EDEBİYAT – ANI – ŞİİR * NAZIM HİKMET * Sevdalınız komünisttir Hainliğiyle anılan bir yurtseverin, sevdalı bir bulutun, buruk öyküsü * Şair Baba’nın yürek sancısı Raşit Kemali’den Orhan Kemal’e, mahpus Balaban’dan ressam Balaban’a…

BÖLÜM I

Sevdalınız komünisttir

Hainliğiyle anılan bir yurtseverin,
sevdalı bir bulutun, buruk öyküsü…

Enver Aysever / 3 Haziran 2019


NÂZIM HİKMET MERHABA…

‘Yaşamımızdan şiiri çaldılar’ diye yazmıştım bir zaman. İrkilten ifade olsun istemiştim. Şiirsiz yaşam olmaz, dileseler de başaramazlar şairin bıraktığı izi. Herkes konuşur, işte eğer o dil incelikli, özenli ve kişiyi doğru aktaracak güce sahipse şairlerden gelir çokça bu. Nâzım Hikmet düşünmemize, duymamıza, söylememize en büyük katkıyı yapan şairdir. Demek ki, Nâzım olmazsa sevdamız, kavgamız eksik kalır. Dile gelmeyen düşünce, anlatılamayan öykü ne işe yarar?

“Her şair, kişi ona gereksinim duyduğunda çıkar karşısına” diye yazmıştım ayrıca. Nâzım farklı dönemlerde, biçimlerde çıkar karşımıza. İlk gençlikte bıraktığı iz başkadır, yaş alıp bilgelik peşine düşünce başka! Ben, bende olan “Nâzım Hikmet”i yazdım “Tepeden Tırnağa İsyan Nâzım Hikmet” kitabımda. Bu dizi onun kısaltılmışı değildir, aynı izlekten süzülen kısa bir masaldır diyeyim.

Ne güzel sözcüktür “merhaba”, en güzeli de seslenmektir şaire: “Nâzım Hikmet Merhaba!”

Kimi zaman aşktan kimi zaman kederden başını döndüren bu dünyaya veda edişinin 56. yıl dönümünde, “Mavi gözlü dev”e bir kez daha merhaba…

Sevdalınız komünisttir

1- Bir vatan haininin öyküsüdür bu. İstanbullu bir hain, şiire tutkun, yaşamdan alacaklı; sevdayı en güzel, en ince dile getiren, hasreti en derinden, en kederli hisseden bir hain. Kimdir bu hain? Soylu bir ailenin konforlu dünyasını elinin tersiyle itmiş, mavi bulutlara özgür bakmak için, yıllar yılı demir parmaklıkların tutsaklığına sığınmış bir hain.

Hainliği bir tercih

Garip bir memleket bizimki, bir gün el üstünde tutarlarken seni, olmadık bir anda alaşağı ederler de şaşmaz, şaşamazsın. Sevdalı bir bulutun öyküsüdür bu, şair doğmuş, tüm yaşamını şairce yaşamış bir hain! Buruk bir öyküdür bu, içinde özlem vardır, yosun kokulu kıyılara duyulan özlem, sonra eksik kalmış bir yaşamın solmaya yüz tutmuş izi, boynu bükük bir söz, bir türlü son dizesi yazılamamış şiir…

Hainliğiyle anılan bir yurtseverin öyküsüdür bu. Hainliği bir kader değildir elbet, tercihtir; bu memlekette, ne vakit ayaklar altına alınırsın, ne vakit baş tacı olursun bilinmez…

2- İstanbul konaklarının birinde Mevlevi Dede, etrafında can kulağıyla onu dinleyen müritler, bir tören var sanki, kenardan onları gözleyen genç bir çocuk… Dede ve torun arasında bin yıl sürecek sevgi ve kavga o gün başlar. Şiire meraklı Dede’ye, “Osmanlıca bir dil değildir” diyecektir genç şair… İlk şiirini dedesini taklit ederek yazar, müritler şaşırır önce, oysa o şair genç, ömrü boyunca putları tek tek yıkmak için mücadele verecektir. Ne bu inanış biçimine, ne bu teslimiyete boyun eğer…

Türkçe âşığı

Yıllar geçince şöyle der bize Nâzım Hikmet: “Bir marangoz tahtayı rendeyi nasıl severse, bir çiftçi toprağı tohumu nasıl severse, ben öyle severim Türkçeyi.” Gün gelip soyu sopu merak konusu olur şairin. Polonya’dan, Almanya’dan gelen köküne aldırmaz Nâzım: “Soy sop işlerinde yokum ben” der, o “komünist”tir. Dahası soyadı almaya bile üşenir. Biliriz ki onun soyu Türkçedir, soyadı da oradan gelir!

3- Şair… Dizelerini kurmaya başlar. Sarı bir defter… Şairin dostu ve suç ortağı… Sesi bulmadan dize olmaz hiçbir söz. Her sayfa tek bir dize için… Ne eksik, ne fazla… Konağın bahçesinde şair adımları ve mırıldandığı sözler yan yana, kol kola akar. Sesi duymadan, müziğini işitmeden güvenmez sözüne şair. Yine bir gün yüksek sesle tekrarlarken dizeleri, hasta bir meczup gibi dolanırken bahçede, konu komşu telaşa kapılıyor aniden… “Vah yazık, iyi saatte olsunlar geldi” diye haber ederler evdekilere… Oysa şiir yazmakta Nâzım. Sarı defterin ikinci sayfasında başka dize, bir diğerinde başka dize… Hep başa döner, sesine bakar, ne eksik olacaktır söz ne fazla… Şiir tastamam olmadan yürek ağrısı dinmez. Nâzım Hikmet, Ethem Efendi Caddesi’nde düşünceli, bir dizenin ardına düşmüş görünür bir vakit. Dalları elleridir ağaçların ve belki bir ceviz ağacı ilk kez o gün gönlüne, aklına düşer Nâzım’ın…

4- Vapurlar… Boğazın gelinlik kızları… Boğazın sularında salınarak süzülürken ne de güzel görünürler. Nâzım’ın “Hasret” şiirinde İstanbul, vapurlar, peşlerinde martılar bir düş gibi beliriverir. Ancak yıl henüz 1920’dir ve bahriyeli Nâzım ile arkadaşları, güverteden acıyla bakmaktadır İstanbul’a. Gençler esir düşmüş kentin acısını yüreklerinde hissetmektedirler; kimileriyse sorumsuz, eğlence gecelerinde gönlünü eylemektedir.

Anadolu günleri

Artık yolculuk zamanı gelmiştir. Veda vaktidir İstanbul’a. Nâzım Anadolu’nun çığlığını işitmiş, kanayan yüreğinde duymuştur çağrıyı… Işıklar içinde yaşlı, gerçeği gölgelenmiş acılarla kıvranan, sanrılı bir kadın yüzü gibi bakar İstanbul Nâzım’a, Nâzım İstanbul’a… Olan bitenden habersiz, bencil, gamsız, umarsız, sahte gecelerin tutsağı insanlara veda vaktidir. Biriktirdiği şiirlerini koyar cebine şair. Ya bir daha hiç çıkmayacaktır onlar gün yüzüne ya değişip Anadolu olacaktır… Memlekete yolculuktur bu çıkılan; çorak, çaresiz, inim inim inleyen Anadolu toprağına atılan ilk adımdır bu. Vâ Nu ve Nâzım. İki yoldaş, uslarında acı çığlıklı vapurlar, yoldadır artık…

5- Yüzler… Hayatında ilk kez bir insanın yüzüne bakıyor gibi, uzunca bakar Nâzım Anadolu yüzlerine… Eller… Yaralı, çıbanlı, nasır tutmuş… Kalpler gibi… Terk edilmiş, yazgısına bırakılmış Anadolu… İlk kez insanlarıyla karşılaşır şair… Gördüğü manzara karşısında içli bir ezgiye döner şiiri. Her yüzü, her çizgiyi, kazır belleğine… İnsan yüzleridir bunlar, her bir çehre farklıdır, her bir göz başka bakmaktadır. Kimi az sonra suç işleyecek, ihanet edecek, hançer saplayacaktır kardeşine. Kimi tecavüze uğrayacak, ırgat olup alınıp satılacaktır… Kiminin sofrada yeri bile yoktur da, kimi sırasını bekler iki lokma için. Ellerinde kutsal kitap tutan ama hiçbir vakit tanrıyı yanında bulamayan insanların kanlı öyküsüdür okuduğu… Nakış olur işler sayfasına şiirlerini…

Yeni bir Nâzım’a doğru

Karanlığın elleri öyle güçlü sıkmıştır boğazını Anadolu’nun. Hainliği ele almış, Kuvayı Milliye askerlerine söven imamlar tanır Nâzım, gericinin bayraktarı, sömürünün cisimleşmiş hali kaymakamlar, valiler görür Nâzım… O gün boyun eğmeyeceğine bir kez daha yemin eder içinden… Soğuk duvarlar arasında bir gece, dostu Vâlâ Nurettin’le birlikte fısıldarlar ilk devrim şiirini… “Eğer bu yobazlar yurtseverse, eğer bu alçaklar vatanseverse, ben hainlik yolundayım” der. Soğuk gecede üstüne bir hırka olur hüznü… Acıdan dokunmuş, insanların yanaklarından akan yaşlarla bezenmiş bir hırka…

6- Cehaletin elinde inim inim inleyen halk, bazen bir akrep gibi döner ve kendini sokar. Söz yetmez millete bazı, duymaz çünkü. Sövsen anlamaz, kula kulluk etmeye inanmıştır bir kez. Kimi zaman o halkın eşsiz hoşgörüsü ve şefkatli elleri olduğuna inanır şair, kimi zamansa en zalimden daha zalim olacağına tanık olur bu muhtaç, bu yoksul insanların. Kuvvacılara katılmak için sabırsızlıkla beklerken tanır Spartakistler’i Nâzım. Başka bir dünyadan söz açılınca derinden etkilenir şair. Bir başka sözdür işittiği… Yüreğinde duyar eşitliği, adalet sözünü, beynine kazır, öfkesine yedirir ve artık yolu devrim yolunda olmaktır; gericiliğe eyvallah etmek mümkün değildir şair için. Bir Nâzım doğar kara yazgılı Anadolu’da. Gericiliğin kalesinde, sabırsız, kafese sıkışmış bir kaplan gibi saldırmaya hazır ve gergin bekler.

Kısacık görüşme

Ankara’ya vardığında tek arzusu dostu Vâlâ ile birlikte bir an önce cepheye gitmektir. Göğüs göğüse dövüşmek, düşmanı yurttan kovmak ister iki genç adam. Bir süre bekletilirler, ardından Mustafa Kemal’le buluşacakları gün gelir çatar. Karşısında gençleri gören Paşa memnundur. Okumuştur gençlerin şiirlerini, der ki: “Hep böyle gayeli şiirler yazın” Kısacık sürer yazık ki konuşma, savaş ortamı daha fazlasına izin vermez.

Hep gayelidir şiiri Nâzım’ın. Paşa bunu görmüştür zaten. Tarih acımasızdır bir yandan. Yıllar geçecek, Nâzım zindanda çürütülürken Paşa’ya bir mektup yazacaktır. Cumhuriyete, Mustafa Kemal’in eserine en çok sahip çıkan olduğunu ansıtacak ve adaletsizliğin son bulmasını isteyecektir. Hasta yatağındaki Mustafa Kemal’e muhtemelen o mektup verilmemiştir.

7- Cepheye gidemez gençler, canları sıkılır. “Öğretmenlik de kavgada görevdir” denir, Bolu’ya gönderilirler. Çevre yadırgar iki şairi, hele de Nâzım’ı! Kalpaklı, sarı saçlı, renkli gözlü aykırı adamı bir tülü sindiremezler içlerine. Gericilik azgın haldedir. Görev gereği kaymakam efendinin evine çağrıldıklarında, bir derttir alır yoldaş Vâlâ Nurettin’i. “Aman bir sorun çıkarma Nâzım, öldürürler bizi” der. Nasıl geçecektir o akşam sofrası…

Rüzgâra karşı tek başına

Kaymakam kibirli, kaymakam şımarık, kaymakam sarayın dalkavuğu olmuş, nutuk atmaktadır gençlere… Susmaz, susamaz Nâzım. Eğer ses etmese, kendinden vazgeçecektir; eğer isyanı söylemese, yazgısı kara, geleceği çalınmış halkına bir hançer de o vuracaktır. Haykırır Nâzım… Susmaz kaymakam beyin karşısında ve o gün Bolu sokaklarında sadece Nâzım’ın ayak sesleri işitilir. Vâlâ Nurettin şöyle der: “Nâzım Hikmet o gün akıntıya karşı tek başına kürek çeken, rüzgâra karşı tek başına yürüyendi. Tevfik Fikret’in öz evladı o gün Nâzım Hikmet’ti!”

8- Moskova… Gurbet desen değil Nâzım için, belki bir komşu evi, dinmeyen bir hasretliğin sığınağı Moskova… Dağlar, dereler, yamaçlar, toz toprak yollar aşılarak, zor lodoslardan geçip, yoldaş Mustafa Suphi’nin izini sürerek vardığı devrimin şehri… Mayakovski’nin özgürlük çığlığı işitiliyor caddelerde. Tiyatrolar dolup taşıyor şenlikli. Çara vurulmuş sert tokadı halkın. Aklında yazgısı kara, acısı derin Anadolu var Nâzım’ın… Yeni bir şiirdir beliren dilinde. Yalın, sade, incelikli… Üniversitede okurken türlü insanlar tanır ve sevdayı elbet. Düşüncesi biçimlenir, yaşam boyu uğruna mücadele vereceği komünizmi öğrenir, içselleştirir; devrimin görkemini, güzelliği tanır. Başka biridir artık Hikmet. Sevdalınız komünisttir! [1]


BÖLÜM II

Enver Aysever / 4 Haziran 2019

Şair Baba’nın yürek sancısı
Raşit Kemali’den Orhan Kemal’e,
mahpus Balaban’dan ressam Balaban’a…


1- Yurdunun caddelerinde devrimci olarak dolaşır Nâzım Hikmet. İşi gücü şiirdir, tiyatrodur, sanattır. Artık yazmak, yaratmak, insanına ulaşmak ister. Arkadaşı Vâ Nu ile gider Sertellerin Tan gazetesine. Sanki gazete için yaratılmıştır, her iş gelir elinden.

Daha ilk karşılaşmada, dilinden şiir dökülür. Gözlerini kapar okur okur, odada derin sessizlik büyür, kim varsa dinleyen işittiği karşısında heyecanla tutar soluğunu. Hemen başlar göreve. Nerede olsa neşe verir insana, ancak kalemi keskindir. Bir bir başlayacaktır putları yıkmaya! Ne zaman eline kalem alsa, hep isyanı yazar Nâzım. “Şairi Azam Abdülhak Hamit”e doğrudan savaş açar, Yakup Kadri’den sözünü esirgemez. Sorar: “Kimdir milli edip?” diye. Hakikati söylemekten sakınmaz. Okuyunca genç şairin isyanını Abdülhak Hamit evine davet eder, gergin başlar akşam yemeği. Kibar, sağduyuludur yaşlı olanı, öteki dengeli ve biraz da mahcuptur sanki. “Elbet gençler putları kıracak” der Hamit. El sıkışırlar, bir daha tek satır yazmaz Nâzım hakkında Şairi Azam’ın. Merttir Nâzım, kimseyi arkadan hançerlemez…

Linçe gelip yoldaş olmak

Putlar yıkıldıkça öfke büyür, gençlere hedef gösterilir Nâzım! Gazete odasında otururken dışarıdan gelen öfkeli kalabalığı işitir. Zekeriya ve Sabiha Sertel gençleri buyur ederler içeri, Nâzım gelir konuşmaya. O şiirli sesi işitir gençler, büyülenirler. Linç etmek için yola çıktıkları Nâzım’ın yoldaşı sayılırlar artık. Bu etki yüzünden değil midir yıllarca zindanda tutulması şairin?

[Haber görseli]

Çankırı Cezaevi avlusu: Piraye, Kemal Tahir, Piraye’nin kardeşi Fehamet, Nãzım, Hikmet Kıvılcımlı (soldan sağa)

2- Sevdalıdır Nâzım Hikmet. İmkânsız aşka tutulur. Hep olacağı gibi inatçıdır. Ürkek Piraye ile tanışır; çocukları vardır, mutsuz evliliği, kırgın bir de kalbi kadının! “Olmaz, imkânsız” der Piraye; çocuk gibi sevinçli, deli gibi güçlü, inatçıdır şair. Çelmeyi başarır gönlünü, yoldaşı, sırdaşı, dert ortağı olur Piraye. Mahpushaneden yazdığı dizelerin, en güzel mektupların, düşlerin, acının ve elbette hüznün adıdır aynı zamanda. Yuva kurar Nâzım ve Piraye; kadının çocuklarını kendinin sayar Nâzım. Mektuplarca dertleşecektir ileride Memet Fuat’la. Yaşamı, devrimi, cinselliği, yalnızlığı, kederi, düşleri ve ayrılığı akıtacaktır satırlarına. İyi baba olur Piraye’nin çocuklarına.

3- Önce denizciler arasında bayrak olur Nâzım, sonra karacılar… Ordu ayaklanmış, heyecan gelmiştir gençlere… Büyür şairin etkisi yayılır, gizliden, el altından okunur komünistin dizeleri. İftira edilir Nâzım’a, tanımadığı, görmediği, yaşça kendinden küçük askerlerle anılır adı önce. İddia büyüktür, Cumhuriyeti yıkmak için örgüt kurmakla suçlanır Nâzım. Gülünç davalar açılır ardı ardına. Hâkim karşına çıkar. Suçu memleketine ihanettir, suçu halkını özgürlüğe davettir aslında! Artık mahpustur Nâzım Hikmet… Çankırı’da mahpus olur ilkin. Koğuş arkadaşları doktor Hikmet Kıvılcımlı ve Kemal Tahir’dir. Dar gelir üç koca adama koğuş. Sabahlara dek sürer tartışmalar. Hem kalbi, hem dizleri sızlamaktadır Nâzım’ın, “karım, bacım, anam” dediği Piraye’ye hasretlik dinmez bir türlü…

[Haber görseli]

Orhan Kemal (solda) ve Nazım Hikmet Bursa Cezaevi’nde.

4- Mahpus için her gün başka bir umuttur, af çıkacak diye bekler, üst mahkemeden bir haber gelecek diye bekler, günler birbirine benzer gibi geçer ama yürekte bambaşkadır her yeni saniyenin sancısı. Bir an önce dışarıda akan yaşama katılmak ister Nâzım, susamıştır… Umuttur Dayı Bey, yani Ali Fuat Paşa. Elinden ne gelirse yapsın ister…

5- Bursa’da mahpus bir genç adam… Nâzım’ın geleceğini işitince yüreği yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlar. Şiire düşkün. Uzun kış gecelerinde kendini avutur dizelerle. “Nâzım gelecek ha”… Düşünmesi bile soğuk terlemesine yeter, düş mü bu, sahiden gelecek mi Nâzım? Sade genç adam değil, tüm mahpusları, gardiyanları, hatta hapishane müdürünü, tüm Bursa’yı bir telaş alır. Memleket şairi Bursa’ya ayak basacak. Elbirliğiyle boşaltırlar bir koğuşu. Oysa koğuşlar tıklım tıklım, adım atacak yer yok. Döşeğini hela önüne atıp uyuyanlar, nöbetleşe yatakları değişenler, çaresiz çıplak yerde uyuyanlar var… Ama Nâzım başka. Okumuş adam, memleket için yatar hapiste. Tertemiz edilir koğuş, mis gibi koksun ister mahkûmlar… Koca toplumun küçük ölçekli bir manzarasıdır Bursa mahpushanesi. Nasıl sığar bunca insan, nasıl aniden kesilir sesler, zamansız çalan kampanayla nasıl kesilir zırıltı ve nasıl başlar yaşam her sabah… Müdür başta karşılarlar Nâzım’ı. Elinde yoksul, yolculuktan yorgun düşmüş bir valiz. Gözleri çökmüş, çizgileri belirginleşmiş Nâzım’ın. Yine de güler yüzlü. Tek tek ellerini sıkar herkesin. Yüzlerine bakar, gözbebeklerini okurca, dümdüz bakar içlerine doğru… Temiz pak ettikleri koğuşa buyur ederler Nâzım’ı…

6- Yorgun şair, ağır adımlarla girer geniş avludan geçip… Bakar arkadan gelen kimse yok, şaşkınlıkla, telaşla, ürkek ve biraz utançla döner, “Ben burada yalnız mı kalacağım” diye sorar ortalığa. Mahkûmların gözleri gözlerinde Nâzım’ın… Hep birden, övünçle başlarıyla onaylarlar şairi. Nâzım, başını öne eğer; “ben yalnızlıktan korkarım” der. Bir el kalkar o an, sanki saati ayarlı bir zil gibi. Tam gerektiği yerde ve anda gerçekleşir buluşma. Kalkan, Nâzım’ı özlemle bekleyen, düşlerinde gören genç adamın elidir. Işıldar gözleri Nâzım’ın, adımlar birlikte atılır koğuşa, o vakit çiçeklenir etraf, iki kardeş, yoldaş, usta, çırak olur Nâzım ve genç adam, Bursa’nın karanlık mahpusunda, karanlık saatlerde…

[Haber görseli]

İmtihan tedirgini

Yağmur, yağmur olmalı o gece. Bir yerden, sızmalı, içeri dolmalı mis gibi toprak kokusu. Genç adam, Raşit Kemali, heyecanını yenmiş, cesaretini toplamış, “Şiir yazıyorum ben” der. Şırıl şırıl yağmurun içinden, delinip akan gökyüzü tünelinden boşalıyor aniden sözler. Nâzım sevinçle, sanki kıtlıkta lokma bulmuş gibi hayretle ısrar eder hemen “Oku bakalım ne yazmışsın” diye. Korkar Raşit Kemali.

Ustanın önünde çekileceği imtihan tedirgin eder onu. Sonra başlar okumaya, ocağın yamacına sığınmış, alevin yalımlarında gölgeli iki yüz, birden suretleri mahpus duvarında görünür. Gölge oyunu bu! Şair Raşit Kemali okudukça yüzü buruşur Nâzım’ın. Önce sabır çeker içinden, zaman ilerleyip yağmur dindiği halde, tükenmeyince şiirler, bu kez açıktan söyleyiveriyor “Daha var mı?” diye. Genç adam tek bir dizesine gülümsesin diye Nâzım, bir cümle kursa umuda dair, bekler, inatla okur, kestirir şiirleri Nâzım… Hepsi sobayı boylar Ah ne koyu bir hüzün… “Topla sen bu kâğıtları” diye öğütler Raşit Kemali’ye şair. “Topla ve hepsini şu ocağa at, yak onları” diye buyurur. “Bir taneciğinde bile güzellik yok mu” diye umutla, esmerleşmiş yüzüne düşen acıyla sorsa da Raşit Kemali, sıkıntıyla sallanan başını görür şairin ve “hayır” cevabından başka ses işitilmez koğuşta. Kırılsa da kalbi, küskünlük yarası açılsa da böğründe, notu veren Nâzım’dır ve diyeceği sözü yoktur Raşit Kemali’nin.

7- Yüzler esmer, eller nasırlı, yürek dağlanmış… Genç bir adam düşmüş dama. Adam demek doğru mu, çocuk işte… Anasının hasretini geceleyin titrediği yorganın altında daha bir derin hisseder… Sevdiği kız aklında, babası vurularak öldürülecek bir zaman sonra, iyice kesilecek dışarıdan gelen üç kuruş yardım… Mahpusta parasız kalmak zor, çalışmak gerek… İş tutmak lazım… Ayna dökmek, tespih dizmek, berberlik etmek… Bir gün mahpusta satılan bir kitap geçince eline, bambaşka biri olur genç adam… Mahpusta da bulur imam onu “Bakma o resimlere, Müslümanlıkta yok suret çizmek” der. Balaban bu genç adamın adı…

Dam değil üniversite

Demir parmaklıklar ardından çürümemek için dirençle resim yapmaya koyulmuş Nâzım. Mahpusların “Şair Baba” diyeceği, herkese el uzatan, başındaki aydınlık hareyle dolaşan koca Nâzım… Ürkerek yaklaşır Balaban, Şair Baba’sına… “Benim de resmimi yap” der… Nâzım o güzel köylü çocuğunun yüzüne uzunca bakar. Sureti düşer kâğıda yavaşça. İşte bu göz Balaban’ın, işte bu çene, burun… Belirir yavaşça. Mucize karşısında küçük dilini yutacak neredeyse genç adam…

Koşarak çıkar Şair Baba’nın yanından, bulduğu ilk tutsağı diker karşısına, kalem yok, kâğıt hak getire, elde ne varsa onun, Şair Baba’dan gördüğü gibi düşünür suretini mahpusluğun önüne. Delirmiş diyorlar Balaban’a, hep kendine benzemeyene çılgın derler ya… Bir yandan yayılır bu söylence, bir yandan otururlar Balaban’ın karşısına mahpuslar… Artık güç bile olsa, karar zamanı gelir, çıkar Şair Baba’nın karşısına Balaban… Gösterir çizdiklerini, memleketi, insanları…

Ah Nâzım’ın yüzünde güller açar sanki. Sanki orası Bursa’nın mahpus damı değil de, bir üniversite… “Ben senin ustanım, sen çırak… Öğreteceğim sana resmin sırlarını bir bir” der Şair Baba… Gün gelir bütün fırçalar, bütün boyalar, renkler Balaban’ın olur… Şair Baba bu köy çocuğunun bilgeliğini kazır aklına… Umudun düşmanlarına inat, onun adını yazar şiirine… [2]

[1] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/yazi_dizileri/1423866/Sevdaliniz_komunisttir.html
[2] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/yazi_dizileri/1425266/Sair_Baba_nin_yurek_sancisi.html
This entry was posted in EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR, GEÇMİŞİN İÇİNDEN, KÜLTÜR - EĞİTİM - ÇAĞDAŞLIK, TARİHE - AYDINLANMAYA - CUMHURİYETE NOT DÜŞENLER. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *