirilebilir. Daha önemlisi, rejime muhalefetten ziyade “muhabbet” sergileyen, hatta “Kemalizm”le barışık yaklaşımlar içinde olmuştur.
Ancak “28 Şubat”çılar, toptancı bir bakışla Erbakan’la Gülen arasındaki “kritik” farkı göremedi. ‘Necmettin Hoca’yı “hal etme” yoluna giden darbeciler, aslında ona karşıt konumda olan ve darbeye açıktan cephe almamış, hatta kısmen olumlayıcı tutum takındığı söylenebilecek ‘Fethullah Hoca’yı da okkanın altına gitme noktasına getirdiler.
Sonuçta Erbakan’ın “toparlanması”ndan sonra “Hocaefendi” de tası-tarağı toplayarak Atlantikötesine “hicret etmek” durumunda kaldı.
“Hicret” mekânı anlamlıdır ve Türkiye’de İslâm adına yürütülen parlamenter siyasetin “Atlantik”e dönük çehresinin çatık-kaşlı olmaktan çıkıp güler- yüzlü hale gelmesi yolunda “milat” denilebilecek bir dönüşümü işaret eder. Bu, 2000’ler başından itibaren Türkiye’de İslami kesime hemen her boyutuyla yansıyan bir dönüşümdür.
Aynı dönüşüm doğrultusunda “Necmettin Hoca”nın talebelerince inşa edilen AKP, elbette ki anti-Erbakan değil, ama “post-Erbakan” çizgide, ülkede sermayenin dindar-muhafazakâr kesimlerde de yoğunlaşmaya başlamış olmasının (Müslüman burjuvazinin) itici gücüyle, ama en önemlisi Batı ile ilişkilerini olumlu yönde yenilemiş olarak iktidara geldi.
İslâmcı siyaset açısından bakıldığında bu bir “revizyonizm”dir. Erbakan’ın “Nakşilik”ten istim alan ve “Bâtıl”ın (Batı’nın) reddini vaaz eden “Milli Görüş” çizgisi geride kalmış, “Batılı” ve liberal (kapitalist) bir yeni İslâmcılık (ki buna “post-İslamizm” demek de hiç yanlış değildir) AKP ile birlikte peyda olmuştur.
Cemaat, Parti’nin ‘kültürel yakıt’ı
AKP ile siyaset sahnesine çıkan bu İslâmcılık, “kültürel” ve “moral” yakıtını Gülen Cemaati’nden aldı. 2000’lerin başından, yolların yavaş yavaş ayrılmaya başladığı 2010 başlarına kadar denilebilir ki Gülen Hareketi, AKP için kitleler nezdinde tam anlamıyla bir lojistik destek kaynağıdır. Bu akış içinde on yıllar boyu Türkiye siyasetinde İslami hareketin asli bileşeni olmuş, kitleler nezdinde en etkili tarikat çevresi Nakşibendiliğin düşüşe geçtiği, “Cemaat”in ise yükseliş, hatta rakipsizleşme noktasına geldiği de tespit edilebilir.
Bununla birlikte süreç, Nurculuk’tan türemiş bir “post-tarikat” oluşum olan Gülen Cemaati’ni de değişime uğrattı. Fethullah Hoca, önce (1970’lerde) bölgesel/mahallî bir güçtü. ‘12 Eylül’ (1980) onu ulusal/millî bir güç, ‘28 Şubat’ (1997) ise küresel/beynelmilel güç haline getirdi. “Atlantik-ötesi”ne açılma sonrasında karşımızda artık uluslar-üstü bir İslâmi misyonerlik hareketi, “dinler-arası diyalog” faaliyetlerinde etkin bir oluşum vardır.
Kısaca, küresel-kapitalist “zamanın ruhu”nu iyi yakalamış iki oluşum, AKP ve Gülen Cemaati, yukarıda belirttiğimiz gibi, birbirinden beslenen bir ilişki içinde liberalizmi İslami bir formata yerleştirmiş olarak Türkiye’de parladılar. Ortaya bir “liberal İslâm Türkiyesi” çıkmıştı ve bu Türkiye’de yol ayrımına gelmek için köprülerin altından biraz daha suların akması gerekecekti.
CEMAAT’TEN İLGİNÇ AKP YORUMU
‘Top’un ağzındayken başına geçtiler!
Gülen Hareketi’nin halen önde gelen yetkili isimlerinden biri, 28 Şubat sürecindeki durumlarını şimdi içinde bulundukları durumla benzerliğe de sokarak şöyle özetliyor:
“Hizmet Hareketi, 1997’den itibaren yoğun bir rejim takibatına uğradı. Hocaefendi müebbetle yargılandı, sekiz yıl sürdü, sonra beraat etti ayrı, ama durum buydu. O süreçte çeşitli özgürlüklerin aranır olduğu bir atmosfer oluştu Türkiye’de. Bilindiği gibi ‘Yeşil Sermaye’ adı altında Hizmet’e yönelik ve bugünkü iktidarın yaptığı ‘cadı avı’nın aynısı o zaman da yaşandı. Bugün aynı retorik, ‘perspektif daraltılmış olarak’, yani sadece bize karşı uygulanmaya devam ediliyor. O zaman bizle birlikte ‘Top’un hedefinde olanlar, şimdi ‘Top’un başına geçtiler.”
‘Biz AB kriterleri’ni destekledik’
Peki, AKP’yle kurulan ittifak veya koalisyon, yahut Gülen çevresi içinde tercih edilen tabirle “konsensüs” nasıl, hangi doğrultuda ve ne temeller üzerinde gerçekleşti. Bu konuda da vurgu yapılan noktalar şunlar:
“2002’de AKP bir ümit verdi, vaatte bulundu. Demokratikleşme adına, AB kriterlerini uygulama adına… AKP bunları o derece içselleştirmişti ki AB bizi almasa da biz Kopenhag Kriterleri’ni ‘Ankara Kriterleri’ yapacağız demekteydiler. İşte biz AKP’yi değil bu prensipleri destekledik. İlk kuruluş beyannamesine bakın Parti’nin, parlamenter sistemi, yetkileri azaltılmış cumhurbaşkanını benimsemekteydiler.
“Hizmet’in stratejisinin kaynağı Hocaefendi’dir. Hocaefendi’nin kaynağı nedir derseniz, o da Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş, Said Nursi, Necip Fazıl, Sezai Karakoç’ların sentezidir.
“Asıl problem siyasal İslâm’la tasavvuf arasındaki meseleye bakıştan kaynaklanıyor. Tasavvuf bireyle, siyasal İslâm sistemle ilgilenir. Tasavvuf için birey kazanılması gereken bir gönüldür. Siyasal İslâm içinse sistem, ele geçirilmesi gereken bir kale.
‘Milli Görüş’ paltosunu giydiler!
AKP kurulduğunda siyasal İslâm değildi. Değerler etrafında bir ‘konsensüs’ olarak kuruldu. Bu, liberaller, Kürtler, Hizmet Hareketi ve başka unsurlardan oluşan bir konsensüstü. 2008’lerden itibaren bu konsensüs bozuldu, siyasal İslâm hakim olmaya başladı. ‘Milli Görüş’ kimliğini çıkarmış olarak geldiler, sonra Milli Görüş’ün paltosunu giydiler! Ele geçirdikleri sistem üzerinden, sistemin çarklarıyla bireyi dönüştürmeye başladılar. Tasavvufi unsurları terk ettiler, siyasal İslâm kimliğini benimsemeye başladılar, onu hâkim kıldılar.”
ERBAKAN’LA COŞAN, ERDOĞAN’LA GÜLEN
Erbakan Nakşibendi idi. O, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da son derece karizmatik bir tasavvufi şahsiyet olarak öne çıkmış Nakşibendi şeyhi Mehmed Zahid Kotku’ya mürit olarak bağlıydı. Onun İslâm adına siyaset yaparak yükselişinde Şeyh Kotku’nun payı ve desteği büyüktür. Kotku’nun şeyhlik dönemi, aynı zamanda Nakşibendiliğin Türkiye’de dindarmuhafazakâr kitleler nezdinde rakipsiz etki gücüne sahip olduğu döneme denk gelir.
Şeyh Kotku’nun İskenderpaşa çevresi, o öldükten sonra inişe geçti. Kotku’nun yerine geçen damadı, Profesör Esat Coşan, Erbakan başta olmak üzere İslamcı siyaset erbabı tarafından kayınpederi kadar itibara mazhar olamadı. O yüzden aralar gerildi, Coşan’ın Erbakan’a yönelik sert çıkışları, ardından da İskenderpaşa çevresini merkez alan bir siyasi parti kurma denemesi oldu. Ancak bu çabaların arkası gelmedi ve İskenderpaşa Nakşi çevresi, yükselişinde çok önemli katkıda bulunduğu bir siyasi lider tarafından devre dışı bırakıldı. “28 Şubat” sürecinde Coşan’ın Avustralya’ya “hicret”i, vefatından sonra da yerine geçen oğlu Nureddin Coşan’la birlikte bu çevrenin iyice sönümlendiği kaydedilebilir.
Coşan’la çatışmasında Erbakan’ın sakince “pasif mukabele” içinde olduğu söylenir. Hoca, kendisini de, çevresindekileri de ustalıkla ve görünüş itibarıyla saygıda kusur etmeden Coşan’dan çekmiş, adeta onu kaderine terk etmiştir. Coşan ise daha hırçın tutum takınarak Erbakan’ı hedef alan konuşmalar yaptı. Bu konu üzerine görüşlerine başvurduğumuz, yaşananları yakından takip etmiş kaynaklar, Coşan’ın tam da bu noktada, yani sert konuşmalar yaparak kaybettiğini belirtmekteler. Aynı kaynaklar, bununla 17-25 Aralık sürecinde Tayyip Erdoğan’a karşı “eli-kolu havada beddua eden” Fethullah Gülen’in tavrı arasında da bir benzerlik olduğunun altını çizip, “eğer Gülen konuşmasaydı bu şekilde kaybeden olmazdı” demekteler.
Kuşkusuz her iki çatışmanın ne nitelik, ne de ölçek olarak örtüştüğü söylenebilir. Birinci ilişkide en azından bir Nakşilik ortak paydası varken Erdoğan’la Gülen arasındaki ilişkinin bir “koalisyon”dan öteye giden yanı yoktur. Ancak her iki durumda İslâm adına öne çıkan bir siyasi liderle bir dini-manevi lider arasında esasen iktidar sorununa dayalı bir çekişme de söz konusu edilebilirdir. Tabii, siyasi güce sahip, diğer deyişle “Partili” olanın, ister tarikat, isterse cemaat adına kendisiyle otorite yarışına giren şahsiyete galebe çaldığı bir sonucun bunu izlediği de…
***
RİSALE-İ NUR’DAN TÜRKÇE OLİMPİYATI’NA
Kültürel ‘hizmet’ten ağır hezimete
Hükümet ile Gülen cemaati arasında 17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonları sonrasında yaşanan kriz, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndaki en belirgin uygulamasını iki olay üzerinden gösterdi. Telif Hakları Genel Müdürlüğü de cemaat için önemli olan Bediüzzaman Said Nursi’nin “Risale-i Nur Külliyatı”nın basımı için onay ve bandrol vermedi. Bir dönemin “baş tacı” edilen Türkçe Olimpiyatları da deyim yerindeyse “hükümetin gazabına uğradı.”
En büyük darbe ‘bandrol’ 17-25 Aralık’ın Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndaki en büyük etkisi ise Telif Hakları Genel Müdürlüğü’nün Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’nın basılmasını fiilen durdurmasında, kitaba bandrol vermemesinde yaşandı. Yeni Asya Yayıncılık, Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecit Ünlükul’un torunu, resmi vârisi Seyda Ünlükul’dan izin almasına rağmen bakanlık yayınevinin kitap için bandrol başvurusuna “olumsuz” yanıt verdi. 2014’te yaşanan kriz sürerken, Yeni Asya Gazetesi’nin Genel Yayın Müdürü Kazım Güleçyüz, açıklamalar yaparak, bakanlığın uygulamasını “skandal” olarak nitelendirmiş ve Seyda Ünlükul’dan ailesi adına Risale-i Nur’ları serbestçe basabileceklerine dair belge aldıklarını aktarmış, “Bakanlık bizim bu belgemize rağmen vârislerin yüzde 50’sinden alınan bir belge olarak değerlendirdi. Abdülmecit Ünlükul’un kardeşi Saadet Hanım’dan da belge gerektiğini söyledi. Ancak enteresan bir şekilde bakanlıktan o belgeyi de alsak bandrol alamayabileceğimizi söylediler. Zaten Saadet Hanım da kendi haklarından feragat ediyor basım konusunda” demişti.
Güleçyüz, Risale-i Nur’ların bir depoda bekletildiğini, buna karşın bakanlığın kitabı “engellediğini” de söylemişti. Bakanlık ise cemaate yakın gazete ve televizyonlarda çıkan bu haberlere sert tepki göstermiş ve açıklama yaparak, “bandrol” uygulamasında 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’nın hükümlerini vurgulamış, yasaya göre eserler üzerindeki mali hakların kullanılabilmesinin, eser sahibinin, eser sahibi ölmüş ise mirasçılarının iznine bağlı oldu- ğu anımsatılmış ve cemaat gazete ve televizyonları “gerçek dışı haber yapan yayın organları” olarak nitelendirilmişti. Tartışma aylarca sürmüş daha sonra bakanlık Risale-i Nur gibi eserlerin basım ve dağıtım hakkını Diyanet İşleri Başkanlığı’na veren bir yasal uygulamayı hayata geçirecek adımlar atmış, böylece topu Diyanet’e havale etmişti.
Olimpiyat vetosu
Gülen cemaatinin düzenlediği ve bir dönem iktidarın da büyük destek verdiği Türkçe Olimpiyatları da “paralel” tartışmalarının ardından hükümetten veto yedi. Cemaatin yurtdışındaki okullarının kapatılması bir anda gündeme gelirken, “büyük kültür hizmeti” olarak görülen, 7’den 77’ye hükümet üyelerinin katıldığı Türkçe Olimpiyatları’ndan da bir anda destek çekildi. Hatta Türkçe Olimpiyatları’na karşılık Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yönetiminde olduğu TÜRGEV’e yakınlığı ile bilinen Türkiye Gençlik Vakfı’nın (TÜGVA) organize ettiği “Uluslararası Öğrenci Buluşması” yapıldı. Etkinlik 33 farklı şehirde 9-11 Mayıs tarihlerinde yapılan etkinliğe sponsor desteği de yağdı.
Cemaat medyasına akreditasyon engeli
Hükümet ve cemaat kavgasında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda yaşanan en son hamle ise Zaman, Bugün gibi gazeteler ile Samanyolu TV gibi televizyon kanallarına diğer bakanlıklarda da uygulanan “akreditasyon” uygulamasında oldu. Bir dönemin bakanlığın deyim yerindeyse “en çok haber” gönderdiği gazeteler bir anda “paralel” ilan edildi ve gazete ve TV muhabirleri bakanlığa alınmamaya başlandı. Hatta o gazete ve televizyonların muhabirleri bakanlığın “e-mail” uygulamasından çıkarıldı; toplantılarına alınmadı.
DİN – İNANÇ – TARİKATLAR – CEMAATLAR * Bölüm III
‘Kendi mahallemizde şeytanlaştırdılar’
Tayfun Atay
24 Mayıs 2015 Pazar
Cumhuriyet
Gülen Cemaati bünyesinde önde gelen bir isimle yaptığımız görüşmenin notlarını paylaşmaya devam ediyoruz. Dün, konumuz gereği, iki oluşumun “yol arkadaşlığı” sürecine ilişkin değerlendirmelere ağırlık verdik. Bugün “yol ayrımı” sonrası yaşananlar, konuşulanlar, itham ve suçlamalara ilişkin görüşlere yer vereceğiz. Bunlar arasında öncelikle İslami bünye içine dönük hedefle gündeme getirilen “dinler-arası diyalog” konusuna değinmek uygun olur. Bilindiği gibi, Parti ile Cemaat arasında ipler kopup çatışma başladığında Gülen Hareketi’ni dindar-muhafazakâr kesim nezdinde meşruluktan uzaklaştırma yolunda en çok “deşilen”, oluşumun küresel bazda sürdürülen inançlar- arası diyalog faaliyetlerine yaptığı katkıydı. “Haçlılar”la, “Siyonistler”le işbirliği olarak takdim edilen bu husus hakkında Cemaat’in hareket noktasını aktararak başlayıp diğerleriyle devam edelim!..
Diyalog, özümüzde var
Diyalog, özümüzde var “Osmanlı Şeriyye sicillerinden birinde okursunuz, İstanbul’un merkezi mahallerinden birinde İmam, Yahudi’nin çocuklarına gâvur demiş, adam da Kadı’ya şikâyet etmiş. Kadı, İmam’ı çağırtmış, yaptığının doğru olmadığını ve bir daha tekerrür etmemesini söylemiş. Buna rağmen İmam bildiğinden şaşmamış, çocuklara gâvur demeyi sürdürmüş. Şikâyet devam edince Kadı, İmam’ı tekrar çağırtmış, sen burada İslâm’ı temsil etmeye muktedir değilsin, git başka yerde imamlık yap diyerek onu o dönemde ücra bir yer olan Avcılar’a sürdürmüş. Durum bu kadar basit. Bu insanlar kâfir değil ki biz onlara gâvur diyelim. Biz demeyiz. Bunlar ‘ehl-i kitap’ çünkü. Dinler-arası diyaloğun temelinde de bu var. Hocaefendi’nin, Hizmet’in dinler-arası diyalog yaklaşımı, tasavvufun çok derin bir yorumudur. Bu, bizim özümüzde var olan bir kültürdür. Bizim tarihimiz- kültürümüz, Yahudilerle ve Hristiyanlarla bu tür diyaloglarla doludur zaten”.
‘Türkiye lobiciliği’
“Siz 2002’den sonra Hizmet öne çıktı, diğer cemaatler kayboldu diyorsunuz ama aslında bence öyle değil. 2002 sonrasında da bütün cemaatler varlığını sürdürdü. Söz konusu olan Hizmet Hareketi’nin tek ve güçlü olması değil, medya aygıtlarının güçlü olmasıydı. Ayrıca Türkiye yurt dışına Özal’dan sonra açıldığında Türkiye’yi dışarda en çok temsil edip güçlü Türkiye lobiciliği yapan Hizmet’tir. Bu, tasavvuf- mantıklı bir İslâm hareketi olan Hizmet’e muazzam bir dünya tecrübesi ekledi. Tokyo’dan New York’a, Moskova’dan Cape Town’a… Bizim Türkiye’nin gittiği bu istikametle ilgili kaygılarımız, diğer AKP destekçisi cemaatlerin radarına girmedi hiç. AKP bunu da çok iyi kullandı ve Hizmet’in bu pozitif tecrübesini Batı ile işbirliği yapmak gibi süfli bir kavramla özdeşleştirip onu kendi mahallesinde şeytanlaştırmaya çalıştı.”
‘Kıyas-ı Fasid’ ürettiler
“Ne istediler de vermedik dedi Erdoğan ve hep bu gündeme geldi basında-medyada. Biz cevap verdik hâlbuki. ‘Ne istedik, Allahaşkına söyle’ dedik, ama buna cevap gelmedi. Belli kişilere verdiği haksız kazancı, imtiyazı, iltiması, sosyal devletin anayasal bir vecibesi olarak STK’lara verdiği imtiyazlarla bir tuttu. Kamu yararına çalışan derneklere kanuni olarak imtiyaz vermek durumundasın. Haksız kazanç sahibi olmuş kişileri Zaman Gazetesi, STV manşete taşıdığı için ‘Bre Nankörler, ne istediniz de vermedim’ dedi. Burada ‘kıyas-ı fasid’ [şartlarına uygun olmadan yapılan kötü, bozuk, geçersiz kıyas] vardır.”
Doğu-Batı dengesi
“Bizim kaygılarımız Referandum sonrasında daha özgürlükçü ve demokratik bir anayasanın hazırlanmayacağı anlaşıldığında başladı. Bir de coğrafyamızın emrettiği, Doğu ile Batı arasındaki dengeli ilişkinin gözetilmesinin bırakıldığı anlaşıldığında… Biz bu dengenin gözetilmesinin bozulduğunu görünce endişelendik. Bu coğrafya son 3000 yıldır Doğu ile Batı’nın çatışma sahası. Bu coğrafyanın sakinleri, bu çatışmayı idare edebildikleri ölçüde burada mutlu ve huzurlu yaşarlar. Bir ‘kaptan’ın ustalığı, gemiyi kayalıklara oturtmadan güzergâh emniyeti içinde hedefe ulaştırmaktır. Siz [‘Mavi Marmara’ olayına binaen] gemiyi kayalıklara oturttuktan sonra, ama hedefim iyiydi demek çocukça bir mazerettir.
Tüyler ürpertici söz
Normlar hiyerarşisinde en tepede iki norm var. Biri anayasa ve onun da üstünde ikincisi, uluslararası antlaşmalar. Buradan hareketle AKP açısından bizi ürküten üçüncü bir nokta şu ki eğer bir bakan anayasayı takmıyoruz diyorsa bizim tüylerimiz diken diken oluyor. Uluslararası antlaşmalarla altına imza attığımız kriterler, mesela ifade özgürlüğü, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı gibi kriterlere referans gösterdiğimizde AKP’nin bize Batı ajanı, işbirlikçisi demesi bizi şok ediyor. Biz o sözleşmelere devlet olarak imza attık. Şimdi sen bunları kendine referans alanları ajan ve hain olarak şeytanlaştırıyorsun.
Seçimdeki tavır
“Hizmet Hareketi, bu seçimlerde tek bir partiye angaje değil. Hizmet’in bu seçimde hangi partiye oy vermeyeceği net. Ama hangi partiye oy verileceğine dair bireysel tercihleri herkesin özgür iradesine bırakmıştır. Zaten oy verilmeyecek partinin de bizden oy istediği yok. Dolayısıyla bize destek vermiyor diye kimsenin alınmasına da gerek yok!”
Muhasebe yapıyoruz
“Bu coğrafyanın tarihi göstermiştir ki hiçbir grup, hiçbir grubu yok edememiştir. Birlikte yaşamayı başardığımız ölçüde coğrafya huzurlu olmuş, birbirimizi yok etmeye kalkıştığımızda da huzur kaçmıştır. Biz olup bitenlerde bizim adımıza yanlışlar yoktu demiyoruz ve üstelik özeleştiriden de ötesini yapıyoruz. Tasavvuf kültüründe olduğu gibi ‘muhasebe’ yapıyoruz. Yani kendi adımıza, yapılan yanlışlardan dolayı borç ya da bedel ne ise onu da ödemeye hazırız.”
AKP ve Cemaat: Ayrılan Yollar
Tayyip Erdoğan’ın “Ne istediniz de vermedik” sözü, AKP ile Gülen Cemaati’nin ilişkisinin bir “koalisyon” olduğunu gayet açık şekilde ortaya serer. “Koalisyon”un kristal berraklığıyla görünürlük kazandığı olay, Erdoğan’ın 12 Eylül 2010 Referandumu sonrası Pensilvanya’ya meydanlardan gönderdiği teşekkürdür. Tabii aynı doğrultuda, dün de değindiğimiz, 2012 yaz başında düzenlenen Türkçe Olimpiyatları’nda Erdoğan’ın platforma çıkıp “Hocaefendi”ye hürmet dolu “Yurda dön” çağrısı yaptığı konuşma da bu “koalisyon”un kayda değer en pozitif “enstantane”lerinden biridir.
Ancak aynı zamanda “sonun başlangıcı”nı işaret eden bir enstantane!..
Geri dön, geri dön!
Çünkü dikkatle okunduğunda bu, “zarif bir restleşme” örneğiydi. Erdoğan, adeta bir şahıstan ziyade “ruh”a sesleniyor izlenimi bırakan, ama alttan alta eşitler arasında olduğu iması da içeren konuşmasında “gurbet-sıla” retoriği eşliğinde bir “Geri dön” çağrısı yaptı. Gülen de buna aynı ölçüde nazik ama “küresel oyun”u gayet başarılı şekilde kurallarına göre oynadığını düşündüren bir ret cevabı verdi.
Denilebilir ki “koalisyon”un ipi ilkin burada, güleoynaya koptu.
Fethullah Hoca’nın Erdoğan’ın “Geri dön” çağrısına olumlu karşılık vermesi söz konusu olamazdı. Bu, kendisini aşağıya çeken “asimetrik” bir dönüş olurdu. O an itibarıyla Erdoğan, uluslar-arası itibara sahip ama sonuçta ulusal ve tabii ki Türkiye’nin en güçlü adamı olduğu sevenler kadar sevmeyenler tarafından da kabul edilen bir liderdi. Gülen ise uluslar-üstü itibara mazhar, “küresel” bir dini lider. Dolayısıyla Türkiye’de rakipsiz biçimde zirvedeki Erdoğan’ın teklifine karşılık vererek yurda döndüğünde çok şey kaybedeceği aşikârdı.
Gülen, güzellikle kaybetmeye razı olmamıştı! Sonrası malûm. Karşılıklı muhabbet dolu sözlerin yerini haşin ifadelerin, bedduaların alması, tavaf edercesine ziyaret edilen mekânların “in” olarak adlandırılması için hepi-topu bir buçuk yıl yetti.
17-25 Aralık dönümü sonrasında Erdoğan hâlâ “Geri dön” demekteydi. Ama artık çağrı, “sıla”ya olmaktan çıkmış, Gülen için adeta bir “sırat köprüsü” davetine dönüşmüştü.
‘Mavi Marmara’ çatlağı
Aslında 2002’den 2012’ye uzanan on yıllık süreçte görünürde her şey güllük-gülistanlık hissi uyandıracak şekilde çerçevelense de derinden akan sularda “koalisyon”un ortakları arasında rezervler, yer yer de nezaketle kamufle edilmiş gerginlikler hep oldu. En berrak veri, Mavi Marmara olayı sonrası Gülen’in “İsrail’e danışılsaydı keşke” şeklindeki sözleridir. Henüz 2010 Referandumu bile yapılmamışken sarf edilmiş bu sözler, “Parti” ile “Cemaat”in bir yol ayrımına gelişinin ilk ipuçlarını sundu.
Fethullah Gülen’in Gazze açıklarında Türk yardım gemisine İsrail saldırısına ilişkin yaptığı bu aykırı değerlendirme hem “Parti”, hem de “Cemaat” cephesinde telaşla ama ilginç şekilde de “Telaşa mahal yok” tarzı bir yaklaşımla savuşturulmaya çalışıldı! Mesela Bülent Arınç, tecrübesini konuşturarak (!)
“Hocaefendi”nin tavrına ilişkin çok şey söyleyip aslında hiçbir şey söylememeyi şöyle becerdi: ‘’Şimdi bu olay karşısında muhterem Hoca Efendi’nin konuşmasının bana ne anlama geldiğini soruyorlar. Hoca Efendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor. Her şart altında, her durum altında ve her şeye rağmen müspet hareket etmeliyiz ve bunun imkânlarını araştırmalıyız. Zulme uğrayabiliriz ama zalim olmayacağız. Müspet hareket budur ve bu hareketi takip eden herkes kazanmıştır”
Gülen’in sözleriyle hükümetin olaya yaklaşımı arasındaki mesafeyi kapatma yolunda çabalar “Cemaat” cephesinden de geldi. “Hocaefendi”nin her zaman politik konulara uzak durmayı tercih ettiği söylendi.
Hâlbuki “İsrail’e danışılmalıydı” diyen Gülen, apolitik değil, hayli “politik” bir tutum içindeydi. Amerika’ya “Hicret”inden bu yana söz konusu duruşuyla gayet uyarlı bir politik tutumdu bu.
Çünkü hangi dinden olursa olsun, bir inanç önderinin uluslar-üstü hareket edebilmesi, ancak inançlar- arası diyalog anlayışını hayata geçirmesiyle mümkündü ve Gülen bu anlayışın rotasına çoktan girmişti. Bu nedenle inançlar-arası diyaloğu değil, çatışmayı hareket tarzı yapmış Hamas gibi oluşumlarla mutabık bir pozisyon takınması mümkün değildi. O yüzden de tüm bu tartışmaları başlatan Wall Street Journal’daki demecinde Hamas’ın başını çektiği “radikal-siyasal İslâm”la arasına ciddi mesafe koymaktaydı. İsrail’e ilişkin AKP retoriğinin merkezinde yer alan “haydut devlet” nitelemesinden de Gülen’in söyleminde eser yoktu.
‘Milli Görüş’ün dönüşü
Söz konusu olay, 2002’den itibaren karşımızdaki “koalisyon”un temel motifini oluşturan, kapitalizme ve Batı’ya dost “liberal İslâm” düsturuna ilişkin ortaklar arasında yorum ve konum farkının belirdiğini işaret eder.
Artık bir tarafta küresel sistemin ekonomi- politik isterleriyle uyarlı hareket etme yolunda hâlâ hassas ve dikkatli “Cemaat” vardır. Diğer tarafta ise aynı sistemin kendisine açtığı imkânı değerlendirip iktidar olmuş, ama “kültürel genetiği”nin derinliklerindeki “Milli Görüş” tortularıyla davranmaktan da zaman zaman kendini alamayan AKP…
Bu kritik “çatlama”dan sonra hem iç, hem de dış politik gelişmeler, özellikle küresel sistem içinde daha rekabetçi pozisyon alma, bölgesel bir ağırlık merkezi oluşturma arzusuyla şekillenen dış politika stratejisi AKP’yi “Milli Görüş”ün (tabii Erbakan’la kıyaslandığında belki “özde değil sözde” denilebilecek şekilde) savunucusu olma noktasına daha sık getirir oldu.
Bu yeni yörüngede “Cemaat”, giderek Parti’ye yabancılaşıp ondan uzaklaşırken, hanidir gözden ırak kılınmış diğer tarikat ve cemaat çevreleri, özellikle de Nakşibendiliğin zinde kalabilmiş kolları hareketlenip giderek yakın plâna gelmeye başladılar.
DİN – İNANÇ – TARİKATLAR – CEMAATLAR IV
Mahmut Hoca sonrası 5 aday
Tayfun Atay
25 Mayıs 2015 Pazar
Cumhuriyet
Bir şeyhin vefatı, her tarikat çevresi için travmatiktir. Mutlaka önde gelen “halife”ler, şeyhin yerini doldurmak için birbirleriyle rekabet içine girerler. Ama yine de ortada hepi-topu bir elin parmağını geçmeyecek sayıda aday olur.
Fakat bir şeyhin vefatı beklentisine girmiş tarikat çevresinin içinde neredeyse 15 civarında yeni şeyh adayının ortalıkta dolaşıyor olması, duyup da kolay kolay inanılabilecek bir durum olmasa gerektir.
Gerektir de İsmail Ağa Nakşibendi Cemaati, bu çevreyi iyi takip eden kimilerinin iddiasına göre tam da bu durumda!..
Keder ve sarsıntı…
İskenderpaşa çevresinin efsane şeyhi Mehmed Zahid Kotku’nun 1980 yılında ölümünden sonra önü açılmış İsmail Ağa Nakşibendi Cemaati şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu, daha popüler namıyla “Mahmut Hoca”, ağır sağlık sorunları nedeniyle hâlihazırda yakınları tarafından sürekli bakım ve müşahede altında tutulmakta. Allah gecinden versin, onun vefatının en mütevazı tahminle 300-400 bin civarında cemaat mensubu (sayının 1 milyon olduğu iddiaları da var) açısından büyük bir keder ve sarsıntıyı beraberinde getireceğine kuşku yok.
Ancak öte yandan “Büyükşeyh”in “irtihali” sonrasında tarikatın samimi ve gariban müritlerinin hüzünlü sarsıntısına, “yukarı” katmanlarda şeyhlik mücadelesi vermeye başlayacak olanların haşin sarsıntısının da eşlik edeceğine kesin gözüyle bakılıyor.
Bunları kaydetmeye sevk eden ilk bilgi, yıllardır bu memlekette siyasetinden tasavvufuna kadar açılan yelpazede İslami hareketin içinde olan bir ismin “Mahmut Hoca öldüğünde en az 15 tane şeyhliğe soyunacak hoca var; bunların her birinin de vakfı var” demesiyle geldi.
Görüştüğümüz başka isimler rakamı abartılı buldu ve “Olsa olsa üç hoca arasında yarış olur ve Cübbeli de bunlardan biri” şeklinde bir değerlendirmede bulundular.
Fakat bunu tekrar gündeme getirdiğimizde “en az 15 aday çıkar” diyen dostumuz adeta makineli tüfek gibi isimleri sıralamaya başladı: Kemal Hoca, Mehmet Talu Hoca, Cübbeli Hoca, Abdülmetin Hoca, Hasan Hoca, Kerim Hoca, Abdullah Hoca… Gerisini takip edemedim, yazamadım!..
Açılım ve İsmail Ağa…
Bu noktada tartışmaya bir başka ve yine İsmail Ağa Cemaati’ni hem içeriden deneyimlemiş, hem de “sosyolojik” bir duyarlılıkla dışarıdan gözlemlemekte olan bir dostumuz katıldı:
“Bu çevrelere bakarken herkes 2000’ler öncesi bir çerçeveden konuşuyor. Durum çok değişti son 10-15 yılda. Bunlar artık herkesin ‘maişet kapısı’ olarak gördüğü kurumlar. ‘İsmail Ağa’ denilen yer, eskiden İstanbul’da Fatih-Çarşamba merkezli küçük bir oluşumdu. Şimdi o ‘Fatih-Çarşamba’nın bir ucu Kayabaşı’nda (İstanbul’un Başakşehir tarafında en uç noktası) diğer ucu Gebze’de; bir ucu Şile’de, diğer ucu Yalova’da… Yani İsmail Ağa, artık Çarşamba ile sınırlı olmayan, sınırı nerede başlar, nerede biter belirsiz, o kadar kolay elle tutulur-gözle görülür bir oluşum değil. O yüzden tabii ki Mahmut Hoca’dan sonra ne olacağı da ürkütücü bir muamma. Ne 15’i, ben daha da fazla aday çıkacağı kanısındayım şeyhlik iddiası için!..”
Bu söylenenleri tamamlayıcı mahiyette Türkiye’deki sosyo- ekonomik değişimin tarikatın kültürüne, nasıl yansıdığını çarpıcı biçimde özetleyecek nokta da şu:
Eskiden tabiri caizse kırık-dökük bir camide “kapalı bir topluluk” olarak sürdürülen faaliyetler şimdi TOKİ’lerdeki dairelerde çok daha şaşaalı koşullarda sürdürülüyor. Bu dairelerde toplanılıyor, zikir buralarda yapılıyor.Anlaşılan o ki Türkiye’deki TOKİ açılımı, İsmail Ağa’yı da açmış. Tarikat, TOKİ’lere açılmış.
SÜRPRİZ OLMUŞTU
Recep Tayyip Erdoğan, geçen Ağustos ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nu Çavuşbaşı’ndaki evinde ziyaret etmiş, bu ziyaretin fotoğrafları internette paylaşılmıştı. Cemaat tarafından yapılan açıklamada ise Erdoğan’ın Ustaosmanoğlu’ndan hayır duasını ve himmetlerini istediği belirtilmişti.
‘GETTO’, EFENDİ OLDU
Bu tablo, bir zamanlar Türkiye’nin en mutaassıp ve “modernlik” karşısında en çatık-kaşlı Nakşi çevresine ilişkin bir yeni durumu aksettirdiği için, en çok bu nedenle ilgiye ve üzerinde düşünülmeye değer. O yüzden kısa bir tarihsel özet geçmekte yarar var.
Mahmut Hoca öncülüğünde ortaya çıkan İsmail Ağa Cemaati, Nakşiliğin kolları arasında Türkiye’nin en içekapalı ve dini hayata geçirme hususunda da en katı disipline sahip çevresiydi. Mahmut Hoca, İslami normlardan en küçük bir sapmaya dahi müsamaha göstermeyen, sakalsız müridi de, tesettüre harfiyen uygun pardösü giyse bile çarşafa girmemiş “mümine”yi de kabul etmeyen bir çizgiye sahipti.
Böyleydi çünkü İsmail Ağa Cemaati, İstanbul gibi bir megakentte kaybolmuşluk hissi içindeki, ağırlıklı olarak Karadenizli göçmenlere hitap etmekteydi. Ruşen Çakır’ın 1990 yılına tarihlenen kitabında aktardıklarından hareketle diyebiliriz ki “modern” bir yaşam biçiminin ortasında kendini güvende hissetmeyen göçmenlerin, bu yaşam biçiminden duydukları korkunun ve ona direnişin sesi olarak sosyolojik mahiyetini kazanmış bir çevreydi bu.
İçe dönük, dışa kapalı, gelenekçi ve modernliğe antipatik bu çevrenin yapısı, 1990’lardan itibaren değişmeye başladı. En temel olarak, İstanbul’da kendilerini yabancı, yalnız, kaybolmuş hisseden göçmen nüfus, giderek çoğaldı ve bu hislerden uzaklaşarak kenti sahiplenir hale geldi. Yani “getto”, şehrin efendisi oldu! O yüzden bir dönem Fatih-Çarşamba’da kendisini dış dünyaya kapatmış cemaat, gayet cüretkâr biçimde kendini kentin her yerinde, hatta en sosyetik muhitlerinde bile dışa vurur hale geldi.
Tabii sürece katalizör olacak mahiyette “28 Şubat”ın etkisini unutmamak gerekir. Darbe’nin ekranlara sıkça düşen bir icraatı, Fatih-Çarşamba’daki cemaat mensuplarının kılık-kıyafet açısından “tedip edilme” girişimleriydi. Cemaat, bu süreçte kamuoyunun gündemine sıkça gelip, çokça eza çeken çevrelerden biri olarak görüldü, daha doğrusu “görüntülendi”. Bunun, özellikle 28 Şubat “mağduriyeti”nden çıkan AKP iktidarı nezdinde cemaatin itibarını artıran bir durum olduğu düşünülebilir.
Medya faktörü
Bir diğer neden olarak, 1990’lardan itibaren Türkiye’de özel televizyonların yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan, sonrasında başta internet olmak üzere diğer medya teknolojilerinin eklenmesiyle daha da ivme kazanan medyatik patlama zikredilebilir. Bunun sonucunda görsellik, hayatın içinde en önemli unsur haline geldi. “Görsel kültür” Türkiye’sinde kural, artık her şeyin ancak görünür olabilirse var olabileceğiydi.
İçe kapalı İsmailağa Cemaati’nin memleketteki bu yeni havadan etkilenmediğini söylemek zor. Nitekim bugün Cemaat’in içinden Cübbeli Ahmet Hoca gibi medyatik ve mizahî bir figürün çıkmasının da bu gelişmeyle bağı kurulabilir. İsmailağa Cemaati’nin yükselişinin, yukarıda da belirttiğimiz üzere, Şeyh Mehmed Zahid Kotku’nun İskenderpaşa Cemaati’nin inişe geçmesiyle de ilişkisi var tabii. Aralarında bir “müritmürşit” ilişkisi olmasa da Mahmut Hoca, Şeyh Kotku’ya karşı hürmetkâr olmuş ve o sağken hayli mütevazı bir irşat faaliyeti sürdürmüştü.
Kotku’nun vefatı, Mahmut Hoca’nın da önünü açtı. Çünkü “tarikat İslâmı”nın talep ettiği geleneksel karizma, İskenderpaşa’nın yeni şeyhi, Kotku’nun damadı ve “daha çok mektepli” Profesör Esad Coşan’dan ziyade “daha çok alaylı” Mahmut Hoca’da mevcuttu. Bu süreçte İsmail Ağa Cemaati İstanbul “taşra”sının hâkim Nakşî çevresi oldu. Oradan da Türkiye taşrasına alabildiğine açılmak çok zor olmadı.
Sessiz ve derinden
İsmail Ağa Cemaati, Gülen Cemaati’nin AKP ile “koalisyon” ilişkisinin gölgesinde “sessiz ve derinden” bir yol alış pratiği sergiledi. Bu sessiz ve derinden gidişin kamuoyuna faş olduğu ender noktalardan biri, İlhan Cihaner’in Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı yaptığı 2006 yılında tarikatın ildeki faaliyetlerine ilişkin başlattığı soruşturmaydı.
O dönemde kamuoyunda büyük yankı uyandıran ve Erzurum Özel Yetkili Savcılığı ile Erzurum Cumhuriyet Başsavcılığı’nı “kafa kafaya getirmiş” olay, bu cemaatin Türkiye’de nasıl ve ne ölçekte yayıldığına ilişkin fikir verici mahiyet arz eder. Tarikat, çok büyümüştü, ama bunun dışa yansıyan görüntüsü ona dışarıdan bakanlar için ürkütücü olduğu kadar, içe yansıyan görüntüsü de “içeridekiler” açışından hayli ürkütücüydü. Çünkü Mahmut Hoca’dan sonra kıran kırana bir iktidar mücadelesinin işaretleri ayan beyan ortadaydı.
Bayram Ali Öztürk de (küçük fotoğraf) tıpkı Hoca’nındamadı Hızır Ali Muratoğlu gibi İsmail Ağa Camii’nde cinayetekurban gitmişti.
İsmail Ağa’nın can damarını kesen 2 cinayet
Tarikatın bugün içinde bulunduğu kırılgan, pare pare olmaya müsait, herkesin birbirine adeta pamuk ipliğiyle bağlanmış durumunun ise iki talihsiz olayla ilişkisi kurulmakta. Birleştirici kapasiteye sahip iki önemli ismin öldürülmesi bunlar. Birincisi Mahmut Hoca’nın damadı Hızır Ali Muratoğlu. O, 1998 yılında İsmail Ağa Camii’nde öldürüldü. Diğeri daha yakın bir zamana 2006’ya tarihlenen ve Cemaat’in bir diğer önde gelen, çok sevilen, Mahmut Hoca sonrasında da ümit bağlanan ismi Bayram Ali Öztürk’ün yine İsmail Ağa Camii’nde cinayete kurban gitmesi.
Görüştüğümüz kişiler, aslında İsmail Ağa’nın can damarlarının bu iki cinayetle kesildiği noktasında hemfikir: “Bunlar, 20-30 bin ciltlik kütüphanesi olan, medrese ile tekke geleneğini ‘mezcedebilmiş’ (birleştirmiş) adamlardı. Öyle fetva verme heveslisi de değillerdi; tam ‘ehl-i tasavvuf’ yani… Bu iki ismin ölümü büyük kayıp oldu.”
Dolayısıyla Cemaat ne kadar büyümüş olursa olsun bu iki kayıpla “niteliksel” anlamda çok ama çok küçüldüğünü düşünen kaynaklarımız, bu cinayetlerin arkasında “derin devlet” parmağı, bağlantısı olma ihtimali noktasında da hemfikirler.
Curcuna görüntü
Böylesi toparlayıcı, farklı unsurları organik bir bütünlük içinde tutabilecek dinsel- entelektüel yetkinlikte insanlar kalmayınca İsmail Ağa Cemaati’nin artan mensup sayısı, niteliksel açıdan da karmaşıklaşan yapısı nedeniyle ortaya hayli curcuna içinde bir görüntü çıktı. Görüştüğümüz bir kişinin bu konuda verdiği örnek şu: “Mesela ben Spinoza’dan bahsettiğimde, işte bu benim ihtiyacım olan şey diyen de var, ‘Hımmm’ diye soru işareti ile yaklaşıp, muhtemelen beni ‘kâfir mukallidi’ sayarak uzak duran da…”
Tabii iş, yine dönüp dolaşıp 2000’li yıllar Türkiye’sinde küresel tüketim kapitalizminin etkisine ve bunlarla bağlantılı olarak bir dindar-muhafazakâr iktidarın “İnşaat Ya Resulullah” sloganı etrafında özetlenebilecek performansına geliyor. Buna ilişkin veciz bir ifade şu: “2002’den sonraki Türkiye’de dindarlık, Mekke’nin Fethi’nden sonraki dindarlıktır. Rantiye dindarlığı yani!..”
Bu, yazı dizimizin ilk bölümünde etraflıca işaret ettiğimiz üzere tarikatlar açısından da geçerli. O yüzden “2000’lere kadar bu hareketler dini-siyasi açıdan iktidar-karşıtı konumdaydılar” diyen biri, şöyle devam ediyor: “2000-sonrası artık öyle değil. İktidar nimetlerinden nasiplenme hevesi-telaşı var.”
Şeyh, ‘meta’ oldu
Bu gelişmelerle de bağlantılı olarak Mahmut Hoca’nın yakınları, onu gözlerden uzak tutmaya azami özen gösteriyor! Çünkü anlaşılan o ki “Büyükşeyh”, devasa bir büyüklük kazanmış Cemaat bünyesinde pek çokları için manevi kıymetinden çok “maddi” kıymetiyle yanına yaklaşılmaya çalışılan bir figür haline gelmiş! Yani, teşbihte hata olmaz, “metalaştırılmış”!.. Şu sözler, olup bitenlere aşina bir kaynaktan:
“Mahmut Hoca ağır hasta, ama konuşamıyor değil. Konuşuyor ama çıkmıyor. Çıkarmıyorlar daha doğrusu. Çünkü çıkarınca herkes kullanmaya çalışıyor.”
Böyle bir tabloda Mahmut Hoca’nın durumunun artık daha ziyade “sembolik” hale geldiği anlaşılıyor. Ve bu bakımdan da görüştüğümüz genç bir dostumuzun, sürecin ekonomi-politik mahiyetinden öte sosyolojisine ilişkin şu muhteşem saptaması, “son söz” olmaya hak kazanıyor:
“Cemaat bünyesinde Mahmut Hoca artık bir ‘iktidar simülasyonu’. Ama iktidar değil…”
Simülasyon…
Fransız sosyolog Jean Baudrillard’ın günümüz dünyasının halini, daha doğrusu hâli pür melalini açıklama yolunda işlerliğe soktuğu “simülasyon” kavramı, anlamını yitirmiş bir toplumsallığın maddi olarak sahip olduklarını yitirmeme yolunda, bitmişliğinin gizlenmeye çalışıldığı evreni tanımlar. Simülasyon, olmayan bir şeyi var gibi göstermektir. Simülasyon evreninde “toplumsal” biter, “kitle” başlar ve kitle, toplumsalın içi boş ve anlamını yitirmiş biçimidir.
Umarım bu biraz uzun ve “akademik” paragraf, İsmail Ağa Cemaati’nin yukarıda betimlemeye çalıştığımız şekilde Fatih-Çarşamba’dan Türkiye’ye açılan “kitleselleşme”si ve onun “Büyükşeyh”i Mahmut Hoca”nın “iktidar simülasyonu” olmasıyla ne denmek istendiği üzerine düşünme yolunda yardımcı olur!..
Baudrillard’ın simülasyon evreni, basitçe belirtmek gerekirse hem teknolojik, hem de özellikle “kültürel” açıdan medyanın hayatımıza hâkim olduğu bir zaman ve zemine karşılık gelir. Çünkü televizyon ekranı, her şeyi bir sahne olarak göstermeye çalışırken, hiçbir şeyin bir sahne olmadığını da gösteren bir araçtır. O yüzden medya, bir tarih sahnesinin, bir tiyatro sahnesinin, bir politika sahnesinin aslında ortadan kalktığını gösteren bir kanıttır.
Dolayısıyla bir tekke ya da dergâh sahnesinin de ortadan kalktığını gösteren bir kanıt!..
Bu “kanıt”a vasıl olma yolunda da Muhterem Cübbeli Ahmet Hoca’mızın yamacına yönelmemiz kaçınılmaz… Yarın!..
(Not: Bu yazıda Baudrillard ve “simülasyon” üzerine not edilenler, Oğuz Adanır’ın 2008 basımı kıymetli kitabı “Simülasyon Kuramı Üzerine Notlar ve Söyleşiler”den alınmıştır.)
DİN – İNANÇ – TARİKATLAR – CEMAATLAR * Bölüm V
Bir ahir zaman şeyhi: Cüppeli
Tayfun Atay
27 Mayıs 2015 Pazar
Cumhuriyet
Ben Nakşibendiliğin “antropolojisi”ni akademik hayatında merkezi yere oturtmuş biriyim. Bu bakımdan üzerinde ayrıntılı çalışma yaptığım Şeyh Nazım Kıbrısi’yi tarikatın tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirmek gerektiğini, onu kaybettiğimiz 2014 yılında kaleme aldığım bir yazıda belirtmiştim.
Şu anda Nakşilik “kariyeri”nin baharında denilebilecek Cübbeli Ahmet Hoca’nın da bir başka dönüm noktası olarak değerlendirilmesinin kuvvetle muhtemel olduğu kanaatindeyim.
Tarikatı Batı Avrupa’dan Atlantik- ötesine ve Pasifik-kıyılarına kadar oluşturduğu çevrelerle tüm dünyada yaygınlaştıran; Afro-Amerikan siyahlardan “Hint fakirleri”ne, Batı’nın entelektüel, burjuva ve aristokratlarına kadar herkese hitap edebilmiş Şeyh Nazım, Nakşibendiliği küreselleştiren isimdir.
Cübbeli Ahmet Hoca da magazinelleştiren isim.
Meşhuriyet Çağı
Türkiye için 1990’lar “Pop Çağı”na giriştir. Özel televizyonların yayına başlaması, “Popüler Kültür Türkiyesi”nin eşiğini oluşturur. Ancak gerçek anlamda popüler kültür ya da onun çok daha radikal şekilde endüstriyel (ve sektörel) aşaması olarak kaydedilebilecek “kitle kültürü”nün tüm toplumu etkisi altına alması, 2000’ler dönümünde oldu.
O yüzden, ilginçtir, AKP Türkiye’si aynı zamanda ülkede popüler kültür açısından da bir patlamanın söz konusu olduğu Türkiye’dir. AKP bundan da beslenmiş, yakaladığı ekonomik büyümenin alt yapısında dizilerden realite-şovlara kadar açılan yelpazede “kültür endüstrisi”nin büyük payı olmuştur.
Pop Çağı, aynı zamanda “Meşhuriyet Çağı”dır. “Meşhuriyet”in en berrak karşılığı, Andy Warhol’un “Bir gün herkes 15 dakikalığına da olsa şöhret olacak” dediği günlere gelmiş olmamız. Her ne olursan ol, ister doktor, ister mimar- mühendis, ister ahçı-modacı, ister marangoz-kunduracı, isterse hoca ya da şeyh, illâ ki meşhur ol denilen bir nokta…
“Her canlı, şöhreti tadacaktır” noktası!..
Ve tabii meşhurluğun yolunun görünür olmaktan, ekranlarda boy göstermekten, göz doldurmaktan geçtiği bir dünyadır bu.
“Görünüyorum, o halde varım” diyegeldiğimiz bir dünya.
İşte bu dünya, son 15 yılda Türkiye’de siyasetten sanata, edebiyattan spora, ekonomistten hukukçuya, üniversite profesöründen tıp doktoruna, deprem uzmanından din ulemasına kadar pekçok medyatik, magazinel, “spektaküler” (gözeseyre hoş gelir!) figür çıkardı.
Nakşilik bünyesinden de Cübbeli’yi çıkardı.
Komikliği yıldızlaştırdı
“Cübbeli Ahmet Hoca” namıyla maruf Ahmet Mahmut Ünlü, İsmail Ağa Cemaati bünyesinde sivrilmeye başladığında daha çocuktu! Bilenlerden dinleyelim:
“13 yaşındayken Fatih Müftülüğü buna ‘vaaz verebilir’ dedi ve vaaza çıktı!.. O kadar yetkin ve gelecek vaat eden noktadaydı yani daha o yaşta. İsmail Ağa Cemaati’nin içine doğdu da denilebilir onun için…. Adeta on parmağında on marifet! Hem yetenekli, hem bilgili, hem hafız, hem esprili, hem komikti.”
Bunların hepsi, Cübbeli’nin Nakşibendilik, yani “Tarikat-ı Âliyye”nin ufkunda parlayıp yıldızlaşmasında mutlaka ki etken olacaktı. Ama onun “Tele- Alem”de parlayıp yıldızlaşmasında belirleyici olan, sonuncu hasleti oldu. Komikliği yani.
Aşağıda daha ayrıntılı değineceğiz ama burada da yeri geldiği için Ahmet Hoca’nın televizüel serüveninde önemli bir dönüm noktası oluşturan Habertürk’e geçişiyle ilgili şu “bilirkişi” notunu düşelim: “Habertürk’te önce Yaşar Nuri denendi, sonra Bayraktar Bayraklı Hoca, ama ikisi de tutmadı. Yani yeterli ölçüde seyre mazhar olmadılar. En son Cübbeli oldu ve tam oldu. Patladı.”
Patladı, çünkü Ahmet Hoca komikti ve eğlenceliydi. Ve de Amerikalı iletişim kuramcısı müteveffa Neil Postman’ın ifadesiyle, televizyonun “eğlence”yi her türlü söylemin “üst-ideoloji”si haline getirdiği bir ortamda o, başkalarının siyaset, ekonomi, spor, pedagoji, psikoloji, vd. için yaptığını kendi uzmanlık alanında tekrarlayarak, dini “eğlencelik” hale getirebiliyordu.
Nakşilik, onunla pop-çağına, meşhuriyet-çağına, şov ve eğlence- çağına intikal etti.
Mabetten medyaya
Bununla birlikte Cübbeli’nin medyatik gündeme gelişinin aslında hayli nahoş olduğunu da kaydetmeden geçmemek gerekir. 17 Ağustos (1999) Depremi sonrasında sarf ettiği “Mevlâ’m zina yuvalarını vurdu” sözü kamuoyuna bomba gibi düştü. Bu yüzden yargılandı, mahkûm oldu.
Sonra deprem davası bitti, “Jet Ski” sefası ile gündeme geldi!..
“Mabetten medyaya” uzanan yolun ilk taşları bunlardı. İçerisinden çıktığı Nakşi kol, Mahmut Hoca’nın İsmail Ağa Cemaati, dün de belirttiğimiz üzere bu ülkede sûfiliği kelimenin tam anlamıyla “sofu” yaşayan, modernliğe, onun ürünlerine, bu arada televizyona da alabildiğine mesafeli, hatta çatık-kaşlı yaklaşan bir çevreydi.
“Erkân”dan en ufak bir sapmaya müsamaha göstermeyen bir çevre…
Cübbeli bu “erkân”dan vaz mı geçti, hâşâ, bunu söylenmek haddimiz değil. Ama görünen o ki erkân kadar “ekran”a da itibar eden bir Nakşiliğin öncü pratisyeni oldu o.
Bununla birlikte ekranın, erkâna değilse de “sohbet”e bir dönüşümsel etki yaptığı söylenebilir. Misal, Marmara Depremi’ni “Mevlâ’m zina yuvalarını vurdu” diye karşılayan Hoca, şimdilerde şöyle konuşuyor:
“Taksici benim konuşmamı dinliyormuş radyoda, bir travesti binmiş müşteri olarak. Binebilir, o da Allah’ın bir kulu, o biner binmez bizimki radyoyu kapatmış. Travesti de ne kapatıyorsun ben gâvur muyum; ben bu Hoca’yı seviyorum demiş. Yahu insanları niye hakir görüyosun kardeşim! Yarın tövbe eder, seni de geçer beni de. Eşcinsel diye, travesti diye, sarhoş diye niye hakir görüyosun, tinerci diye niye dışlıyosunnn!..”
Tekkeden Teke Tek’e
Cübbeli’nin Türkiye’de medyatik- popüler akışın bir parçası oluşu önce Flash TV’de konuk olarak katıldığı sohbet programlarıyla oldu. Ancak yükselişi, daha doğrusu “ana akım popülerlik” kazanması, yukarıda da değindiğimiz üzere 2009’da Habertürk’te Fatih Altaylı’nın karşısına oturmasıyla başladı. Tekkeden “Teke Tek”e geçişle yani!..
Bu, onu dindar-muhafazakâr camianın dışında (yukarıdaki “travesti” anekdotundan da anlaşılacağı üzere) Türkiye’nin dindar olmayan, seküler kesimleri açısından da tanınır-bilinir bir insan haline getirdi. Hoca, Habertürk’te tarihten siyasete, medyadan magazine, spordan sekse kadar her konuda döktürdü ve tam mânâsıyla bir şov yıldızına dönüştü. Sokakta görse kendisini tanımayacak, tanımak ne kelime, kılığına-kıyafetine bakıp ondan bucak bucak kaçacak kesimlerin bile ilgisini, hatta sempatisini kazandı.
İşte tam da bu noktada, onun serüvenini izlemiş bazı çevrelere göre “iki Cübbeli” ayırt etmek mümkün. Birincisi İsmail Ağa çevresinin önde gelen isimlerinden Bayram Ali Öztürk Hoca’nın camide öldürülmesinden önceki Cübbeli. Bu, öyle fazla espri falan yapmayan, tasavvufi motivasyondan çok katı “fıkıhçı” olarak ayırt edilebilecek bir Cübbeli imiş. Hem Bayram Ali Hoca, hem de Cemaat’in diğer maktul ismi Hızır Ali Hoca ile bu yönden, yani tasavvuf ve fıkha yönelik ağırlık tercihi noktasında ayrılan, tartışan, ters düşen bir Cübbeli. Bir de 2009’dan sonra medyatik tanınırlık kazanmış ve en azından Habertürk’te “fıkıh” ağırlıklı bir performans sergilemekten uzak, “hafiflemiş”, şova dönük Cübbeli.
Ne demeli?.. “Fatih’in fendi, fıkhı yendi” belki de!..
Cübbeli ‘post’a oturursa?
Televizyonla ilişkisini giderek kendi programını yapmaya ilerleten, şimdilerde radyonun (Lalegül FM) yanı sıra doğrudan kendisine bağlı bir televizyonun da (Lalegül TV) yayına girdiği, orada vaaz ve sohbetleri yayınlanan Hoca, şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’ndan sonra İsmail Ağa Cemaati’nin başına şeyh olarak geçme olasılığı bulunan adaylardan biri.
Peki, “birincisi” mi? Orası belirsiz ve şüpheli. Çünkü tarikatın onunla böylesi bir medyatik popülerleşmeye uğraması karşısında cemaatin önemli bir kısmının tasvipten ziyade tenkit ve tepki duyduğunu belirtmek gerekiyor. Söz gelimi bir kaynak, Cübbeli’nin “post”a oturması durumunda cemaatin yüzde 60’ının başka istikametlere yönelebileceği iddiasını ortaya atıyor.
Ama bu bakımdan fikirler muhtelif. Tam aksi yönde, eğer Cübbeli şeyhliğe soyunursa çoğunluğun onun arkasından geleceğini ileri süren de var. “Çünkü” deniyor, “artık eski disiplin, denetim, talepkârlık kalmadı. Cemaat çok büyüdü, karmaşıklaştı, ayrıştı. ‘Zamanın ruhu’ ile bağlantılı olarak da yumuşadı, esnedi, çözeldi. Böyle bir ortamda Cübbeli gibisi evlâ.”
Nerede o eski zaman şeyhleri?
Bu, kimileri için “Nerede o ‘eski zaman’ şeyhleri” deme noktası bir bakıma da. Gerçekten Mehmed Zahid Kotku’dan, Mahmut Sami Ramazanoğlu’na, Mahmut Ustaosmanoğlu’na kadar insanın içinde hoş bir mistik-manevi ürperti uyandıran şeyhlerin dönemi belki de kapandı. Şimdi mistik olmaktan çok “fantastik”, manevi olmaktan çok da dünyevi, yani eğlenceli, yani komik, yani “şovcu” olarak yakalamak mümkün şu “ahir zaman” insanını.
O yüzden, yazı dizimiz için görüştüğümüz bir dostun ifadesi, tüm bu anlatılanları da toparlayıp özetleyici mahiyette yerine oturuyor:
“Cübbeli, bir ‘ahir zaman şeyhi’ olarak kalıcı olur.”
Aziz Başkan Babamız!
Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’la Cübbeli Ahmet Hoca’nın yolları Metris’teki tutukluluk günlerinde kesişti. Biri şike davasından, diğeri ise Karagümrük Çetesi’ne yönelik soruşturma kapsamında ve diğer bazı suçlamalarla oradaydı. İki “kader mahkûmu” gibi buluşup, tanışıp dost oldular. Cübbeli, sonrasında yaptığı açıklamada “Başkan bizim babamız, onun tebaasına geçtim şeklinde beyanda bulundum ki bunun mânâsı ona karşı saygımı arz etmekti” dedi.
Cübbeli Hoca, Aziz Başkan’ın Fenerbahçe için kendisinden dua etmesini istediğini, onun da cezaevi ortamında “komşuluk” hakkını gözetme kastıyla bu isteği yerine getirdiğini ve Galatasaray’la 9 puanlık farkın da böyle kapandığını söyledi! Ama “buçuk” puanla şampiyonluğun kaybedildiğini, çünkü “104 kitapta buçuğun duası olmadığı için” yapabileceği başka bir şey olmadığını da ekledi!..
Aziz Yıldırım da tahliyesinin ardından bir “vefa” örneği sergileyerek Cübbeli Ahmet Hoca’yı Metris’te ziyaret etti, bir ihtiyacı olup olmadığını sordu.
Görüştüğümüz bazı kaynaklar, her iki ismi cezaevinde tanıştıranın Yıldırım’ın avukatı Faik Işık olduğunu belirtmekte. Işık, İskenderpaşa Nakşibendi Cemaati bünyesinden olup Esad (Coşan) Hoca’ya bağlı imiş. Şu anda AKP’den İstanbul 1’inci bölge 16’ıncı sıra adayı olan Işık’ın büyük bir ihtimalle seçimi kazanıp Meclis’e yol tutacağı söylenmekte.
DİN – İNANÇ – TARİKATLAR – CEMAATLAR * Bölüm VI
‘Küyerel’leşen Nakşilik: Menzil Cemaati
Tayfun Atay
28 Mayıs 2015 Pazar
Cumhuriyet
Hastane evime çok yakındı. Çalıştığım kurumda güvendiğim bazı arkadaşlar, kendilerinin gittiğini ve çok iyi muamele gördüklerini söyledi. Bir gün âni bir ateşli gribal enfeksiyonla ben de Acil Servis’e gittim ve gerçekten gayet samimi, içimi rahatlatan bir iletişim tarzı ile karşılaştım.
Sonra daha ciddi bir başka sağlık sorunum için gittiğimde acil ameliyat olmam gerektiği söylendi. Çok sistemli ve güven verici bir ameliyat plânlama süreci oldu. Bir kere hizmet çok kaliteli ve modern; her türlü son teknoloji var. Kendimi son derece “Avrupai” bir hastane ortamında hissettiğimi söylesem yalan olmaz.
Her kesimden insanın olduğu bir hastane bu aynı zamanda. Dindar görünümlü, başı kapalı insanlar ve çalışanlar olduğu kadar, başı açık ve daha “serbest” giyimli olanlar da var. Doktorlar ha keza öyle.
Başucumda dualar
Elbette belli ölçüde “dini” atmosfer var. Mesela ameliyata giderken anesteziden önce hasta odasından ameliyathaneye kadar müşfikçe elimi tutan, heyecan ve korkumu paylaşan, daha ilginci sessizce ve sürekli dualar ederek bana eşlik eden bir hastabakıcı kadın oldu. İlk kez böyle bir şeyle karşılaştım, ama rahatsız oldum diyemem, çünkü iyiliğimi istediği duygusu veren bir duaydı bu.
Ancak beni en çok etkileyen başka bir nokta var: Yılbaşına yakın dönemde ameliyat oldum ben ve hasta odalarından birinde ışıklarla süslenmiş bir çam ağacı vardı ve Yılbaşı kutlaması yapılmaktaydı!.. Bilmiyorum belki yabancı olabilir hasta ile yakınları, ama yine de Müslüman kimliğin fark edildiği bir hastane ortamında bunun olması sürpriz oldu bana.”
Yukarıda aktarılanlar, kendisini modern ve laik olarak tanımlayan bir kadın akademisyenin ifadeleri. Bahsettiği yer, “Emsey Hospital”; İstanbul, Kurtköy’de 2012 yılında Başbakan Erdoğan tarafından açılışı yapılarak uluslararası ölçekte ve standartlarda hizmet vermeye başlamış bir hastane.
“Emret Seydam” Hospital!
Ama daha önemlisi, 20’nci yüzyılın son çeyreğinden itibaren Nakşibendiliğin Türkiye’de Doğu ve Güneydoğu Anadolu taşrasına hitap eden en popüler kolu olan Adıyaman-Menzil Dergâhı ile irtibatlı bir hastane.
Emsey Hospital ve Menzil bağlantısı sır değil. Hasta odasındaki televizyonu açtığınızda karşınıza çıkan ilk kanal, yine Menzil’in en önde gelen, belki “amiral gemisi” de denilebilecek kuruluşlarından olan Semerkand TV.
Tabii en ilginci, “Emsey” adının kökeni ve açılımına ilişkin ortalıkta dolaşan görüşler- iddialar. “Emsey”in “Emret Seydam”dan geldiğine, bu iki sözcüğün bileşiminden çıktığına dair söylentiler ve özellikle de internet ortamına girdiğinizde karşısına çıkan sayısız not var.
“Seyda”, Menzil Nakşibendi çevresinin kurucusu olarak kaydedilen, Seyitlik (Peygamber soyundan gelme) atfına da sahip Şeyh Muhammed Raşid Erol’un lâkabı; “Seyyid”in bir diğer telaffuz biçimi denilebilir.
“Seyda” ve “Emsey” bağlantısına dair söylenenleri netleştirme, doğrulama ya da yanlışlama yolunda hastaneyi aradım. Telefonu açan personele kendimi tanıtıp bir konuda bilgi almak üzere hastane yönetiminden bir yetkili ile görüşmek istediğimi belirttim. Sonrasında da Emsey Kurumsal İletişim Uzmanı Muhammed Şansal’la konuştum. Kendisine kamuoyunda, özelikle de sosyal medyada “Emsey” adının açılımına ilişkin bazı bilgiler bulunduğunu söyleyerek bunların doğru olup olmadığına ilişkin, yanlış bilgi vermeme adına bir açıklama rica ettim.
Şansal kendisinin de internette bu tür ifadeleri gördüğünü ama bağlantının, yani “Emret Seydam”dan “Emsey”e çıkışın aslı olmadığı söyledi. Ayrıca hastanenin Menzil’e tâbi ya da onunla sınırlı bir faaliyet içinde olmadığını, toplumun her kesimine hitap ve hizmet etme prensibini benimsediklerini söyledi. Ama kurumsal olarak bir takım “ortak çalışmalar” olabileceğini, mesela Cemaat’le bağlantılı Semerkand TV, Semerkand Dergisi, MOSTAR Dergisi’yle yakın ilişki içinde olduklarını, onların kendilerine bazı kolaylıklar sağladığını söyledi. Ayrıca “Başka kuruluşlar, televizyonlar da bizimle ortak çalışmalar geçekleştirmek isterlerse onlarla da çalışabiliriz, biz herkese ve her kesime açığız” dedi.
Peki, “Emsey” adı nereden geliyor o zaman, bunu netleştirelim ve bu iddialar ortadan kalksın dediğimde ise bunu kendisinin de bilmediğini, ama ilgililerden öğrenerek bana tekrar döneceğini söyledi. Ama yazıyı teslim edene kadar herhangi bir geri-dönüş olmadı.
Yerelden küresele geçiş
Hastanemizi “Sağlık olsun” diyerek geçelim ve “Seyda”ya dönelim!..
Muhammed Raşid Erol da aynen İsmail Ağa Cemaati şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu gibi, İskenderpaşa’nın “Büyükşeyh”i Mehmed Zahid Kotku’nun vefatından (1980) sonra Türkiye’nin “Nakşi topoğrafya”sında önü açılan bir isim oldu. Üstelik onun bulunduğu bölge, Nakşiliğin bu ülkedeki en mümbit yatağı olarak tanımlayabileceğimiz Kürt coğrafyasıydı. Ama “Seyda”nın irşat performansından özellikle 12 Eylül sonrası süreçte en çok istifade edenler arasında “Türkçüler” ve Ülkücüler de vardı. Özellikle de başta Başkan Muhsin Yazıcıoğlu olmak üzere Büyük Birlik Partisi çevresinde kümelenenler.
“Seyda”, kendi tarikat kolunu 20’nci yüzyılın son çeyreği içerisinde bulunduğu bölgede alabildiğine güçlendirip yaydı, ve hem de tüm Türkiye için bir çekim merkezi yaptı. Vefat ettiği 1993 yılına kadar Nakşibendiliğin Türkiye’de 20’nci yüzyıl sonu itibarıyla en çok öne çıkan birkaç isminden biriydi.
Ancak yine de bölgesel kaldığı söylenebilecek bir isim.
Ve etkinliğinin “irşat” (rehberlik- eğitim) dışında önemli bir kesitini de “şifa dağıtmak” oluşturan bir isim.
Adıyaman’a Türkiye’nin dört bir yanından kendisini görmek üzere, ama sağlık sorunlarıyla beraber gelen insanların şifa arayışlarına, bu arayış doğrultusunda kendisine meyline “Seyda” hiç bigâne kalmadı. Onların kendisinden “bereket” ve “keramet” beklentilerine karşılık verdi, şifa için bol bol dua etti.
Aradan yıllar geçti, “Seyda” ebediyete intikal etti. Şimdi onun gayretleriyle neşvünema bulmuş cemaat, hâlâ “şifa” meselesine azami önem ve özen gösteriyor. Ama artık ne “Büyükşeyh”in himmetinden, bereketinden, kerametinden nasiplenip şifa bulmak için Menzil’e gitmek zorunda olan insanlar var ve ne de (burası daha önemli) böyle bir şey için Menzil’e gitmeye gerek var.
Çünkü Menzil, bugün sadece “Menzil”den ibaret değil.
Menzil’in yerelden küresele geçişi
“Seyda”nın ölümünden sonra akan zaman, Menzil’in Türkiye’ye, hatta dünyaya açılması demek de oldu. Tarikat, memleketin Batı’sını Doğu’ya çeken bir dinamiğe sahip olmaktan çıktı; kendisi Doğu’dan Batı’ya doğru hareketlenen ve Batı’da manevi olduğu kadar “maddi” anlamda da varlık gösteren bir dinamik kazandı.
Sonuç mu? Adıyaman- Kahta’nın Menzil köyünde kendisine “bir yudum şifa” diye gelenleri kırmayan “Seyda”nın mütevazı hanesinden, şimdi yerli ve Müslüman olduğu kadar yabancı ve Gayrı-Müslim hastaları da olan; hasta odalarının dolaplarında seccadeler, duvarlarında Kıbleyi gösteren oklar bulunan; ama Yılbaşı (belki de Noel) heyecanına kapılanlara da hayır demeyen bir “global şifahane”ye geçiş!..
140 servis yatağı, 25 genel yoğun bakım, 4 koroner doğum bakım, 80 KVC yoğun bakım, 38 yeni doğan yoğun bakım ünitesi olmak üzere 215 yatak kapasiteli bir hastane, hayır, (pardon) “hospital” var artık!
Anadolu’nun Kürt coğrafyasından ülkeye ve tüm dünyaya zenginleşerek açılmış Menzil Cemaati, “Emsey Hospital” örneğine bakıldığında “yerel” ile “küresel”in Nakşilik kavşağında da nasıl buluştuğunun çarpıcı bir örneği.
Şeyh Nazım Kıbrısi’yi Nakşibendiliğin küreselleşmesinin, Cübbeli Ahmet Hoca’yı da magazinelleşmesinin örneği olarak tanımlamıştık.
Menzil’i de Nakşibendiliğin “küyerelleşme”sinin, yani yerelgeleneksel bir kültürel kurum ve pratiğin, küresel ekonomik işleyişle buluşması, sarmaşması, hemhal olmasının nadide bir nişanesi olarak kaydedelim.
‘Seyda’ sonrası kopuş
Bugün artık bir yerel-bölgesel Nakşibendi cemaati olmaktan çıkarak küresel iddialara ulaşmış Menzil’in kurucu şeyhi Muhammed Raşid Erol, nam-ı diğer “Seyda”nın 1993’te ölümünden sonra cemaat bünyesinde bir bölünme denmese de küçük çaplı bir kırılma yaşadığını da kaydetmek gerekir. Bu, aile düzeyinde bir “kırılma”. Bir “amca-yeğen kırılması”.
“Seyda”nın kardeşi ve şu anda geniş bir kabule mazhar olmuş Şeyh Abdülbaki Erol’la, “Seyda”nın oğlu Fevzeddin Erol arasında bir kopuş söz konusu olmuş. “Oğul” Erol, daha önce, babasının ölümünü müteakip amcasına intisap etmiş, ama sonra ayrılmış.
Tarikatın yukarıda zikredilen ve önde gelen zengin mensupları tarafından işletilen kuruluşları, Emsey Hospital, Semerkand TV, Mostar Dergisi ve diğer kaynaklar Şeyh Abdülbaki Erol koluyla irtibatlı. O yüzden bu kola “Semerkand Grubu” da denmekte.
“Seyda”nın oğlu tarafından oluşturulmuş diğer kol ise Eskişehir-Ankara hattında konumlanmış durumda. Ama yukarıda kaydedilen ana kola nazaran çok zayıf ve fazla taraftarı yok. Zaten oğul Erol’un önce amcasına bağlanıp sonra ayrılması da onun inandırıcılığı konusunda hayli sorunlu bir durum ortaya çıkarmış.
Menzil’e ilişkin “siyasi” mahiyetli de bir önemli nokta var. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden köken alan ve şeyhin aynı zamanda Seyitlik pozisyonu üzerinden “Ehl-i Beyt”le irtibatlanan, öte yandan Sünni-Şafii dinamiğe sahip oluşum, bu “zengin” hususiyetlerinden dolayı “resmi” ilgiye de mazhar olmuş! Bir yandan “Ehl-i Beyt” motifiyle İran (Şia) etkisine karşı kitlesel bir duvar örme, öte yandan Kürt Şafiiliğine seslenen boyutuyla PKK dalgası karşısında bir dalgakıran oluşturma yolunda “siyaseten” değerlendirildiğine ilişkin iddialar dillendirilmekte.
Adıyaman Menzil’le bağlantısı olan AKP içinde etkili, ilk elde zikredilebilen isimler arasında, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve eski Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın adları geçiyor.
‘İskenderpaşa’nın halleri
İskenderpaşa Nakşi Cemaati’nin Şeyh Mehmed Zahid Kotku’nun ölümünden sonra popülerliğini yitirdiğine yazı dizimizin daha önceki bölümlerinde de değinildi. Bununla birlikte görüştüğümüz kaynaklar, eğer bugün AKP içinde en fazla temsilcisi olan tarikat çevresi hangisi denecek olsa, bu yine de İskenderpaşa’dır şeklinde görüş belirtmekteler. Bu, onun şehirli-orta sınıf bir tabanı olmasıyla, böylesi bir sosyo-ekonomik ve kültürel dinamikle açıklanmakta. Söylenenleri aktaralım:
“Şu anda AKP’de milletvekilleri arasında en çok yine de İskenderpaşa Cemaati’ne bağlı (Esad Coşan Hoca’ya müntesip) olan çıkar. En az 50 kişi ben İskerderpaşa’lıyım der. Mesela Numan Kurtulmuş, Ahmet Davutoğlu, Binali Yıldırım, Ömer Dinçer. Bunların hepsi İskenderpaşa yörüngesindendir.
“Bugün İskenderpaşa ikiye bölünmüş denilebilir. Bir yanda Esad Hoca’nın oğlu Nureddin Çoşan var. Diğer yanda da Prof. Dr. Cevat Akşit Hoca. O, Esad Hoca’yı baştan kabul etmeyip ayrılmıştı. Erbakan’ın yanında yer aldı.”
“Dolayısıyla İskenderpaşa hâlihazırda ikiye bölünmüş durumda yoluna devam ediyor, kendine gelmeye, toparlanmaya çalışıyor. Birinci kol, Nureddin Coşan ve onun Hakyol Vakfı etrafında tecessüm etmekte. Diğeri de Cevat Akşit Hoca ve Gaye Vakfı bünyesinde.”
“Aslında İskenderpaşa’yı bitiren Korkut Özal’dır. Nureddin’i o getirdi. Bütün cemaat, bu çocuk daha dedi ve o yüzden itibarı olmadı. Ama işte dağılmadan sonra Cevat Akşit Hoca topladı biraz.
İskenderpaşa’nın durumuna ilişkin şöyle bir değerlendirmede de bulunuldu:
“Bu çevreye mensup bir taraftan Zahid Akman gibi iktidarın nimetlerinden yararlananlar var. Bir tarafta da AKP’ye bakıp, biz bunu murat etmiyorduk diyerek köşesine çekilenler var; fikrimiz iktidar olmasın diyenler yani… Bir de artık iktidar olduk, nasıl olsa Tayyip Bey bizim yerimize her şeyi yapıyor, o yüzden biz holdingleşelim ya da sıradan hayatımıza devam edelim diyenler.”