Libya’da Türkiye:
Avrupa’nın Boşluğunu Doldurmak
Geçen hafta, Başkan Recep Tayyip Erdoğan, Ankara ile Libya hükümeti arasında imzalanan yeni güvenlik antlaşmasının bir sonucu olarak Libya’ya asker konuşlandırmak konusunda Türkiye’nin hazır olduğunu duyurdu. Her iki tarafın bir deniz sınırı anlaşmasına varmasından hemen sonra; Türk askerinin savaştan bitkin düşmüş bu kuzey Afrika ülkesine gelme ihtimali, Doğu Akdeniz’deki doğalgaz ve sondaj yapabilme hakları konusundaki gerilimi daha da ileri taşıdı.
Türk hükümeti uzunca bir süredir General Halife Hafter’e karşı Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tanınmış olan Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni (Government of National Accord-GNA) destekledi. Hafter yönetimi Güney Libya’da de facto (pratik hayattaki gerçeklik) lider konumunda bulunuyor ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Rusya ve Fransa tarafından destekleniyor. Bu hafta Erdoğan, Libya başbakanı Fayez el-Sarraj’ı İstanbul’da kabul etti ve Türk başkanı Libya’ya asker gönderme önerisini televizyondan bir kez daha tekrar etti. “Eğer Libya bizden bu tarz bir istekte bulunursa, özellikle askeri güvenlik anlaşması yapıldıktan sonra kendi personelimizi oraya göndeririz.” Türkiye-Libya askeri anlaşmasının Türk meclisi tarafından önümüzdeki hafta onaylanması bekleniyor. Bu şekilde Türkiye’nin Libya’ya askeri personel ve mühimmat gönderebilmesi ve Libyalı güçleri eğitebilmesine izin verilmiş olacak.
Ankara için Libya, Kuzey Afrika’da sorunlarla karşı karşıya olan herhangi bir dosttan daha fazlası. Tüm yaz boyunca Türk askeri danışmanları, askeri mühimmat desteği ve yaklaşık 20 insansız hava aracı kadar bir filo Libya’daki güçlere Hafter’in tüm cephelerde geri püskürtülmesi amacıyla destek verdi. Türk hükümeti bu başarıya ulaşan katılımını, Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak artan özgüveninin bir simgesi olarak görüyor.
Libya’daki bu çekişme ise Orta Doğu’da yeni bir fay hattını göz önüne çıkarıyor. Fay hattının bir tarafında Türkiye ile Katar bulunuyorken BAE, Suudi Arabistan ve Mısır diğer tarafta yer alıyor. Bölgeye dair Türkiye’nin vizyonu BAE ve Suudi Arabistan politikalarıyla çelişmektedir. Bu iki kamptaki vekâlet savaşları hem Libya’da hem de Suriye’de etkisini göstermektedir.
Fakat bu girişimle beraber Türkiye’nin en belirgin kazancı, Doğu Akdeniz’deki Kıbrıs sahillerinde benzin ve doğalgaz arama çalışmalarını engelleyebilme yeteneğine sahip olabilmesidir. Türk meclisinin geçen hafta onaylamış olduğu Libya ile deniz sınırı anlaşması, Akdeniz boyunca dik bir çizgi çizerek Yunanistan, Kıbrıs, Mısır ve İsrail’in benzin ve doğalgaz sondaj hakları konusundaki planlarını bozuyor.
Kıbrıs eski bir bölgesel sorun olmakla birlikte yeni bir dönemece girmektedir. Kıbrıs adası Türkiye’nin 1974 yılında bölgeye girmesinden beridir ikiye bölünmüş bir durumdadır. Türk ve Yunan tarafları arasında Birleşmiş Milletler aracılığıyla adanın birleştirilmesi yönündeki müzakereler hiçbir sonuç doğurmamıştır. Olayları karıştırmak amacıyla, Kıbrıs 2004 yılından beri Avrupa Birliği (AB) üyesidir ve Türkiye ile olan olağanüstü ihtilaflarını bir Türk-AB meselesi haline getirmektedir. 2017 yılından beri adada sondaj hakları konusundaki gerilim tırmanmaktadır. Kıbrıs, birkaç uluslararası şirketle keşif anlaşmaları imzaladı ve Güney Akdeniz doğalgaz alanlarını Avrupa pazarlarıyla birleştirebilmek için bir doğalgaz boru hattı projesine sahip. Bu süreçte, Kıbrıs’ın girişimlerini engellemek amacıyla Türkiye, kendi keşif gemilerini ve savaş gemilerini Kıbrıs açıklarına gönderdi. Türkiye, bölgedeki enerji kaynaklarının Kıbrıs ile uluslararası olarak izole olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında bölüşülmesi gerektiğini savunuyor.
Ulusal Mutabakat Hükümeti en başta kendisini Güney Akdeniz çıkmazına sokmak veya Avrupa’yı dengelemek konusunda istekli değildi. 2018 yılına kadar Türklerin denizcilik mutabakat anlayışını etkili bir şekilde göz ardı etmişti. Fakat şuanda, çok az seçeneği olduğunu hissetti. Libya’nın uluslararası olarak tanınmış hükümeti olmasına karşın, Hafter’in Trablus’a karşı uzun süreli saldırıları süresince, bu tanınmışlık somut ve hatta söylemsel bir desteğe dahi dönüşmedi.
Esasında, Eylül ayında sonlanan Berlin konferansı sürecinin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi silah ambargosu ihlallerini sona erdirmesi bekleniyordu. Fakat bunun yerine, Hafter’in yanındaki güçler, gelişmiş silahlar ve hava saldırılarıyla birlikte desteklerini aşırı bir şekilde arttırdılar. Trablus, acımasız bir şekilde ateş altına girmesine ve Rus özel askeri desteği Hafter tarafına geçmesine rağmen, bu durum tanıdık bir uluslararası sessizlikle karşılandı. Bütün bunlar Uluslar Mutabakat Hükümeti’nin üzerindeki baskıyı arttırdı.
Bu yeni güvenlik anlaşması ise Libya’daki güç dengesini değiştiriyor. Bu durum cephede görülebilen bir şekilde, sınır hattında ciddi moral artışıyla kendisini kanıtladı. En son, Hafter Nisan ayından beri dördüncü kez Trablus’u işgal için harekâtın başladığını ilan etti. Fakat bu sefer Ulusal Mutabakat Hükümeti saldırıyı püskürttü ve karşı hücuma geçerek aylardır ilk defa sınırlarını genişletti. Türk zırh delici füzeleri dâhil olmak üzere yeni silahlar büyük etkiler yaratmak için kullanıldı.
Dikkatler büyük ölçüde Türkiye’nin direkt müdahalesine odaklanmışsa da güvenlik anlaşmasının büyük kısmı eğitim ve kapasite geliştirme ile ilgilidir. Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin kuvvetleri savaş boyunca örgütsel olarak gelişmiş komuta ve kontrol yapıları geliştirmiş olsalar da bu yapıların resmileştirilmesi yolunda mücadele ettiler ve bunun için acı çektiler. İçişleri Bakanı Fathi Bashagha uzun süredir Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin sahip olduğu birliklerdeki milis yapısını kırmak ve profesyonel bir güç oluşturmak için mücadele etti. İçişleri Bakanı Avrupalılardan da benzer bir destek istemişti. Fakat şuanda Türkiye’nin yalnızca Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni desteklemek amacıyla değil aynı zamanda gelecekteki güvenliğin tesisinde de etkili olacağı anlaşılıyor.
Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Türk askerlerinin gerçekten bölgeye gönderilmesi konusunda yaptığı son açıklamalar, bölgede yerel taraflardan ziyade uluslararası aktörlerin söz sahibi olacağını gösteriyor. Güvenlik anlaşmasıyla birlikte, bu gelişmeler Türkiye’nin bir süreden beri Libya ile ilgili olduğuna dair açık bir işaret. Tüm bu olaylardan hemen sonra, Türk yönetimi, Moskova’nın Hafter’e olan desteğini tersine çevirmek için ikna çabaları doğrultusunda, geçen hafta Erdoğan ve Vladimir Putin arasında bir görüşme gerçekleştirdi. Bu girişim şuanda daha sağlam bir arka plana sahiptir. Şu zamana kadar ortaya çıktığı kadarıyla; Türkiye ile Rusya, Libya için kılıçları çekip birbirine doğrultacak değil. Lakin daha kapsamlı bir anlaşma için bir zemin hazırlıyorlar.
Böyle bir anlaşmanın gerçekleşmesi halinde, Avrupa’yı bu konuda kendi müdahale çevresindeki rolünden daha da uzaklaştıracaktır. Bu dinamik, Almanya’nın Berlin konferansı sürecini başlatmış olmasına rağmen Fransa’nın giderek Hafter’e kesin desteği gibi sebeplerden ötürü Avrupa’nın sabit veya birleşmiş ortak bir pozisyon alamamasından dolayı oluştu. Eğer Avrupa Libya’ya yönelik ilgisini devam ettirmek istiyorsa, bu girişime yeni bir hayat vermesi gerekecek.
Bu sebeple, Avrupa, mevcut dramın ortasındaki bakış açısını korumalı ve bu gibi sorunlara yol açan Berlin sürecindeki kusurları ele alma fırsatını değerlendirmelidir. Bu durum, Libya’da çıkarları olan üye devletlerin bir araya gelerek birleşik bir pozisyon almasını içerir. Hafter’e mevcut desteğinin aksine Fransa’nın güvenlik çıkarları, en iyi şekilde ortak Avrupa platformuna dahil olmasıyla korunacaktır. Bunu yapmak ise, Fransa’yı bu konuda ikna etmek için ortak bir girişim gerektirecektir.
Diğer açıdan, Amerika Birleşik Devletleri’nin Libya çatışmasındaki konumunu net bir şekilde belirlemesi için tek yol, bu konuda birleşmiş bir Avrupa’nın baskısıyla gerçekleşebilir. Bu çok yönlü siyaseti devam ettirebilmenin tek yolu, ortak Avrupa ve Amerikan desteğinin devamını güvence altına almak, bu süreçle güvenilir bir şekilde ilgilenmek ve BM’nin siyasi bir süreç oluşturma girişimlerini desteklemek amacıyla Berlin gruplarına baskı uygulamaktan geçiyor. Bu tarz bir yaklaşım, uluslararası çıkarların yapıcı bir davranışa çevrilmesine yardımcı olacak. Eğer Avrupa kuşkulu bir seyirci olmaya devam ederse, Trablus’un kıyılarından Doğu Akdeniz’e kadar kendi nüfuzunu kaybettiğini görecektir.