ATATÜRK SADECE MUZAFFER BİR KOMUTAN DEĞİL, SADECE ÂKİL BİR DEVLET ADAMI DEĞİL, BİR “ÜST İNSAN” BİR YAŞAM FELSEFESİDİR

ATATÜRK SADECE MUZAFFER BİR KOMUTAN DEĞİL,
SADECE ÂKİL BİR DEVLET ADAMI DEĞİL,
BİR “ÜST İNSAN” BİR YAŞAM FELSEFESİDİR


Yeditepe hukuk fakültesinin kurucu dekanı Prof Dr Haluk Kabalıoğlu, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili bilgileri derleyerek aşağıdaki anıları yazmış.

Adam 69 yasında bir fizikçiydi. Karnının üst tarafında 2-3 yıldır artan ağrı yakınması vardı. Bunlara son günlerde artan reflu yakınması da eklenmişti. Sıkâyetleri onun yoğun çalışma temposu içinde çalışma ritmini yavaşlatıyor, yaşam kalitesini ve bilimsel üretkenliğini belirgin olarak düşürüyordu.
Hastayı 1948 yılında dünyanın en ünlü cerrahlarından biri gördü ve ona oldukça karışık ve kendi ismi ile anılan reflu ameliyatı yaptı. Ünlü cerrah, operasyon sırasında fizikçinin karın ağrısına asıl neden olanın aortik anevrizma (ana atar damarda balonlaşma) olduğunu da ortaya çıkardı ve anevrizmayı selafon ile sardı. Selafon o günün inanışına göre ana atar damar duvarında bağ dokusu reaksiyonuna neden oluyor ve damarın duvarını kuvvetlendiriyordu. Fizik profesörü 3 hafta hastanede kaldıktan sonra taburcu edildi ve sonraki bilimsel yaşamını üretken biçimde ve çok daha az yakınma ile sürdürebildi.
*Bu fizikçinin ismi Albert Einstein, operasyonu yapan ünlü cerrah ise Prof. Dr. Rudolph Nissen’di*.
Dr.Nissen, Münih’te bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1896 yılında dünyaya gelmişti. 1931 yılında ilk pnömonektomi, yani akciğer dokusunun ameliyat ile çıkartılması operasyonunu yapmış ve genç yaşta ünü Almanya dışına taşmıştı. Ancak ülkesinde rahatı hiç yerinde değildi. Naziler iktidardaydı ve bir Yahudi olarak büyük bir tehdit altındaydı.
Aynı yıllarda genç Türkiye Cumhuriyeti çağdaşlaşma savaşı veriyordu. Üniversite reformu 1933 yılında gerçekleştirilmişti ve yeni kurulan üniversiteye öncü bilim adamları gerekliydi. Dr Nissen, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün davetiyle İstanbul’a getirildi ve henüz 37 yasındayken ordinaryüs Profesör olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinin Cerrahpaşa’daki 1. Cerrahi kliniğine direktör olarak atandı. Türkiye’de kaldığı sürece Türk Tıbbına akademik ve idari anlamda büyük katkılar sağladı ve ayrıldıktan sonra da ilişkiyi hiç kesmedi.
*Ayrıldığında geride yeni cerrahi binasının planlanması ve inşaatı, Türkçe ve Almanca yazılmış 4 cerrahi kitabı, 62 adet Türkçe yazılmış bilimsel makale ve yetiştirdiği onlarca öğrenci, asistan ve cerrah bıraktı*.
*Dr. Nissen, 1939-1952 yılları arasında ABD’de çalıştı. Einstein ıle yollarının kesiştiği yıllar bu yıllardır*. Ünlü Alman cerrah Prof.Dr. Rudolf Nissen…
1933’de Hitler tarafından ülkesinden kovulmuş ve, 1933 Üniversite Reformu sonrası Türkiye’ye sığınanlardan.
“*Helle Blaetter,Dünkle Blaetter*” adli 400 sayfalık ani kitabından işte bir alıntı:
“*1935 senesinde Atatürk, o tarihlerde tedavi etmekte olduğum kız kardeşi Makbule Atadan’ı ziyarete gelmişti. Benden hasta hakkından bilgi aldıktan sonra, Hitler hakkında ne düşündüğümü sordu.
*Ben de kendisinin seçimlerle iktidara geldiğini filan söylemeye başlayınca beni susturdu ve devam etti : “Bakın Herr Professor, dünya tarihi, Hitler gibi kendisini bütün tarihlerin en güçlü devlet adamı ve komutanı sanan megolamanlarla doludur. Göreceksiniz kendi ülkesini ve de dünyayı büyük bir felakete sürükleyecektir. Ve tarih de onu öyle anacaktır. Devlet adamı deneyimi olmayanlara devlet idaresini teslim etmek büyük hatadır” .
*Ve Nissen anılarında devam ediyor*:
“Atatürk’ün dedikleri kısa zaman sonra gerçek oldu. O büyük insan İstiklal Savaşını kazandıktan sonra üniformasını sırtından çıkardı ve bir daha hiç giymedi ve Osmanlı’dan bir enkaz halinde devraldığı ülkesini kısa zamanda medeni bir dünya devleti haline getirdi”.
“Kötü ruhlu kişiler dedikodumu yapmaya kalkıp, Mustafa Kemal dün akşam içki içmiş, dans etmiş derlerse, evet içti, evet dans etti cevabını verin. Her şeyi, günahı da sevabı da açık yapmak gerekir. Ne yapacaksak daima milletin gözünün önünde yapacağız” diyordu.
Harbiye öğrencisiyken, arkadaşlarıyla sık sık Çemberlitaş’a giderlerdi, Tavuk Pazarı’nda Yorgo’nun meyhanesine uğrarlardı. Devamlı müşteri oldukları için açık hesapları vardı, ay başında maaşı alınca kapatırlardı.
Cumhurbaşkanı olduktan sonra insanlardan uzaklaşmadı.
Tokatlıyan’a Pera Palas’a Garden Bar’a Rose Noir’a giderdi.
Yaz aylarında Büyük ada Anadolu Kulübü favorisiydi.
Kış aylarında Park Otel’in akşam yemeklerini çok severdi.
Türk insanı Cumhuriyet’le birlikte eğlenme özgürlüğüne de kavuşmuştu. Yurttaşların geceleri ailece dışarı çıkmalarından, ailece eğlenmelerinden çok memnun olurdu, teşvik ederdi. Restoranda, akşam yemeğinde çocuklu aile görürse, çocuğu mutlaka yanına çağırır, hatıra olarak saatini veya kalemini hediye verirdi.
Para ödemeden asla çıkmazdı. Hiç bir mekanda tek kuruş hesap bırakmazdı. Kimsenin kendisinden para istemeyeceğini bildiği için, kalkmadan önce mutlaka kontrol ederdi, gazinocunun parasını ödediniz mi? Ödendi cevabını almadan, emin olmadan kalkmazdı.
Çay aramazdı.
Kahve tiryakisiydi.
Günde 30 civarında Türk kahvesi tüketirdi.
Çalışırken peşpeşe isterdi.
Köpüklü severdi.
Sade içerdi.
Savaş yıllarında şeker çok kıymetliydi, karaborsada bile bulmak çok zordu. Ömrü savaşlarda geçen jenerasyonun tamamı gibi, Mustafa Kemal de mecburen şekersiz içmeye alışmıştı.
Rakı içerdi.
Zihnini dinlendirme ilacıydı.
Adabıyla, ölçülü tüketirdi.
Sarhoş olduğu asla görülmedi.
Konuşmasının bozulduğu asla görülmedi.
Gündüz içmezdi.
Savaşlar sırasında ağzına sürmezdi.
“Leylekboynu” tabir edilen kadehle içerdi.
Çay bardağından biraz büyüktü, bugünkü rakı kadehlerinin yarısı ebatındaydı.
Dimitrakopulo ve Bilecik markalarını severdi.
Buz koymazdı.
Buz gibi şu isterdi.
Meze aramazdı.
Sarı leblebi olmazsa olmazıydı.
Yemekle beraber içmezdi.
Önce rakı faslını geçer, üstüne yemeğini yerdi.
Sofrada altı yedi saat otururdu, bunun en fazla bir saati rakı’lı olurdu.
Nadiren viski içerdi.
Tatlı içkileri, kokteylleri pek sevmezdi.
Şarap ve şampanyayı resmi ağırlamalarda tercih ederdi.
Sadece yabancı misafirlere ikram edildiğinde masaya gelirdi.
Sıcak yaz akşamlarında bazen soğuk bira canı çekerdi.
Poker ustasıydı. Özellikle parasına oynardı, çalışma arkadaşlarının hırs’larını tamah’larını zafiyet’leri poker masasında test ederdi. Kazanırsa, kazandığı paraları iade ederdi, kaybederse öderdi. İskambil oyunlarının tamamına hakimdi.
Briç oynardı.
Bezik oynardı.
Kanasta oynardı.
Tavla’ya Manastır’dayken başlamıştı. Harp okulu öğrencisiyken, Babıali’de Stefan’ın kıraathanesine, Meserret Kıraathanesi’ne, Sirkeci’de Yani’nin kıraathanesine takılırlardı.
Bilardocuydu. Çankaya Köşkü’nde bilardo masası vardı, Paris’ten getirilmişti.
Akşam yemeğinden önce misafirleriyle oynardı.
Tek başına bilardo oynuyorsa, düşünüyor demekti.
Arada istakayı bırakır, notlar alırdı.
Müzikseverdi.
Müzik kültürünün sadece fizyolojik ve psikolojik yönüyle değil, sosyolojik yönüyle de ilgileniyordu. Dinlemeyi de severdi. Söylemeyi de severdi. Müzik eğitimi almamıştı ama, nota bilirdi, makam bilirdi.
“Hayat musikidir” diyordu.
“Musikiyle alakası olmayan mahlukat, insan değildir” diyordu.
Rumeli türkülerinin yeri ayrıydı.
Vardar Ovası’nı dinlemekten bıkmazdı. Tekrar tekrar söyletirdi.
Fuzuli’nin Nedim’in güftelerini çok beğenirdi.
Nihavend, Rast ve Segah makamlarını tercih ederdi.
Bağırarak okuyanlardan hoşlanmazdı.
Bektaşi nefeslerini çok etkileyici bulurdu.
Gazel okuturdu.
Fasıl severdi.
Yakın arkadaşları, sevdiği misafirleri geldiğinde incesaz heyetini çağırırdı. İstek şarkılar listesini bizzat yazarak verirdi. Safiye Ayla için “dünya çapında” diyordu. Onun sesinden “Yanık Ömer”i dinlemeye doyamazdı.
Müzik kitaplarını incelerdi. Fransız müzik teorisyeni Albert Lavıgnac’ın “müzik ve müzisyenler” eserini orijinalinden okumuştu, satırların yanına notlar almıştı. Barok müziğe meraklıydı. Enstrümanların tarihsel gelişimini araştırıyordu.
Rahmetli olduğunda sayım yapıldı… Çankaya Köşkü’de 464 adet plak vardı. Beethoven’in eserlerini seslendiren Viyana Filarmoni Orkestrası’nın, Philadelphia Filarmoni Orkestrası’nın albümlerini satın almıştı. Caz dinliyordu.
Müzik arşivinde, Paul Whiteman’dan Last Night, Jan Garber’den Sweet Georgia Brown, Jack Hylton’dan Nothing Else To Dö, Harry Roy’dan Cheek to Cheek parçaları vardı.
Rebetiko dinliyordu.
Roza Eskenazi’den Mürmurakı’yı çok severdi.
Tango, vals, foxtrot plakları vardı.
En geniş liste, elbette Türk müziğine aitti.
Hafız Kemal beyin gazelini, hafız Osman efendinin klarnet taksimini, udi Nevres beyin, tamburi Cemil beyin, kanuni Hüseyin Sadettin beyin taksimlerini dinlemeye doyamazdı.
Çankaya’da Dolmabahçe’de Yalova’da Savarona’da treninde, gramofonsuz mekanı yoktu.
Şahane dans ederdi.
Çocukluğundan beri meraklıydı. Tee rüştiye talebesiyken, mahalle arkadaşı Fuat Bulça’yla birlikte Halil efendi’nin salonuna giderlerdi, Selanik’in ilk dans okuluydu. Vals ve polka öğreniyorlardı. Türkiye hatıralarını kaleme alan Sovyet sanatçılar şu ortak yorumda buluşmuştu: “Mustafa Kemal çok etkileyici dans ediyor.”
Muhteşem zeybek oynardı. “Milli dans” olmasını arzu ediyordu. Köy düğünlerine denk geldiğinde, sırtından ceketini fırlatır atar, içten, doğal neşesiyle halaya katılırdı.
Gönlünden geçtiği gibi yaşardı.
O ne der, bu ne der, mahalle başkısı, umursamazdı.
İnsanların da tıpkı böyle, özgürce yaşamalarını isterdi.

Tiyatronun hamisiydi, çok severdi, çok sık giderdi.bSinema da öyle… Çankaya’da veya Dolmabahçe’de izleme imkanı varken, topluma örnek olmak için, ilgiyi arttırmak için bizzat sinemaya giderdi. Hatta herkes görsün diye yürüyerek giderdi. 1923… İzmir İkicesmelik’te Ankara Sineması vardı.
Mustafa Kemal, Latife’yle birlikte geldi. Locaya oturdular.
Salona baktı, hınca hınç doluydu ama, herkes erkekti.
Cevabını gayet iyi bildiği halde “neden hiç kadın yok?” diye sordu.
“Paşam kadınlara yalnız salı günleri sinema gösteriyoruz” dediler. Yaverine döndü, “salonun yarısını boşaltın, bizi karşılamak için dışarda biriken kadınları davet edin” dedi. Kadınlar alkışlayarak ve ağlayarak salonu doldurdu. Koridorlar bile tıklım tıklım kadın oldu. Hep birlikte “Şarlo İdama Mahkum” filmini seyrettiler.
Milattı… Kadın-erkek birarada, tarihimizde ilk kez işte böyle film izledi.
Bu muhteşem hadisenin keyfini uzatmak istiyordu. “Hayatımda hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretsek olmaz mı?” dedi. Kahkahalarla tekrar seyrettiler.
Eğlencenin çalışmak kadar önemli olduğunu, ikisini birlikte götürmeyi başaranların “medeni insan” öldüğünü söylüyordu.
MUSTAFA KEMAL işte budur…
ATATÜRK bir yaşam felsefesidir…
This entry was posted in Uncategorized. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *