GÜNÜN HABERİ!!!

Posted in MİZAH | Leave a comment

EMPERYALİZM VE NGO’lar * NED (National Endowment for Democracy),

EMPERYALİZM VE NGO’lar
NED (National Endowment for Democracy)

Naci Kaptan


CİA’nin yasal penceresi NED

30 yıldan beri, National Endowment for Democracy (NED) CİA’nin yasadışı operasyonlarının taşeronluğunu yapıyor. NED, işçi ve işveren sendikalarını, sol ve sağ siyasi partileri satın alarak, üyelerinin yerine ABD’nin çıkarlarını korumaları için, fazla dikkat çekmeden dünyanın en geniş yolsuzluk ağını kurdu. (Thierry Meyssan )


Araştırmacı yazar Mustafa Yıldırım’ın ‘Sivil Örümceğin Ağında’ adlı kitabında ABD’nin ülkeleri kendi isteği doğrultusunda dizayn etmek için sivil kuruluşlara bütçesinden fon ayırdığını ve bu kuruluşları nasıl örgütlediğini belgelerle anlatıyor. Raporlar resmi olduğu için belli sürelerle yayınlanmakta.

1983 sonlarında ABD Kongresi’nden çıkan onayla NED (National Endowment for Democracy), yani Ulusal Demokrasi Fonu kuruldu. CIA emeklisi Ralph Mcgehee, bu kuruluşun işlevini deneyimli istihbaratçı söylemiyle şöyle yorumluyor:

“CIA’nın ülkelerin karıştırılması için, operasyonlarda kullanılan birçok işlevinin NED’e transfer edilmesiyle, Demokrasi İçin Ulusal Fon’un kullanımına gidildi. CIA’nın örtülü eylemlerine ek olarak, Uluslararası Kalkınma Ajansı (AID) ve Birleşik Devletler İstihbarat Ajansı (USIA) da, demokrasi yayma operasyonlarında yer almaktadır. Avrupa’da yerleşik ve çoğu Birleşik Devletler tarafından parayla beslenen Hükumet Dışı Örgütler (NGO) de, doğrudan ya da dolaylı olarak, bu operasyonlarda yer alıyor. Bu tür örgütler ve ajanslar aşağı yukarı açıktaysalar da CIA, hükümetleri destekleme ve yıkma gibi birincil rolünü elinde bulundurmakta. Para kaynağı, doğrudan ABD hazinesi, yani devlettir. NED ise paranın kasasıdır.” (1)

Emekli CIA görevlisi, bir dönem ABD’nin Kıbrıs Arabulucusu,  NDI Avrasya Sorumlusu Charles Nelson Ledsky, Cumhuriyet gazetesine tam sayfa konuk olduğunda, birçok derin açıklamanın yanı sıra Türkiye işlerinden söz ederken yerli ‘sivil’ örgütlerle ilişkilerini açıkça belirtiyordu:

“Farklı zamanlarda farklı projelerle ilgili çeşitli kuruluşlarla çalışıyoruz. İstanbul’da TESEV, TÜSES, TÜSİAD, Ankara’da Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı(..) Bazı meclis komisyonlarıyla faaliyetlerimiz oldu, özellikle Anayasa Komisyonuyla ciddi temaslarımız oldu. İlki Muğla’da MUMİKOM adıyla başlayan Parlamento İzleme Komiteleri’yle çalıştık.” (2)

Uzun bir süredir Amerikan emperyalizmi sivil toplum kuruluşları aracılığı ile bu topraklarda toplum mühendisliği yapmaktadır. Mustafa Yıldırım Sivil Örümceğin Ağında Kitabında ABD’nin ülkeleri kendi isteği doğrultusunda dizayn etmek için sivil kuruluşlara kendi bütçesinden fon ayırdığını ve bu kuruluşları nasıl örgütlediğini belgelerle anlatmaktadır. Zaten bütçeden ayrılan kaynaklar resmi olduğu için zorunlu olarak raporlar belli sürelerle yayınlanmaktadır.

“1983 sonlarında ABD Kongresi’nin onayıyla NED (National Endowment for Democracy), yani Ulusal Demokrasi Fonu kuruldu. CIA emeklisi Ralph Mcgehee, bu kuruluşun işlevini, deneyimli istihbaratçı söylemiyle şöyle yorumluyor: ‘CIA’nın ülkelerin karıştırılması operasyonlarda kullanılan birçok işlevinin NED’e transfer edilmesiyle, Demokrasi İçin Ulusal Fon’un kullanımına gidildi. CIA’nın örtülü eylemlerine ek olarak, Uluslararası Kalkınma Ajansı (AID) ve Birleşik Devletler İstihbarat Ajansı (USIA)da, demokrasi yayma operasyonlarında yer almaktadırlar.

Avrupa’da yerleşik ve çoğu Birleşik Devletler tarafından parayla beslenen hükumet- dışı örgütler (NGO)’lar da, doğrudan ya da dolaylı olarak, bu operasyonlarda yer alıyorlar. Bu tür örgütler ve ajanslar aşağı yukarı açıktaysalar da, CIA, hükümetleri destekleme ve yıkma gibi birincil rolünü elinde bulundurmaktadır’ Para kaynağı, doğrudan ABD hazinesi, yani devlettir. NED ise paranın kasasıdır. “(1) “Emekli CIA görevlisi, bir dönem ABD’nin Kıbrıs Arabulucusu, şimdilerde NDI Avrasya sorumlusu Charles Nelson Ledsky, Cumhuriyet Gazetesine tam sayfa konuk olduğunda, birçok derin açıklamanın yanı sıra, Türkiye işlerinden söz ederken yerli ‘sivil’ örgütlerle ilişkilerini açıkça belirtiyordu:

‘Farklı zamanlarda farklı projelerle ilgili çeşitli kuruluşlarla çalışıyoruz. İstanbul’da TESEV, TÜSES, TÜSİAD, Ankara’da Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı(..) Bazı meclis komisyonlarıyla faaliyetlerimiz oldu, özellikle Anayasa Komisyonuyla ciddi temaslarımız oldu. İlki Muğla’da MUMİKOM adıyla başlayan Parlamento İzleme Komiteleriyle çalıştık.’”(2)

Türkiye’deki kadın örgütlerine aktarılan bütçeler ise Kitapta şöyle sıralanmıştır: “1995-Parayı veren NED/ Bağış alan Müslüman Hukuku Altında Yaşayan Kadınlar (WLUML) / Alt bağış alıcı: Kadın İnsan Hakları İçin Kadınlar/ 40.000 $/İstanbul’a doğudan ve Güneydoğudan göç eden kadınların eğitimi. Kadınlara yasalar ve hakları öğretilecek. Kadınlara ayrıca, haklarını elde etme stratejileri ve haklarını koruma ve birlikler kurma teknikleri öğretilecek.”(3) “1997 Parayı veren NED/ Bağış alıcı: Women living Under Muslem Low ( WLUML)/ Alt bağış alıcı: Kadınların İnsan Hakları İçin Kadınlar (KİHP) 26.600$/ NED, Türkiye’de kadınların eğitimini ve örgütlenme etkinliklerini destekleyecektir.

Kadınlara var olan yasal hakları öğretilecek, kendilerini savunma ve birlik kurmaları konusunda eğitilecektir.”(4) “1998- Parayı veren NED/ Bağış alan WLUML, ( İslam Hukuku Altında Yaşayan kadınlar) /Alt bağış alıcı: Kadınlar İnsan Hakları İçin Kadınlar (KIHP)/ Konu: Kadınlar, insan Hakları/ 38.000$/ WLUML, NED’den yeniden destek sağlamıştır. Türkiye’deki “non governmental” örgüt temsilcilerine yasal eğitim altında kadın gruplarına lider yetiştirilmesinde yardımcı olunacaktır.

Eğitim, insan ve kadın haklarını, anayasal hakları, kadının ailedeki haklarını ve yurttaşlık haklarını içerecektir. Ayrıca grupların katılım yöntemleri, liderlik becerileri ve haberleşme teknikleri de öğretilecektir. Eğitimin tamamlanmasından sonra, temsilciler, el kitaplarını kullanarak kendi yörelerinde yasal eğitim grupları oluşturacaktır.”(5) “1999-Parayı veren NED/ Bağış alıcı: NDI: WLUML / Alt bağış alıcı: Belirtilmemiş / Konu: İnsan Hakları, Kadınlar / 38.000 $/ Türkiye’deki toplum merkezlerinde çalışan toplum işçilerini, ruhbilimcileri öğretmenlerin öğretmenliğini yapacak kişileri yetiştirmek. İnsan ve kadın hakları, kadınların ailedeki hakları, anayasal haklar, grup olanakları vs. “(6)

Parayı veren NED/ Bağış alıcı KADER/ 25.000 Dolar//100 önder kadına eğitim ve seçimlerde adaylıklarını desteklemek.” (7) Şimdi de bu eğitimlerin Türkiye’deki bazı yansımalarını inceleyelim: Yaşadığım şehir İzmir’de bazı ilçe belediyeleri ve İzmir Büyükşehir Belediyesi aracılığıyla kadınlara verilen Kadın İnsan Hakları Eğitim Programı (KİHEP) kapsamındaki eğitime katılanlar, Kadın İnsan Hakları/ Yeni Çözümler Derneği’nin Kadınlarla Mor Bülten dergisine ücretsiz abone olabiliyorlar. Senede iki üç adet çıkan derginin bazı sayılarını incelediğimizde KİHEP şöyle tanımlanıyor:

“Kadının İnsan Hakları Programı (KİHEP) 1995 yılında Kadının İnsan Hakları- Yeni Çözümler Derneği ( KİH-YÇ) tarafından geliştirildi. 20 yılda, Türkiye’nin 54 iline ve Kıbrıs’a ulaşan programa şimdiye kadar 15 binden fazla kadın katıldı. 16 hafta süren KiHEP, kadınların çok çeşitli alanlarda karşılaştıkları insan hakları ihlalleri konusunda toplumsal bilinci artırarak, kadınların bu sorunlar karşısında çözümler üretmelerine yönelik donanımı kazanmalarını sağlamayı, feminist bir bilinç oluşturmayı, kadınların Türkiye’de demokratikleşme sürecine özgür ve eşit bireyler olarak katılmalarını ve kendi bağımsız örgütlenmelerini yaratmalarını desteklemeyi amaçlıyor. “(8)

Türk Kadınına Dünyanın modern kabul edilen pek çok ülkesinden önce seçme seçilme hakkı tanıyan bir büyük lidere sahip değilmişiz gibi şimdi haklarımızı yabancıların örgütlediği sistemden mi öğreniyoruz? Görünür neden kadınların sorunlarına çözümler üretmeleri denilse de derginin bir sayısında Damla Eroğlu’nun “Barış için Kadın Dayanışması” adlı yazısında; “…kadınların barış talebi erkeklikle mücadeleyi zorunlu kılar. Toplumsal cinsiyet eşitliği için mücadele etmenin kendisi, barış talebi ile birlikte örülmelidir.”

“Bugün, Haziran 2015 sonrası tekrar başlayan sıcak çatışmayla, ablukalarla, yıkımlarla tekrar ve tekrar savaşın acısını yaşıyoruz” “Barış İçin Kadın Girişimi, 2015 Haziran sonrasında bu yıkıma dur demek için birçok eylem, nöbet ve kayıplarımız için anma düzenledi. Ama benim için en önemli deneyim, Diyarbakır’a, Cizre’ye, İdil’e, Nusaybin’e giden, gitmeye çalışan kadınların hikâyeleriydi. Diyarbakır’a gidip, bomba sesleri altında orada yaşayan kadınlarla bir araya gelmekti. Bugün farklı coğrafyalarda acıların ağırlığının yürekte bıraktığı sızıyı anlayabiliyorsak; bunun nedeni ne politika yapan adamların söylemleri ne de ana haber bültenlerinin spotlarıdır. Benim anlamamı sağlayan kadınlarla bir araya gelmek oldu.” (9)

Kadınlarla Mor Bülten Dergisinin bir başka sayısında Sevna Somuncuoğlu’nun Demir Leblebi adlı yazısında; “Barış dönem dönem bu ülkenin gündemine geldi, müzakere masaları bile kuruldu ancak, kapalı kapılar ardında takım elbiseli adamların pazarlığa oturduğu masalarda kaldı. Üstelik o masalarda kadın yoktu. Kadınların dahil olmadığı barış görüşmeleri kalıcı olmuyor. Yapılan barış görüşmelerinde kadın katılımı olmadığında anlaşmanın ancak ateşkes olduğu ve tekrar savaş haline dönüştüğü saptanmış durumda” (10)

Kadınlarla Mor Bülten Dergisinin bir başka sayısında Derya Acuner’in yazdığı 20. Kadın Sığınakları Da(ya)nışma Merkezleri Kurultayı Antalya’da Gerçekleşti haberinde Kurultay sonuç bildirgesinde yer alan şu cümleler bize ne ifade ediyor: “Üzerinde sıklıkla durulan bir diğer konu da, OHAL ve özellikle Kürt illerindeki belediyelere kayyum atamalarının kadına yönelik şiddetle mücadele alanındaki çalışmalara etkileriydi.” (8)

Güneydoğu’da PKK terör örgütünün emperyalist projelere alet olarak yıllardır binlerce evladımızı şehit vermemize neden olan eylemlerinden söz etmeden, açılım sürecinden cesaret alarak bu bölgedeki bazı belediyelerin de katkısıyla, hendekler kazılmasından, yeraltına bombalı, mayınlı düzenekler yerleştirilmesinden bahsetmeden olayı sadece erkek şiddeti sorununa indirgemek ne kadar isabetlidir?

Türkiye Cumhuriyeti’nin terör örgütü ile masaya oturma sürecinden “barış” diye söz etmek ve bu düşünceyi haklarının peşine düşmüş kadınlara “ Demokrasi” diye yutturmaya çalışmak ne kadar gerçekçidir? Aslında tarihini incelediğimizde Türk kadınının önemli haklarını Cumhuriyetle birlikte aldığını görürüz. Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim almaya, meslek sahibi olmaya başlayan kadınların gözlerindeki ışık o döneme ait fotoğraflara yansımıştır. Atatürk Cumhuriyeti de ancak tam bağımsız bir ülkede hayata geçirilebilir. Cumhuriyet Kadınları Derneğinin görevi tam da bunu sağlama mücadelesidir.

Özlem Göktoğan CKD İzmir Şube Sekreteri

Kaynaklar: 1-Sivil Örümceğin Ağında, Mustafa Yıldırım. (5. Baskı s: 24) 2- Sivil Örümceğin Ağında, Mustafa Yıldırım (S:56) 3- Sivil Örümceğin Ağında, Mustafa Yıldırım (S:66) 4- Sivil Örümceğin Ağında, Mustafa Yıldırım (S:68) 5- Sivil Örümceğin Ağında, Mustafa Yıldırım (S:71) 6- Sivil Örümceğin Ağında, Mustafa Yıldırım (S:73) 7- Sivil Örümceğin Ağında, Mustafa Yıldırım (S:77) 8-Kadınlarla Mor Bülten, Sayı 30, Aralık 2017 9- Kadınlarla Mor bülten, Sayı 25, Aralık 2017 10-Kadınlarla Mor Bülten, Sayı 29, Eylül 2017


http://cumhuriyetkadinlari.org.tr/bizden-haberler/ozlem-goktogan-nasil-bir-kadin-hareketi
Posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, BOP, İSTİHBARAT KURUMLARI | 1 Comment

DOĞA ÇEVRE EKOLOJİ VE ENERJİ * Almanya 3 nükleer santralini kapattı

Almanya 3 nükleer santralini kapattı

İstanbul – BİA Haber Merkezi – 04 Ocak 2022,


Almanya’da son altı nükleer santraldan üçü daha kapatıldı. Ülke 2030 yılına kadar yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik talebinin yüzde 80’ini karşılamasını hedefliyor.


En büyük nükleer felaketlerden biri olan 2011’deki Fukuşima felaketinden sonra aşamalı olarak nükleer santrallerin faaliyetlerini durdurma kararı alan Almanya’da son 6 nükleer santraldan üçü daha kapatıldı.

Brokdorf, Grohnde ve Gundremmingen C reaktörlerinin 30 yıl sonra fişi çekilirken, kalan 3 nükleer santral ise (Isar 2, Emsland ve Neckarwestheim II) 2022’nin sonunda kapatılacak.

Brokdorf ve Grohnde nükleer tesislerini işleten Preussen Elektra şirketinin CEO’su Guido Knott güvenlik konusundaki kararlılıkları için personele teşekkür ederek, “Almanya’da onlarca yıldır güvenli, iklim dostu ve güvenilir elektrik tedarikine ciddi bir katkı sağladık” dedi.

TIKLAYIN – Nükleer enerji ne temiz ne de iklim değişikliğine çözüm

Yenilenebilir kaynaklarda yüzde 80 hedefi

İklim Haber’in aktardığına göre, ülkedeki 6 nükleer santral 2021’de Almanya’daki elektrik üretiminin yaklaşık yüzde 12’sini karşılıyordu.

Ülkede yenilenebilir enerji yüzde 41 paya sahip iken, kömür yaklaşık yüzde 28, doğalgaz ise yaklaşık yüzde 15 paya sahip. Almanya, rüzgar ve güneş enerjisi altyapısını genişleterek 2030 yılına kadar yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik talebinin yüzde 80’ini karşılamasını hedefliyor.

Nükleer ve Avrupa

Başta Fransa olmak üzere 10 ülke, nükleer enerjinin “iklim değişimi ile mücadelede etkili, güvenli ve rekabetçi bir kaynak olduğunu” belirterek, yeşil yatırım sınıflandırma çerçevesine dahil edilmesini talep ediyordu.

Almanya, Avusturya, Danimarka, Portekiz ve Lüksemburg gibi ülkeler ise özellikle nükleerin yeşil sınıflandırmaya dahil edilmemesi görüşünü taşıyordu.

Geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliği Komisyonu, “iklim dostu dönüşüme katkıda bulunduğuna” inandığı nükleer enerji ve doğalgaz santrallerini yeşil yatırım olarak sınıflandırmak için bir taslak hazırladı ve taslağı üye ülkelere gönderdi.

AB Komisyonunun taslağında, çevreye zarar vermeyen ve atıklarını güvenli biçimde tasfiye edebilecek nükleer enerji santral yatırımları yeşil ve sürdürülebilir ekonomik aktivite olarak sınıflandırılıyor. Söz konusu nükleer santrallerin yeşil yatırım sayılması için 2045’ten önce ruhsat almaları gerekiyor.

Almanya hükümeti taslağa ilişkin açıklamasında doğalgazdan elde edilen enerjinin sürdürebilir sayılması planlarını olumlu karşılarken, nükleer enerji ile ilgili öneriyi kesinlikle reddetti. Reuters’a konuşan bir hükümet sözcüsü, AB’nin planlarına ilişkin olarak “Nükleer enerjiden ve kömürle elektrik üretiminden vazgeçildiği göz önünde bulundurulunca, Alman hükümeti için doğal gaz karbon nötrlüğü yolunda önemli bir geçiş teknolojisi oluşturuyor” ifadelerini kullandı.

Yeşiller üyesi Çevre Bakanı Steffi Lemke de planları “kesinlikle yanlış” olarak nitelendirerek, korkunç çevre felaketlerine yol açabilecek bir enerji şeklinin “sürdürülebilir” sayılamayacağını söyledi.

Fukuşima’da ne oldu?

Japonya, Fukuşima Nükleer Santrali’nde 11 Mart 2011’de, Çernobil’den sonra dünyanın ikinci en büyük nükleer santral kazası yaşandı.

Olayda, santraldeki dört nükleer reaktörden üçü zarar gördü. Santral çevresinde yaşayan 160 binden fazla insan sızıntı sonrası evlerini terk etmek zorunda kaldı.

Santralde çalışan 300’den fazla işçi yüksek dozda radyasyona maruz kaldı. 2013’te açıklanan sağlık taraması sonuçlarına göre 95 bin çocuğun yüzde 44’ünde tiroid anormallikler olduğu görüldü.

Gönüllü örgütlerin yaptığı ölçümlerde santralden 30 kilometre uzaktaki Minamisoma kentindeki bir lisenin bahçesinde normalin 2000 katı radyasyon tespit edildi.

Çok sayıda ülke Japonya’dan tarım ve deniz ürünü ithal edilmesine, insan sağlığı ve güvenliği endişesi ile sınırlama getirdi. Japonya’da, nükleer felaket öncesinde 54 nükleer reaktör ülkenin elektrik ihtiyacının yüzde 29’unu karşılıyordu.


https://bianet.org/bianet/cevre/255704-almanya-3-nukleer-santralini-kapatti

Posted in DOĞA - ÇEVRE, Doga - Cevre - Ekoloji - Tarim, DOĞAL YAŞAM, ENERJİ | Leave a comment

POLİTİKA – SEÇİM – GÜNDEM * Türkiye İttifakı nasıl olmalı?

Sayın Haluk Dural,
Ülkemizin içinde bocaladığı çok yönlü ekonomik, sosyal, kamusal, siyasal çöküşten nasıl çıkabileceğimiz konusunda yazmış olduğunuz değerli makalenizdeki satırbaşı önerileriniz çok yararlıdır. Bu nedenle teşekkürlerimi sunarım.

Makalenizi bir kaç kez okudum fakat planlı olarak yozlaştırılan, çökertilen, çağdaşlık ve bilimden islami , arap eğitimine dönüştürülen, MİLLİ EĞİTİM/EĞİTİM BİRLİĞİ konusunu göremedim. Bilindiği gibi ülkemizde Anadolu liseleri ve köklü eğitim kurumları planlı olarak imama-Hatip okullarına dönüştürülmüş, çağdaş, akılcı, Laik Cumhuriyeti özümsemiş olan eğitim kadroları/öğretmenler tasfiye edilmiştir. Son eğitim şürasında alınan kararla din eğitimi ana okuluna kadar indirilmiştir.

Tüm bunlar olurken ülkeleri, toplumları çağdaşlığa, bilime, gelişmiş sanayi ve teknolojiye taşıyacak olan BİLİM derslerinin sayısı azaltılmış, bazı dersler de kaldırılmış var olan derslerin de niteliği planlı olarak düşürülmüştür. Okul kitaplarından inkilap tarihinin, Atatürk’ün, aydınlanma devrimlerinin silindiği görülüyor. Aydınlanmaya karşı ayaklanan yobazlar ve yaptıkları ise masumlaştırılarak veya saklanarak tarihimiz tahrif ediliyor.
Bir ülkeyi birkaç kuşak sonra çökertebilmek için eğitim sistemi ile oynamak yeterlidir. Örneğin Fetullah Gülen’in ışık evlerinde yetiştirdiği cemaatı ile ile kamunun tüm kurumlarına yerleşerek Türkiye’yi büyük bir kaosa sürüklediğini gördük.

Bir diğer ve çok önemli olan diğer konu da;
Cumhurbaşkanı adayının, yeterince kamu görevi yapmış olması, kamunun çalışma düzenini çok iyi bilmesi, liyakatli ve deneyimli olması, adalet terazisini HAKÇA kullanması, toplumun tüm katmanlarını, ayrıştırmadan kucaklaması, ruh ve akıl sağlığının yerinde olması, iç ve dış ilişkileri başarıyla yönetebilecek olan kültür düzeyine sahip olması.Liyakatli, akîl, bilge danışman ekipleri oluşturarak Devlet yönetiminde akıl ve bilimi egemen kılmalıdır. En önemlisi bağımsız bir Türkiye için YURTSEVER bir aydın olması gereği vardır.

Ankara veya İstanbul Belediye Başkanları kesinlikle görevlerine devam etmelidir. Aksi halde bu başkanların yerlerine AKP’li bir başkan Belediye meclisi tarafından seçilecek ve Belediye başkanlığı el değiştirecektir. Bu ise AKP’ye can suyu ve moral olacak, el altından beslemekte oldukları dini veya yanlı dernekler, vakıflar yine palazlanarak AKP’ye güç kaynağı olacaklardır.

Son olarak,
MİLLET İTTİFAKI olabildiğince genişlemeli ve GÜÇ BİRLİĞİNİ büyütmelidir. nedenini aşağıda yakın zamanda yapılmış bir anketi referans olarak göstererek paylaşıyorum;

MetroPOLL Araştırma, aralık ayına ilişkin seçim anketinin sonuçlarını açıkladı. Anketin 11-15 Aralık tarihleri arasında 1514 kişi ile gerçekleştirildiği, 28 ilde tabakalı örnekleme ve ağırlıklandırma yöntemi ile yapıldığı bildirildi. Anketin hata payı 2,52 olarak belirtildi.

Kararsızlar dağıtılmadan AKP’nin oy oranı yüzde 23,9 olurken, CHP’nin oy oranı yüzde 20,3, İYİ Parti’nin yüzde 10,5, HDP’nin yüzde 8,8 oldu. MHP’nin ise oy oranı sadece yüzde 3,9 oldu. DEVA’nın yüzde 1,9, Memleket Partisi’nin yüzde 1,2, Saadet Partisi’nin yüzde 1,1, Gelecek Partisi’nin ise yüzde 0,8 olarak belirtildi.

“Kararsızlar, protesto oy ve cevap yok” yanıtları oransal olarak dağıtıldığında AKP’nin oy oranı yüzde 32,3 oldu. CHP’nin oyu yüzde 27,4 olurken, İYİ Parti’nin ise yüzde 14,2 oldu. HDP’nin oy oranı da yüzde 11,9 olarak belirtildi.

MHP’nin oy oranı yüzde 5,3, DEVA’nın yüzde 2,6, Saadet Partisi’nin yüzde 1,5, Gelecek Partisi’nin 1,1 ve diğer partilerin ise yüzde 2,3 oldu. Böylece CHP ve İYİ Parti’den oluşan Millet İttifakı’nın toplam oy oranı 41,6 oldu ve 37,6 oy oranına sahip Cumhur İttifakı’nı geride bıraktı. [ https://halktv.com.tr/gundem/son-anket-millet-ittifaki-4-puan-onde-658572h ]

SONUÇ OLARAK Cumhur itttifakı ile MİLLET İTTİFAKI arasındaki bulunan fark 4 puandır. Daha önceki seçim ve referandumlarda yaşadığımız hileleri göz önüne aldığımızda bu 4 puanlık farkı büyütmek gerekiyor. Bu da ancak SAADET-DEVA-GELECEK-MEMLEKET ve dahi diğer küçük partilerin de MİLLET İTTİFAKI şemsiyesi altına toplayabilmeyi gerektiriyor.

Tekrar teşekkür eder,
Saygılarımı sunarım

Naci Kaptan


Türkiye İttifakı nasıl olmalı?

Haluk Dural – 3.01.2022
Milli Merkez Genel Sekreteri

AKP’nin 19 yıllık iktidarının özellikle son yılında ayyuka çıkan ekonomik çöküş kendi oy tabanındaki, öncelikle DP-AP-DYP-ANAP çizgisinden gelen Atatürk ve Cumhuriyetle barışık milliyetçi-muhafazakâr seçmenin çözülmesini hızlandırmıştır. Yapılan kamuoyu araştırmaları, işsizlik ve gelir kaybının yanında yüksek enflasyonun muhafazakâr seçmenin de artık AKP’den uzaklaşmaya başladığını göstermektedir. AKP ve MHP genel başkanlarının ve sözcülerinin seçimlerin 2023 yılında zamanında yapılacağı yönündeki ısrarlı açıklamalarına karşın, asgari ücret zammı, memur ve emeklilere verilecek olan zamların TL’nın dolar karşısındaki değer kaybının devam etmesi ve bu nedenle başta elektrik, akaryakıt olmak üzere gıda maddelerindeki fiyat artışları ve genelde durdurulamayan enflasyon artışı nedeniyle ücret artışlarının kitleler üzerinde yaratacağı ferahlamanın beklenenin çok altında kalacağını hesap eden iktidarın bir erken seçime gideceği yönündeki işaretler giderek artmaktadır.

Benzer değerlendirmeleri yapan Millet İttifakı partilerinin başkan ve milletvekilleri yurt gezilerini sıklaştırarak halkın nabzını tutmakta, halkla kurdukları yüzyüze temaslarla gelecek seçimler için oy tabanlarını hızla büyütmektedirler. Bu gelişme iktidar partisinde büyük bir telaş yaratmakta ve kaçınılmaz sonucu algılayan iktidar giderek daha çok hırçınlaşmakta, muhalif basın ve yayın üzerinde baskı kurmakta, maddi cezalandırmaları arttırmakta, söylemlerinde kullandığı hakaretamiz üslup asgari nezaket kurallarının dışına taşmakta, bu tavırla ekonomideki kötüye gidişi muhalefete yükleyici, ötekileştirici, toplumu ayrıştırıcı konuşmalarla çözülen seçmen tabanını bir arada tutmaya çalışmaktadır.

CHP, İP, SP ve DP’den oluşan Millet İttifakı, AKP’den kopan, AKP’nin bütün eylemlerinde yer almış olanların kurdukları DEVA ve Gelecek partilerini de yanlarına alarak ve CHP liderinin HDP yönetimini ziyareti ile de birlikteliklerini büyütmeye çalışmaktadırlar. Altı partinin temsilcileri bir süredir üzerinde çalıştıkları, gelecek bir seçim öncesinde ortak hareket edebilecekleri ilkeleri belirledikleri “parlamenter sistem” metni henüz kamuoyu ile paylaşılmamış olmakla beraber, 58 başlıkta toplanmış olan önerilerin yanında “Demokratik Sistemin Temel Esasları” ana başlığındaki belgede; temel hak ve hürriyetler, ifade, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, basın özgürlüğü, RTÜK’ün yapısı, çevre hakları, kamu yönetiminde esas alınacak ilkeler, kamuya alım süreçlerinde liyakat ve mülakat, yolsuzlukla mücadele ve Siyasi Etik Kanunu gibi konularda da mutabakata varıldığı bilgileri basına sızmış bulunuyor.

Erken seçim işaretlerinin sıklaşmasıyla birlikte Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayları arasında adı en başta zikredilen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun dışında İBB Ekrem İmamoğlu ve ABB Mansur Yavaş’ın isimleri de sıkça konuşulmaya başlandı. Bu meyanda E. İmamoğlu’nun, kendi belediyesinin faaliyetleri kapsamında olmamasına rağmen sıkça yurt gezileri yapmakta olduğu çok dikkat çekmekte, muhtemel cumhurbaşkanı adaylığı ile buna yönelik çabalarının kamuoyu algısı yaratmaya yönelik olduğu gözlenmektedir.

Millet İttifakı ve bağlaşıklarının güç birliği çalışmaları ağırlıklı olarak AKP ve MHP genel başkanlarına cevap vermek ve günlük ekonomik sıkıntılar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu partiler AKP’den kopan büyük kararsız seçmen kitlesine, genel olarak demokrasi, adalet, bireysel özgürlükler gibi genel doğrular dışında, iktidar olmaları halinde ekonominin nasıl düzeltileceği, dış siyaset konusunda nasıl bir yol izleneceği hakkında somut çözümler ve önerilerde bulunmamaktadırlar.

Halbuki muhtemel bir seçimde Millet İttifakı partilerinin iktidara gelmesi durumunda, AKP iktidarından mali kaynakları tükenmiş, hazinesi boşalmış, yetersiz Bütçe, 460 milyar dolar dolayında toplam dış borç, -30 milyar dolar net rezervi olan Merkez Bankası ve 2022 yılında Hazinenin ödeyeceği 505,9 milyar TL[1] toplam borç devralacaktır.

    • Bu durumda Millet İttifakı yönetiminde:
    • Dış borç ödemeleri için;
    • IMF ile mi anlaşma yapılacaktır?
    • Londra Bankerlerinden mi borç alınacaktır?
    • Dış borç ana para ve faiz ödemeleri durdurulacak mıdır?
    • Moratoryum ilan edilip, dış borç ödemeleri yeni bir takvime mi bağlanacaktır?
    • İç borç ödemeleri hangi kaynaktan yapılacaktır?
    • Elektrik üretiminin yaklaşık % 48’i ithal girdi (%16,5 kömür ve %32,5 doğalgaz) iken elektrik fiyatlarını nasıl düşürülecektir? (Kömür için Avustralya, Rusya ve Kolombiya ile Doğalgaz için Rusya, İran, Azerbaycan, Türkmenistan, Cezayir ile uzun vadeli anlaşmalar yapılmalıdır.)

Millet İttifakı partileri devralacakları dış politika için;

    • ABD ve Rusya-Çin güç mücadelesinde Türkiye’nin jeopolitik kimliği nasıl tanımlanacaktır?
    • ABD’nin ve Fransa’nın Yunanistan’ı silahlandırması sonucu bir Yunan çılgınlığı karşısında, Ege Denizinde karasularını 12 mile çıkarması halini savaş sebebi (casus belli) sayan TBMM kararı, “6 milin üzerine çıkarması halinde” şeklinde revize edilecek midir?
    • Yunanistan’ın işgal ettiği ve Lozan’a aykırı olarak silahlandırdığı adalar konusunda neler yapılacaktır?
    • Libya ile imzalanmış olan Deniz Yetki Alanları anlaşmasının devamı olarak, Akdeniz’de AKP iktidarının yapmadığı Münhasır Ekonomik Alan ilan edilecek midir?
    • Doğu Akdeniz enerji kaynakları üzerindeki hak ve menfaatlerimizin korunması konusunda bize ait bölgede arama ve sondaj yapan yabancı devletlerin faaliyetlerine müdahale edilecek midir?
    • Doğu Akdeniz’de arama, sondaj ve üretim çalışmaları yapılacak mıdır?
    • ABD’nin Ukrayna’yı NATO’ya alma girişimine karşı çıkılacak mıdır?
    • Kırım konusunda Rusya ile mutabakat sağlanacak mıdır?
    • Montrö Sözleşmesi konusunun tartışmaya açık olmadığı net olarak açıklanacak mıdır?
    • Türk devletleri ve Pakistan’ın KKTC’yi resmen tanımaları istenecek midir?
    • Suriye, İsrail ve Mısır ile derhal diplomatik ilişki kurulacak mıdır?
    • Başta Suriyeliler olmak üzere Irak ve Afgan sığınmacılar derhal ülkelerine yollanacak mıdır?

Millet İttifakı partileri özellikle AKP’den kopan büyük kararsız seçmen nezdinde güven sağlayabilmek için iktidara geldikleri takdirde bu ve benzeri sorunlar konusunda net ve açık çözüm önerilerini kamuoyu ile paylaşmalıdır.

Yirmi yıllık AKP iktidarının yarattığı yıkıntının içinde ülkeye verdiği en büyük zarar, devlet organlarındaki liyakatsiz, bilgisiz partililerden yaptığı kadrolaşma ile devlet aklının zafiyete düşürülmesidir. Muhtemel bir iktidar değişikliğini bekleyen en önemli sorunların başında bu tahribatın giderilmesi gelmektedir. Seçimler mevcut anayasaya göre yapılacağı için seçilecek cumhurbaşkanı şu anda R. Tayyip Erdoğan tarafından kullanılan yetkilere sahip olacaktır. Bu nedenle Millet İttifakı tarafından belirlenecek cumhurbaşkanı adayında olması gereken özelliklerin başında; kamu yönetim tecrübesi, ekonomiye aşinalık, dış politikada ise dünyadaki jeopolitik değişiklikleri okuyabilme becerisi gelmeli, sosyal medya tanınmışlığı ve gençlik/yakışıklılık gibi kıstaslar en sonda düşünülmelidir. Bilindiği gibi Türkiye’yi bugünkü açmazlara, İstanbul Belediye başkanlığında ve belediye kadrolarında edinilen kısıtlı tecrübe ile devlet yönetmeye kalkışmak sürüklemiştir.

Türkiye İttifakı

Millet İttifakının bu kadar karmaşık sorunlara üreteceği çözümler elbette sancısız olmayacak, toplumda tepkilere de yolaçacaktır. Bu nedenle Millet İttifakı bu birlikteliği daha da genişleterek bir “Türkiye İttifakı” oluşturmalıdır.

Bu genişleme Anayasanın ilk dört maddesini savunan, üniter devlet yapımıza ve laikliğe sıkı sıkıya bağlı, TBMM’inde temsil edilen ve edilmeyen bütün Atatürkçü, ulusalcı siyasi partiler ve demokratik kitle örgütlerini de kapsayacak en geniş şekilde oluşturulmalıdır.

Ancak Millet İttifakı partilerinin böyle geniş bir birliktelik oluşturmak yönünde bir eğilimi halen görülmemektedir. Millet İttifakı bileşenleri ve eklentilerinin oluşturduğu altı parti kurmaylarının hazırlamakta oldukları program metni, basına sızdığı kadarıyla ana fikri demokrasi, adalet, bireysel özgürlükler gibi genel doğrular etrafında dolaşmakta, açlık ve fukaralığa düşmüş özellikle AKP’ye oy veren eski merkez sağ kökenli seçmene, artan hayat pahalılığının giderilmesi için çare olarak demokrasiye dönüşten bahsetmek hiçbir şey ifade etmemektedir.

Bu nedenle yapıcı bir alternatif olarak yukarıdaki tanıma uygun parti ve demokratik kitle örgütleri; kendi programları ve ideolojileri saklı tutmak kaydıyla, birleşerek topluca imza altına alıp, kamuoyuna ortak katılımla açıklayacakları kısa bir program etrafında birleşerek bir “Üçüncü İttifak” kurmalıdırlar. Böyle bir birlik ve somut, kolay anlaşılabilir bir program, Millet İttifakı partilerinin yönetimlerinde etkili olamayan tabandaki gerçek Atatürkçüleri parti yönetimlerini uyarmak konusunda cesaretlendirecek, partilerini daha etkili muhalefet yapmaları yönünde zorlayacaktır.

Üçüncü İttifak, demokratik seçimlerle iktidarı devralacak Millet İttifakından uygulanmasını bekleyeceği kısa vadeli programda asgari neler olması üzerinde anlaşmalıdır. Bu hususlar kısaca:

1- Özellikle “Tek Adam” rejimine geçildikten sonra hızla tahrip edilen devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması için 2-3 yıllık bir geçiş dönemi olacaktır. Devletin yeniden yapılandırılması döneminin sonunda, kesin kuvvetler ayrılığına dayanan, iki meclisli parlamenter sisteme dönülmesini öngören kapsamlı bir anayasa değişikliği yapılmalıdır.

2- Memurların yargılanması hakkındaki 4483 sayılı kanun yürürlükten kaldırılmalıdır.

3- Beştepe kapatılıp, evrakları ilgili bakanlıkların arşivine alınmalı, sözleşmeli istihdam edilenlerin sözleşmesine son verilmeli, 657’ye tabi olanlar liyakatlarına uygun yerlere dağıtılmalıdır.

4- Derhal TBMM’ne derhal küçük bir anayasa değişiklik teklifi sunulmalıdır:

    • Anayasanın 4. Maddesine “işbu 4. Madde” ibaresi eklenmeli,
    • Anayasanın 146-147 Maddesindeki Anayasa Mahkemesi ile ilgili hükümler yeniden düzenlenerek, üyeleri bir defaya mahsus tüm üyeler cumhurbaşkanınca atanmalı,
    • Anayasanın 159. Maddesindeki Hakimler ve Savcılar Kurulu lağvedilip, Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu kurulmalı, bir defaya mahsus tüm üyeler cumhurbaşkanınca atanmalı,
    • Anayasanın 166. Maddesine Devlet Planlama Teşkilatı kurulması ile ilgili fıkra eklenmelidir.
    • Anayasaya devletler arası ilişkilerde “mütekabiliyet” zorunluluğu konulmalı,

3- 5237 Türk Ceza Yasasında ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi ve benzeri kanunlarda derhal kısa bir değişiklik yapılmalıdır:

    • İyi Hal İndirimi kaldırılmalı,
    • Kadın cinayetlerinde fail tutuklu yargılanmalı, her türlü tahrik sebebi kaldırılmalı, ceza ağırlaştırılmış müebbet olmalı ve infaz indiriminden muaf tutulmalı,
    • Reşit olmayan kız ve erkek çocuklara tecavüzle suçlananlar tutuklu yargılanmalı, her türlü tahrik sebebi kaldırılmalı, ceza müebbet olmalı ve infaz indiriminden muaf tutulmalı,
    • Lâikliğe aykırı suçlar ve cezaları tanımlanmalı,

4- Çiftçiye nakit destekleri kaldırılıp, kredi borçları ve faizleri silinmeli, vergisiz mazot (gıda nakli yapanlar dahil), gübre, tohum, ilaç desteği yapılmalıdır.

5- KÖİ projelerinin sözleşmeleri iptal edilmeli, ödemeler durdurulmalıdır.

6- AKP yöneticilerinin yurtiçi ve yurtdışı varlıkları araştırılmalı, Tiksindirici Borçlar için yargı süreci başlatılmalıdır.

7- Bakan Yardımcılıkları kaldırılıp, memuriyet kariyeri olan müsteşarlıklar kurulmalıdır.

8- Dışişleri kariyerinden yetişmemiş büyükelçiler derhal görevden alınmalıdır.

9- Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmeleri, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı Sözleşmesi derhal yürürlükten kaldırılmalı. 4686 sayılı Milletlerarası Tahkim Yasası iptal edilmelidir.

10-Suriye, Mısır, İsrail ile diplomatik ilişkiler derhal kurulmalıdır.

11-Başta Suriyeli, Iraklı ve Afganlar olmak üzere, sığınmacılar derhal ülkelerine gönderilmelidir.

Her türlü ideolojik farklılıkları bir kenara bırakarak; Atatürk’te birleşecek, ülke ve milletin bölünmez bütünlüğü ve lâikliği amasız ve sınırsızca savunacak olan, eğer biraraya gelebilirlerse TBMM’nde temsil edilen veya edilmeyen siyasi partiler ve demokratik kitle örgütler için iyi niyetle düşünülebilecek olanlar:

Türkiye İşçi Partisi, Memleket Partisi, Zafer Partisi, Yenilik Partisi, Doğru Parti, Bağımsız Türkiye Partisi, Yurt Partisi, Türkiye Değişim Partisi, Halkın Kurtuluşu Partisi, Demokratik Sol Parti, Adalet Partisi, Vecdet Öz, Doğru Yol Partisi, ADD, DİSK, TÜRK-İŞ, Birleşik Kamu-İş, Milli Merkez, Demokratlar Birliği, Boğaziçi Aydınlar Topluluğu bir lâhza da akla gelenlerdir.

SON Söz:

Umarım akıl, politik hırslara galebe çalar ve en kısa sürede Üçüncü İttifak+Millet İttifakı’ndan oluşan Türkiye İttifakı kurulur.


[1] : https://www.bloomberght.com/hazine-2022-de-dis-borclanmayi-artiracak-2290984
Posted in CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK, Politika ve Gundem, SİYASİ PARTİLER | Leave a comment

SARIKAMIŞ TRAJEDİSİ * HAREKÂT ÖNCESİ ORDUNUN EĞİTİM VE TEÇHİZAT DURUMU ÇOK KÖTÜ İDİ * BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA KAFKAS CEPHESİ HATIRALARI * Bölüm 2/3/4/5

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA
KAFKAS CEPHESİ HATIRALARI


BÖLÜM I – https://nacikaptan.com/?p=95733 – SARIKAMIŞ TRAJEDİSİ *
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA KAFKAS CEPHESİ HATIRALARI

Savaşları kurmay yeteneği yüksek, çabuk ve doğru karar alabilen, akıllı, bilge liyakatlı komutanlar ve oluşturduğu nitelikli kurmay heyeti kazanır. Savaşları kazanmak için sadece bunlar yetmez. Barış zamanında sürekli eğitim yapılması, aksamayan lojistik destek,  yeterince gıda, silahlar, savaş gereçleri, mühimmat ile askerin şartlara göre uygun şekilde donatılması, arazi ve mevsim şartlarına uygun yönetilmesi gerektir.  Sarıkamış hareketinde, savaşı yöneten Enver Paşa, savaş için gerekenlerin yukarıda sayılanların  hiç birisini yerine getirmemiştir.
Bağdat’ın sıcağından gelen alayın arap çöllerinin sıcağına göre yazlık giysi ile donatılmış olan  askeri eksi 30 derece olan metrelerce karın yolları kestiği dağlara askeri savaşa sürmüş ve kendisini uyaran kurmay komutanlarının uyarılarını dinlememiş ve hatta görevden almıştır. İstanbul’dan asker ve lojistik malzeme getiren 3 nakliye gemisini denizde korunaksız bırakmış ve her 3 gemi de Rus donanması tarafından batırılmıştır.   Denizlerde asker ve askeri malzeme taşıması yapan ticaret gemileri donanma gemileri tarafından korumaya alınır. Bu koruma yapılmamış ve ticaret gemileri kadere teslim edilmiştir. Sarıkamış Hareketinde askerimiz donanımsız, yazlık giysili, eksik silah ve mühimmatlı, yetersiz gıda ile savaşa sürülmüştür.
Kazım Karabekir, Enver Paşayı şöyle anlatır;
Enver Paşa sol kaşındaki beyazlığı cihangirlik işareti olarak görüyordu.  “Kazım kaşımdaki beyazlığın bir cihangirlik alameti olduğunu söylüyorlar. Sen ne dersin?”
” Etrafını bir ağ gibi çeviren dalkavuklar Enver’i mitolojik bir kahraman yapabilmek için bütün maziyi hayasızca yalanladılar. Enver’in Allah tarafından Türk milletine ihsan edilmiş dahi bir kahraman olduğuna halkı hükumeti padişahı ve hatta Enver’in kendisini de inandırdılar.
Enver Paşa kendisini Napolyon olma yeteneğine sahip olduğunu inandırmıştı. Beşiktaş’taki evinde kendisini ziyarete gittiğimde bekleme odasında bir almanla karşılaştım. Duvarda bir Napolyon resmi masada bir Napolyon heykeli vardı. Alman bunları göstererek “Burada Napolyon orada Napolyon(eliyle yukarıda Enver’in bulunduğu odayı göstererek) yukarıda da bir Napolyon” dedi.
Tüm bunlar Enver Paşanın narsist, megaloman bir ruh halinde olduğunu gösteriyor. Vasıflı komutanların  başarıları, savaş meydanlarında kazandığı zaferlerle ölçülür. Sarıkamış harekatının planlamasında kurmaylarının görüşlerini dinlemeyen, orduyu, askerini gereğince donatmayan, gereken iaşe ve lojistik desteği sağlamayan Enver Paşa dünya savaş tarihinde askerini ayaza, kışa, soğuğa teslim ederek 90 bin askerini ölüme gönderen bir komutan olarak anılır.
3. Ordu komutanlarından Hasan İzzet Paşa, Enver Paşa’nın Harbiye’den hocasıdır ve kış başlangıcında yapılacak olan harekâtın, hazırlıksız, tedbirsiz bir harekât olacağını söyler.  Enver Paşa’nın cevabı “Eğer hocam olmasaydınız sizi idam ettirirdim” olur. Ölüme gönderilecek olan Türk askerinin kaderi Enver Paşanın bu cümlesinde saklıdır.
Sarıkamış harekatı başarızlıkla sonuçlanması ve ordumuzun  hezimeti sonucu Enver Paşa cepheden ayrılarak İstanbul’a döner.  Sarıkamış hezimetinin  gazetelerde haber yapılmasına sansür konulur, ve haberler, gerçekler toplumdan saklanır.
Liman Von Sanders Sarıkamış harekâtı için şöyle yazmıştır;
“Yapılacak harekâtta Üçüncü ordunun kumandanlığını üzerine almış olan ENVER PAŞA, yapmış olduğu harekâtın neticesinde 3. Ordu külliyen hezimete uğramıştır. Bidayette 90.000 kişi olarak tertip edilen bu ordudan 12.000 kişi kalmıştır. Çadırsız karlı ordugâhlarda erler açlıktan, soğuktan helak olmuştur. Avdet eden efrat arasında çok geçmeden tifüs hastalığı zuhur ettiğinden bu suretle onların da birçokları ölmüştür.
Filhakika Sarıkamış’taki Rus kıtaatını ihata maksadıyla fevkalade geniş ve son derece cüretkâr olan plânını düşünen ENVER Paşa, inisiyatifi kati olarak kendi eline almış ve taarruz ve harekâtı sür’atle inkişaf ettirmiş bulunuyordu. Ancak nihayete erdirmeye muvaffak olamamıştır. Enver Paşa Harpte manevî unsurun azim ve kıymet ve ehemmiyetine dair olan sözünü unutmuş gitmişti.”
İşin garip olan tarafı yaptığı büyük ve onulmaz yanlışlıklar sonucu 90 bin askerin şahadetinden sonra bazı tarih yazıcılar gerçekleri çarpıtarak;
“Enver Paşa hiç de yadırganacak bir kumandan değildir. O, ideallerini aksiyon safhasına aktarırken Almanlardan büyük yardım göreceğini sanmış, mevsim şartlarını, coğrafî durumları göz önüne almadan hareket etmekle binlerce Anadolu ‘halkı arasında hürmetle yad edilen Enver Paşa” muhakkak ki büyük bir asker ve cesur ve idealist bir insan olarak tarihte yerini alacaktır.” diye yazıyordu.
Ne yazılırsa yazılsın Enver Paşa tüm ordusunu donatmadan kar ve kışa, ayaza teslim ederek 90 bin askerimizin, düşmana kurşun bile atamadan şehit olmasından  sorumludur.
Naci Kaptan / 28 Aralık 2021

T.C. GENELKURMAY BAŞKANLIĞI – ANKARA
Yazan Kur. Alb. Aziz Samih İLTER

BÖLÜM II
SARIKAMIŞ’TAN DÖNÜŞE KADAR
İhtiyat Süvari Kolordusunda Sınırların çizilmesi görevine devam ederken 29 Eylül 1914’te Beyazıt’tan Harbiye   Nezaretine yazdığım telgrafta, şimdiye kadar görmüş olduğum aşiret mensuplarının ve subayların, inzibat ve askeri kıyafetleri, savaş kabiliyetinden mahrum ve kısmen paçavralar giyinmiş halktan ibaret olduğunu bildirmiştim. Van ilinde Beyazıt’ta rastladığım alaylar bana bu kanaati vermişti.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, Van’daki Rus Konsolosluğu karşısındaki alanda, çeteleri askeri eğitim ile uğraşıyordu. Beyazıt’ta iken Süvari kolordusu kurmay başkanlığına tayin olunduğum haberini aldım. İşte kolorduya tayin olunduğum zaman ihtiyat süvari alayları, veya aşiret alayları ve en eski adıyla Hamidiye Süvari Alayları hakkındaki düşüncem yukarıda yazdığım gibiydi.
İhtiyat Süvari Kolordusu, dört tümenden meydana geliyordu. 1 nci Tümen Köprüköy’de , 2 nci Tümen Karakilise’de, 3 ncü Tümen Diyadin’de, 4 ncü Tümen Velibaba’da idi. Alayları teftiş ederek gitmeyi daha önemli gördüm. Tümenlerin her alayını yokladım. Atışlarını, manevralarını görerek Erzurum’a geldiğim zaman görüşüm hiç değişmemişti.
17 bin kılıçtan oluşan bu dört tümenin subayları, çok zaman boş ve talimsiz kaldıklarından eski askerlik bilgileri adeta silinmişti. Subaylarla erler atıcılıkta ancak yumurta vurmayı hüner sayıyorlardı. Nişangah kullanılması bu alaylarda işitilmemiş bir şeydi. Hayvanları küçük ve zayıf, teçhizatları karmakarışık idi. Silahları da hep başka başka idi. Mavzer, büyük mavzer, martin11 bu teşkilatta yer bulmuşlardı. Nakliye araçları beygir, katır ve öküzdü.
Velibaba’da 4 ncü Tümenin teftişinde gördüğüm manzara yürek parçalayıcıydı. Merkezi Viranşehir olan bu tümenin erleri, sıcak yerler halkından olduklarından hepsi yalnız don ve gömlek giymiş, kaput yerine maşlahlı idiler. Yoksul köyün dar ve pis odalarında toprak üzerinde örtüsüz yatıyorlardı. Eksi beş derece soğuk olan bu mevsimde kapının önüne nöbete çıkmak bile bu giyimsiz köy çocukları için en büyük işkenceydi.
Tümen teftiş edilmek için sabahın ayazında ata binip, çıktığı zaman çıplak ayakların demir üzengilere basmaktan ne kadar korkup kıvrıldığını gördüm. Bunların hali beni utandırdı. Bu erlerle nasıl muharebe edileceğine aklım ermedi. 29 Ekim 1914’te Hasankale’ye geldim.
Donanmamız 27-28 Ekim 1914 günleri Karadeniz’de talim ile meşgul iken Rus filosu talimleri bozduğundan, donanmamız tarafından ateş edilerek birkaç Rus harp gemisinin batırıldığını burada öğrendim. 30 Ekim 1914’te Erzurum’a geldim. Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa’ya14 giderek süvari alaylarının halini, teçhizatını, savaş için önemlerini anlattım.
Ordu Komutanı: ”Balkan Muharebesi’nde ordu mükemmel bir şekilde giyinmiş ve teçhiz edilmişti. Fakat yenildik. Bu defa da teçhizatsız savaşalım.” dedi. 31 Ekim 1914’te Ordu Kurmay başkanı Guze’yi ziyaret ederek süvarilerin durumunu ona da anlattım. Soğuk memleket ahalisinden olan bu Alman subayı çöl evladıymış gibi soğuktan çok çekiniyordu. Soba sürekli gürlüyor, ufacık odayı hamam haline koyuyordu.
Açıklamayı dinledikten sonra Süvari Kolordusunun Kağızman üzerine bir akın yapabilme imkanını sordu. Tümenlerle akın yapmaya kalkışmanın kesinlikle delilik olacağını söyledim. Hayret etti. Bakalım kolordu komutanı gelsin de tekrar görüşürüz, diyerek ayrıldık.
Ertesi gün duruma dair bilgi almak üzere Erkan-ı Harbiye 1 nci ve 2 nci şubeleri ziyaret ettim. Düşman hakkındaki bilgi hiç de yeterli değildi. 3 Kasım 1914’te Süvari Kolordusu Komutanı Mehmet Fazıl Paşa1 geldi. Beraber ordu komutanının yanına gittik. Bizim ve düşmanın kuvvetini soran Mehmet Fazıl Paşa’ya ordu komutanı kuvvetimizin 120 bin ve düşman kuvvetinin 80 bin olduğunu söyledi. Fazıl Paşa da o halde ne duruyorsunuz, bu üstünlükten istifade ederek niçin taarruz etmiyorsunuz dedi.
Ordu komutanı, ordunun Kargapazarı Dağları, Höyükler, Topçu dağı hattına çekilerek düşmanın Aras Vadisi’ne gelmesini bekleyip bu durum meydana gelince her taraftan taarruz edilerek Hindenburg’un Mazorya bataklıklarında Rusları uğrattığı bozguna benzer bir örnek yapmak istediğini anlattı.
Bu sırada 11 nci Kolordu Komutanı Galip Paşa19 da içeri girdi. O da Mehmet Fazıl Paşa’nın düşüncesine katıldı. Fazıl Paşa diyordu ki düşmanın Aras Vadisinden ilerleyerek ordunun kıskacı arasına gireceğine nasıl hükmediyorsunuz?
Höyüklere taarruz edeceğini nereden biliyorsunuz? Düşman Horasan civarında kalıp Aras Vadisini tutarak kışı buralarda geçirirse, siz karlı dağların sivri kayaları üzerinde mahvolursunuz.
Düşmanın ilerleyen kuvvetini bile tamamıyla bildiğiniz halde muharebesiz Höyükler hattına çekilmeyi ben uygun bulmuyorum. Hiç olmazsa düşmanın asıl kuvvetini meydana çıkartmak için bir savaş vermelidir. Ordu komutanı paşa Genelkurmaydan bir subay olan Mümtaz Bey’i çağırdı. Dedi ki: “Bak paşalar ne diyorlar?” ifadesiyle açıklama yaptı.
Bu şube müdürü subay dedi ki: Paşam, siz herkesin sözüyle karar değiştirirseniz bir şey yapılamaz. Ordu verdiği karardan vazgeçmemelidir. Bu şube müdürünün komutana verdiği dersten hayretler içinde kalarak oradan çıktık.

BÖLÜM III
4 Kasım 1914’te İhtiyat Süvari Kolordusu karargahı Erzurum’dan yola çıktı. Korucu Köyü’nün her evi dumanlar ve alevler saçıyordu. Bu köyün evlerinin tahtaları, çerçeveleri, camları, kapıları, Höyükler hattındaki tahkimatta istifade olunmak üzere taşınmış, halkı göçmüş, otları askerler tarafından alınmış, kalan kısımları da ateşe verilmişti. Köyün ortasında 18 nci Tümen Komutanı Mustafa Nimet Bey’i gördüm.
Fazıl Paşa boş yere tümen komutanına geri çekilmenin lüzumsuzluğunu anlatmaya uğraştı. Hasankale’ye geldik. Daha önce geçerken misafir olduğum hayat dolu hükûmet konağı, kimsesiz ve kapkaranlıktı. Emir erlerini gönderip halktan birkaç kişiyi çağırttık. Bize kalacak yer ve lamba bulup getirdiler. Osman Ağa adlı bir kişi durumu ve üzüntüsünü anlattı.
“Paşa. Biz, şimdiye kadar her bir hükûmetin istediklerini verdik. Seve  seve orduya koştuk. Düşmanın hücumunda hükûmet bizi korumak mecburiyetindedir. Önceki gün vali buradan geçti. Yarbay ve memurlar vilayete neler anlatmışlar, bilmem. Vilayetten emir alarak hükûmeti bırakıp Erzurum’a gittiler. Kasabada jandarma, polis, memur kalmadı. Halbuki ileride nizamiye süvari tümeni var, muharebe ediyor. Oradan yaralılar geliyor. Asker gelip erzak istiyor. Bin türlü iş çıkıyor. Bunlara kim bakacak. Biz de geçici hükûmet yaptık. Ben kaymakam oldum. Halktan polis ve jandarma yaptım. Hükûmet görevlerini yapmaya uğraşıyorum. En tuhaf şey ki vilayetlerde muharebe ediyorum, o da bana cevap veriyor.”
Bu halden çok etkilendim. Eğer düşman gelip de hükûmet memurları çekilmiş olsaydı bir şey demeye hakkımız olmazdı. Fakat bunlar gereksiz yere mevkilerini bırakıp gittiler. Mehmet Fazıl Paşa da bunlardan bahsederek memurların geri gönderilmesini orduya yazdı. 5 Kasım 1914’te Hasankale’den hareket ettik. Ebubekir Köyü’nde eşkıyalıktan vazgeçmiş olan Kürt Musa ile arkadaşlarına rastladık. 900 kadar olan arkadaşlarına mavzer istiyor. Hepsi de askerlik çağında olan bu eşkıya döküntüleri ordu safları arasında muharebeden kaçarak silah almaya ve tekrar dönmeye uğraşıyorlar.
Akşam Mescitli Köyüne geldik. 1 nci Tümen Komutanı Muhlis ve 4 ncü Tümen Komutanı Sait Beyler bizi burada buldular. Bu tümenlerin askerleri etraftaki köylere yağma yapıyordu. Kadınlara saldırıyor ve hatta subayların eşyasıyla alay sandıklarını alarak firar etmişlerdi.
4 ncü Tümenden ve 91 nci Tümenden 600 er kalmıştı. Bu tümenler hakkındaki düşüncelerimin ne yazık ki gerçek olduğu meydana çıktı. 6 Kasım 1914’te Çullu Köyü’ne gelerek kolordu karargahını buraya yerleştirdik. 2 nci ve 3 ncü Tümenler bizden uzakta, ayrıydı. 2 nci Tümeni bu tarafa naklettirdik. Fakat 3 ncü Tümen daima ayrı ve başlı başına kaldı. Elimiz altındaki 700 kadar erle kolordu görevi alıyorduk.
Kolordu Komutanı Mehmet Fazıl Paşa cesur, cömert, hamiyetli bir insandı. Yalnız makamının gereklerini yerine getirebilecek durumda değildi. İhtiyar ve çok sağırdı. Etrafında bir sürü Çerkez atlısı ve birtakım Arap kısrakları taşıyordu ki bunların idaresi de çok zordu. Köylerde buldukları her şeyi parasız almayı bir hak bilen bu tayfa ile ve onlara uyan komutanla anlaşmak oldukça zordu. Karargahımız her gün bir köyde kalıyordu. Yerimizi önce biz bile bilmiyorduk.
Ordunun emirleri bize ulaşmıyordu. Dolayısıyla biz de birliklere emir veremiyorduk. Kolordunun muhabere muameleleri, kolordunun idaresi paşanın dikkatinde hiçti. Kuru tahta veya toprak üzerinde, yarısı hayvanlara ayrılmış ahırlarda komutan, subay, er sıra sıra yerlere uzanıp kısraklarla karşı karşıya yatıyorduk. Her sabah nereden geldiği meçhul bir koyun veya keçi suyuna yapılmış çorbadan içerek amaçsız yola çıkıyor, nerede akşam bizi yakalarsa geceleyin orada kalıyorduk.
Karargahtaki subayların seferi karyolaları, eşyaları hiçbir zaman bizim yanımıza gelmedi. Köprüköyü, Azap muharebelerine ordunun sağ kanadında iştirak ettik. Diğer zamanlar ordunun sağ kanadının muhafazası süvari kolordusuna veriliyordu. Orduya önemli bir fayda sağlayamadık. Süvarilerimiz rahatını çok seviyorlardı. İleri karakollarda hiçbir bölüğü gece durdurmak mümkün olmadı. Karanlık basınca hemen geri köylere, ocak başlarına dönüyorlardı. Bundan dolayı karargahımızın, birliklerimizden ilerideki köylerde geceyi geçirdiği çok olmuştur.
Çullu Köyünde lapa lapa yağan karın gözümüzün önüne oynak perde çektiği bir gün bu beyazlık arasından beliren üç gölgenin yaklaşmasını seyrediyorduk. Bu üç kişi karargahımız olan köy evinin önünde durdular. Bunlar bir şeyhle bir subay ve emir erleriydi. Onları odamızda misafir ettik.
Şeyh İbrahim Reşit ile Binbaşı Ali olduklarını sonra öğrendiğim bu şahısları Fazıl Paşa tanıdı. Fakat ben bir şey anlayamadım. Bir gün sonra tenhada ziyaretlerinin sebebini sordum. Ancak anlatmak istemediler. Israr edince sonunda anlattılar:
Hacı İbrahim Reşit Efendi’yi Enver Paşa çağırtmış. Afganistan’ı İngilizler aleyhine ayaklandırmak imkanını sormuş. Hacı Efendi de bu işi yapacağını vaadetmiş. Kendisine istediği kadar para vermiş ve Ali Bey’i de askeri müşavir olarak yanına vererek yola çıkmalarını sağlamış. Bu iki kişilik heyet Musul’a geldikleri zaman Mehmet Fazıl Paşa ile görüşmüşler. Paşa seyahatlerinin sebebini öğrenince demiş ki:
Afganistan’ın Hindistan’a hücumu hakikaten İngilizlere karşı etkili olur. Fakat savaşa etkisi dolaylı olur. Oysa ki eğer Kafkasya’yı ayaklandırırsanız, Rus cephesinin gerisinde ve yolların üzerindeki bu ayaklanma Rusları çok tehlikeli bir duruma sokar. 3 ncü Ordunun başarısını sağlar. İbrahim Reşit Efendi de Enver Paşa’dan izin alması şartıyla razı olmuştur.
Mehmet Fazıl Paşa Kafkasya’da ihtilal çıkartmak üzere şeyhin kendi emrine verilmesini telgrafla rica eder. Beklemeye vakit olmadığından uygun cevap gelinceye kadar kendisine katılmalarını, aksi halde yollarına gitmelerini söyleyerek cepheye gelmiştir.
Enver Paşa’dan uygunluk cevabı gelince, Reşit ve Ali Efendiler de Çullu’ya geldiler. Hacı Efendi ile pek asabi ve uzun bir münakaşadan sonra, gerek Kafkasya ve gerek Afganistan’ın ayaklandırılmasının, bu iki serserinin yapacağı iş olmadığını itiraf ettirdim. Meselenin para koparmak olduğu meydana çıktı.

BÖLÜM IV
Mehmet Fazıl Paşa da İbrahim Efendinin emrine Kafkasya’nın yollarını, izlerini, ileri gelenlerini başlarını tanır ve hatırı sayılır adamlar vererek Kafkasya’ya göndermeyi vaadetmişti. Halbuki Fazıl Paşa’nın yanındaki Çerkezlerden çoğunun, babası bile Türk topraklarında doğmuş ve Kafkasya’ya dair bilgisi olmayan kimselerdi.
Bundan dolayı bu delice işe kimse atılmadı. İbrahim Reşit Efendi birkaç gün hasta yattı. Sonunda yanında fazla ağırlık eden eşyasını subaylara hediye olarak dağıttı. Erzurum’a gitti. İhtimal ki oradan yine Afganistan’a kendi hayalinde ayaklanmanın tertibine gitti. Ali Efendiyi bir alay komutanlığına vererek ayırdık. Şerif Beyin Sarıkamış kitabının 84 ncü sayfasındaki Fazıl Paşa’nın seçeceği erlerin Karabağ istikametinde sevk ile demiryollarının tahrip edilmesi ve ihtilale teşviki hakkında Enver Paşa’dan orduya geldiğini yazdığı emrin içeriği budur.
Süvari kolordusunun halini birkaç defa orduya yazmıştık. İsminden başka kolordulukla illişkisi olmayan bu teşkilatın kaldırılmasıyla er ve subayların Nizamiye İkinci Süvari Tümenine verilmesi emri en sonunda 22 Kasım 1914’te geldi. Birçok zaman herkesi oyalayan ve hiç olduğu meydana çıkan teşkilat da ortadan kalktı. Yalnız 3 ncü İhtiyat Süvari Tümeni son zamanlara kadar devam edebildi.

33 ncü ve 34 ncü Tümenlerde ve Menzilde
33 ncü Tümen Komutanı Köprüköy Muharebesi’ne tayin olunan zamanda yetişememiş ve bu nedenle askeri mahkemeye verilmişti. Süvari kolordusunun kaldırılmasından sonra bu tümen komutanlığına vekaleten tayin edildim. Bu tümen komutanının aklanarak geri gelmesi üzerine, 34 ncü Tümene geçtim. Bu sırada 4 Aralık 1914’te Albay Hafız Hakkı, Grebeneli Yarbay Bekir, Bahaettin Şakir Bey tümen karargahına geldiler. Cepheyi görmek için Hafız Hakkı Bey’le Taşlıtepe’deki topçu mevziine gittik.
İstanbul’dan gelmelerinin sebebini sordum. Anlayamadın mı dedi. Anladım. Ne duruyorsunuz demeye geldiniz, dedim. Gülerek dedi ki: İyi bildin. Ne duruyorsunuz? Beni Batum’dan vapura bindirmelisiniz. Yoksa Trabzon’dan Gitmem. Bu şekilde bir taarruz yapılmasından bahsedildi.
Etraftaki dağların büründüğü karların derinliğini gösterdim. Hatta bu mevsimde muharebenin ilanında vakitsizliğinden bahsettim. Dedi ki: Ben de bu fikirdeyim. Hatta Alman Genelkurmayını ikna için Bronsart ile beraber Berlin’e gitmiştik.
Oteldeki odalarımıza ayrılıp yıkandıktan sonra tekrar buluştuğumuz zaman Bronsart dedi ki: “Hazır ol, gidiyoruz, İstanbul’a dönüyoruz. Savaş başlamıştır.” Karadeniz’deki olayı orada öğrendim. Geri döndük. Bundan dolayı başlayan bu savaşı iyi bitirmekten başka düşünülecek bir şey kalmamıştır.
O halde kışı olduğumuz yerde geçirip, ilkbaharda taarruz etmek gerektiğini anlattım. Hafız Hakkı Bey dedi ki: İlkbaharda barış olma ihtimali vardır. Böyle olursa barış masasına hangi işimizle oturacağız. Çorbada pirinci çok olanın hissesi de çok olur. Bundan dolayı herhalde bir taarruz yapmalıyız.
Havanın, yerlerin, askerlerin halini gösterdim. İhtiyaçları anlattım. Kolordu Kurmay Başkanını telefonla çağırdı. O da geldi. Taarruz imkanını ona da sordu. O da aynı fikri söyledi. Fakat iyimserlikle bunun imkansızlığını gösterdi. Grebeneli Bekir Bey tümen komutanlığına asaleten tayin edilerek gelmişti. Karargahta kaldı. Tümeni kendisine devrettim. Rumeli’de çetecilikle şöhret kazanan bu kişinin garip fikirleri vardı. Ordunun ihtiyacını duymuştu.
Askerin oturduğu yerde açlıktan, hastalıktan, sefaletten öleceğine düşman kurşunuyla ölmesi daha iyidir, diyerek bazı şahsi düşünceler ve çetecilikte başarısına dair hikâyeler anlattı. Ben karargaha döndüm ve bir süre çalışmak üzere ordu menzil karargahına hareket ettim.
Yolun hali tarife değerdi. 11 Aralık 1914’te Köprüköyü’nden Hasankale’ye geliyordum. Kar yağmaya başlamıştı. Her taraf donmuş. Her yer ayna gibi parlıyordu. Gelip geçilen yerlerdeki buzlar ezilmiş, toz olmuştu. Yazın kalkan tozlar gibi rüzgarla havaya savruluyordu. Yolun üstü arabalar, hastalar, deve ve yük hayvanlarıyla doluydu. Yolun iki tarafında bunların ölüleri vardı.
Hasankale’de 4000 kadar hasta vardı. Bunlara bakacak tek doktor Rıfkı Ali Bey’di. Hastaneler yetersizdi. Açıkta kalanlar bile vardı. Hastanenin önünde sedye içinde ölmüş bir jandarma eri duruyordu. Doktor diyor ki: Bütün bu hastalara bakıp teşhis ve tedavi değil, hepsine bir bardak su vermeye bile yetişilemiyor.
Kağnılarla bu mevsimde hasta ve özellikle yaralı naklini görmek insanın yüreğini parçalıyor. Sağları bile donduran Deve Boynu’ndan bunların geçip Erzurum’a gitmeleri bir mucize sayılıyordu.

BÖLÜM V
Hasankale’den Erzurum’a giderken Korucukta Hilmi Bey isminde bir kişiyi gördüm. İlçe Kaymakamı iken kazası Rus istilasına uğramıştı. Buradan gelip geçecek hasta, yaralı, zayıf askerleri barındırmak ve onlara bir fincan çay, bir sıcak çorba vermeye görevlendirilmişti. Fakat bu kişi asabi veyahut deli idi. Araç olmadığı için hiçbir şey yapamadığını hoş göstermek istiyordu. Kapısının önünde on ceset yatıyordu. Köy evlerinden birisinin kapısını açtırdı. Odun tomrukları gibi üst üste yığılmış istif edilmiş cesetler gösterdi.
Soğuktan taş heykeller gibi duran bu vücutlar bozulmuyor ve kokmuyordu. Bunları niçin gömdürmediğini sordum. Soğuktan kazma işlemez dedi. Öncelikle odun bulup bir gün sürekli yakıp toprağı yumuşatmak, sonra kazdırmak gerekir. Oysa ki benim yanımda ne yakacak odun ne de toprağı kazdıracak adam var. Bunları gönderiniz de defnettireyim. Böyle mezara kavuşmamış şehitler gördüm.
Öğleyin Nebi Hanı’na geldik. Bir istihkam bölüğü var. Bölük komutanı her gelen geçeni ağırlamaktan bıkmış olacak ki, emir eri kim sorarsa subayımız burada yok, diyor. Soğuktan dışarıda kalmak mümkün olmadığından öğle yemeğini yemek için subay odasına zorla girdim. Bölük komutanı oradaydı. O mahcup oldu. Fakat ben mazur gördüm. Herkesin uğrağı olan bu yerde başka türlü davranmak imkansızdı.
Yanımızdaki yemeği yiyerek hareket ettik. Erzurum’a geldik. Enver Paşa geleceğinden çok hararetli hazırlıklar vardı. Akşam üstü geldiler. Burada yapılanlar; menzil müfettişi Albay Refik’i maaşsız emekliye sevk edip yerine Poselt Paşa’nın tayini ve doktor yarbaylarından birinin rütbelerinin sökülerek er olarak ilk hatta sevk edilmesi oldu. Doktorun kabahati sert ve dik cevap vermesi, hastalara hükûmetçe verilen malzemelerin hepsini kullanmasından dolayı görülen eksikler için uyarıları kabul etmemesiymiş. Herkes bu kişiye acıdı. Hatta vali bey keşke paşayı o hastanenin yanından geçirmeseydim, diyerek çok üzüldü.
Enver Paşa 12 Aralık 1914’te gelmişti. Köprüköyü’ne gitti, geldi. Bir gün Erzurum’da kaldı. Tekrar Köprüköyü’ne gitti. Bu gidip gelmelerin sebeplerini biz bilmiyorduk. Sonradan gelen ordu emrinde Enver Paşa’nın bu cephede bulunduğu müddetçe, ordunun kendi tarafından komuta edileceği bildirilmekte olduğundan seyahatin sonucunu anlamış olduk.
Hasan İzzet Paşa da İstanbul’a gitmek üzere Erzurum’a geldi. Ayrılmasının sebebi hakkında bir şey anlayamadık. O da yoluna gitti. 19 Aralık 1914’te Enver imzasıyla yayınlanan 22 Aralık 1914 için emirdeki amaçlar hakkında bir şey diyemeyeceğim. Ordunun taarruza başlaması 22 Aralık 1914 tarihindedir.
18 Aralık 1914’te Nihat ve Vasıf Beyler Erzurum’a geldiler. Nihat Bey, amele taburlarını nakliye aracı olarak kullanıp Trabzon’dan Bayburt’a ve Sivas’tan Erzurum’a insan sırtında torbalarla erzak taşımak usulünü koymak istedi. Bunun yapılmasının faydasız olduğunu, Erzurum’a 10 ton erzak getirmek için iki katını taşıyanlara yedirmenin gerekeceğini, erlerin bu zor hizmete dayanamayacağını anlatamadık.
Menzil noktalarını, her noktada kaç kişi bulunacağını, bunların geliş gidiş cetvelini ve başkaca talimatları yapıp menzile bıraktı. Cepheye gitti. Menzil bunu tatbike uğraştı. Dolayısıyla mümkün olmadı. Nihat Bey de dediğini sınamış oldu.
Ordunun amacı, 11 nci Kolordu Cephesinde Rusları sabit tutarak 9 ncu ve 10 ncu Kolordularla Rusların yan ve gerisine yetişerek, geri çekilmelerine meydan vermeden yenilgiye uğratmak ve esir etmekti.
Başkomutanlık zaferden çok emindi. En büyük düşüncesi düşmanın kuşatma çemberinden kurtulmamasını sağlamak idi. Bunun için daima 11 nci Kolordunun karşısındaki düşmana sıkı yapışarak, taarruz ederek çekilmesine çalışmak için emirler veriyordu.
23 Aralık 1914’te 10 ncu Kolordunun Oltu’ya girdiği haberini aldık. Hava çok soğuk, sıcaklık eksi 13 dereceydi. Havada kar taneleri uçuyor, yapıştığı yerde kalıyor, toplanıyor ve çoğalıyordu. Telgraf telleri beyaz ve kalın bir halat olmuş, ağaçlar gelin gibi beyazlara bürünmüş, hayvanların her kılının ucunda bir kar ve buz tanesi hasıl olmuştu. Hayvanların geneli kır renkte görünüyordu. Hiçbir taraftan bir haber yoktu. Herkeste ordunun durumu hakkında çok büyük bir endişe vardı.

Konuya ilgi duyan ve dip notları, yazının tamamını okumak isteyenlere
Aziz_Samih_Ilter_Birinci_Dunya_Savasinda.pdf

Naci Kaptan / 28 Aralık 2021
Posted in SAVAŞLAR-ÇATIŞMALAR, Tarih | Leave a comment

MİLLİ EĞİTİMİN ÇOBAN YILDIZI * MUSTAFA NECATİ VE BUGÜNÜN ÖĞRETMENLİK MESLEĞİ

Mustafa Necati ‘Devrimin Çoban Yıldızı’

Ben, ilk ve belki son defa Gazi’nin acı duyarak ağladığına şahit oluyordum. Milli heyecan duyduğunda veya harp sahnelerini anlatırken de gözlerinin de yaşardığını biliyorum ama Necati Bey’in vakitsiz ölümüne ağlaması büyük bir milli değere duyulan acının ifadesi idi. (Afet İnan, Tarihten Bugüne)


MUSTAFA NECATİ VE BUGÜNÜN ÖĞRETMENLİK MESLEĞİ

1 Ocak 1929’da kaybettiğimiz ve devrimimizin azimli, üretken bakanı Mustafa Necati, İstiklâl Mahkemeleri, Mübadele ve İmar-İskân ile Adalet bakanlığı görevlerinin yanı sıra Milli Eğitim Bakanlığı da yapmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı sırasında Necati, eğitimde başarının ilkokulları yaygınlaştırmak için kendine 10 yılda okulsuz köy bırakmamak üzere her yıl 3 bin kişi, 10 yılda 30 bin öğretmen yetiştirmeyi hedeflemişti. Okullaşmaya verdiği önemden dolayı Gazi Eğitim Enstitüsü için arsa ve bina vermeyen Maliye Bakanı ile tartışmaktan çekinmemiş ve “Eğer ben okul açamaz ve bunu yetiştiremezsem namuslu bir adam olarak çekip gitmem lazım, sen de buna para bulamıyorsan, çekip gitmelisin” demiştir. [1]

İzmir’de öğretmenlik yapan Mustafa Necati, 1924 yılında Muallimler Birliği Başkanı olmuş, bakanlığı, başkanlıkla birlikte yürütmüştür. Atatürk’e hayatta en büyük emelinin, muallim mekteplerinde tarih okutmak olduğunu söylemiştir. [2]

Öğretmenliği bu derece seven Necati, öğretmenlere, öğretmenlik mesleğine verdiği değeri uygulamada da göstermiştir. Cumhuriyet Bayramı balolarında öğretmenlerin de temsil edilmesini sağlamıştır. Öğretmenlerle çekişen valileri görevden aldırıyordu. Bu sebeple devlet yöneticilerinin öğretmenlere saygısı onun bakanlığı döneminde artmıştır. [3] Atatürk’ün “Ne evlattı O!” dediği Necati, ölüm döşeğinde bile millet mekteplerini sayıklamıştır. [4]

Bugünün öğretmenliği itibarsızlaşıyor

Mustafa Necati öğretmenlerin saygınlığının artması, öğretmenlik mesleğinin gelişmesi için kısıtlı olanaklarla bunları yaparken bugün ne durumdayız?

Okullarımızı ziyaret ettiğimizde öğretmenlerimizi dinliyoruz. Toplumun ve devletin kendisinden beklentisi fazla olan öğretmen, mesleğini yapmaktan memnun değil. Mesleğini seviyor ama alternatifleri de düşünüyor. Her şeyden önce hayat pahalılığı herkes gibi kendini de etkiliyor. “Ucuz” ve “kaliteli” diye gittiği hak pazarının, en ucuz market fiyatından pahalı, hatta ürünün kalitesinin düşük olduğunu görüyor. Kiracısı olduğu evden çıktığında iki katına ev kiralayacağı aklına geldiğinde, bu düşüncesini aklından uzaklaştırıyor ve aynı evde kiracı kalmaya devam ediyor.

Dahası salgının etkisiyle tembelliğe alışmış, okul davranış kurallarından uzaklaşmış öğrenciye ders anlatmakta zorlanıyor. Esas işi okulda disiplini ve öğrencilerin güvenliğini sağlamak olmuş. Kendisinden kişiliğini hiçe sayarcasına öğrencilere hoşgörü göstermesi bekleniyor. Derslere pek girmediği için öğrenciyi sadece koridorda gören idareciler de öğretmenleri bu hususta zorluyor. Öğretmen anlayışsız velilerle de uğraşıyor. Veli şikayet ediyor ama şikayetinin haksızlığı ortaya çıktığında, kendisine “ayıp ettiniz” bile denemiyor, şikayeti yanına kâr kalıyor. Öğretmen, etkinliğe milli eğitim müdür ve şube müdürleri, belediye başkanı, kaymakam gibi yerel yöneticiler de katılacak diye, okulunu en iyi şekilde temsil etmek için haftalarca hazırlanıyor ama en ufak eksik, hatada soruşturma geçirebiliyor. Böyle durumlarla karşılaşan öğretmenin moralini, mesleğine düne göre olan sevgisini, bağlılığını düşünün!

Özetle öğretmen, itibarının meslek mensupları, bakanlık tarafından bile korunmadığını/korunamadığını düşünüyor.

Kadrolu, sözleşmeli, ücretli, uzman, başöğretmen ayrımı

Öğretmeni itibarsızlaştıran, güvenceli işte çalışmaktan mahrum kılan bir başka husus da öğretmenliğin kadrolu, sözleşmeli ve ücretli diye ayrılması. Sözleşmeli öğretmenlerin kadro güvencesi kesin olmadığından ve ücretli öğretmenlerin ise zaten belli dönemler için çalıştırıldıklarından, haklarını savunması, kadrolu öğretmenlerle dayanışma gösterebilmesi kolay olmuyor. Sözleşmeli öğretmen, idareci ve yetkili sendikanın korkusuyla gönlündeki sendikaya üye olamıyor, hatta kendini daha güvende hissedeceği için yetkili sendikaya üye oluyor.

Ücretli öğretmenlerin sendikaya üye olma hakları yok bile. Dahası asgari ücretli 4250 TL alırken (elbette daha fazla almalılar), üniversite mezunu bu öğretmenler 2200 TL’ye çalışıyorlar. Bu yüzden okul ziyaretlerimizde genelde konuşmalara katılmayıp sessizce dinleyerek “ayrı dünyaların insanlarıyız” mesajı verirler. Siz onları duyarsız, apolitik sanırsınız ama güvenceli işte çalışamamanın getirdiği bir durumdur bu. Şimdilerde tersi oluyor ve ücretli öğretmenlerimiz seslerini yükseltiyorlar. Çünkü bıçak kemiğe dayandı.

Güvencesizlik bir yana sefalet bile denemeyecek ücrete mahkum edilmeleri, mülakat sistemiyle atama, vb korku eşiğini aşmalarını sağlıyor. Markette çalışsa en az asgari ücret alacağını biliyorlar. Zaten kimisi ikinci dönem başka işte çalışacaklarını söylüyorlar. Kimisinin meselesi para da değil. Daha iyi ücret aldığı işten vazgeçip kadrolu olarak atanana kadar tecrübe kazanmak için çalışıyormuş. Mesleğini seven bir öğretmenin mesleğinde yetkinleşmesi çabası takdire şayan değil mi?

Bir okulda öğretmenlere karşı konuşmalarımızı dinleyen ücretli bir öğretmenimiz, teneffüs bitip öğretmenler sınıflarına gidince içini döktü. O konuştukça sanki onun o durumuna biz neden olmuşuz gibi utandık, kahrolduk, yüzüne bakmakta zorlandık. Öyle hınç biriktirmiş ki, gözleri dolu dolu olmuştu. Bir başka okulda kadrolulardan çok üç ücretli öğretmen feveran etti. KPSS’de Biyoloji birincisinin mülakat notuna düşük puan verilerek elenmesinin kendilerinde tedirginliğe yol açtığını söylediler. “Birinci bile atanamıyorsa biz nasıl atanalım!” diye içlerini döktüler. Haksızlar mı?

Kadrolu öğretmen olmak istiyorsunuz ve önünüzde nesnel ölçütü olmayan mülakat denen bir aşama var. Bu ortamda tedirgin olmadan sınavlarınıza çalışabilir misiniz?

Kadrolu, sözleşmeli, ücretli ayrımına son verilmeli, bütün öğretmenler kadrolu olarak mesleğine başlatılmalıdır. Öğretmen huzur içinde derse girebilmesi, kendisini itibarlı görebilmesi, hakkını arayabilmesi için bu şart. Dahası kadrolu öğretmenler içinde görev tanımı yapılmamış uzman, başöğretmen ayrımından vazgeçilmelidir. Öğretmenlik meslek kanun taslağında uzman, başöğretmenin görev tanımı yoktur. Dolayısıyla aynı işi yapacak öğretmenler arasında ayrıma gitmek, maaş artışından başka anlam ifade etmemektedir. O halde böylesi ünvanlar yerine kıdem yılı esasına göre ücret artışı getirilebilir.

MUSTAFA SOLAK


[1] Mustafa Necati Anma Toplantısı, Yay. Haz:A. Ferhan Oğuzkan, Türk Eğitim Derneği Yayınları, Ankara, 1995, s.38.
[2] Age, s.25.
[3] Mahmut Adem, “Mustafa Necati’nin Eğitimdeki Devrimciliği”, Mustafa Necati ve Cumhuriyet Eğitimi Devrimi, İzmir, 2009, s.48-49.
[4] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2012,s.513.

 

Posted in ATATURK, EĞİTİM, TARİHE - AYDINLANMAYA - CUMHURİYETE NOT DÜŞENLER | Leave a comment

ÜLKE TOPRAKLARINA VE ÜLKE İNSANLARINA SİZ İHANET ETTİNİZ.

ÜLKE TOPRAKLARINA VE ÜLKE
İNSANLARINA SİZ İHANET ETTİNİZ.

Yazar: ZAFER ATUN | Tarih: 29/12/2021 |


Başkan babamız İstanbul’a ihanet ettik demişti.
Eksik söyledi. Ülke insanlarına ve tüm
ülke topraklarına da ihanet ettiler.
Hepsinden önemlisi Cumhuriyete ihanet ettiler.
Cumhuriyeti erozyona uğratıp neredeyse
yok olma seviyesine getirdiler.

Ne uğruna Arap, Emevi zihniyeti uğruna.
Toplum cahilin cahiline dönüştü.
Ülkenin geleceği yok oldu.
Ama adamların hikâye ve masalları bitmedi.

En son diyanet deprem kovma duasına çıkacakmış. Merakla bekliyoruz. Adı ak zihniyeti kara parti işbaşına geldiğinden beri ülkemizde 17bin köy okulu kapatılmış. Bu kapatılan köy okullarında Cumhuriyet öğretmenlerinin yerini sarıklı imamlar, meleler ve tarikatlar almış. Bu 17 bin köyde artık istiklâl marşı okunmuyor. Andımız söylenmiyor. Milli gün ve bayramlar kutlanmıyor. Al bayrak gönlere çekilmiyor. Atatürk ve milli kurtuluş savaşımız anlatılmıyor.

Geçmişimizi silme ve unutturma işlemi başarıyla sürüyor. (Cumhuriyet ve Kurtuluş Savaşı dönemleri) Biat kültürü yerleşti. Ülkenin her köşesini tarikatlar ve dinciler tuttu.

Deprem kuşağında olan ülkemde 99 depremi sonrasında, yani 20yılda bir arpa boyu yol gidemediğimizi çok üzülerek gördük. Bu 20 senede halkın cebinden hortumlanan 36 katrilyon para nerede? Bu para kimlerin cebine girdi? Nerede, hangi açıklarının kapatılmasında kullanıldı.

20 sene önce eğitim devlet okullarında yapılır, kolejlere varsıl aile çocukları giderdi. Kolejin ise tek esprisi yabancı dil eğitimini doğru dürüst vermesiydi. Yoksa müfredat aynı müfredat değişen yabancı dil derslerinin ders saatleri idi. Bir de kolej çocukları daha sosyal olurlardı. Bugünse çoğu Türk vatandaşının çocukları kaliteli eğitim için değil, mecburiyetten çocuklarını kolejlere (paralı ve pahalı eğitime) gönderiyorlar.

Müfredat gene aynı müfredat değişen tek şey bu sefer çocukların ders saatleri değil çocukların yaptığı sosyal faaliyetleri. Eğitimin geriletilmesinin bedeli, eldeki okulların birçoğunun özellikle imam hatiplere dönüştürülmesi ve ailelerin kolejlere muhtaç duruma getirilmesi oldu.

Ailelerin ceplerindeki son para da geleceğe yatırım kandırmacasıyla kolej sahibi birkaç gruba peşkeş çekildi. Çocuklar özellikle cahil ve eğitimsiz bırakıldı. Yapılan sosyal etkinlikler ile çocukların iyi eğitim alıyormuş kandırmacası ailelere yutturuldu. Ama çocuklar artık çarpım tablosunu bile bilmiyorlar. En kötüsü de Milli Şuur’dan yoksunlar. Lise eğitimine kadar böyle de üniversite eğitimi farklı mı?

Ülkenin kazalarına kadar yayılmış binası olan ama maalesef içi boş hocası dahi olmayan bir sürü niteliksiz üniversiteye sahibiz. Liseyi bitiren genç dimağlar bu yüksek okullara girince eğitilip gelişecekler mi?

Tabi ki Hayır. Sadece bir diploma edinip ülkenin işsiz büyük çoğunluğuna katılacaklar. İki veya dört seneleri hebâ olacak. Ekonomiye can gelecek ama anne, babaların ise maddi olarak canı sıkılacak. Çünkü bir ümit okuttukları çocukları gene işsiz kalacak. Asgari ücretli iş bulurlarsa şanslı olacaklar. Yani ailelerin kötü makus talihini çocukları da yenemeyecek.

Bugün Suriye’de sınır ötesi harekât başladı. Allah askerimize selamet versin. Karşımızda Amerika’nın eğitip donattığı pkk’lı kürtler var. Bunların elinde en son sistem Abd mühimmat ve silahları var. O coğrafyada bir güçler savaşı yaşanacak. Eğer Kürtler Türk askerine galebe gelirse Abd şunu anlayacak; bu düzensiz kürt güçleri artık düzenli orduya dönüştürülebilir. Yani kürtler artık olgunlaşmışlardır.

Yok eğer Türk askeri kürt militanlarına galebe gelirse bu düzensiz kürt güçler ellerindeki tüm en iyi ve son model teçhizata karşın halen olgunlaşmamışlardır. Halen bunlar ile ilgili çalışma yapılmak zorunda olduğu anlaşılacaktır. Sınır ötesi harekât sayesinde Türkiye SAVAŞ ekonomisine geçecek artık savaş yönetimi egemen olacaktır. Yani siyaset açısından bir nevi kazan kazan olayı.

Abd elindeki gücü (kürt kartı) test edecek, Türkiye’de hükümet yürümeyen tıkanan ekonomiye karşın iç piyasaya savaş gerekçesiyle muzaffer komutan pozu takınacak ve ülkedeki çatlak sesleri ve muhalefeti susturacaktır. Gündem sürekli savaş ile meşgul edilecektir. Ancak acaba Türkiye, bu ayağı kaydırılıp yuvarlandığı Ortadoğu bataklığından çıkabilecek midir?

Zor görünmekle birlikte imkansız değildir. Savaşın süresi manidar, gene kışa girerken 3 ay öncesinden bağıra çağıra Suriye’ye girildi. Abd benim eğitip donattığım kürtlere dokunmayacaksın gözdağı verdi. Peki biz o coğrafyaya gidip dağı taşı bombalayıp bir ay sonra gene mabadımıza baka baka dönecek miyiz. Kazanımımız ne olacak, sadece iç siyaset kazanımı olacaksa bu milletin parasına, çoluğuna çocuğuna yazık.

Diyanete acil tavsiyem Suriye’de askerlerimizin faydasına bir galibiyet duasına çıkması ve tüm evliyalarını, velilerini, bizim cephede görevlendirmesi.


Zafer ATUN – 09/10/2019 – zaferatun.wordpress.com

Posted in Politika ve Gundem, ŞERİAT - İRTİCA - KARANLIĞIN AYAK SESLERİ, SİYASİ TARİH | Leave a comment

YANDAŞKATÜR

Posted in KARİKATÜR | Leave a comment

Yeşilçam iktidarı istiyoruz!

Türkan Şoray & Hulusi Kentmen – 1963 “Çapkın Kız” Filminden bir kare


Mine G. Kırıkkanat – 02 Ocak 2022 Pazar
kirikkanat@mgkmedya.com

Yeşilçam iktidarı istiyoruz!


Takvimler 60’lardan 70’lere, Türk sineması on beş günde çekilen Yeşilçam filmleriyle dünya rekoruna koşuyordu. “Kitch” lafını henüz bilmiyorduk ama hazan ve hüzünde uzmanlaşan yerli sinemamızın altın çağlarıydı.

Çarşamba günleri Berin (Gencer) Teyzem telefon eder, annemi “Şan sinemasında bir film varmış, bir ağlatıyormuş, bir ağlatıyormuş” diye matineye razı ederdi. Bir mendil yetmeyeceğinden, epeyce tedarikli giderlerdi.

Dönüşleri görülmeye değerdi. Burunlar patlıcan gibi, gözler kıpkırmızı ama ağızları kulaklarında, birbirlerine “Oh ne güzel ağladık, aman ne güzel ağladık !” diye veda ederlerdi.

Erkek” babalar ve biz ukala çocuklar, onların sulugöz seyirciliğiyle çok dalga geçerdik ama, bilirdik ki gitsek, Yeşilçam sineması bizi de ağlatır…

Türk sineması, artık iyi filmler üretiyor. Gerçek bir sinema sanatı var.

Ama ne gariptir ki zamana dayanıklı olmadığını düşündüğümüz saçma sapan filmler de tedavülden kalkmadı. Hatta olmayan bir değeri, zamanla kazandılar. “Kitch”likleri rağbete bindi. Abuklukları, gençleri yine katıla katıla güldürüyor, dün katıla katıla güldürdüklerini de bugün  “yitik bir cennetin” nostaljisiyle gülümsetiyor. Hâlâ ağlattıkları bile var…

GÖLGESİZ GERÇEKLERİN KONFORU

Nedir bu eski filmlerin büyüsü, Yeşilçam’ın dandik klişeleri nereden yakalamıştı bizi de kopamıyoruz bir türlü?

Çünkü “konfor”luydu bu sinema. Herkes ve her şey yerli yerinde, olması gereken olurdu. İyiler iyi, kötüler kötüydüler. Hiçbir karakter gölgeli değildi, ışık ve karanlık karışmaz, rol çalamazdı birbirlerinden. Hatta oyuncular bile kalıbından çıkmaz, kötü adam bellenen iyi adamı, iyi adam bellenen kötü adamı oynamazdı, bir filmden diğerine.

Kötücü” aktörü görünce beyazperdede, bilirdiniz ki kötülük yapacaktır. Komik komiklik, fettan fettanlık. Hapse düşse de jön prömiye, mutlaka iftiraya uğramış ve elbette hapisten çıkacak, adalet yerini bulacaktır. Zaten komiser dediğin babacan, yargıçlar saygın ve adildirler, polis görününce seyirci bir “Oh!” çeker: Kötülerin sonu gelmiş, iyilerin intikamı alınacaktır…

1970’ten sonra Türk sineması, “gerçekçi” olmaya başladı. Ve iyiler kötülerden ya da tersi, rol çaldılar, tıpkı hayattaki gibi. Polislerin haydut, haydutların polisleştiğini, adaletin her zaman yerini bulmadığını, sözün namus olmadığını öylesine birlikte ve yoğun yaşadık ki Türk sineması da “bu filmi” tersine çeviremedi.

BARIŞAMAYACAK KADAR KAVGALIYIZ

Öylesine çok yalanı gerçek diye seyrettik, öyle çok madrabazı baş tacı ettik, öyle çok eğriyi doğru diye yuttuk ki o zaman, bu zamandır…

Somut sanal birbirine karıştı, artık hayatımız sinema.

Tüm cetvellerimizi kırdılar, ölçütlerimizi yıktılar. Hepimizin üstünde birleştiği değerler; Atatürk’ün aziz hatırasından, Cumhuriyet yurttaşlığından, kadın haklarından bile nifak odakları ürettiler.

Muhalefet dahi yurttaş hakkını değil, kul hakkını savunmaya soyundu. Böldüler halkımızı, parçaladılar temel direklerimizi. Artık onlar ve biz varız, hiçbir ulusal payanda altında buluşamayacak kadar kavgalıyız!

Uygarlık tarihinde tartışma özgürlüğü ve eleştiri hakkı, demokrasinin temeli olmuştur.

Uygarlık dışına düşürdüler bu güzelim ülkeyi. Rol kesmekte Yeşilçam’ı sollayan takıyyeciler;  sultanlığı başkanlık, teokrasiyi demokrasi, hırsızı ev sahibi diye yutturuyorlar iktidar sinemasında, tüm Türkiye seyirci.

İşte bu yüzden özlüyoruz, herkesin ve her şeyin yerli yerinde, olması gerekenin olduğu eski Yeşilçam filmlerini.


https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mine-g-kirikkanat/yesilcam-iktidari-istiyoruz-1897052
Posted in GEÇMİŞİN İÇİNDEN YAŞAM, Politika ve Gundem | Leave a comment

Laiklik ve tarikatlar – Liyakat-yetenek konusu

Laiklik ve tarikatlar


Çok kısa koalisyon hükümetleri bir yana bırakılırsa 1950-2021 arası 71 yıllık sürede sağcı ve muhafazakâr hükümetler ülkeyi yönettiler. Sırayla Menderes, Demirel, Özal ve Erbakan hükümetleri bu tarihte yer aldı.

Menderes büyük toprak sahibiydi ve toprak sahipleri İkinci Dünya Savaşı sonrası güçlenen burjuvazinin partisi olmak istiyordu. Tarikatlardan yardım alsa da AKP gibi “İslami hayat tarzını yerleştirmek” gibi bir amacı yoktu.

Demirel, 1965’ten 1980’lere iç pazara dönük sermaye birikiminin yürümesini sağlamaya çalışmıştı; laiklikle sert ve kesin bir hesaplaşması olmamıştı.

Kapitalist sistemi benimseyen ve kendisi de tarikat üyesi olan Turgut Özal ise 12 Eylül 1980’i gerçekleştiren, o günün ABD’ye çok yakın komutanlarıyla ve okyanus ötesi güçlerle ilişkilerini yakın tutmak istemişti. Büyük burjuvanın örgütü MESS’in (Madeni Eşya İşverenleri Sendikası) başkanlığından ekonominin başına getirilmişti.

En derin ayrım laikliğe bakış

Erdoğan’ı Menderes, Demirel ve Özal’dan ayıran en önemli kalın çizgi, laiklik ile olan ilişkisidir. Erdoğan, “kindar ve dindar” bir nesil yetiştirmek istediğini açıkça ortaya koymaktan çekinmemiştir.

Bu konuda yüzlerce örnek gösterilebilir ancak Mart 2021’de çıkan TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) ile ilgili bir yönetmelik değişikliği önemlidir.

TSK’ye subay yetiştiren harp okulları ve astsubay yetiştiren astsubay yüksekokullarına giriş yönetmeliğinde bir değişiklik yapıldı.

Giriş koşulları arasında sayılan, “kendisinin, annesinin, babasının, kardeşlerinin ve velisinin, tutum ve davranışlarıyla yasadışı, siyasi, yıkıcı, irticai, bölücü ideolojik görüşleri benimsememiş, bu gibi faaliyetlerde bulunmamış veya bu gibi faaliyetlere karışmamış olması” koşulu yeni yönetmelikte kaldırıldı. Bunun yerine, “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulu’nca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti, iltisakı ya da bunlarla irtibatı olmamak” kuralı eklendi.

15 Temmuz FETÖ darbesinden sonra iktidarın yeni arayışlar içine girdiği ve ülkemizde tarikatların her alanda faaliyet içinde oldukları bir ortamın oluştuğu bilinen bir gerçektir. Bu durumda, TSK’ye subay ve astsubay yetiştiren harp okulları ile astsubay yüksekokuluna giriş şartlarında yapılan değişiklik, TSK içinde tarikatların etkinleşmesine olanak sağlayacaktır.

Bu durum özellikle Cumhuriyet gazetesi tarafından ele alınmış, konu üzerinde günlerce sert yayın yapılmıştır. Bu konu ile ilgili en çarpıcı olay Deniz Kuvvetleri’nde Tuğamiral Sarı’nın tarikat evinde cüppeli sarıklı fotoğrafları ortaya çıktı. Bu amirale uzun süre dokunulmadı, zarar görmemesi için beklendi ve sonunda 30 Ağustos 2021’de emekli edildi.

Konu o derece ilerlemişti ki genelde iktidarla bir çatışma içine girmek istemeyen TÜSİAD, bu konuda açıklama yapmak durumunda kalmıştı. (Ekim 2021)

Cumhuriyet gazetesi bu konuyu uzun süre gündemde tutarak kamuoyuna bilgi verdi. Cumhuriyet gazetesinin çok hassas olduğu bu “laiklik” konusu bilindiği gibi “Türkiye’nin ve demokrasinin temel direğidir. Geleceğin garantisidir, din ve vicdan özgürlüğünün güvencesidir”.

Bu konu, 2021 yılının son günlerinde bir kez daha açıkça ve belgeli olarak ortaya çıktı. Ziraat Bankası’nın danışma komitesi “kur korumalı katılım hesabına icazet belgesi” verdi. Kurumlarda, bankalarda şeriata uygunluk “icazet belgesi” veren komisyonlar oluşturulmuş bulunuyor.

Liyakat-yetenek konusu

Türkiye’de AKP iktidarının yarattığı en önemli yıkımlardan birisi de “liyakat” yani yeteneğe olan darbedir.

AKP iktidarı işe alımlarda “liyakat” yerine “partizanlığı” uyguluyor. Yazılı sınavlarda en üst dereceler alan gençler sözlü sınavlarda eleniyor.

Şu sorulara bakınız:

  • “Reis” denilince aklına ne geliyor? Erdoğan’ın torunlarının isimleri ne? Allah’a inanıyor musun?
  • 15 Temmuz darbesini kim yaptı? El Muhyi ne demektir? Yargıtay 2. Daire Başkanı kimdir?
  • Abdülhamit Han kaç yıl tahtta kalmıştır?
  • Yatsı kaç rekâttır?

Öğretmen atamalarında KPSS’de yüksek puan alan ve dereceye giren adaylar bu gibi sorularla sözlü imtihanlarda eleniyor.


Cumhuriyet – Alev Coşkun’un “2022’ye girerken siyasal bilanço” başlıklı yazısından bölüm alıntısı
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/alev-coskun/2022ye-girerken-siyasal-bilanco-1897064
Posted in İrtica, Politika ve Gundem, YOBAZLIK - GERİCİLİK, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment