DOĞA, ÇEVRE, EKOLOJİ * Tehlikeli atıklar içeren İngiliz donanmasına ait gemi İzmir’de sökülecek * Son 15 yılda Aliağa’da iki binden fazla gemi söküldü

İngiltere Kraliyet Donanması’na ait tehlikeli atıklar içeren gemi HMS Bristol sökülmek üzere İzmir Aliağa’ya doğru yola çıktı. HMS Bristol, İngiltere’den Türkiye’ye gönderilen 26. donanma gemisi.


Tehlikeli atıklar içeren İngiliz
donanmasına ait gemi İzmir’de sökülecek

SOL Haber Merkezi – 27.06.2025


İngiltere Kraliyet Donanması’na ait HMS Bristol, 11 Haziran’da Portsmouth limanından Türkiye’ye doğru yola çıktı. Gemi, İzmir’in Aliağa ilçesindeki Gemi Söküm Tesisleri’nde, en yüksek teklifi veren şirket tarafından parçalarına ayrılacak.

HMS Bristol, son yıllarda İngiltere’den Türkiye’ye gönderilen donanma gemilerinden sadece biri. İngiltere Savunma Bakanlığı raporlarına göre ülke, 2009-2024 arasında emekliye ayrılan 31 donanma gemisinin 25’ini Aliağa’daki söküm tesislerine gönderdi.

İngiltere Savunma Bakanlığı Sözcüsü de, BBC Türkçe’ye yaptığı açıklamada donanma gemilerinin sökümünde “maddi açıdan en avantajlı anlaşmayı” yaparken bir yandan da “ihtiyaç fazlası ekipmanın sorumlu bir şekilde ele alındığından emin olmayı hedeflediklerini” söyledi.

Sözcü, tüm sözleşmelerinin “etik davranış, modern kölelik, çocuk işçiliği ve asgari işçi yaşı ile ilgili taahhütleri güvence altına almak üzere hazırlandığını” öne sürdü.

hms

İngiliz Donanması’na ait HMS Bristol adlı gemi, 30 Haziran 1969 tarihinde suya indi ve Falkland Savaşı’nda amiral gemisi olarak kullanıldı. 155 metre boyundaki HMS Bristol, 2020 yılında hizmet dışı bırakıldı.

Ancak Türkiye’de gemi söküm sektöründe kullanılan yöntemler hem çevreye hem halk sağlığına hem de çalışan işçilere büyük zarar veriyor. Bu nedenle de çevre örgütleri başta olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının tepkisini çekiyor.

Ülkelerin emekliye ayrılan donanma gemileri sıklıkla Aliağa’ya geliyor.  Daha önce de İtalyan donanmasına ait 3 denizaltı, 2 devriye gemisi ve 2 fırkateyn sökülmek üzere Aliağa’ya demirlemişti. Asbest ve tehlikeli madde barındıran deniz araçlarının envanter raporlarının kamuoyuyla paylaşılmaması tepki çekmişti.

ge

İtalyan donanmasına ait denizaltı ve fırkateynler.
Gemi sökümü ‘en tehlikeli işlerden biri’ olarak tanımlanıyor

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) de gemi sökümünü yaralanmalar ve kullanılan zehirli maddelere bağlı meslek hastalıkları nedeniyle “en tehlikeli işlerden biri” olarak tanımlıyor.

İzmir’deki Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü’nden Prof. Gökdeniz Neşer, söküm aşamasına gelmiş gemilerde “asbest çeşitleri, ağır metaller, ozon tabakasına zarar veren gazlar, radyoaktif maddeler, petrol ve türevlerinin atıkları gibi zararlı maddeler” bulunabileceğini belirtiyor.

Aliağa’daki tesislerde gemiler, önce denizde kesiliyor. Malzeme hafifledikçe karaya, ideal olarak beton zeminlere çekiliyor. Gemi sökümünün doğrudan denizde ve karada yapılması gemilerdeki kirliliğin çevreye karışması tehlikesini doğuruyor, sıvı atıklarda sızıntı yaşanma ihtimali de ortaya çıkıyor.

Bu yöntem AB’de kullanılmıyor. Bu nedenle dünyada en çok gemi sökümü Bangladeş, Çin, Hindistan, Pakistan ve Türkiye’de yapılıyor.

Gemi sökümünde Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’in ardından dördüncü sırada bulunan Aliağa’daki tersane ilkel söküm yöntemleriyle çevreye verdiği zarar, kapasite yetersizliği ve ağır çalışma koşullarıyla biliniyor.

gemi

Kaynak: Gemi Söküm Platformu

Son 15 yılda Aliağa’da iki binden fazla gemi söküldü
Aliağa’da her yıl ortalama 150 gemi sökülüyor. Yani yılda ortalama 900 bin gross ton metal ve diğer malzemeler parçalanıyor, bazıları geri dönüştürülüyor, atık maddeler depolanıyor. Bugün gemi geri dönüşüm alanında 22 tesis var. Gemi Söküm Platformu, Aliağa’da son 15 yılda iki binden fazla geminin söküldüğünü söylüyor.

Posted in DENİZ VE DENİZCİLİK, DOĞA - ÇEVRE, Doga - Cevre - Ekoloji - Tarim | Leave a comment

MEDYA/ SANSÜR * Gazetecilik Susarsa, Bilim de Susar

Gazetecilik Susarsa, Bilim de Susar

Yetkin Report.com: Utku Perktaş / 01 Temmuz 2025, Salı


Fatih Altaylı’nın da tutuklanması Türkiye’de artık neyin suç sayıldığına dair bulanıklaşan çizgileri ve ifade özgürlüğünün nasıl daraldığını gösteriyor. Gazeteci susarsa bilim de susar.

Bilimsel bilgi kamuya nasıl ulaşır? Yalnızca akademik dergilerle değil; onu sadeleştiren, çoğul seslere alan tanıyan, bilime samimiyetle yaklaşan medya organlarıyla. Bir bilim insanı olarak halkla buluşmamı sağlayan bu alanlar, yalnızca içerik değil; aynı zamanda anlam, merak ve güven üretir. Bugün bu yazıyı yazıyor oluşum da böylesi bir alanın bana açılmış olması sayesinde. Tıpkı bir zamanlar televizyonda tanık olduğum gibi: Bilime alan tanıyan gazetecilik, bilginin demokratikleşmesidir.

Pazar akşamları televizyon karşısında bilim konuşulan ender anlardan biriydi. Türkiye’de ana akım medyada bilim insanlarının söz hakkı bulabildiği, bilimsel düşüncenin kamuya açık bir biçimde ifade edilebildiği nadir programlardandı Teke Tek Bilim. Ve bu programın yürütücüsü Fatih Altaylı, bilimi anlamaya çalışan, sorular soran, cevaba alan açan bir gazeteciydi.

Bir akademisyen olarak, ben de bu programa iki kez konuk oldum. Her iki programda da hissettiğim şey, ekranın diğer ucundaki insanların bilimle temas kurmasını mümkün kılacak samimi bir çabaydı. Popülerlik için değil; anlamak, aktarmak ve kamuya bir şey kazandırmak için yapılan bir işti bu.


Özgürlüklerin Daralan Alanı
Bu yazıyı kaleme aldığım tarihte Fatih Altaylı tutukluydu. Anlayabildiğim ölçüde ve birçok hukukçunun, gazetecinin yorumlarına göre, hakkında verilen tutukluluk kararı ölçüsüz ve orantısız. Yaptığı bir yorum sonrası yargılanıyor. Oysa bu durum, Türkiye’de artık neyin suç sayıldığına dair bulanıklaşan çizgileri ve ifade özgürlüğünün nasıl daraldığını da gösteriyor. Bunun en önemli göstergesi ise, yakın geçmişte birçok değerli gazetecinin benzer süreçlere maruz kalmış olması.

Ama benim dikkat çekmek istediğim şey hukuki boyut değil; özgürlükler meselesi. Bilim insanı olarak, akademide özgürlüklere kafa yoran biri olarak biliyorum ki, özgür toplumlar sadece özgür üniversitelerle değil, çeşitliliğin hüküm sürdüğü özgür bir basınla da mümkündür.

Çünkü her ikisinin de özünde benzer bir etik sorumluluk yatar: Gerçeği aramak, farklı görüşlere alan tanımak, kamuoyunu bilgilendirmek, eleştiriye açık olmak. Eğer bu iki alan da baskı altındaysa, toplumun bilgiye ulaşma kanalları daraltılmış demektir. Ve bu sadece bireysel hakların değil, toplumsal sağduyunun da aşınması anlamına gelir.


Baskının Küresel Eğilimleri, Yerel Yansımaları

Amerika’da Notre Dame Üniversitesi’nin Keough Küresel İlişkiler Okulu’nda yapılan bir konuşmada dile getirilen şu cümle bu yüzden önemlidir: Özgür bir halk, özgür bir basına ihtiyaç duyar.

Dünyanın farklı coğrafyalarında, demokratik gerilemenin ilk işareti genellikle gazetecilere yönelik baskılarla başlıyor. Macaristan, Hindistan, Rusya gibi örnekler bunun kanıtı. Türkiye’de de benzer bir örüntü oluşuyor: Önce gazeteciler susturuluyor, bir yandan akademi değersizleştiriliyor, ardından sivil toplum yapıları işlevsizleştiriliyor.

Açık Radyo’nun Kapanışı: Sesler Susturuluyor

Aslında Açık Radyo bu durumun ilk örneklerinden biri oldu. Türkiye’nin en köklü bağımsız yayın organlarından biri olan bu radyo, 30 yıla yaklaşan yayın hayatına RTÜK’ün lisans iptali kararıyla veda etti. Yaklaşık üç yıl boyunca Antroposen Sohbetler adlı programımı burada hazırladım. Bu deneyim, bana yalnızca bilgi paylaşımının değil; özgür bir yayıncılığın değerinin, farklılıklara kulak vermenin ne denli ufuk açıcı olduğunun da dersini verdi. Radyo, yalnızca bir mecra değil; düşünsel çeşitliliği savunan, kamusal bilinci besleyen bir yaşam alanıydı. Bu nedenle susturulması, sadece bir frekansın kapanması değil; aynı zamanda özgürlük koridorunun biraz daha daralması demekti. Hukuki süreci bildiğim kadarıyla hâlâ devam ediyor. Ancak Açık Radyo, bugün Apaçık Radyo adıyla internet üzerinden yayınlarını sürdürüyor. Antroposen Sohbetler de bu yolda yürümeye devam ediyor.

Dijital Direniş ve Bağımsız Gazetecilik

Bu bağlamda, Fatih Altaylı’nın YouTube kanalında sürdürdüğü bağımsız gazetecilik, Türkiye’deki birçok benzer örnekle birlikte, ana akım medyada yaşanan tıkanmaya karşı kurulmuş kişisel bir direnç hattıydı. Bu mecralar arasında, dijital alanda uzun süredir ilkeli ve deneyimli bir yayıncılık yürüten, çeşitliliği gözeten ve farklı seslere alan açan platformlardan biri de Yetkin Report. Bu sayede, kamusal tartışmaya bilimin katkısı sürdürülebiliyor.

Ancak biliyoruz ki, yalnızca bu isimler değil; YouTube başta olmak üzere dijital mecralarda kurulan çok sayıda bağımsız haber ağı, eleştirel bilgi üretimini sürdürüyor. Bugün bu platformlar üzerinden milyonlara ulaşan gazeteciler, yalnızca bireysel görüşleri değil; kamusal ilgiyi, merakı ve düşünsel çeşitliliği de görünür kılıyor.

Yeni Kamusal Alan: Ekranın Diğer Ucu

Kümülatif olarak on milyonlarca izlenmeye ulaşan bu kanallar, dijitalde şekillenen yeni bir medya düzenini temsil ediyor. Artık yalnızca içerik üreticileri değil, izleyiciler de kamusal alanın aktif bileşenleri. Bu nedenle bir gazetecinin susturulması, yalnızca bireysel bir sesi değil; milyonların bilgiye erişim hakkını ve çoğulcu düşünceye katkısını da sekteye uğratır.

Üstelik dijital mecralarda sürdürülen bağımsız gazetecilik, yalnızca içerik üretmek değil; eleştirel düşünceyi canlı tutmak, doğruyla yanlışı birlikte tartışmaya açmak demektir. Bu emek, devlete ya da büyük sermayeye bağlı olmadan soru sormanın değerini hatırlatır; aynı zamanda araştırmacı gazeteciliğin bu ülkedeki köklü belleğine yaslanır ve unutulmaması gerekenleri diri tutar.

Bir Kişi Değil, Hafıza Susturuluyor

Gazetecilerin yaşadığı sıkıntılar anlamında yakın geçmişte de benzer örnekler yaşandı. Sosyal medyada etkin birçok gazeteci soruşturmalarla, gözaltılarla, davalarla karşı karşıya kaldı. Fatih Altaylı ise şimdi bu zincirin yeni halkası. Onun tutuklanması kamuoyunda güçlü bir tepki yarattı. Zaten uzun süredir biriken rahatsızlık, diğer gazetecilere yönelik benzer baskılarla büyüyordu. Altaylı’ya yönelik bu son adım, vicdani itirazın artık taşma noktasına geldiğini gösteriyor.

Ama değişmeyen şey şu: Susturulmak istenen yalnızca bir kişi değil; düşünsel çeşitliliğin kendisi.

Gazetecilik ve Bilim: Sessizliği Reddetmek

Bir bilim insanı olarak bu sessizliğe kayıtsız kalamam. Geçmişte Fatih Altaylı’nın televizyon programına konuk olmuş biri olarak, bugün yaşananlara dair tanıklığımı kamuoyuyla paylaşmak benim için hem etik bir sorumluluk hem de mesleki bir borçtur. Çünkü bilgiye erişim hakkı yalnızca gazetecilerin değil; biz bilim insanlarının da varlık nedenidir. Altaylı’nın programı, bu hakkın hayata geçtiği alanlardan biriydi. Ancak bugün yaşananlar, bu tür programlarda tanık olduğumuz özgürlük alanlarının ne denli kıymetli olduğunu ve bu alanların ne kadar kolay daraltılabildiğini bir kez daha hatırlatıyor.

Gerçeğin Ortak Yükü

Ben bir gazeteci değilim. Gazeteciliğin teknik ayrıntılarını bilmem, mesleğin çetin gündelik pratiklerine hâkim değilim. Ama bir bilim insanı ve bilim anlatıcısı olarak, hakikate ulaşma ve gerçeği paylaşma çabamızın ortak olduğuna inanıyorum. Bilimin de gazeteciliğin de dayandığı temel değer, gerçekleri görünür kılmaktır. İşte bu nedenle, özgür ve bağımsız basına yönelik her baskı, yalnızca gazeteciliğe değil, aynı zamanda bilimsel düşünceye, ifade özgürlüğüne ve kamuya duyulan sorumluluğa da yönelmiş bir karartma girişimi olarak okunmalı.

Bilim insanlarının kamuoyuyla doğrudan iletişim kurma hakkı da yalnızca akademik özgürlüğün değil; demokratik şeffaflığın da bir parçasıdır. Bilimsel verilerin politik yorumlarla manipüle edilmesi, halkın doğru bilgiye erişimini tehdit eder. Gazetecilikle bilim arasında kurulan etik köprü, bu nedenle yalnızca doğruyu aktarmakla değil; bilgiye yönelen müdahalelere karşı ortak bir direnç göstermeyle de ilgilidir.

Bağımsızlığın Bedeli

Üstelik bu baskı yalnızca tek bir kişiyi hedef almıyor. Benzer biçimde çalışan pek çok bağımsız gazeteci, işlerini çoğu zaman maddi kaygılar, belirsizlikler ve artan bir tedirginlik içinde sürdürmeye çalışıyor gibi görünüyor. Bunun adı açık bir yasak ya da sansür olmasa da, bu tablo, giderek yaygınlaşan bir yıldırma biçimini düşündürüyor. Açıkça ifade edilmeyen ama giderek yaygınlaşan bir baskı iklimi, birçok gazetecinin mesleğinden uzaklaşmasına neden olabilecek bir atmosfer. Bu nedenle Fatih Altaylı ve diğer gazetecilerin yaşadığı durum, yalnızca bireysel mağduriyetler değil; daha geniş bir baskı atmosferinin işareti olarak da okunabilir.

Medya Özgürlüğü Tehdit Altında

Bugün yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın pek çok yerinde özgür basının sesi kısılmak isteniyor. The Guardian Foundation’ın Dünya Basın Özgürlüğü Günü öncesi yayımladığı analiz de bu küresel baskı ortamına dikkat çekiyor ve basının geleceği için üç temel unsuru öne çıkarıyor: finansal bağımsızlık, çoğulcu temsil ve haber okuryazarlığı. Habere erişim ile demokrasi arasındaki doğrudan ilişkiyi vurgulayan bu çerçeve, aynı zamanda bilgiye duyulan güvenin azalmasıyla birlikte medya kuruluşlarının sürdürülebilirliğinin tehlikeye girdiğini ortaya koyuyor. Benzer şekilde The New York Times’ta yayımlanan bir analizde, Trump yönetiminin gazetecilere yönelik tutumu, Putin’in Rusya’sında yaşananlarla kıyaslanıyor ve “basit bir dışlama” ile başlayan sürecin, zamanla tüm demokratik refleksleri zayıflattığı vurgulanıyor. Bu tür küresel uyarılar, Türkiye’de yaşananların yalnızca yerel değil; daha büyük bir otoriterleşme dalgasının parçası olduğunu gösteriyor.

Özgürlüğün Yanındaki Etik Arayış

Öte yandan, gazeteciliğin yalnızca özgürlük değil, aynı zamanda bağımsızlık gerektiren bir etik arayış olduğunu da unutmamak gerekir. The New York Times yayıncısı A. G. Sulzberger’in Columbia Journalism Review’de yayımlanan yazısında vurguladığı gibi, bağımsız gazetecilik “gerçekleri olduğu gibi yansıtmak”la yükümlüdür; ne olduğuna inandığımızı değil, gerçekten ne olduğunu aktarmayı hedefler. Bu duruş, bazen kahraman ilan edilenleri sorgulamayı, bazen de kötü gösterilenleri aklamayı gerektirebilir. Sulzberger’in ifadesiyle, bu yaklaşım artık neredeyse radikal bir çaba olarak görülmektedir; ama tıpkı bilimde olduğu gibi, bu çaba vazgeçilmezdir.

Çünkü biz bunları hatırlatmazsak, mesele yalnızca bir gazeteciye yönelik bir karartma girişimiyle sınırlı kalmaz; onunla birlikte eleştirel düşünceyi, bilimsel aklı ve demokratik refleksi de yitiririz. Bu nedenle, bir toplumda fikirlerin, seslerin ve bakış açılarının bir arada var olabilmesi —yani düşünsel çeşitlilik— yaşamsal önemdedir. Ve bu, yalnızca bireyler arası ilişkilerde değil; gazetecilikte, akademide, sanatta ve siyasette de geçerlidir. Birlikte yaşamanın temeli, farklılıklara yer açan, onları koruyan ve bu farklarla gelişebilen bir toplumsal düzen kurabilmektir. Bu ilke, sadece özgürlükle değil; onu besleyen çoğullukla anlam kazanır. Tıpkı doğadaki gibi, toplumsal yaşamda da çeşitlilik yalnızca bir zenginlik değil, yaşamsal bir etik koşuldur.

Ortak Tanıklık, Sessiz Bir Eşlik

Bu yazı, bir bilim insanının tanıklığıyla, susturulan ya da susturulmak istenen seslere dair içimde birikenleri paylaşma ihtiyacından doğdu. Belki de bu, yalnız kalmaması gereken seslere uzaktan da olsa dikkatle kulak verme biçimi. Ve sessizleştirilmeye karşı, dayanışmanın söze dökülmüş bir ifadesi.


Not:
Bu yazıda bahsi geçen kavramsal çerçeveler, A.G. Sulzberger’in Columbia Journalism Review’de yayımlanan “Journalism’s Essential Value” https://www.cjr.org/special_report/ag-sulzberger-new-york-times-journalisms-essential-value-objectivity-independence.php (2023) başlıklı yazısıyla ve The New York Times Learning Network’te yer alan ilgili analizlerle örtüşmektedir. Bu kaynaklar, özgür ve bağımsız basının demokratik toplumlar için taşıdığı hayati öneme dikkat çekerken; burada sunulan değerlendirme Türkiye bağlamında bir bilim insanının tanıklığına dayanmaktadır.

Posted in CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK, FAŞİZM, MEDYA | Leave a comment

DEVLET İLE MAFYAYI AYIRAN TEK İNCE ÇİZGİ HUKUKTUR

Posted in HUKUK-YARGI-ADALET, VİDEOLAR, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

1 TEMMUZ DENİZCİLİK VE KABOTAJ BAYRAMI KUTLU OLSUN * (İmtiyazatı ecnebiye) KAPİTÜLASYONLAR LOZAN VE KABOTAJ HAKKI

Naci Kaptan / 01 Temmuz 2022 / Güncellendi 01 Temmuz 2024 / 01 Temmuz 2025


Teknoloji ve bilimden kısacası akıl yolundan uzaklaşarak, nakil yolunda ısrar eden Osmanlı İmparatorluğu, yok olma aşamasına geldiği Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda geri kalmış, ticaretini yabancılara teslim etmiş, çiftçi bir devlet idi. Denizden istilaya gelen çelik imparatorlukların ateş gücü karşısında, denizde, yani ileri savunmanın başlaması gereken yerde direnecek güce sahip değildi. Buna rağmen, daha erken yıkılmasını geciktiren tek neden eşsiz coğrafyasıydı.

Sanayide ve donanmalarda kömürden petrole geçiş ve büyüyen ticari çıkarlar ile birlikte yeni kaderi 20. yüzyıl başında çizildi. Parçalanacaktı. 1907 Reval, 1916 Sykes-Picot, 1917 Balfour bu kaderin düğüm noktaları oldu. 1920’de Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın imzaladığı Sevr, onu sadece parçalamıyor açık denizlerden de koparıyordu. Karadeniz’de 500 km kıyı şeridine sıkıştırılmış, denizden Ermenistan ile komşu bir devletçik.

AKILDAN UZAKLAŞTIKÇA DENİZDEN UZAKLAŞILDI

Akıldan uzaklaşan Osmanlı denizden de uzaklaşmıştı. Donanması çağlar boyunca kapitülasyonlar, emperyalizm ya da iç cephedeki tutucu karacı aklın kurbanı oluyordu. Kıyıları, karasuları ile göl ve akarsularında yürüttüğü tüm denizcilik faaliyetlerini, yani kabotaj hakkını kendi tekelinde korumak istemiyor, sonraları korumak istese de gücü yetmiyordu. Onaltıncı yüzyılda yelkene 100 yıl geç geçilmişti.

600 yıllık devletin Donanmasına kumanda eden 216 Kapdan-ı Derya ve Bahriye Nazırı içinde ancak 20-30 kadarının muharip ve denizci olmasının bedeli Çeşme, Navarin ve Sinop baskınlarında ağır ödenmişti. Deniz gücü kurmanın olmazsa olmazı bilimden ve sanayiden uzaklaşan ve endüstriyel medeniyet ürünlerini üretemeyen Osmanlı çökmeye mahkûm olmuştu.

Demire karşı kanla mücadele etmek zorundaydı. Balkan harbi öncesinde Mısır, Kıbrıs ve Libya; sonrasında Adriyatik ve Ege tamamen kaybedilmiş, Anadolu yarımadası, Tuna ve Süveyş havzalarından tamamen koparılmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda istila donanması Çanakkale’ye hiçbir engel ile karşılaşmadan gelmiş, 25 Nisan 1915 sabahı Arıburnu’nda 19 Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, 57. alaya ölmeyi emretmek zorunda kalmıştı.(Cem GÜRDENİZ / 01 Temmuz 2020 Çarşamba)

BÖLÜM I

KABOTAJ HAKKI yabancılara verilmiş olan Kapitülasyonların deniz taşımacılığındaki tekellerinin kırılması ve denizlerimizdeki milli ticari haklarımızın LOZAN sonucu geri alınmasıdır. KABOTAJ bayramı LOZAN ZAFERİNİN sonucudur ve Türkiye’ye denizlerdeki ekonomik haklarının geri alınmasının tescilidir.

Lozan bizlere sadece kara sınırlarımızda ve Devlet hukukumuzda kazanç sağlamamış Türkiye’ye denizlerindeki egemenlik hakkını da geri kazandırmıştır. Bu nedenle KABOTAJ konusunu irdelerken Osmanlı dönemindeki KAPİTÜLASYONLARI da tekrar hatırlamakta yarar vardır.

Geçmişte kaptanlığını yapmış olduğum M/V Nuri Sonay

KABOTAJ HAKKI

Türk karasularında, akarsu ve göllerinde gemi bulundurma, onlara gidiş geliş ve taşıma yapma hakkına kabotaj hakkı denir . Bir devletin sahip olduğu limanları arasındaki deniz taşımacılığı ve deniz ticareti konusunda tanıdığı ayrıcalıktır. Bir devletin kendi limanları arasında yapılan ticari denizciliğe kabotaj denir .Kabotajla verilen ayrıcalığın yurttaşlarla sınırlı tutulmasının ulusal ekonomiye sağladığı katkıdan dolayı, devletler genellikle yabancı bandıralı gemilere kabotaj yasağı koyma yoluna gitmişlerdir .Bazı uluslararası sözleşmelerde de kabotaj yasağı koyma yetkisini kabul eden hükümler yer almaktadır.

Kabotaj Kavramı
Kabotaj: Bir devletin, kıyılarındaki limanlar arasında yapılan deniz taşımacılığı hakkının yalnız kendi bayrağını taşıyan gemilere tanınması hakkıdır. Başka bir deyişle Kabotaj: Bir devletin gölleri, nehirleri, karasuları içine kalan denizleri Ülkemizde cumhuriyetten önce ticaretin çoğunluğu gayrimüslimlerin elinde olmasından sebep onlar tarafından yönetiliyordu. Ticari amaçlarla deniz yoluyla ülkemize gelen Avrupa devletleri ülkemizde denizcilik alanındaki limancılık, yükleme, boşaltma, yakıt su kumanya ikmali, romörkör, onarım gibi hizmet ve faaliyetlerimizi yetersiz buluyorlardı. Denizcilik konusunda yetişmiş yeteri miktarda uzman ve zanaatkarımız bulunmuyordu.

Kabotajla verilen ayrıcalığın yurttaşlarla sınırlı tutulmasının ulusal ekonomiye sağladığı katkıdan dolayı,devletler genellikle yabancı bandıralı gemilere kabotaj yasağı koyma yoluna gitmişlerdir .Bazı uluslararası sözleşmelerde de kabotaj yasağı koyma yetkisini kabul eden hükümler yer almaktadır

Osmanlı döneminde kapitülasyonlar çerçevesinde yabancı bandıralı gemilere verilen kabotaj ayrıcalığı Lozan Antlaşmasıyla kaldırıldı.20 Nisan 1926 tarihli ve 815 sayılı Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye ve Limanlarla Karasuları Dahilinde İcrayı Sanat ve Ticaret Hakkında Kanun’la kabotaj hakkı Türk yurttaşlarına bırakılmıştır .Buna göre bütün karasularında ve karasuları içinde kalan körfez, koy ,liman ve benzeri yerlerde, ayrıca akarsu ve göllerde makine, yelken ve kürekle hareket eden taşıtların, duran ve yüzen araçları bulundurma ve bunlarla mal ve yolcu taşıma hakkı Türk yurttaşlarının tekelindedir .Dalgıçlık, kılavuzluk, kaptanlık, çarkçılık, tayfalık ve benzer meslekler yalnız Türk yurttaşlarınca yerine getirilebilir .Karasularında her türlü deniz ürününün elde edilmesi, kum ve çakıl çıkarılması, kurtarma ve yardım çalışmalarının yürütülmesi de kabotaj hakkı kapsamındadır .


BÖLÜM II

HUKUKİ AÇIDAN KAPİTÜLASYONLAR

Sözcük anlamı < bir yerin teslim edilmesi için yapılan antlaşma >olan Fransızca kapitülasyon terimi,daha sonraları bir devletin başka bir devletin uyruklarına tanıdığı yargı bağışıklığını ifade etmeye başlamış ve zamanla başka bazı ayrıcalıkları da kapsayan bir anlam kazanmıştır Osmanlı kitaplarında kapitülasyonun karşılığı olarak .< uhudu atika> ve <imtiyazatı ecnebiye> terimleri de kullanılmaktadır . Kapitülasyonların ortaya çıkışı İslam dininin katılığından dolayı yabancılarla ilgili farklı bir düzenleme getirme çabasına bağlayan görüş yanlıştır. Kapitülasyon İslam’ın Ortadoğu’da yayılmasından önce de vardı. Dahası aynı topluluklar arasında da bu uygulamaya rastlanıyordu.

KAPİTÜLASYONLARIN BAŞLANGICI :

İlk Osmanlı padişahları daha çok Batılı tüccarların Osmanlı topraklarında ticaret yapmasını kolaylaştırmaya dönük ekonomik ayrıcalıklar verme yoluna gittiler. Ragusa adlı İtalyan şehrine 1365’te sağlanan olanaklarla başlayan bu süreç, daha sonra Cenovalı ve Venedikli tüccarların benzer haklar elde etmesiyle sürdü. Fatih Sultan Mehmet 1453’te İstanbul’u feth edince ,Bizans’ın daha önce Avrupalı tüccarlara tanımış olduğu ayrıcalıklarını bazı küçük sınırlamalar koyarak korudu.

II.Bayezid döneminde Venedik ve Fransa’yla yapılan benzer sözleşmeler, İstanbul’da yabancı tüccarların etkinlik alanını genişletti. Mısır’ı alan Yavuz Sultan Selim’in daha önce Memluklar tarafından Venedik’e verilen ayrıcalıkları yenilemesiyle kapitülasyonların öteki Osmanlı topraklarına da yayılması yolu açıldı. Kapitülasyonların Osmanlı topraklarındaki yabancıların statüsünü de düzenleyen kapsamlı bir nitelik kazanması, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Fransa’yla yapılan sözleşmeyle başladı.

II.Selim döneminde Venedik’e karşı Fransa’nın desteğini kazanmak amacıyla 1569′ da yenilenen kapitülasyon sözleşmesinde, önceki hükümlere ek olarak bütün yabancı gemilerin Fransız bayrağı çekme koşuluyla Osmanlı karasularında dolaşmasına ve ticaret yapmasına izin verildi. Ayrıca Fransız tüccarlara koşulsuz ve süresiz vergi bağışıklığı tanındı.

Öte yandan Lehistan sorunu Osmanlı-Fransız ilişkilerinde bir gerginlik yarattı. Buna tepki olarak, III.Murat 1580’de bir fermanla İngiliz ticaret gemilerine ayrıcalıklar sağladı. Böylece kapitülasyonlar sorunu Doğu Akdeniz’de İngiltere’yle Fransa arasında gelişen yoğun ticari rekabetin bir parçası durumuna geldi.

Rekabetle öne geçmeye çalışan Fransa, 1597’de ve 1604’te eski kapitülasyonların yenilenmesine yönelik sözleşmeler imzalanmasını sağladı. Bu sözleşmelerde Fransız elçilerden gümrük resmi alınmaması, Fransa’ya Osmanlı topraklarında yaşayan Katolikleri koruma hakkının tanınması ve elçileri bulunmayan yabancı ülke uyruklarıyla Kudüs’e gidecek papazları Fransız elçi ve konsolosların koruması gibi yeni hükümlere yer verildi.

Gene Fransa’yla 1673’te imzalanan kapitülasyon sözleşmesi uyarınca, önce ayrıcalıklara Fransız tüccarların Osmanlı topraklarına mal getirmek için ödedikleri gümrük resminin % 5’ten % 3’e indirilmesine ilişkin bir hüküm de eklendi. Bu arada İngiltere 1604-1622 arasında imzalanan beş sözleşmeyle, Hollanda’da 1612-1668 arasında imzalanan üç sözleşme ile Osmanlı padişahlarının Fransa’ya tanıdığı ayrıcalıklara yakın haklar koparmayı başardı.

Osmanlı yönetimi 1739’da Avusturya ve Rusya’yla Belgrat Antlaşması’nın imzalanmasına arabuluculuk eden Fransa’ya öncekilerden çok daha kapsamlı kapitülasyonlar vermek zorunda kaldı. Bu amaçla I. Mahmut ve XV. Louis’nin 28 mayıs 1740’ta imzaladıkları sözleşmenin en önemli özelliği süreklilik koşulunu getirmiş olmasıydı. Böylece kapitülasyonlar daha önce olduğu gibi hükümdarların yaşam süresiyle sınırlı olmaktan çıkarak, doğrudan devletleri bağlayan bir nitelik kazandı. Kapitülasyonların gelişiminde bir dönüm noktası olan yeni sözleşmede kamu görevlilerinin Osmanlı topraklarındaki Fransız ikametgahlarına hiçbir nedenle giremeyeceği, Fransız uyruklarının Osmanlı maliyesine vergi ödemeyeceği ve gümrük resminin gelecekte arttırılamayacağı gibi ağır hükümler yer alıyordu.

KAPİTÜLASYONLARIN SONUÇLARI 

Osmanlı Devleti’nin egemenliğini sınırlayan ve zamanla Osmanlı ekonomisinin gelişmesini köstekleyen kapitülasyonların olumsuz sonuçlan XIX.yy’da daha belirgin hale geldi. Yerli sanayi dalları kapitülasyonların korunması altında ülkeye giren yabancı mallarla rekabet edemeyerek çökme noktasına kadar vardı. Eşit olmayan gümrük ve vergilendirme koşullan, yerli girişimcilerin büyük zarar görmesine yol açtı. Kabotaj hakkının yabancılara bırakılması nedeniyle, Türk gemiciler kendi karasularında gemi işletemeyecek duruma düştü. Osmanlı kıyılarında yürütülen balıkçılık ve süngercilik bile yabancıların tekeline girdi.

Kapitülasyonlara bağlı olarak Osmanlı topraklarındaki yabancı uyruklar insan hakları ve bireysel özgürlükler bakımından üstün ve ayrıcalıklı bir konum kazandılar. Bir Fransız pasaportu taşımak yabancılara her türlü kovuşturma ve her türlü hukuki yükümlülükten kurtulma olanağı sağlıyordu. Mülk edinme konusunda yabancıların çok geniş hakları vardı; bu haklar özel postane, okul, kilise ve hastane kurmalarına olanak veriyordu.

Dahası yabancılar ayrıcalılıklarından aldıkları güçle istedikleri Osmanlı uyruklularını, hatta devlet adamların koruma altına alabiliyorlardı. Bu durum siyasi ilişkilere de yansıyor ve devlet yönetiminin çeşitli kademelerinde müdahalelere yol açıyordu. Batılı ülkelerin elçileri çeşitli alanlara ilişkin politikalara yön verebilecek kadar büyük bir güç kazanıyordu.

Kapitülasyonların getirdiği ağır koşullardan rahatsızlık duyan Osmanlı yöneticileri XIX.yy’ın ikinci yansında ayrıcalıklara son verme çabasına girdiler. Sadrazam Ali Paşa 1856’da Paris Antlaşması’yla ilgili görüşmeler sırasında kapitülasyonların kaldırılmasını istedi, ama hiçbir sonuç alamadı. Öte yandan savaşlardan yararlanarak hasım devletlere tanınmış ayrıcalıkları uygulama yönündeki girişimler ,yenilgilerle karşılaşılan dayatmalar nedeniyle etkisiz kaldı.

Elde edilen tek başarı 1869 tarihinde Tabiiyeti Osmaniye Kanunnamesi’yle yerli halka yabancı korumasından yararlanma olanağı sağlayan yolun kapatılması oldu. I.Meşrutiyet döneminde iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti,1914’te Birinci Dünya Savaşı’na hazırlanırken, kapitülasyonları tek yanlı olarak kaldırdığını açıkladı. Bu karara aralarında Osmanlı Devleti’nin müttefiki Almanya’nın da bulunduğu Avrupa ülkeleri hemen tepki gösterdi. Savaşta uğranan yenilginin ardından 1920’de İmzalanan Sevr Antlaşması’nda kapitülasyonların yeniden yürürlüğe konmasına ilişkin bir maddeye de yer verildi. Ama ilgili devletler 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nın 23. maddesiyle kapitülasyonların bütünüyle kaldırılmasını kabul etti.

Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’nın ardından hem maddi hem de manevi anlamda büyük yıkıma uğradı. Mondros ateşkes anlaşmasının imzalanması ile boğazlar ve limanlar yabancı ülkelerin yönetiminin eline geçti. Savaştan sonra ülkenin yeniden ayağa kalkması gerekiyordu, bu sebeple Atatürk yeni ekonomi girişimlerinde bulunulması gerektiğinin farkına vardı. 4 Mart 1923 ‘de İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi toplandı. Bu kongrede yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ekonomisine güç sağlayabilecek çözümler konuşuldu. 20 Nisan 1926’da Kabotaj kanunu kabul edildi, 1 Temmuz 1926’da yürürlüğe girmesiyle Türk limanları özgürlüğüne kavuştu.


BÖLÜM III

KABOTAJ HAKKININ KABULU

Türk karasularında, akarsu ve göllerinde gemi bulundurma, onlara gidiş geliş ve taşıma yapma hakkına kabotaj hakkı denir .Osmanlı döneminde kapitülasyonlar çerçevesinde yabancı bandıralı gemilere verilen kabotaj ayrıcalığı Lozan Antlaşmasıyla kaldırıldı. 20 Nisan 1926 tarihli ve 815 sayılı Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye ve Limanlarla Karasuları Dahilinde İcrayı Sanat ve Ticaret Hakkında Kanun’la kabotaj hakkı Türk yurttaşlarına bırakılmıştır. Buna göre bütün karasularında ve karasuları içinde kalan körfez, koy, liman ve benzeri yerlerde, ayrıca akarsu ve göllerde makine, yelken ve kürekle hareket eden taşıtların, duran ve yüzen araçları bulundurma ve bunlarla mal ve yolcu taşıma hakkı Türk yurttaşlarının tekelindedir .Dalgıçlık, kılavuzluk, kaptanlık, çarkçılık, tayfalık ve benzer meslekler yalnız Türk yurttaşlarınca yerine getirilebilir .Karasularında her türlü deniz ürününün elde edilmesi, kum ve çakıl çıkarılması, kurtarma ve yardım çalışmalarının yürütülmesi de kabotaj hakkı kapsamındadır .

Ülkemizde her yıl 1 Temmuz, “Denizcilik ve Kabotaj Bayramı” olarak kutlanmaktadır. Bunun nedeni ise Osmanlı devletinin yabancı devletlere tanıdığı kabotaj imtiyazlarının 20 Nisan 1926’da kaldırılmasına karar verilmesi ve alınan bu kararın 1 Temmuz 1926’da yürürlüğe girmesidir.

Bir Temmuz ve Kabotaj
Bir Temmuz, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Baris Antlasmasinin 28. Maddesi geregince, kaldirilmasi gereken kapitülasyonlar 19/4/1926 tarihli ve 815 sayılı Kabotaj Kanununun, tam / gerçek adıyla ”Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye (Kabotaj) Ve Limanlarla Kara Suları Dahilinde İcrayı San’at Ve Ticaret Hakkında Kanun” un kabul edilmesinin ardından yürürlüge girisinin yıl dönümüdür. Yani karasularımızdaki yabancı ayrıcalıkların kaldırılıp Türk devleti hakimiyetiyle bu imtiyazın Türklere verilmesinin yasal zemine kavuştuğu tarihtir.

Kabotaj Kanununun bir hükmünde; “ Türkiye limanları ve sahilleri arasında yük ve yolcu taşınması ile kılavuzluk ve römorkaj hizmetleri, Türk vatandaşları ve Türk bayrağı taşıyan gemilerce yapılır.” Bu yasaya göre Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüm karasuları ve limanları arasındaki deniz ticareti, yolcu taşımacılığı, dalgıçlık, rehberlik, kaptanlık, tayfalık vs. hepsi yeni Türk Devletinin yönetiminin altına girdi. Bu yasa ile beraber Türkler kendi limanlarında, akarsularında, göllerde, Marmara Denizi ve boğazlarda tam bağımsızlığı kazanmış oldu. Yabancı devletlerin gemilerinin, sadece Türk ve yabancı devletlerin limanları arasında ticaret yapabileceği belirtildi. Böylelikle ekonomide ilk bağımsızlık elde edildi.

1 Temmuz 1926’da Kabotaj Kanunu çıkarılarak yürürlüğe giren ve “Kabotaj Kanunu” olarak da anılan bu kanun Türk denizciliği için gerçek bir dönüm noktası olmuş ve Türk kıyılarında deniz taşımacılığı, limanlar yükleme, gemi işletmesi ve taşımacılığı Türk vatandaşlarına ve Türk gemilerine verilmiştir.

Böylece, kabotaj hakkının Türkiye’ye geçişi, ilk kez 1 Temmuz 1935’te “Denizcilik Bayramı”, 1 Temmuz 1939’da ilk kez “Kabotaj ve Denizcilik Bayramı” olarak kutlandı. Bu tarih, Lozan’ın denizlere yansıtılması, bağımsızlığımızın ve egemenliğimizin denizlerdeki tescili, Cumhuriyet sonrası, denizciliğimizin gelişmesine yönelik ilk yasal dayanaktır.

Egemenlik olgusunu, sadece kara parçaları üzerinde veya bir devletin toprakları üzerinde algılamak en büyük yanılgıdır. Tarihten bu güne, özellikle suyolu taşımacılığının ülkeler arası yapılmaya başlanmasından bu yana karalarda olduğu gibi, egemenlik mücadelesi için büyük savaşlar denizde de olmuştur. Hatta hem dünya hem Türk tarihi, deniz savaşlarıyla doludur.

Egemenlik olgusunun sadece karasal değil yer yüzü üzerinde uluslar arası sözleşmelerle kabul edilen dünya sınırları kapsamında ele alınmasının bir sonucu olarak denize kıyısı olan ülkelerin kendi karasularında ticaret ve seyrüsefer yapabilme / yaptırabilme ayrıcalığına ya da hakkına kabotaj diyebiliriz.

1 Temmuz 1926 tarihinde yürürlüğe giren Kabotaj Kanunu Osmanlı Devletinin kapitülasyonlar kapsamında yabancı Ülke gemilerine tanıdığı ayrıcalıkları ortadan kaldırmış ve Karasularımızda deniz ticareti yapma ayrıcalığını Türk Vatandaşlarına vermiştir.


Değerli okur,

Cumhuriyeti kuran yüce insan ATATÜRK ve arkadaşları Türkiye’yi adım adım bağnazlıktan kopartarak aydınlanmaya taşırken, Osmanlı tarafından yabancılara tanınmış olan kapitülasyonlar bir bir geri alınıyor, fabrikalar, limanlar, demiryolları, tersaneler yapılıyor bu arada Osmanlı’nın yabancılara olan borçları ödeniyordu. 1.Dünya savaşında Mustafa Kemal ile savaşmış ve mağlup olmuş olan tüm ülkeler Kemal’in Türkiye’sine gıpta ve saygı ile bakıyorlardı.

Ve seneler geçti, devran döndü, iktidara irtica isteyen, şeriat yanlısı bir siyasi parti geldi. Cumhuriyet hükümetlerinin yapmış olduğu tüm ekonomik varlıklarını adeta bir mirasyedi gibi talan ettiler, yabancılara ve yandaşlarına değerlerinin çok altında sattılar. Türkiye büyük bir ihaneti yaşıyordu. 1 Temmuz 1926 tarihinde kabul edilmiş olan KABOTAJ HAKKININ temel ögesi olan kıyı limanlarımız da bu talandan nasiplerini aldı ve ne yazık ki limanlarımız da yabancılara devredildi. Böylece KABOTAJ BAYRAMI anlamını kaybetti.

Bu konuda bir haberi okumanıza sunuyorum;

Atatürk ve arkadaşlarının aldığı limanların hepsi satıldı | İşte limanların sahiplerinin listesi

1 Temmuz 2022 Cuma

Kabotaj ‘Bir ülkenin iskele veya limanları arasında gemi işletme işi’ manasına geliyor. İlk kez 1 Temmuz 1926 yılında ilan edilen Denizcilik ve Kabotaj Bayramı, gemi işletmeciliğini desteklemek ve kabotaj hakkının elde edilişini kutlamak için her yıl 1 Temmuz’da çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Kabotaj bayramını kutluyoruz ama hangi limanlar bizim? Hangileri satıldı?

Limanların özelleştirilmesi daha sonra yabancılaştırılması, ülkemiz açısından son derece sakıncalı çünkü limanlar savunma ve güvenlik gibi kamu ve ülke yararı yönünden vazgeçilmez ve devredilemez özelliklere sahip.

Ayrıca bu özelleştirmeler, mahkeme kararlarına çarparak hukuksal nitelikleri tartışmalı hale dönüşüyor. Tam bir “talan” mantığı ile ülke varlıkları yabancılara devrediliyor.

Türk Milletine göre limanların satılması demek, ülkemizin denetimsiz kalması, egemenlik hakkımızdan vazgeçilmesi, ülkenin ve vatanın satılması, limancılıkta özel sektör tekelinin kurulması anlamı taşıyor. Limanlarının egemenliğini yitirmiş bir ülke, ulusal egemenliğini de yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalması ve sömürgeleşmenin yolunun açılması demek.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) Ocak 2022’de kabul edilen “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”nin ilk maddesiyle de, Türkiye Denizcilik İşletmeleri Anonim Şirketi (TDİ) ile Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları İşletmesi Genel Müdürlüğü’ne (TCDD) ait olan ve işletme hakkı daha önce özelleştirilmiş bazı limanların işletme sürelerinin 49 yıla kadar uzatılmasına imkân tanımıştı.

Kabotaj bayramını kutluyoruz ama hangi limanlar bizim hangileri satıldı? İşte ayrıntılar…

İzmir Limanı: 1 milyar 275 milyon dolara, Hong Kong merkezli Hut chison Whampoa şirketine satıldı. Türkiye’nin en büyük konteynır ihracat limanı olan İzmir Alsancak Limanı’ ndan, yılda ortalama 30–35 milyon TL net gelir elde ediliyordu.

Kuşadası Limanı: 02.07.2003 tarihin de, 24 milyon 300 bin dolara, Siyonist Sami Ofer’e verildi.

Dikili Limanı: 20.11.2003 tarihinde, 4 mil yon 250 bin dolara, Dikili Liman ve Turizm İşletmeleri A.Ş.’ye satıldı.

Marmaris Limanı: 26.01. 2001 tarihinde, 14.900.000 dolara, Marmara liman İşletme A.Ş.’ye devredildi.

Antalya Limanı: 31. 08.1998 tarihinde, 29 milyon dolara, Ofer’in eline geçmişti.

AKP’nin daha önce geri çektiği ancak Meclis’e sunduğu “torba teklife” göre, Antalya Limanı’nı Aralık 2021 itibariyle 140 milyon dolar karşılığında devralan Katarlı QTerminals şirketi, değişen yükümlülüklerde 2047 yılına kadar limanı işletme hakkı elde etti.

Alanya Limanı: 28.11.2000 tarihinde, 1 mil yon 600 bin dolara, Alanya Liman İşletmesi Den Tur A.Ş.’ye satıldı.

İskenderun Limanı: 09.09. 2005 tarihinde PSA-Tekfen ortaklığına satıldı ancak satış sonradan iptal edildi. O günden bugüne limanda hiç bir yatırım yapılmadı, çürümeye terk edildi.

Mersin Limanı: 04.08.2005 tarihinde, Singapur PSA’ya satıldı. Limanın adı, ‘Mersin International Port’ olarak değiştirildi. Eylül 2005’de satış iptal edildi. 30.06.1997 tarihinde, 800 bin 944 dolara, Çakıroğlu A.Ş’ye devredildi.

Mersin Limanı’nın işletmesi 2007’de 36 yıllığına ve 755 milyon dolara Hamdi Akın’a ait Mersin İnternational Port (MIP) şirketine verildi.

Akbank eski Genel Müdürü Zafer Kurtul’ın da yönetiminde olduğu MIP şirketi, 10 yıl sonra limanın işletmesinin yüzde 40’ını, 869 milyon dolara Avustralyalı bir şirkete sattı.

Ordu Limanı: 30.06. 1997 tarihin de,1.607. 887 dolara, Çakıroğlu A.Ş’ye satıldı.

Giresun Limanı: 30.06.1997 tarihinde, 3.203.774 do ara, Çakıroğlu A.Ş’ye verildi. Rize Limanı: 06.08.1997 tarihinde, 5.606.605 dolara, Asım Çillioğlu O.G. G’ye satıldı.

Hopa Limanı: 17.06.1997 tarihinde, 4.004.718 dolara, Park denizcilik ve Hopa Liman İşletmesi A.Ş ’ye devredildi.

Trabzon Limanı: 20.11.2003 tarihinde, 20.160.000 dolarla ihaleye çıktı. 30 yıllık işletme hakkı, 2003 yılında Albayrak Grubu tarafından devralındı.

Samsun Limanı: 12.06.2006 tarihinde, 5 milyon dolarla ihaleye çıktı. Liman özelleştirme kapsamında 2010 yılında 125.200.000 dolar bedelle 36 yıllığına Ceynak Lojistik’e devredildi.

Bandırma Limanı: Çelebi Holding iştiraki Çelebi Bandırma Uluslararası Limanı İşletmeciliği A.Ş., TCDD Bandırma Limanı’nın 36 yıllık işletme hakkını Ankara’da imzalanan sözleşme ile devraldı.

Derince Limanı: 39 yıl işletme hakkı için 2014 yılı Ocak ayınca açılan ihaleyi Safi Holding kazandı.

Galataport Salıpazarı Kruvaziyer Limanı: 2013 yılında Salıpazarı Liman Sahası’nın (Galataport) 702 milyon dolar ile Doğuş Holding AŞ’nin.  

Tekirdağ Limanı: 2022 yılında Türkiye Denizcilik İşletmesi A.Ş’ye ait Tekirdağ Limanı’nın özelleştirilmesi ihalesini 347 milyon 100 bin lira teklif veren Ceynak’ın

Kuşadası Limanı: 2003 yılında Kuşadası Limanı’nı satın alan Yahudi İşadamı Sami Over’e sahibi olduğu Global Yatırım Holding’in liman iştiraki Global Ports Holding Antalya limanını işletme hakkını 140 milyon dolar karşılığında Katarlı QTerminals WLL’ye sattı.

Çeşme Limanı: 2022 yılında Çeşme Limanının işletme hakkı da 12.5 milyon dolar bedelle Ulusoy Ortak Girişim Grubu’na verildi.

Naci Kaptan


KAYNAKLAR 

https://nacikaptan.com/?p=79924 – Cem GÜRDENİZ / 01 Temmuz 2020 Çarşamba
https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/kabotaj-kanunu-1275
https://dergipark.org.tr/download/article-file/405838
http://www.akintarih.com/turktarihi/osmanli/kaputulasyon.html
https://www.yenicaggazetesi.com.tr/kabotaj-bayramini-kutluyoruz-ama–ataturk-ve-arkadaslarinin-aldigi-limanlarin-hepsi-satildi–iste-limanlarin-sahiplerinin-listesi–557727h.htm

Posted in ATATURK, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, DENİZ VE DENİZCİLİK, Ekonomi | Leave a comment

AFORİZMALAR

Posted in AFORİZMALAR | Leave a comment

POLİTİKA GÜNDEM * Kılıçdaroğlu: yargı CHP’nin başına geçirse de artık yönetmesi imkânsız

Kılıçdaroğlu: yargı CHP’nin başına
geçirse de artık yönetmesi imkânsız

Murat Yetkin / 28 Haziran 2025


30 Haziran’da ya da daha sonra, yargı CHP’nin başına dönmesi kararı verirse dahi Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi yönetmesinin imkânsız olduğu şimdiden görünüyor.

Kemal Kılıçdaroğlu, seçimle gelip 13 yıl genel başkanlığını yürüttüğü CHP’nin başına yargı kararıyla dönmekte bir sakınca görmüyor. CHP lideri Özgür Özel’in 4-5 Kasım 2023 Kurultayını Ekrem İmamoğlu destekçilerinin CHP delegelerini satın almak suretiyle kendisinden çaldığına inanıyor, bu yüzden de yargı kararıyla dönmeyi kendine hak görüyor. CHP Kurultay delegelerinin kendisine Mayıs 2023 seçimlerinde, kendisini aday göstererek aldığı yenilgi nedeniyle değil, para karşılığı oy vermediğine de tamamen inanmış görünüyor.

Bundan tereddüde düştüğü anda çevresindeki yeni dostları, öncelikleri CHP’nin başarısı değil, CHP’yi şu anda yöneten Özel ve ekibinin başarısızlığı olan yeni dostları kaya gibi karşısına dikilip “yola devam” diyorlar.

Kılıçdaroğlu’nun 13 yılda CHP’ye ve Türkiye’deki muhalif seçmene kazandırdıkları, partinin başına geçebilmek için ümidini bir zamanlar “Hak, hukuk, adalet” sloganıyla eleştirdiği yargı kararına bağlamasından bu yana hızla unutuluyor, yerini tepkiye bırakıyor.

Hangi yargı? Hak, hukuk, adalet?
Hatta hakaretlere maruz kalıyor. Gerçekten üzücü bir durum. Sosyal medyada açıkça “Seni istemiyoruz” kampanyaları açılıyor ve bu kampanyaların hepsi de trol hesabı değil; bilen biliyor.

Sevenleri ve destekçileri gözündeki bu itibar kaybı aslında 28 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybettiği gece istifa etmeyip, suçu TRT izleyen kırsal kesim seçmenine atmasıyla başlamıştı. Tabandan gelen zorlamayla da olsa CHP’yi Kurultay’a götürmesi yine de olumlu karşılandı. Zamanla Kurultay kararlarını tanımayıp, kendi başkanlığı döneminde oluşan Kurultay delegelerini küçük menfaatler karşılığında kendisini satmakla suçlamaya başlaması CHP tabanı ve seçmenini soğuturken, AK Parti ve MHP’lileri sevindirir oldu.

Bardağı taşıran damla ise, Partisinin Cumhurbaşkanı Adayı ilan ettiği İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu dahil toplam 11 CHP’li belediye başkanı, belediye bürokratları yargı hamleleriyle hapse atılmış durumdayken, onlara sahip çıkacağına partisini mahkûm ettirecek bir yargı kararına ümidini bağlaması oldu.

İmamoğlu’nun “Kılıçdaroğlu beni betona gömmek istiyor” sözleri CHP’nin bir fetret devrine sürükleniş sürecini gösteriyor. Hem de en güçlü görüldüğü bir sırada.

Mansur Yavaş ve eski genel başkanlar
Kılıçdaroğlu CHP’yi Deniz Baykal’ın yüzde 22-23 düzeyinden alıp, anca yüzde 25-26 düzeyine çıkarabilmişti. Yeni bir ittifaklar politikasıyla 2019 yerel seçimlerinde İYİ Parti lideri Meral Akşener’le işbirliği, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu, Ankara’da Mansur Yavaş’ın galibiyetini getirdi. 2023 seçimlerine Altılı Masa ile gidildi ama Kılıçdaroğlu’nun İmamoğlu ya da Yavaş yerine kendi adaylığını zorlaması Akşener’in kopmasına ve seçim yenilgisine mal oldu.

2023 Kurultayında seçilmesi ardından Özel, tavanda değil, tabanda ittifak yöntemini denedi ve başarılı oldu. CHP 2002 seçiminden bu yana ilk kez AK Parti’nin önüne geçti. Özel yönetiminde CHP yüzde 35 eşiği üzerinde, Türkiye’nin her köşesinde kitleleri hareketlendirebilen bir partiye dönüştü.

Yavaş’ın 27 Haziran açıklamasında bu kazanımların, bu fırsatın kaçırılmaması ve CHP’nin enerjisini iç kavgaya değil, Cumhur İttifakının devrilip yerine parlamenter sistemin getirilmesi mücadelesine verilmesi uyarısı haklı ve önemlidir. Yavaş, aksi halde siyaseti topluca bırakmaları gerektiğini söylemiştir.

Keza CHP’nin önceki genel başkanları, Hikmet Çetin, Altan Öymen ve Murat Karayalçın’ın Özel’e tam destek vermesi önemlidir. Kılıçdaroğlu’nu Özel ile uzlaşmaya zorlayan bu cephe, yargı kararıyla CHP’nin başına dönmenin CHP’yi yönetmek anlamına gelmeyeceğini de gösteriyor.

Nasıl olsa oy verirler kibri
CHP kitlesini bir arada tutanın Erdoğan karşıtlığı olduğu, ne kadar kızarlarsa kızsınlar Kılıçdaroğlu’na yine de oy verecekleri kanısına güvenmemek lazım. Zamanında Baykal buna güvendi ve Bülent Ecevit’in DSP’si iktidar ortağı olurken kendisi CHP’yi Meclis dışı bıraktı.

Kurultay iptali davasının duruşması 30 Haziran’da Ankara’da görülecek. Karar çıkması sürpriz olur, erteleme daha mümkün görünüyor. CHP’nin yıpratma sürecinin uzamasını bekleyenleri memnun eden bir karar olacak.

Özel il başkanlarını, milletvekillerini 30 Haziran’da Ankara’ya çağırdı. 1 Temmuz’da da İmamoğlu’nun tutuklanışının 100’üncü günü diye İstanbul’da, Saraçhane’de bir miting çağrısı yaptı.

Yargı 30 Haziran ya da sonrasında “butlan” kararı verise, Özel binlerce partiliyi direnişe çağırırsa Kılıçdaroğlu “yargı kararları uygulansın” diyerek polis zoruyla mı Genel Merkez’e girip 12’inci katındaki makam odasına dönmeyi kendisine yedirebilecek mi? Öyle bir dönüşle, CHP’yi nasıl yönetebileceğini, CHP’nin artık CHP olarak kalacağını mı düşünüyor?

Sayın Kılıçdaroğlu kusura bakmasın ama 30 Haziran’da ya da daha sonra, yargı ne karar verirse versin bu noktadan sonra CHP’yi CHP olarak yönetmesinin imkânsız olduğu şimdiden görünüyor.

Posted in Politika ve Gundem, SİYASİ PARTİLER, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

BUTLAN * Yılmaz Özdil

Bugün sizler için CHP’deki kurultay krizini, muhalefetin 2008 yılından bu yana nasıl dizayn edildiğini, Kemal Kılıçdaroğlu’nu ve Özgür Özel’i anlattım.

Posted in VİDEOLAR, Yılmaz Özdil | Leave a comment

Cılkı çıktı: Tayyip Bey, Kemal Bey’e koltuk veriyor!

Cılkı çıktı: Tayyip Bey,
Kemal Bey’e koltuk veriyor!

SÖZCÜ – Necati Doğru


Seçimler yapılmış, iktidarı değiştirememiş, 13 yılın sonunda seçimi yine kaybetmişti. Bahane aramayıp; “Ben Kemal, gidiyorum” diyecekti. Ona “koltuk seviciliği mikrobundan uzak durmak” yakışacaktı.

“Ben seçimde halkı ikna edemediğim için koltuğumdan ayrılıyorum, ben bundan sonra demokrasi davamızın neferi olarak çalışmaya devam edeceğim” diyebilmeliydi. Ondan beklenen buydu.

Kemal Kılıçdaroğlu koltuk sevici olursa; “Diktatör Adam-Otoriter Adam” diye eleştirdiği Tayyip Erdoğan’dan bir farkı kalmayacaktı.

Tarih şahittir!

“Koltuk seviciliğin ülkeyi her açıdan kısırlaştırdığını, eşitliğin önünü tıkadığını, daha iyilerin ortaya çıkmasına duvar olduğunu; kendini yarı tanrı sanan liderlerin ülkeyi demokrasi-adalet ve ekonomik krizlere soktuğunu” durmadan söyleyen Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisiydi.

Konuşmaları arşivde.
Girin göreceksiniz.

Seçimleri yitiren CHP o günlerde; “Ben makam sevmiyorum. Koltuk sevdalısı değilim. Despotluktan yana olamam. Kurnazlık peşinde koşamam. Ben bir neferim. Ben Türkiye’de halk için, adalet, doğruluk, dürüstlük, demokrasi, fırsat eşitliği, ülkeyi eni iyi yönetmek için varım, kendimi değil demokrasiyi önde tutarım” diyecek liderini arıyordu.

Değişim şart olmuştu.
Kurultaya gidildi.

CHP 1 lider arıyordu.
10 lider birden buldu.

Birini hapse koyarsan, öbürünü, onu da hapse koyarsan diğerini lider sayar arkasından giderim diyen milyonlar meydanlarda birleşti. Meydanlar; Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş, Vahap Seçer, Zeydan Karalar, say sırala her biri lider elektriğine sahip 10-20-30 isim çıkarttı.

CHP Belediyelerine dalga dalga tutuklama operasyonları yapıldı. İmamoğlu hapse kondu. Özgür Özel, “Kendime bir makam, koltuk, üstünlük, ayrıcalık, güç, kuvvet, şan şöhret istemiyorum. Herkes için demokrasi, herkes için fırsat eşitliği, herkes için yargı bağımsızlığı, herkes için kulluk değil vatandaşlık bilinci, herkes için emeğe, alın terine, üretene, buluş yapana, şerefli ve ahlaklı yaşamak isteyene saygı, herkes için hep beraber” diyen bir liderlik enerjisini ateşledi.

Özgür Özel’in lider elektriği taşıdığını meydanlar ortaya çıkardı. Yaşayan eski genel başkanlar; Altan Öymen, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın (SHP) milyonların doldurduğu meydan mitinglerinde Özgür Özel’in konuştuğu kürsüye geldiler, ona destek oldular.

Kılıçdaroğlu gelmedi.
Kürsüye yanına çıkmadı.

Milyonların meydanlarda toplanıp hep bir ağızdan; “Birlikte başaracağız- Kimse kimseden üstün değil- Yoksulluk kader değil- Hak-Hukuk-Adalet-Demokrasi-Korkma-Yiğidim Aslanım-Dağ Başını Duman Almış-Kurtuluş Yok Tek Başına–Ya hep beraber ya hiçbirimiz” diye bağırdığı demokrasiye dönüş umuduna Kılıçdaroğlu el vermedi. Halka yoldaş olmadı.

Mahkeme Kurultay’ı iptal ederse, bu iptal İstinaf mahkemesi ile Yargıtay’dan da geçip onaylanırsa ve CHP kayyum yönetimine verilirse Kemal Kılıçdaroğu’na yeniden CHP Genel Başkanı olma fırsatı çıkacakmış. Kendisi de zaten; “partiyi kayyıma bırakmam, ben gelir koltuğa otururum” diyor.

Ne oluyor?

Tayyip Bey, Kemal Bey’e otursun diye CHP koltuğu veriyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin en yeni meyvesi; Tayyip Bey, Kemal Bey’e koltuk veriyor. Cılkı çıktı!


Koltuk seviciliğinin sonu!

Ömür boyu koltuğu bırakmayıp, Cumhurbaşkanı olarak kalmak isteyen lider, devletin bütün imkanlarını sonunu kadar kullandı. Yargı, yürütme, yasama, basın bütün güçleri elinde topladı. Yargı bağımsızlığı kalktı. Devlet parti devletine dönüştü. Koltuk seven lider, kurduğu sisteme halktan toplanan vergileri akıtarak kendisini destekleyen zümreyi de zenginleştirdi. İftirayı, yalanı, kamplaştırarak aldatmayı çekiç yaptı muhalefetin başına vurdu. Halkın dayanma gücünün sonuna gelmekte olduğu derin bir ekonomik kriz yarattı. Milyonlar meydanları, bu derin krizi aşma sözü verenlere sarılmak için doldurur oldu. Yüksek faiz. TL’nin büyük değer kaybı. Nakit darlığı. Döviz kurundaki beklenmedik artış. Enerji, hammadde fiyatlarının kontrolden çıkan yükselişi. Gelir ve servet uçurumları doğdu. Yoksulluk kabuk bağladı! Türkiye fakir fukara ülkesi oldu. Düzen; zengini daha zengin fakiri iyice yoksul yapan bir vahşi sisteme dönüştü. Bütün bunlar koltuk seviciliğin sonucu olarak geldi.

Posted in Politika ve Gundem, SİYASİ PARTİLER, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

ARŞİVDEN GÜNDEME * UNCLE SAM ! TÜRKİYE’Yİ NASIL KANDIRDI ? * Zeytin ağacı ve zeytinyağı üzerine o zaman da oyun oynanmıştı * Bir ülke süt tozu , Çörçil – Rosvelt botlarla nasıl teslim alınır ? *** TARIM IHANETİ – Türkiye-Amerika Tarım Anlaşmaları *** “Kendi öz ürünümüz zeytinyağının sabun yapımında kullanılmasını bir kararname ile yasaklayarak onun yerine Amerika’dan satın alınan domuz karışımı don yağının kullanılması mecburiyetini getiren DP Hükümeti, Amerika’ya pazar olma uğruna Türk zeytinyağı üreticilerini de açlığa ve yoksulluğa mahkûm ediyordu.”

TARIM İHANETİ

SÖZCÜ – Sinan MEYDAN – 5 Haziran 2017 / 27 Haziran 2025


Türkiye-Amerika Tarım Anlaşmaları

“Kendi öz ürünümüz zeytinyağının sabun yapımında kullanılmasını bir kararname ile yasaklayarak onun yerine Amerika’dan satın alınan domuz karışımı don yağının kullanılması mecburiyetini getiren DP Hükümeti, Amerika’ya pazar olma uğruna Türk zeytinyağı üreticilerini de açlığa ve yoksulluğa mahkûm ediyordu.” (Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İç Yüzü, Ankara, 1969, s. 70)

Bir zamanlar Anadolu tahıl ambarıydı. Anadolu’nun bereketli toprakları çalışan, üreten köylüye karşı çok cömertti. Türkler bu topraklarda uzun bir süre kimseye muhtaç olmadan kendi kendini geçindirdi. Ancak zamanla her şey gibi toprak düzeni de bozuldu. Geniş araziler boş kaldı. Tanzimat’tan itibaren Batı’nın sanayi ürünleri gibi tarım ürünleri de Türkiye’yi istila etti.

19. yüzyılda Osmanlı buğday, pirinç ithal eden bir ülke haline geldi. 1878-1913 arasında Osmanlı, her yıl ortalama net 75 bin ton un, 65 bin ton pirinç ve 10 bin ton buğday ithal etti. Bu ürünler için her yıl dışarıya net 2 milyon altın liraya yakın para ödedi. Bu ithal tarım ürünleri ancak büyük şehirlerin ihtiyacını karşılıyordu. Aynı dönemde Anadolu köylüsü açlıktan ölüyordu. Örneğin 1873 yılında Ankara’nın Keskin kazasında yaşayan 52 bin kişinin 20 bini kıtlıktan ölmüş, 7 bini ise göç etmişti. (Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, İstanbul, 1938, s.211)

1911-1922 yılları arasındaki 11 yıllık sürekli savaş dönemi Türk tarımını tamamen bitirdi. Öyle ki, 1918 yılında İstanbul’da ekmek sıkıntısı baş gösterdi.

ATATÜRK’ÜN TARIM DEVRİMİ

Cumhuriyet ilan edilirken Türkiye’de toplam nüfusun yüzde 82’si tarımla uğraşıyordu. Ancak tarım gelirleri çok azdı. Ekmeklik un bile dışarıdan alınıyordu. Çok az ziraat mühendisi vardı. Sığır vebası hayvancılığı öldürmekteydi. Doğu’da aşiret düzeni vardı: Köylü hem ağanın, hem öşür ve hayvan vergilerinin, hem de bu vergileri toplayan mültezimlerin baskısı altındaydı.

Atatürk, “Üreten köylü milletin efendisidir” ilkesiyle önce bir tarım devrimi yaptı: Köy Kanunu çıkarıldı. Tarım Bakanlığı kuruldu. Aşar Vergisi kaldırıldı. Çiftçiye uygun kredi verildi. Köylüye tarım araç gereçleri, tohum, fidan ve ilaç dağıtıldı. Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü başta olmak üzere ziraat okulları açıldı. Tohum Islah İstasyonları, Tarım Kredi Kooperatifleri, Toprak Mahsulleri Ofisi, Devlet Üretme Çiftlikleri, Örnek Köyler kuruldu.

Başarılı tarım politikaları sonunda Türkiye’de ekilen arazi sathı 1925’te 1.829.000 ton iken, 1938’de 6.802.000 tona yükseldi.Atatürk döneminde, 1923-1929 arasında tarımsal üretimin yıllık büyüme hızı yüzde 8.9’u bularak yüzde 8.6’lık milli gelir büyüme hızını geçti.

1928’de toplam tütün üretiminin yüzde 70’i, fındık üretiminin yüzde 52’si ihracata ayrıldı. Türkiye, Almanya’ya arpa, İtalya’ya arpa ve yulaf, Almanya, Belçika, İtalya, İsviçre’ye de buğday ihraç etti. (Sinan Meydan, Aklı Kemal (Özel Baskı), İstanbul, 2015, s. 295,296)

TÜRK TARIMINA ABD DARBESİ

1929 Dünya Ekonomik Buhranı ve 1939-1945 II. Dünya Savaşı Türk tarımına büyük darbe vurdu. Ancak Türk tarımını yıkan Amerikan emperyalizmi oldu. 1947’de Truman Doktrini, 1948’de Marshall Yardımı sadece sanayiyi değil tarımı da vurdu.

1950’de iktidara gelen Demokrat Parti (DP) liberal politikalar izledi.Türkiye, 1950-1953 arasında iyi hava şartları, tarım arazisinin genişletilmesi, Kore Savaşı vb etkilerle dünyanın sayılı tahıl ambarı ülkelerinden biri oldu. Ancak tarım arazilerinin genişlemesi durunca ve hava şartları kötüleşince tarım üretimi azaldı.

Ekonomik şartlar ağırlaşıp dış borçlar artınca DP 1954’te dış ticarette bazı kısıtlamalara gitti. İki yıl kadar önce “ABD yardımını çok iyi kullanan ülke” diye alkışlanan Türkiye, 1956’dan itibaren ABD’den tarımsal, hayvansal ürünler almak için çok ağır şartlarda anlaşmalar imzaladı.

ESARET ANLAŞMALARI

Atatürk sonrasında, 1939-1969 arasında ABD ile Türkiye arasında 55 ikili anlaşma imzalandı. Bu 55 anlaşmadan bazıları tarımla ilgiliydi.Atatürk’ten sonra Türkiye’yi yeniden bağımlı hale getiren bu “esaret anlaşmaları” hep halkın gözünden kaçırılırdı.

1. Tarım Ürünleri Anlaşması (12 Kasım 1956)

ABD, bu anlaşma ile kendi ihtiyaç fazlası buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve sığır eti, don yağı ve soya yağı gibi tarımsal ve hayvansal ürünleri taşıma ücretiyle birlikte 46.3 milyon dolar karşılığında Türkiye’ye verecekti. (Resmi Gazete, No: 10228, 1959) Bu anlaşmaya göre ABD, bu tarımsal ve hayvansal ürünleri aşağıdaki bağlayıcı şartlarla Türkiye’ye veriyordu:

1. Türkiye’ye satılan ABD tarım ürünleri, ABD’nin aynı mallarının alıcısı olan pazarlara ve ABD’nin düşman tanıdığı ülkelere satılmayacak ve yalnız Türkiye’nin iç tüketimi için kullanılacaktı.

2. Türkiye’de satılan malların dünya mahsul piyasa fiyatları üzerinde tesir yapmaması için dünya piyasası üzerinden fiyatı tespit edilecekti.

3. Türkiye’nin yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen veya benzeri mahsullerin Türkiye’den yapılacak ihracatı ABD tarafından kontrol edilecekti.

4. ABD tarım ürünleri Türk lirası ile satın alınacaktı. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’na yatırılacak olan Türk liraları ABD Hükümeti tarafından kullanılacaktı.

5. Türkiye ve ABD, ABD tarım ürünlerinin Türkiye’deki piyasa taleplerini artırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edecekti.Türkiye, 12 Kasım 1956 tarihli bu anlaşmaya ek olarak 25 Ocak 1957 tarihli başka bir “tarım anlaşmasıyla” ABD’den şu tarım ürünlerini satın alacaktı:

Buğday, arpa, mısır, konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu, soya fasulyesi yağı… Bu ürünler Türkiye’ye taşıma ücretiyle birlikte 19.40 milyon dolara verilecekti. (Resmi Gazete No: 10228, 1959)

Görüldüğü gibi ABD, “yardım” adı altında Türkiye’ye kendi ihtiyaç fazlası tarımsal ve hayvansal ürünleri satıyordu. ABD’nin ikinci sınıf tarım ürünlerine Türkiye milyonlarca dolar ödüyordu.Oysaki ABD’nin Türkiye’ye satacağı tarım ürünlerinin aynılarını veya eş değerlerini Türkiye’de yetiştirmek mümkündü.Ayrıca Türkiye’nin yetiştirip ihraç edeceği tarım ürünlerini ABD kontrol edecekti. Yani Türkiye, ABD’nin “üretmeyin” dediği ürünleri üretmeyecek, “satmayın” dediği ürünleri satmayacaktı.

Türkiye ve ABD, “Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini arttırmak” için “devamlı gayret sarf edecekti”. ABD hükümetinin bu yöndeki gayretini anlamak mümkündür, ancak Türk hükümetinin bu gayretini anlamak mümkün değildir.

Ayrıca ABD tarım ürünleri alınırken her türlü vergiden ve harçtan muaftı. PL 480 sayılı kanuna göre yapılan bu ithalatta ABD’den alınacak ikinci sınıf ürünlerin iç piyasadaki sürümünü artırmak amacıyla TBMM 6969 sayılı bir kanun çıkardı.Yani TBMM, kanunla Amerikan üreticisini korudu. Bu anlaşma ile DP iktidarı, “Türk tarımı ve Türk üreticisini Amerikan çiftçisinin refahı uğruna bir çıkmaza ve felakete sürüklüyordu.” (Tunçkanat, age, s. 69-72)

2. Tarım Ürünleri Anlaşması (20 Ocak 1958)

Bu anlaşmaya göre ABD Türkiye’ye şu ürünleri satacaktı: Buğday, yem, soya fasulyesi veya pamuk yağı, tereyağı, yağlı süttozu, peynir, yağsız süttozu… Türkiye bu ürünler için taşıma masrafları da dâhil 46.8 milyon dolar ödeyecekti.

20 Ocak 1958 tarihli bu anlaşmanın sonuna aynı tarihli ve 1755 sayılı ABD hükümetinin bir notası eklendi. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren’den Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya gönderilen nota, ABD’nin Türk tarımını bitirme projesinin en somut adımlarından biriydi.

İki maddelik notada, ABD Türkiye’den şu isteklerde bulunuyordu:

a) Türkiye 1957 mahsulünden yumuşak buğday veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar diğer herhangi bir yumuşak buğdayı ihraç etmekten kaçınmayı,

b) 1957 mahsulünden veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar sert buğday ihracatını asgari bir seviyede tutmayı ve bu devre zarfında vuku bulacak her sert buğday ihracatını Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse edilecek eş değer miktardaki buğdayla telafi etmeyi taahhüt etmektedir.Ekselansınızın hükümetinin yukarıda izah edilen anlayışla mutabık bulunduğunu bildirdiğiniz takdirde müteşekkir kalacağım. En seçkin saygılarımın kabulünü rica ederim Ekselans…”

ABD Büyükelçisi Fletcher Warren’in bu notasına Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 20 Ocak 1958 tarihinde olumlu cevap verdi. (Resmi Gazete, No: 10228, 1959) Özetle, ABD Türkiye’ye “1 Ağustos 1958 tarihine kadar buğday ihraç etmeyeceksin!” diyor, Türkiye “Baş üstüne Ekselansları!” diyerek kabul ediyordu.

ABD Türkiye’ye “Eğer bu yasağa uymazsan ihraç ettiğin buğday kadar Amerikan buğdayını kendi kaynaklarından finanse edeceksin” diyor, Türkiye “Baş üstüne Ekselansları!” diyerek kabul ediyordu.ABD, belirttiği tarihler arasında, Türkiye’nin buğday satışını yasaklamıştı, çünkü ABD’nin buğday satacağı dış pazarlardan istekler bu tarihlerde geliyordu. Eğer Türkiye bu yasağa uymayıp buğday satarsa, sattığı buğday kadar Amerikan buğdayını satın alacaktı. Amerika her şekilde kazanacak, Türkiye ise her şekilde kaybedecekti.

3. Tarım Ürünleri Ticareti Anlaşması (24 Şubat 1963)

ABD-Türkiye arasında 24 Şubat 1963’te “Tarım Ürünleri Ticaretinin Geliştirilmesi Hakkındaki 161 Milyon Dolarlık İkili Anlaşma” imzalandı.Buna ek olarak ABD, Türkiye’ye 21 Şubat 1963’te bir nota verdi. (Resmi Gazete, Sa: 11513, 1963)

Bu notanın I. bölümünde ABD Türkiye’nin zeytinyağı ihracatını 1 Kasım 1962-31 Ekim 1963 tarihleri arasındaki 12 aylık dönemde 10.000 tonla sınırladı. Eğer Türkiye’nin bu dönemdeki zeytinyağı ihracatı ABD’nin izin verdiği miktarı aşarsa Türkiye kendi dövizi ile ABD’den aynı miktarda nebati yağ satın alarak cezalandırılacaktı. Türkiye’nin böyle bir gücü olmadığı için izin verilenden fazla zeytinyağı dışarıya satılmayacak, fiyatlar düşecek, zarar eden üretici hem fakirleşecek, hem de ürününü satamadığı için üretimden vazgeçip, zeytin ağaçlarını kesip kışlık odun olarak yakacak ve işçi olarak ya İstanbul’a ya da Almanya’ya gidecekti.

ABD’nin isteğiyle 1963, 1964 ve 1965 yıllarında Türkiye’nin nebati yağlar ve yağlı tohumlar ihracatı azaltıldı ve 6.400 tonla sınırlandırıldı. İç ve dış pazarların yağ ihtiyacını ABD soya yağıyla karşıladı.

Notanın 2. bölümüne göre Türkiye’ye satılacak ABD buğdayının ithali ve kullanılması sırasında Türkiye buğday ihraç edemeyecekti.Notanın 3. bölümünde ABD’den satın alınacak tarım ürünleri için Merkez Bankası’na yatırılacak Türk Lirası’nın Amerikalılar tarafından nasıl kullanılacağı anlatılıyordu.

21 Şubat 1963 tarihli ABD notasına Türkiye, aynı tarihli ve 3125 sayılı karşı notayla yanıt verdi.“Aşağıda metni kayıtlı 21 Şubat 1963 tarihli mektubunuzu almakla şeref duyarım” diye başlayan Türk notası şöyle bitiyordu:

“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin yukarıdaki hususlar üzerinde mutabık olduğunu bildirmekle şeref duyarım.Ekselanslarından en derin saygılarımın kabulünü rica ederim. Muhlis Efe.”

Sabah akşam Türkiye’nin tapusu Lozan Antlaşması’na saldıranların 1950’lerdeki, 60’lardaki bu tarım antlaşmalarından söz ettiklerini hiç duymazsınız. Oysaki bu esaret antlaşmaları Lozan’ın kaldırdığı kapitülasyonları “yardım” adı altında yeniden geri getirmiş, Türkiye’yi yeniden emperyalizme bağımlı yapmıştı.

Müslümana domuz eti ve yağı

Menderes, 1956 ve 1958 tarım antlaşmalarıyla ABD’nin kalmış don yağını ve konserve etlerini aldı. Ancak bu yağların ve etlerin içeriği konusunda en ufak bir açıklayıcı madde ve bilgi yoktu anlaşma metinlerinde. Yani “Müslümanlığı kurtarmış olmakla” övünen Menderes, ABD’den aldığı kalmış don yağı ve konserve etlerin arasında domuz eti ve yağı olup olmadığını merak edip sormamıştı bile.

Haydar Tunçkanat’a kulak verelim:
Bu anlaşmada taraf olan bağımsız Türk devletinin hükümeti (DP) % 98’i Müslüman olan Türk halkının İslam usullerine göre kesilmeyip, öldürülerek kanı akıtılmayan, dondurulmuş veya konserve etlerin İslam usullerine göre kesilmiş olması şartını dahi anlaşmaya koydurmuyor veya aklına dahi getirmiyor. Yine bu anlaşma ile satın alınarak sabun yapımında kendi ürünümüz zeytinyağının yerine kullanılacak olan don yağının içinde domuz yağının bulunmaması şartı da anlaşmaya konulmuyor…” (Tunçkanat, age, s. 69-71)

Görülen o ki tam bağımsızlığın olmadığı yerde tam Müslümanlık da olmuyor.

http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/sinan-meydan/tarim-ihaneti-1881111/

Posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, DIŞ POLİTİKA, Ekonomi, SİNAN MEYDAN, SİYASİ TARİH, TARIM - EKOLOJİ | Leave a comment

Adalet ve adavet üzerine * Atatürk’e düşman olan, Türk’e dost olabilir mi? İşte temel sorun da budur. Fırınlarda yakılan yahudiler Hitler’le, soykırıma uğrayan Gazzeliler Netenyahu ile belki el sıkışabilirler ama siyasal İslam, Atatürk’le asla!

Adalet ve adavet üzerine

CUMHURİYET – Gani Aşık – 26.06.2025


Emekli bir ağır ceza hâkiminin anılarında okumuştum: “… ilinde ağır ceza hâkimi olduğum yıllarda cinayet şüphelisi olarak iki kişiyi yargıladık. Karar duruşması için oturum açıldığında mahkeme başkanı (X) kişinin, üye arkadaşım (Y) kişinin katil olduğu kanaatindeydiler. Ben hangi görüşe katılırsam karar o doğrultuda çıkacaktı. Mahkeme başkanının kıdem ve tecrübesini dikkate alarak onun görüşüne katıldım; (X) kişinin idamına karar verildi ve karar infaz edildi.

Yıllar yılları kovaladı, emekli olup köyüme döndüm ve bir gün çardakta oturmaktayken, biri sallanarak yanıma çıktı, selam verdi ve ‘beni hatırlayabildiniz mi’ diye sorarak “Hâkim Bey, falan ilde cinayet şüphelisi iki kişiyi yargılamış ve (X) kişiyi idama çarptırmış, beni beraat ettirmiştiniz. Oysaki katil bendim, öteki günahsız arkadaşı idam ettiniz” dediğinde bayılmışım.”

Bu sarsıcı olaydan anladığımız, adaletin niçin “Mülkün Temeli” olduğu, savcıların neden “Cumhuriyet” ve hâkimlerin “Türk Milleti Adına” karar verdiğidir. Valilere “Cumhuriyet Valisi” denmediği halde, savcılara “Cumhuriyet Savcısı” sıfatı verilmesi ve hâkimlik mesleğinin kutsallığı, “Yukarılar ne der” değil, “Hukuk ve vicdanım ne der” anlayışından şaşılmaması ile mümkündür.


Siyasal İslam’ı tanıyalım

Çeyrek asra yakındır ülkeyi yöneten siyasal İslam’ı kısaca şöyle tanımlayabiliriz: Onlar için Atatürk düşmanlığı farzı ayn, yani namaz zorunluluğu gibidir. Peki, Atatürk’e düşman olan, Türk’e dost olabilir mi? İşte temel sorun da budur. Fırınlarda yakılan yahudiler Hitler’le, soykırıma uğrayan Gazzeliler Netenyahu ile belki el sıkışabilirler ama siyasal İslam, Atatürk’le asla! Hem kurduğu devletin sefasını sürerler, hem de ölümcül karın ağrısı çekerler. Başlıktaki “adavet”in kısa açılımı olan; “düşmanlık, içte saklanan kin ve öç alma duygusu” iktidarın tanımı gibi.

Siyasal İslam iktidarı, cumhuriyetle birlikte Atatürk’ün tüm izlerini yok etmek ve Atatürk’ün “En büyük iki eserimden biri” dediği Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’yi siyasi ligden düşürmek istiyor. “Özgür Özel ve arkadaşları etkin pişmanlıktan yararlanmalıdır” sözü Erdoğan’ın siyasi MR’ıdır!

“Yolsuzluğu, yoksulluğu ve yasakları ortadan kaldıracağım” diyerek halkı aldatıp üçünü de kurumsallaştıran Özgür Özel midir? Yoksul halkın yer altı ve yer üstü varlıklarını uluslararası sermaye ve Saray müteahhitleri ile ortaklaşa yağmalama çarkını Özgür Özel mi kurdu? Cumhuriyet’i, parlamentoyu, yargıyı ve bürokrasiyi Özgür Özel mi felç etti? Devlet otoritesinin önünde boyun eğdiği delikanlı, Özgür Özel’in hiçbir resmi sıfatı bulunmayan oğlu mu? Bir ulusun geleceği olan çağdaş ve laik eğitimi, tarikat ve cemaatlerin cirit attığı, utanılası Ortaçağ medreselerine Özgür Özel mi dönüştürdü? Bir emeklinin, “Aç geziyorum ama kimseye söylemiyorum, söyleyemem ki utanırım” diyerek herkesi ağlatmasından Özgür Özel mi ar duymadı? Özgür Özel mi, yıllarca katil dediği Sisi’ye, pabucun pahalı olduğunu anlayınca “kardeşim” diye boynuna sarılıp öptü? Türkiye’nin potansiyel lideri Ekrem İmamoğlu’ndan korktuğu için onu uyduruk gerekçelerle Özgür Özel mi hapse attı? Özgür Özel mi Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un gibi halkın kendisini sevmesini zorunlu kıldı? Özgür Özel mi ne söylediyse tersini yaptı, ne yaptıysa tersini söyledi?

Hasılıkelam, vatanseverlerin direncinden doğacak şafak aydınlığının Silivri ve Türkiye’nin geri kalanına güneş ışığı olarak yayılacağı günler yakındır.

GANİ AŞIK – E. MİLLETVEKİLİ, MÜFTÜ

Posted in İrtica, SİYASAL İSLAM, TARİKAT VE CEMAATLAR, YOBAZLIK - GERİCİLİK | Leave a comment