TARİHİN İÇİNDEN GÜNDEME *** Dersim tartışması nereye gidiştir?

Önsöz

“Ne yazık ki dozu gittikçe artan Dersim Harekâtı tartışması yine gündeme oturuyor. Bilgisizlerin, yıkıcıların, Truva atlarının, işbirlikçilerin, Cumhuriyet düşmanlarının, gündemi saptırmak isteyenlerin cirit attığı; konuşması gereken kesimlerin – özellikle üniversitelerin- sus pus olduğu bir final yaşanıyor. Bu tartışmanın savcısı hükümet, avukatı da CHP olmamalı. Bu Cumhuriyetin getirilerine ve değerlerine herkes sahip çıkmalı.

Cumhuriyetin aşındırılmasına yönelik her saldırıya karşı koymayı ve bildiğim yönleriyle görüşlerimi, nitelikli kitle olarak tanımladığım sizlerle paylaşmayı milli bir görev olarak benimsediğim için “Dersim tartışması milli bir tehdit haline dönüştürülmeden önce” yazmış olduğum Dersim Harekâtının arka planını da içeren yazımı son ithamlara yanıt olacak biçimde düzenleyerek sizlerle paylaşmak istedim.”

İyi okumalar…

Prof.Dr.Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi

Dersim tartışması nereye gidiştir?

Anayasa referandum ile gündeme gelen ve yeni anayasa hazırlıkları ile restleşmeye sürüklenen Dersim Harekâtı – Bilgisizliğin tescili –

Hırs bitmiyor, 16.08 2010 tarihinde, Tayyip Erdoğan, vergi vermediler diye CHP (başka parti olmadığı için o günün Türkiye Cumhuriyeti’ni kast ederek) ve onun başkanı İsmet İnönü (sayını olmadan), Dersimde masum insanları bombalatarak katletmiştir gibi ağır bir açıklamada bulundu. Neresinden bakarsanız bakın bir hükümet için utanç verici bir durum… Çünkü:

Dersim bölgesinde çatışmaların hiç durmaması nedeniyle hükümet “Umumi Müfettişliklere” bir rapor hazırlatır. Bu rapora göre:

1. Aşiretlerin elindeki silahların toplatılması

2. Aşiret ağalarının ve aşiret ağası olabileceklerin (özellikle huzursuzluk çıkaran) batı illerine sürgünü

3. Dersim’de toprak ağalarının etkisinde olan yerlerde köylülere toprak dağıtılması

4. Yol ve okul yapmayı hızlandırma

Sonunda 25 Aralık 1935‘de Tunceli Kanunu çıkarılır (1946 yılına kadar yürürlükte kalır). Bu kanunla birlikte Dersim’in adı Tunceli olarak değiştirilir. Silaha çok merakı olan bölge halkının ilk baş kaldırışı, Yusufan aşiretinin elindeki silahların toplatılması ile başlar (21 Mart 1937, Nevruz günü). Demenan aşireti ile bazı Nazımiye aşiretleri kendi bölgelerinde yapımı başlatılan karakollara ve askeri birliklere baskınlar düzenlemeye başlarlar. Sih ve Hozat’ta da karakollara saldırılır. Çatışma böyle başlar. Seyit Rıza, askeri vali Alpdoğan’dan Tunceli Kanunu’nun iptalini (olağanüstü rejimin lağvını) ve Dersim’in ulusal haklarının tanınmasını talep eder. Bu hakkın talebi bile başlı başına bir isyandı. Aslında daha önce müdahale edilmesi gereken bu ayaklanmaya geç kalınmasının nedeni Musul ve Hatay gibi önemli sorunların öncelikle çözülmesine yoğunlaşmaydı.

Dersimin bombalandığı 1937 tarihinde (ilk Dersim Harekâtı) Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal, başbakan ise İsmet İnönü’dür. Birinci Dersim Harekâtını bizzat Mustafa Kemal Yürütmüştür.

Ancak Dersim ayaklanmasının tümüyle temizlenmesi ve suçluların idam edilmesi sırasında (İkinci ve Üçüncü Dersim Harekâtı) başbakan Celal Bayar’dır (görev süresi: 25 Ekim 1937 – 25 Ocak 1939). Daha sonra bugünkü sağ-gerici akımları kuluçkaya koyan hükümetlerin cumhurbaşkanı olmuştur (1950-1960). Yani bir anlamda AKP’nin de dedesidir, hamisidir… Mustafa Kemal Atatürk, çok hasta olduğu için, ikinci dersim harekâtını bizzat yürütmüştür. Başbakan Celal Bayar Dersimdeki isyancılara karşı saldırıyı onayladı ve İkinci Tunceli Harekâtı (2 Ocak – 7 Ağustos 1938) başlatıldı. En büyük can yitirilmesi 1938 yılının 22-28 Haziran arasında (Kalan bölgesindeki Baltalı-kürekli muharebesinde), 19-24 Temmuz arasında (Laç Deresi’nde) ve 15 Ağustos’ta (Zeç baskınında ve Zımek Çatışmasında) yaşanır. Yani en ağır olaylar Celal Bayar’ın Başbakan ve etkili olduğu dönemde yaşanmıştır. Ancak bugünkü iktidarın manevi kurucusu olarak tanımlayabileceğimiz Celal Bayar için “tıss” yok.

Vergi vermediler onun için bombaladılar demesi de bir devlet adamı için utanç vericidir; çünkü cehaletin en karasını sergilemektedir. İngiliz ve Fransız arşivleri açıldı; oynanan oyunlar belirli ölçüde ortaya çıktı. Seyit Rıza’nın hami ülkelere yazdığı mektuplar yayınlandı. Okuma bilmiyorsanız bu sizin ayıbınızdır. Devletimizin yetkili yerlerindeki görevliler, rektörlerin, generallerin, yargıçların, yazarların, bilim adamlarının telefonlarını dinleteceğine, tarihindeki temellerine dinamit koyanları tanıması beklenilmez mi?

İngiliz, Fransa ve Türk arşivleri tarafsız ve bilimsel olarak incelendiğinde Dersim Olayının nedenini anlamak mümkün olacaktır. Çünkü Dersim Olayı Şeyh Sait olayının başka bir sürümüdür. Bunun için önce Şeyh Sait isyanının iyi bilmek gerekiyor. Ancak Şeyh Sait din yaygarası ile ortaya çıktığı için zamanımızın dine dayalı politikacılarına tenkit için pek uygun düşmüyor. Dersim olayı gibi, şimdi yaşadığımız Güney Doğu olayları gibi, Şeyh Sait olayı da bu coğrafyada gözü olan emperyalistlerin kışkırtması ile çıkmıştır.

İngilizler Nusaybin, Siirt ve Hakkâri yöresinde bulunan Nasturi (bazen Asuriler, Doğu Kilisesi, Doğu Süryanileri olarak da bilinir) ve daha sonra Papanın zorlaması ile yine Hıristiyan olan Keldanileri (Nasturiler ve Keldaniler bugün Katolik mezhebine bağlıdır) bahane ederek nüfusunun neredeyse yarısı Nasturi ve Keladeni olan Hakkâri’yi Irak’a bağlamak, daha doğrusu Musul ile Türkiye Cumhuriyeti arasında yeni bir devlet kurmak üzere (o zaman Irak, İngilizlerin sömürgesiydi) talepte bulununca, Kerkük’ü ve Musul’u Misak-i Milli sınırlarımız içinde sayan Atatürk’ün bu bölgeye askeri harekât yapma kararlılığını anladı ve böylece bugün terörizm altında hortlatıldığı gibi, geçmişte de Şeyh Sait İsyanını başlattılar (yıl 1925). Böylece gücünü o günlerde küçük çapta da olsa yine de dikkat edilmesi gereken Dersim isyanlarına ve Şeyh Sait İsyanına yoğunlaştıran Türkiye, Musul ve Kerkük harekâtını rafa kaldırmak durumunda kaldı; öyle de kaldı (zengin petrol yatakları da İngilizlere ve günümüzde ek olarak Amerikalılara kaldı).

Atatürk için Türkiye’nin üç yumuşak bağrı vardı: Kerkük-Musul, Kıbrıs ve Batı Trakya; bunlardan taviz verilemezdi. Bu ayaklanmaya destek verdiği söylenen ve bu nedenle hakkında soruşturma açılan Terakkiperver (İlerici) Cumhuriyet Fırkası (yani partisi) çok geçmeden hükümet kararnamesiyle kapatıldı. Bu partinin kurucuları, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü haricinde, Amasya Tamimi ile Milli kurtuluş Savaşını başlatan diğer beş kişiydi (Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar). Bu partinin içine İngiliz yanlısı kişilerin sızdığı ve din istismarı ile cumhuriyete karşı bir direnç geliştirilmeye çalışıldığı birçok yerde vurgulanmaktadır. Nitekim Atatürk, Nutuk’ta Terakkiperver Fırka kurucularını cumhuriyet düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan kışkırtıcılığı ve vatan hainliği ile suçlar. Her devirde haini olan bir devlet…

Bu gelişmenin sonunda Keldanilerin merkezi Diyarbakırken, önce Musul’a daha sonra da Bağdat’a taşındı. Bu olay o günkü devlet adamlarına Türkiye’deki her isyan ve ayaklanma harekâtının arkasında o günün egemen gücünün parmağı olduğunu öğretmişti. Belli ki geçen bunca zaman içinde belleğimizi yitirdiğimiz için – bu gün yaşadıklarımızı- doğru değerlendiremiyoruz…

Daha sonra Hatay’ın Suriye’ye mi yoksa Türkiye’ye mi bağlanma oylaması gündeme gelince, Fransa ve Suriye başta olmak üzere batılıların onlarca isyanı kışkırttıkları gibi, o gün de yerli işbirlikçileri kışkırtarak Dersim İsyanını çıkarttılar. Türkiye Musul ve Kerkük’teki gibi bir daha böyle bir çıkmaza düşmeyi göze alamadı. Atatürk, İnönü (Birinci Dersim Harekâtı) ve Celal Bayar (İkinci Dersim Harekâtı), Fransa ve İngilizlerin bu oyununu yutmadılar; gerekli önlemleri zamanında aldılar. Dersim harekâtına karşı çıkanlar, saptıranlar aslında efendileri emperyalistlerin oyununu bozan Türk politikasına kızgınlıklarını dile getiriyorlar. Sonunda bu başarılı politika, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasını sağladı (23 Haziran 1939). Daha sonra Türkiye’nin başına dert olacak PKK kalkışması başladığı zaman, yere göre koyamadığımız Turgut Özal gibi “birkaç çapulcu işi” diyerek, hafife alıp, ülkenin geleceğini ateş yerine çevirmediler.

Elimde belge var diye kâğıtları sallayan yetkililerin okuması dileğiyle

İstenirse devlet arşivlerinde de hemen bulunabilecek gerçek birkaç belgeyle işin aslı öğrenilebilir. Bakın neler olmuş:

“Koçkırı Aşireti Reisi Alişan Bey 1920 yılında Wilson Prensiplerine dayanarak Hozat’ta Kürdistan’ın bağımsızlığı için toplantı yaptı ve Ankara Hükümetine aşağıdaki muhtırayı verdi:

1. Kürdistan’ın bağımsızlığına olur diyen İstanbul Saltanat Hükümeti’nin kararını Mustafa Kemal Hükümeti’nin de resmen kabul edip etmeyeceğinin açıklanması.

2. Kürdistan bağımsızlık kararına Mustafa Kemal Hükümeti’nin görüş noktasının ne olduğu hususunda, Dersimlilere acele cevap verilmesi.

3. Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan mıntıkaları hapishanelerinde mevcut bütün Kürt tutukluların hemen serbest bırakılması.

4. Kürt çoğunluğu bulunan mıntıkalardan Türk memurlarının çekilmesi.

5. Koçkırı mıntıkasına gönderildiği bildirilen askeri birliklerin derhal geri çekilmesine (Ender Erdemli’ye göre Akgül, 2001: 22-23).”

Alişan Bey’in, bu muhtırayla da yetinmeyip, Ankara Hükümetine; “Sevr derhal uygulansın, yoksa silahlı mücadele başlatacağız” şeklinde ultumatom verdiği de bilinmektedir.

Dersim Harekâtı Ermeni Komiteleri ile de birlikte çalıştığı söylenen Seyit Rıza’nın Ankara hükümetine verdiği şu ultumotom:

“1. İçimize karakollar yapmayacaksınız.

2. Kaza ve Nahiye merkezleri kurmayacaksınız.

3. Köprü ve yol yapmayacak, silahlarımıza dokunmayacaksınız.

4. Vergilerimizi önceden olduğu gibi pazarlık usulü vereceğiz”

ve silahlı başkaldırı (isyan) ile başladı. 1937 yılında Mustafa Kemal ve Celal Bayar’la birlikte Tunceli’ye gelip, Murat Nehri üzerindeki Singeç Köprüsü’nün açılışını yapacaktı. Köprünün ucundaki karakol basıldı 33 asker şehit edildi; daha sonra telefon hatları kesildi, pusu kuruldu, Mazgirt Köprüsü havaya uçuruldu, jandarma taburuna saldırılarak, 56 asker daha şehit edildi. Herhalde elimde belge var diye kâğıt sallayanların bundan haberi vardır.

Diyelim ki yabancılar kışkırtmadı; isyancı Seyit Rıza’nın talimatıyla askeri birliklere saldırılarak çok sayıda insan öldürüldü ve vergi vermeyeceklerini, askerlik yapmayacaklarını ilan ettiler. Böyle bir harekâtın tanımı her dilde isyandır. O zamanın yöneticileri, daha sonraki gafiller gibi (1984’den bu yana olduğu gibi), birkaç çapulcu diyerek hafife almadılar ya da sınır kapılarında bu işbirlikçileri davul zurnayla karşılamadılar. Böylece neredeyse 50.000 yaklaşan insanın ölümüne neden olmadılar. Ne yazık ki bu sefer İngiliz-Fransa Oyununun değil, bu olayı çarpıtarak faturayı başkalarının üzerine yıkmaya çalışan Neo-işbirlikçilerin tuzağına düşmek üzereyiz…

Kişi bilgisiz ve bilinçsiz olabilir. Ancak devlet, bu bağlamda devlet adamları, tarihimizin geçmişindeki eylemler için bilgisiz ve bilinçsiz olamaz; çünkü bir devletin yıllarca birikmiş istihbaratı, arşivi; olayları günü gününe izleyen ilgili kurumları, gizli ve açık anlaşmalara ulaşma yetkisi, yetkili danışmanları vardır. Buna karşın bir devlet adamı çıkıp da doğru olmayan açıklamalarda bulunuyorsa ya kendine söylenenleri anlamamıştır ya çevresine aptalları seçmiştir ya da seçtiği insanların gizli bir amacı vardır ya da bu açıklamayı yapanların kısa vadeli çıkarları vardır ya da bu düzeni yıkmak için ve elde edilenleri silip süpürmek için gizli bir hedefleri vardır. Çünkü neresinden bakarsanız bakınız yabancıların kışkırtmasını görmezden gelerek devletimizin önde gelenlerinin suçlanması yenilir yutulur bir açıklama değildir…

Yetkililerin kürsülere çıkıp devlet katliam ya da soykırım yapmıştır diyerek yeşil kalemle üzerine bir şeyler çizilmiş kâğıtları sallaması devlet adamlığına yakışmaz. Seyit Rıza’nın Türkiye Cumhuriyetinden “Ulusal Çıkarlarımız” ile başlayan taleplerini içeren mektubu belge diye sallamalıydı başbakanımız. Türk ulusunun içinde yeni bir ulusu tabii ki Atatürk ve yanındakiler kabul edemezlerdi. Gereğini de yaptılar. Ancak bugün Türkiye cumhuriyetinin içinde başka uluslar yaratılması girişimlerine göz yumanlar ya da öyle olmasını tezgâhlayanlar için Seyit Rıza gözlüğü takmışlar demekten başka içimizden bir şey gelmiyor.

Dersim Harekâtını yürüten Türk Silahlı Kuvvetleriydi. Seyit Rıza’nın taleplerini içeren mektuplar (örneğin Dersim Başkomutanı olarak yazdığı (30 Temmuz 1937 tarihli) muhakkak Genel Kurmay’ın Harp Tarihi Dairesinde de mevcuttur. Eğer yine de tatmin olmazsanız Londra’da The National Archives (Devlet Arşivi)’de “FO 371/20864/E5529” numaralı belgeye bakmanız yeterlidir. Birileri belge diye bir şeyleri sallarken, acaba bu kurumun cumhuriyeti korumaya yeminli olduğu söylenen yetkilileri hazır ol konumuna biraz ara verip arşivindeki belgeleri sallayamaz mı? Aslında yeni bir şey eklemeleri ve konuşmaları da gerekmiyor. Sadece Genel Kurmay Başkanlığının çıkarmış olduğu “İç İsyanlar” kitabını ellerinde tutsunlar yeter. En az başkomutan Atatürk’ün Dersim Hançeriyle sinsi bir biçimde hançerlenmesine göz yumulmasın…

Böyle bir açıklamaya tepkinin uygar bir ülkede olağan üstü sertlikte olması beklenirken, bu ülkede birkaç politikacının –şeflerini koruma güdüsüyle- haricinde cılız bir ses bile çıkmamıştır; çıkmamaya da devam ediyor. En azından üniversitelerimizin Tarihçi kadrosundan ya da İnkılâp Tarihçisi kadrosundan maaş alan, güya unvanlı bilim adamlarınca açıklama yapılması beklenirdi. Onlar da yaz aylarında kış uykusundalar…

Halkın önemli bir kısmı da tepki göstermemiştir. Çünkü üniversite bitirenler bile bu gün Dersim’in yerini harita üzerinde gösteremediği gibi, Dersim ile Tunceli (Hozat) arasındaki ilişki konusunda tek bir kelime bile söyleyecek durumda değillerdir. Dersim olayları ile küresel sömürgecilik arasındaki derin ilişkiyi ve bağlantıyı ise, bugün dolaylı bir şekilde devamını acı bir şekilde yaşadığımız, her gün bir ya da birçok vatan evladını toprağa verdiğimiz Hakkâri İlindeki olayların bir terör olayı mı, yoksa bu isyanların rövanşı ile ilgili olup olmadığını, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması ile ilgili olup olmadığını, devletin en başındaki yetkililerin bile bilemediği bir ülkede bulunmanın utancını yaşıyoruz.

Bir ülkenin yöneticileri tarihinin önemli olayları yerine, karşı partinin sülalesindeki kişilerin dinlerini, mezheplerini, ırklarını, hatta boylarını postlarını araştırmaya daha çok zaman ayırmaya ve onu uluorta konuşmaya başlamışsa o ülkenin başında karabulutlar toplanmaya başlamış demektir.

Dersim olayı aslında üstü kapalı ya da açık bir şekilde Kürtçülüğün yanı sıra Alevilik ile ilişkilendiriliyor. Alevi vatandaşlarını bir yerlere çekmek için. Aslında Tunceli halkı, 1515 yılında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferinde Sünni Kürt halkının desteğiyle Şah İsmail’e karşı kılıç sallaması ve Şah İsmail’e sempati duyan Kemah civarında yerleşmiş olan Türkmen Alevi topluluğu korkutarak dağlık Tunceli’ye sığınmaları ile oluşmuş bir Türkmen-Alevi topluluğudur.

Kurtuluş Savaşının başlangıçlarında Koçkırı ayaklanması olarak bilinen harekât, bağımsız bir Kürdistan devleti kurma amacıyla başlatılmıştır. Bunu, kendisi koyu bir Kürt Milliyetçisi olan ve Baytar Nuri diye bilinen Dersimli Veteriner Mehmet Nuri’nin yazmış olduğu “Kürdistan Tarihinde Dersim” isimli kitapta açık açık okuyabilirsiniz. Günümüzün devlet yöneticilerine okumalarını öneririm. Koçkırlı Alişar ve Baytar Nuri, Seyit Rıza’yı etkilemişlerdir. Keşke sadece onu etkilemeyle kalsaydılar. Günümüz politikacılarını da etkiledikleri görülüyor. Örneğin Türklere ölüm diye bağıran-yazan Baytar Nuri, abartılmış ölü oranlarını da verendir (isyana katılan aşiretlerin toplam nüfusu 20.000 olmasına karşın, ölü sayısı 50.000 olarak pompalanmıştır), Kürtlerin mağaralara doldurarak zehirli gaz ile öldürüldüğünü söyleyen de odur. Ne yazık ki bugün kürsülerden hitap edenler ve satılmış köşe yazarları bu hain kaynakları kullanmaktadırlar.

Aslında Baytar Nuri kitabında önemli ipuçları da vermiştir. Örneğin 1930 Ağrı Ayaklanmasının 1927 yılında Lübnan’da kurulan Hoybun adlı Kürt örgütünce hazırlandığını, bu hazırlıkta Ermeni Taşnak Cemiyeti ile iş birliği yapıldığını, Koçgiri ve Dersim ayaklanmalarının liderlerinden Alişan’ın 1914 yılında Rus Çarı himayesinde Özerk bir Kürt devletinin kurulmasını talep ettiğini, Sevr anlaşmasının uygulanması için başvurduğunu yazıyor. Yani bu çatışmada hem doğudaki hem de batıdaki devletlerin parmağı hiç eksik olmamıştır.

Bu konunun daha iyi anlaşılması ve şu anda kimlerin gaflet içinde bulunduğunun bilinmesi için bu konuda geniş araştırmaları olan Rıza Zelyut’an, çoğunluğu Dersim Harekâtını tetikleyen Baytar Nuri’nin kitabından alınmış olan bir alıntıyı vermek istiyorum:

“Türkiye, işgal edilmiş; Ankara’da yeni bir Meclis kurulmuştur. Yunan ordusu Batı Anadolu’dan Bursa’ya doğru işgalini sürdürmektedir. İşte tam bu sıradaki durumu Baytar Nuri şöyle anlatıyor: ‘Dersim’e giderek babam ve Seyit Rıza ile görüştüm. Alişer ile işbirliği yapmalarını sağladım. (…) Artık Dersim’de büyük bir kaynaşma başlamış ve Ankara hükümetinden Kürdistan’ın muhtariyetinin kabul edilmesi isteği ileri sürülmüştü. (…) Dersimliler adına mufassal (ayrıntılı) bir rapor tanzim ederek Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtasıyla İtilaf Devletleri (işgalci devletler) temsilcilerine gönderdik. (…) bağımsız bir Kürdistan yaratılmasını istedik. (…) 336 yılı (1920) başlangıcında Kangal İlçesi’nin Yellice Nahiyesi’nin Hüseyin Abdal tekkesinde önemli bir toplantı yaptırmıştım. (…) toplantıda bulunanların cümlesi ant içerek Sevr Anlaşması’nın takibini ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elaziz, Dersim, Koçkırı mıntıkasını ihtiva eden bağımsız bir Kürdistan teşkilini başarmak için silaha sarılmaya ve sonuna kadar savaşmaya tam bir ittifakla karar verdiler. (sayfa 125-126) 15 Kasım 1920’de Hozat’ta bir toplantı daha yapılıp Kürdistan’ın tanınması için Ankara’ya ültimatom verilir. Yoksa silahla bu hakkı alacağız diyenler; Batı Dersim Aşiret Reisleri olarak ültimatoma imzalamışlardır. (Aslı için bak: s. 129)

Kuvayı Milliye güçleri Türkiye’yi kurtarmak için Batı’da Yunanlılarla çarpışırken Batı Dersim aşiret reisleri; Seyit Rıza’nın da desteği ile ne yazık ki Koçkırı ayaklanmasını başlatmışlardır. Böylece Ankara hükümetini arkadan vurmaya kalkışmışlardır. En az başlangıçta işin içinde İngilizlerin olduğunu görmemek de mümkün değildir. Daha sonra Hatay sorunu ile birlikte 1937/1938 isyanlarında Fransızlar katılmıştır.

Kuzeyde Pontusçularla da mücadelenin sürdüğü bir dönemde bu ayaklanma güçlükle bastırılmıştır. İdama mahkûm edilenler arasında, kaçaklardan Baytar Nuri ile Alişer olduğu halde; tümü de Atatürk tarafından affedilmişlerdir. Ankara hükümetinin isyanı bastırırken halka dokunulmadığı, Atatürk ve Türk düşmanı Baytar Nuri’nin yazdıklarından anlaşılmasına karşın; günümüzdeki bazı devlet adamları ve sözde aydınlar; bu operasyonu bile katliam gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Hâlbuki Ankara hükümeti, 1937 yılına kadar Dersimliler’e gayet hoşgörülü davranmıştır.”

Dersimliler bu coğrafyanın en çok ızdırap çeken halkıdır. Aşiretlerin elinde perişan olmuştur. Bölge tarıma uygun değildir, temiz hava ve suyunun haricinde bilinen zengin bir kaynağı yoktur. Başkaldırı nedenlerinin biri de devletin burada kadastro başlatarak aşiret reislerinin elindeki arazileri fakir halka dağıtma niyeti olmuştur. Osmanlı’da Yavuz Sultan Selim’den başlayıp günümüze kadar uzanan süreçte her gelen Dersim halkına vurmuştur. Onları küçümsemiştir, güvenlik güçleriyle üzerlerinde baskı kurmuştur, dilleriyle ve inançlarıyla oynanmaya çalışılmıştır; harekâtlar ve çatışmalar sırasında yurtlarından sürülmüşlerdir, Alevilik en çok onlarla özdeştirilerek ötekileştirilmişlerdir. Bunların hepsi doğrudur. Bir kısmına komşu ilde büyüdüğüm için de tanık olmuşumdur. Aslında öğrenmeye, aydınlığa ve değişmeye en yatkın olan topluluktur. Çünkü yaşadıkları coğrafyanın vahşiliği ve koşulları onları yeniliklere açık yapmıştır. Türkiye’de yönetimlerden şikâyet etmeye hak verilecek iller sıraya dizilse, en başa Tunceli konmalıdır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Bütün bunlara karşın Tunceli halkı hep Atatürkçülüğün yanında, Atatürk’ün kurmuş olduğu partinin de arkasında olmuştur. Ben Kemalist partiyim diyen CHP’yi %80 oyu ile destekleyen başka bir ilimiz var mı? Anadolu’da gezmiş olduğum Alevi evlerinde muhakkak başköşede Atatürk Fotoğrafı ve Türk Bayrağı değişmez bir simgedir. Kimse Alevilerin bu fotoğrafı indirip de yerine bilmem kimin fotoğrafını asacaklarını beklemesin; bu insanlar satılmaya yatkın değillerdir.

Ancak bütün bunlar tarihi gerçeği kendi kısa çıkarlarımız için saptırmaya yeltendirmemelidir. Osmanlının da Türkiye Cumhuriyetinin de burada o zamanki koşulların haklı nedenleriyle sürekli askeri baskı kurmuş olduğunu kimse yadsımaz. Ancak isyancıların yanı sıra bu arada halktan da çok sayıda insanın öldürülmüş olması özellikle buranın halkına katliam yapıldığını söylemek insafsızlık olur. Geçmişte de bugün de bu harekâtlar sırasında olması gereken dikkati ve titizliği herkes aynı derecede gösteremeyebilir. Nerede askeri bir harekât varsa orada masum olanların canı yandığı da –ne yazı ki- bu hakikattir. Uzağa gitmeye gerek yok Irak, Afganistan, Libya, parçalanan Yugoslavya ve onlarcası buna örnektir. Asıl olan hükümet nezdinde alınmış böyle bir katliam bir karar var mıdır? Belge diye kâğıtları sallayanların inandırıcı olmaları için aslında bunu göstermeleri gerekir; ne de olsa arşiv ellerinin altında. Bugün PKK’ya başbakanın emriyle nasıl askeri harekât yapılıyorsa ve bunu herkes alkışlıyorsa, o zamanlarda da o günün koşulları gereği olarak baştakilerin talimatıyla harekât yapılmıştır. Ancak bunu bugün özür dilenecek ölçüde gaddarca yapılmış bir katliam olarak niteleyip Atatürk ve o günün devlet büyüklerini yerle bir etmek, küçük düşürmek insaf ve vicdana sığar mı? Bu, Türkiye Cumhuriyetini kuran insanlara saygısızlık ve ihanet değildir de nedir? Özetle silahlı başkaldırı söz konusudur ve en önemlisi bu başkaldıranlar ülkenin geleceğine göz dikmiş ülkelerin tetikçiliğini üstlenme gibi küçültücü bir rolle bürünmüşlerdir. Eğer yabancı ülkelerin Dersim olaylarındaki rolü göz ardı edilirse, bugün 50.000’e ulaştığı söylenen terör faillerinin ölümü de birileri tarafından gelecekte katliam olarak nitelendirilecektir.

Bu gerçekler ortada iken, yöneticilerin Alevileri bir partiden uzaklaştırmak için böyle tehlikeli bir denizde yelken açmaları Türkiye’nin hem geleceği hem de geçmişteki eylemlerini savunabilmeleri açısından son derece tehlikelidir.

Bu ülkede silahlı kalkışmanın ödenmesi gereken bir bedeli vardır. Atatürk ve arkadaşları bu bedeli ödetmede kararlı olduklarını göstermişlerdir. Eğer siz kalkışmanın sonuçlarını katliam ve soykırım olarak nitelendirirseniz, bölgede hemen hemen hiçbir Ermeni’nin kalmadığı 1915 olaylarındaki Ermeni Kalkışmasını bastırmanın haklı gerekçelerine artık “hiç” sahip çıkamazsınız. En azından bugün Dersim’de Dersimliler dilleri ve inançları ile –istenen düzeyde olmasa bile- yaşamaya devam ediyor.

Kaldı ki basından edindiğimiz kadarıyla bizzat hükümet yetkililerinin açıklamalarına göre, elde tutarlı bir kanıt olmamasına karşın bu ülkenin üst düzey komutanları, askerleri, rektörleri, yazarları, çizerleri silahlı kalkışma yapacaklar kuşkusu ile idamla Silivri’de yargılanıyorlar. Bırakın eylemi, kuşkunun bile idamlık suç sayıldığı bir dönemde hükümet başkanının bu şekildeki yaklaşımı doğrusu tarihe geçecek niteliktedir. Bu tartışma tarihe geçecek başka unsurları da içinde bulundurmaktadır. Avrupa’nın birçok ülkesinde sözde Ermeni Soykırımını sözlü ya da yazılı olarak ret edenler cezalandırılacaktır diye yasa çıkarılırken, bu ülkede silahlı kalkışmayı silahla bastırmayı katliam ve soy kırım olarak nitelendirenler hakkında savcıların duyarsız kalmasını, duymazlıktan gelmesini de bu ülkenin başka talihsizliği olarak görmek gerekiyor.

Dersimle ilgili böyle bir açıklama ve tartışma gelecek açısından son derece tehlikeli görülüyor. Aynen Ermeni ve Dersim olaylarında olduğu gibi bugün de bir grup insan bağımsızlık ve özerklik istemiyle silahlı mücadeleye girmiş bulunmaktadır ve bir rakama göre de bu kalkışma şimdilik 50.000 cana mal olmuştur. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kalkışma ile mücadelesi, yarın bu ülkenin başbakanının Dersim Olaylarını tanımlaması örnek gösterilerek –hiç kuşkunuz olmasın- katliam ve soykırım olarak karşımıza dikilecektir. Her üçünün arasındaki fark nedir? Bir düşünün: Bağımsızlık, özgürlük, kendi emrinde kolluk kuvvetleri, vergi toplama yetkisi talebi ve silahlı kalkışma her üçünde de aynı; arkasında yabancı güçlerin desteği ise her üçünde de var. Türkiye bu açıklamanın altından kalkamaz; Türkiye Cumhuriyeti geçmişiyle ve geleceğiyle ateşe atılıyor. Hükümet açıklayamıyorsa lafı ağızlarında geveleyen diğer partiler şu cümleyi halka duyurmalıdırlar: Bu ülkede silahlı kalkışmanın bedeli ödetilir. Yarın çok geç olacaktır biline…

Yetkililerin –silahlı isyanın silahla bastırılmasını doğru bulmayıp da- katliam ve soykırım yapılmıştır gibi beyanları ve bunun belgeli olduğunu söylemeleri ürkütücü sonuçlar doğuracaktır. Beyanlardan anladığımız kadarıyla durup dururken hiçbir kusuru olmayan halk birden bire silahlı saldırılırla yok edilmiştir dercesine getiriliyor (sanki Tunceli halkının ortadan kaldırılması Türkiye Cumhuriyetine nasıl bir yarar sağlayacaksa). Bir devlet adamı böyle söylüyorsa ve bunun için devlet adına özür diliyorsa (kendisinin hükümetin başı olduğu devletin başı olmadığını da göz ardı ederek), dayandığı bir kanıt olmalıdır. Kantarın topu kaçtı mı kaçıyor; devlet adına özrü herhalde ancak devleti temsil eden cumhurbaşkanı dileyebilir. O zaman bugün ya da yarın, birileri söylenen bu katliamın ya da soykırımın ödenmesi gereken bedelini önünüze koyacaktır. Öldürülen insanların akrabalarına tazminat ödenmesi, sürülen insanların topraklarının geri verilmesi ahlaki ve yasal bir zorunluluk olarak gündeme gelecektir. Herhalde insan haklarına önem veren hükümetimiz bunu da en yakın zamanda gündemine alacaktır… Durum hükümet başkanımızın dediği gibiyse Türkiye bu ağır bedeli ödemelidir. Doğal olarak aynı durumda olan Ermeniler ve şu anda silahlı kalkışma durumda olanların da sıraya girmesi beklenilmelidir. Emsal emsaldir…

Siyasette amaca ulaşmak için birçok araç kullanılabilir; ancak bir ülkenin geçmişini haksız yere karalayacak ve geleceğine ipotek koyduracak görüşlerin resmi ağızlardan dile getirilmesi basit bir suç olarak görülemez… Cumhuriyetin kurucularını töhmet altında bırakmak için Dersim Harekâtını katliam hatta soykırım olarak göstermeye çalışan yöneticilerimiz, PKK bölgesinde kaçakçılık yapan (uyuşturucu mu yoksa silah mı kaçırıyordu kimse bilmiyor) 34 kişiyi (Amerikalılar tarafından verilen yanlış istihbarat sonucu olduğu dedikodusu ile) bombalayarak öldüren silahlı kuvvetleri –sanki suç işlemişler de aklanmaları gerekiyormuş gibi- kendi dönemlerinde olduğu için 02.01.2012 tarihinde “Hiçbir Devlet bilerek kendi vatandaşını öldürmez” diyerek durumu açıklıyor. O zaman devlet değildi de şimdi mi devlet olduk? Kimse sormuyor, soramıyor. Türkçede bir deyim vardır: “Allahın parmağı yoktur ki adamın gözüne soksun”.

Burada gözden kaçan ve acı olan bir başka husus daha vardır. Şimdilik geçerli olan anayasamız, ülkenin bütünlüğüne yönelik her türlü eylemi suç saymıştır (yasayla değil, anayasa ile). Tarihi gerçekleri tahrif ederek ve olaylarla ilgisi olmayan tarihi kişilikleri töhmet altında bırakarak halkın bir kısmını galeyana getirmek anayasal bir suç oluşturmuyor mu? Bunları kanıtlamak için de özel belge üretmeye ya da telefon dinleyerek kanıt toplamaya gerek yok; bu beyanlar meydanlarda ve kürsülerde yapıldı. Nerede cumhuriyeti ve anayasanın amir hükümlerini kollamakla- korumakla yükümlü olan cumhuriyet savcıları, başsavcıları? Galiba onlar rektörleri, yazarları, sendikacıları, parti başkanlarını, terörle mücadele için yaşamını harcamış insanları sorgulamakla meşguller de onun için…

Ekonomik bazı rakamları gündeme getirerek kalkınıyoruz görüntüsü verme, yine tarihi birçok olayı bilmiyoruz demektir. Tarihte, zenginleşen; ancak ahlak değerlerini ve adalet duygusunu yitiren birçok toplumun ve devletin, zenginliğinin altında kaldığını biliyoruz. Ticareti ve adaleti, kendi güdümüne göre yönlendiren ve yandaşlarına peşkeş çeken tarihteki her ülkenin (Roma’nın, Bizans’ın Osmanlı’nın…) çöküşü gibi bir çöküşü görmek istemiyoruz…

Birçok ülkeye ilham kaynağı olmuş; dünya emperyalizmine ilk başkaldırı olarak bilinen Türkiye Cumhuriyeti devrimlerini ve onun ürünü olan Türkiye Cumhuriyetinin geçmişini kulaktan dolma bilgilerle yıpratmak hem ahlaki görünmüyor hem de sadece ülkemizi değil tüm bu coğrafyayı belirsizliğe sürükleyecek bir davranış olarak görünüyor.

Varan-1: PKK’ya destek karşılığı komşulara tuzak, 16.12.2011

16.12.2011 tarihinde Amerika Birleşik Devletlerinin iki yıl önceki CIA başkanı, Savunma Bakanı Leon Panetta Türkiye’ye geldi. Gelirken yaptığı açıklamada ve Türkiye tarafından yapılan resmi açıklamada, Suriye, Irak, İran, Füze Kalkanı ve İsrail-Türkiye ilişkilerini masaya yatıracaklarını beyan ettiler. Hepsi Türkiye için dikenli yol olan 5 büyük konu. Birçok ülke için bunlardan biri bile o ülkenin tarihini değiştirecek nitelikte tuzaklara sahip konular.

Açıkça ABD, bu coğrafyada egemenliğini pekiştirmek istiyor. Daha önce Irak’ta ve Libya’da yaptığı gibi –haksız saldırılarına- körü körüne destek olacak, gerekirse askeri harekâta katılacak birilerini arıyor. Aradığını da bulmuşa ya da hazırlamışa benziyor.

Türkiye’nin bu ziyarete ilişkin olarak resmi açıklamasında şöyle bir ifade geçiyor: “Bu ziyarette konuşulacak bu konulara karşı, Türkiye’de PKK terörü için Amerika’dan destek talebini masaya yatıracak”. Düşünebiliyor musunuz? Her hangi bir ülkenin tarihinde belki bir defa yaşanacak –her biri bir ülkeyi çıkmaza sokabilecek- önemli bir müzakerenin, Türkiye bir defasında 5’ine birden muhatap oluyor ve bunun karşılığında bir ülke için bir ayrıntı olabilecek bir konuyu, yani “Terörizme karşı deste talebini” bu görüşmeye takas deyin, trampa deyin, karşılık deyin, pazarlık deyin ne derseniz deyin masaya getireceğini beyan ediyor. Ne kadar çaresiz durumu düştüğümüzü anlamış olmalıyız. Belki de bir çatışmaya girme karşılığı terörü karşı mücadele sözü. Anamı belleyeni kadıya şikâyet ediyorum. Amerika söz verse de bunu hiçbir zaman yerine getirmeyecektir. Hiç kimse altın yumurtlayan tavuğu kesmek istemez. Amerika da Avrupa da kesmeyecektir.

Aslında Şeyh Said İsyanı da, Dersim İsyanı da, ondan önce ve sonra çıkarılmış isyanlar da, batının, bizim geçmişten gelen hatalarımızın üzerine bina edilmiş kışkırtma hareketleriydi. En güncelini PKK ile yaşıyoruz. Geçmişteki kısır görüşlü yöneticilerimizin birkaç çapulcu diye umursamadıkları odaklanma, batının kucağında bir canavara dönüştürüldü ve şimdi geleceğinizi ipotek altına alan müzakerelere seçenek oldu.

Hala geçmişteki isyanların ve yaşamakta olduğumuz terörün, saf ve sadece bir hak arayışı olduğunu ileri süren siyasetçilerimiz, yazarlarımız, sözüm ona bilim adamlarımız, entel ve aydın geçinen kesimin şu birkaç ay içer sinde yapılan girişimleri görememesi bile olayları kavrayamama değilse, körlüktür.

Hasta yatağından kalkarak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı, 15.12.2011 tarihindeki Yüksek Askeri Şura (YAŞ)’da Türk Silahlı Kuvvetlerinin faaliyetleri ve muharebe hazırlıkları gözden geçirilmiş. Onu izleyen gün Rusya, Ermenistan’da bulundurduğu birliklerini en yüksek savaş haliyle arazide –harp hali- talimatıyla konaçlandırmaya başlamış; deniz kuvvetlerini tam teçhizat, harp hali ile Doğu Karadeniz sularına tatbikata başlatmış.

Dileriz komşularımıza karşı yapılacak saldırılara köprübaşı görevi yaparak yıllarca utanacağımız bir girişim içinde bulunmayız…

Varan-2: Fransa Ermeni Soykırımını ret etmeyi suç saydı 22.12.2011

22.12.2011 tarihinde Fransa ulusal Meclisi, Ermeni Soykırımını kabul ederek, bundan böyle Fransa’ sınırları içinde “Ermeni Soykırımı” yoktur diyenleri bir yıl hapis, 45.000 Euro para cezasına çarptırılması için yasa çıkardı. Böyle bir yasa ya da yaklaşım hedef ülkeye sürülecek en büyük lekedir.

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy’i üç defa telefonda aramasına karşın, telefona çıkma zahmetinde dahi bulunmamış. Aslında böyle bir davranışı aklı başındaki her Türk bekliyordu. Çünkü yaklaşık bir yıl önce aynı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü karşılarken, ağzında çiğnediği sakızı –herhalde balon yaparak- patlatıyordu.

Pekâlâ, Cumhurbaşkanımız bu çirkin davranış karşısında ne demesini beklerdiniz? Fransa için, bizim tarihten gelen dostumuz, stratejik müttefikimiz tarzı laflar ediyordu.

Nicolas Sarkozy, Türklerin katıksız dostu görünen, Kıbrıs Çıkarması sırasında silah yardımı yapan, Başbakanımıza en büyük ödüllerini veren, kardeşim diyen, Türk işçilerini yıllarca çalıştırarak ve Türk ekonomisine en sıkışık dönemlerinde müteahhitlik işleri vererek önemli katkılarda bulunan Kaddafi’ye saldırmaya ve parçalattırmaya giriştiğinde silah, asker ve para olarak ayırımcı güçlere yardıma koşan kim oldu;

bizimkiler. Sarkozy’nin arzusu yerine getirilip Libya çökertilince, ilk yapılan anlaşmayla petrolün %30’na konan kim oldu: Sarkozy. Türkiye’ye ne oldu, nerede hıyarım varsa tuz alıp koşan Türkiye’ye de tuzu yalamak kaldı.

Fransa, gerçekten Tarihçilerin belgelemediği bir olayı varmış gibi göstererek meclislerinde çıkardıkları bir yasayla bir ulusun onuruyla oynadılar. Böyle bir karar yüz kızartıcıydı; çünkü siyasiler hiçbir zaman tarihçilerin vereceği bir kararı alamazlar. Diyelim ki oy kazanma ya da kısa vadeli çıkarları için böyle bir ahlaksızlığı göze aldılar. Bizim buna karşı söyleyecek bir şeylerimiz olmalı:

Kişisel olarak bu kararı alanlara sayıp sövmem geliyor, ancak sözcükler boğazımda düğümleniyor. Niye mi dersiniz? Benim başbakanım da tarihsel olarak karara bağlanmamış Dersim Harekâtını (ismi üzerinde harekât) soy kırım gibi göstererek devlet adına özür diledi. Özür dilemek de suçlu ilan etmek de aynı kapıya çıkar. Sarkozy’nin yaptığını bizimkiler de yaptı, hem de başka bir millete değil bizzat kendi milletine yaptı. Yarın Fransa kalkıp sen ne konuşuyorsun; aynı şeyi sen ne yaptın demeyecek mi?

Varan: Başbakanımız ve devlet büyüklerimiz Afrika’ya ve özellikle Cezayir’e giderek Fransa Soykırımlarını anlatacaklarmış. Bilmiyorum acaba benim mi aklımda zorum var?

Fransa Cezayir’i 1830 yılında işgal etti, 1954 yılında bağımsızlık için direniş başladı; Fransız ordusu en az 150.000 Cezayirliyi işkenceyle öldürdü. Cezayir’in sömürgecilikten kurtulması için Birleşmiş Milletlerin Güvenlik Konseyinde oya sunulması gündeme geldi (1958).

Ne mi oldu? Türk tarihinin en karanlık ve en utanç verici tablosu oldu. Türkiye Afrika ve Akdeniz ülkelerinin temsilcisi olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulunda temsilci olarak bulunuyordu. Yere göğe konulamayan, bağımsızlığımızı ortadan kaldıran açık ya da gizli birçok anlaşmaya imzasını koyan zamanın hükümeti ve başbakanı “Cezayir Fransız Sömürgesi olarak kalmalıdır” kararına olumlu oy kullandı.

Amerikalıların ve İngilizlerin bile çekimser kaldıkları bu oylamada kararı duyan De Gaull’ün bile katıla katıla güldüğü, bu kadar yağcılık ve yalakalık olmaz, en azından çekimser kalmalarını beklerdim dediği rivayet edilir. Cezayir bağımsızlığına o tarihte kavuşamadı ancak bu hakkı 1962 yılında elde etti. Dünyada bağımsızlık mücadelesinin ilk örneğini veren emperyalizme baş kaldıran cumhuriyetin çocukları, sömürgeciliğin yanında yer alıyordu.

Zaten o günden sonra Türkiye’nin belli ki, batıda ve Fransa’da haysiyeti kalmamış. O nedenle Cumhurbaşkanımızın telefonlarına çıkma zahmetini bile göstermiyorlar. Menderes’in idam meselesine gelince, başka hiçbir karara ve suça gerek yok, böyle bir aşağılatıcı karar bile bir insanı en ağır cezaya çarptırma için yeterli olabilir. Anlayana…

Şimdi bizimkiler gidip Fransa’nın soykırımını o ülkelere anlatacaklarmış. İnsana demezler mi, yanlışsa neden yanımızda yer aldın; destekledin ise soykırımına sen de iştirak etmiş sayılırsın. Çekil karşımdan derlerse ne diyebileceksiniz… Tarihimizle yüzleşeme merakınız varsa ilk olarak buralardan başlayalım…

2005 ve 2006 yıllarında Cezayir Devlet Başkanı Fransa’yı soykırım yapmakla suçladı ve Paris’ten bir özür beklediklerini açıkladı Ancak Fransa iddiaları kabul etmemiş ve konunun tarihçilere bırakılması gerektiğini öne sürmüştür.

This entry was posted in ARŞİV SANDIĞI, SİYASİ TARİH. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *