Tarihçilik Zor Zanaattır, Çok Zor!

“Tarih, hiç kuşku yok ki, ne sadece harem duvarları içine sıkıştırılabilir ne de yalnızca at üstünde geçen (ve sultanın hatt-ı hümayunlarında “Ben ki…” tanımlamasıyla sıraladığı ülke ve denizlerde yapılan) fetih serüvenlerinin öyküsüne.”

“Tarih kutsalı yaratmaz, ilahiyat değildir o. Belgeye dayanır, olmuşu bulmaya çalışır. Ancak nesnel (objektif) iddiasında olanlara da farklılıklarla ve değişik yaklaşımlarla yanıtını verir. “

***

Cumhuriyet 30.11.2012

Tarihçilik Zor Zanaattır, Çok Zor!

Tarih kutsalı yaratmaz, ilahiyat değildir o. Belgeye dayanır, olmuşu bulmaya çalışır. Ancak nesnel (objektif) iddiasında olanlara da farklılıklarla ve değişik yaklaşımlarla yanıtını verir. Böyle işler bu bilgi, sanat, felsefe dalı. Onun içine savcılar/yargıçlar girmez; komutla yürümez bu devasa bilgi dalı.

Salih ÖZBARAN Emekli Tarih Profesörü

“Osmanlılar, aynen ortaçağın Küçük Asya’sındaki diğer halklar gibi, (Doğu) Roma topraklarının sakinleri anlamına gelen Rûmî diye adlandırılmışlardı. Bu, temelde coğrafi bir adlandırılmaydı ve esas olarak o halkların yaşadığı yeri belirliyordu; ancak coğrafyacıların ve gezginlerin gözünden kaçmadığı üzere, merkezi İslam topraklarından bakıldığında bir sınır bölgesi olan Rûm’un Türk-Müslüman nüfusunun, onları gerek İslam dünyasından, gerekse diğer Türklerden farklı kılan kendilerine özgü ve alışılmamış yönlere sahip oldukları anlaşılıyordu. Şöyle ki, bir Rûmî Türk olmak aynı zamanda İslam uygarlığının, bir yandan yeni bir bölgede kendi yaşam biçimini oluşturan, diğer yandan rakip bir dinsel uygarlığa yönelişte siyasal egemenlik kurmak için uğraş veren yeni bir bölgesel görüntüsüne ait olmak anlamına geliyordu.”

Tarihçi Cemal Kafadar böyle bir tanımlama getirmişti Osmanlıların -en azından- Anadolu ve Rumeli’ye yayılan coğrafyasına. Ondan da yıllar önce tanınmış tarihçi Bernard Lewis, Osmanlıların -Avrupa’da benimsenmiş olan- Türk ve Türkiye sıfatları yerine sahip oldukları ülkeler için Memâlik-i İslam, hanedan için de Âl-i Osman’ı yeğlediklerini dile getirmişti. Güngörmüş tarihçilerimizden Şerafettin Turan, Türkiye (Turchia) nitelemesinin on birinci yüzyıla ait bir Bizans tarihçisi tarafından kullanıldığını yazmıştı. Halil İnalcık ise Rûmîlerin 15. yüzyıldan itibaren Endonezya’ya kadar Arap, İran ve Orta Asya İslam toraklarında ün saldıklarını bildirmişti. İlber Ortaylı da Osmanlılara kimlik biçerken hanedanlığın Müslüman ağırlıklı yaşadığına ve ancak on dokuzuncu yüzyılda Türklüğe yöneldiklerine işaret etmişti. Onun Osmanlılar hakkında en çarpıcı açıklaması “Müslüman Roma” yakıştırmasıydı; “Biz Roma İmparatorluğu’nun vârisleriyiz. Ve Müslüman da olsak Romalıyız…” biçimindeki tasviriydi. Bozkurt Güvenç, yıllar önce derlediği bir kitabında “Türk Osmanlı idi, ama Osmanlı Türk değildi” tekerlemesini anımsatmıştı. Doğan Kuban ise ayakta kalan sanat eserlerinin tahribatını sıklıkla anımsattı bizlere. Osmanlı kimliğine ilişkin derlediklerimi kitaplaştırırken, tarihçilerin görüşlerini yansıtırken kim bilir ne kadar eksik bıraktıklarım olmuştur ya da kavrayamadıklarım!*

Osmanlılara kimlik biçmenin, aidiyet belirlemenin zorluğu ya da kolayca sıfatlandırmanın rahatlığı tarihçilerin eskiden beri sorunu olagelmiştir. Hele hele kendisini “Kayser-i Rûm” (Roma mirasının sultanı) olarak görkemleştiren padişahların aidiyet duygularını saptamak hiç de kolay değildir. Ancak bu zorluk, 25 Kasım 2012 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Muhteşem Yüzyıl” dizisi için yargıyı da göreve davet eden bir konuşmasıyla bambaşka bir boyut kazanmıştır. Konu ertesi gün gazetelerde geniş yer bulmuş, televizyonlarda tartışılmıştır. Başbakan, aslında temelinde bir kurgu yatan bir dizi hakkında “Bunlar ecdadımızı o Muhteşem Yüzyıl belgeselindeki gibi tanıyor” ifadesiyle Sultan Süleyman ve dönemi için tasvir edilen ve saraya/hareme bağımlı kalan bir kimlik görüntüsünü eleştirdi; sultanın ömrünün at sırtında geçtiğini de ekledi sözlerine.

Tarih, hiç kuşku yok ki, ne sadece harem duvarları içine sıkıştırılabilir ne de yalnızca at üstünde geçen (ve sultanın hatt-ı hümayunlarında “Ben ki…” tanımlamasıyla sıraladığı ülke ve denizlerde yapılan) fetih serüvenlerinin öyküsüne. Benim burada dile getirmek istediğim, tarihin sosyal ve beşeri bilimlerin zorladığı ve olağanüstü çeşitlemelerle ulaştığı konu zenginliğini belirtmek değildir. Tarihin (tarihçinin) son noktayı koyan kişi olduğunu da savunacak değilim. Ama uygar dünyada tarihçilerin saygınlıkları vardır. Onlar öncelikle ciddi sayılan akademik aşamalarda pişerler; daha sonra da vardıkları sonuçları vulgarize ederek hatta popülerleştirerek “yaygın tarihçilik” yöntemiyle topluma ulaşmak isterler. Belgesellerle ekrana yansıtılan biçimiyle inandırıcılığına özen gösterilir ya da dizi filmlerle hayal ürünleri yansıtılır. Biliyoruz ki tarih başlangıçta belirsiz tanıklıkların, rivayetlerin, romansların, inançların ve benzeri yaklaşımların esaretinde kalmıştır; zamanla bilim niteliği kazanmış, sanat ürünü olabileceğinin de çok güzel örneklerini vermiştir.

Tarih kutsalı yaratmaz, ilahiyat değildir o. Belgeye dayanır, olmuşu bulmaya çalışır. Ancak nesnel (objektif) iddiasında olanlara da farklılıklarla ve değişik yaklaşımlarla yanıtını verir. Böyle işler bu bilgi, sanat, felsefe dalı. Onun içine savcılar/yargıçlar girmez; komutla yürümez bu devasa bilgi dalı. Tarihçi araştırır, tasarlar; beğendiği format içinde yayar bildiklerini, öğrendiklerini. Geçmişi konu eden dizilerin eleştirisini bırakalım yaşamlarını bu işe adamış ve adamakta olan tarihçilere. Çünkü bir tarihçinin yargıcı başka bir tarihçiden başkası değildir.

* Salih Özbaran; Bir Osmanlı Kimliği, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2004.

This entry was posted in Genel Kultur, Tarih. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *