“ULUSAL BAYRAMLARIN KUTLANMASI NEDEN ENGELLENİYOR ? “

Eski Osmanlı İmparatorluğu
bir hayal gibi ortadan silinirken,
milli bir Türk Devleti’nin kuruluşu,
bu çağın en şaşırtıcı başarılarından birisidir.
Mustafa Kemal, yüce bir eser ortaya koymuştur.
Atatürk’ün parlak başarısı
bütün sömürgeler için bir örnek olmuştur.

Maurice BAUMANT(Profesör)

“ULUSAL BAYRAMLARIN KUTLANMASI NEDEN ENGELLENİYOR ? ”

Saygıdeğer Yurttaşım,

Bağımsız bir Türkiye’den uzaklaştığımız günler yaşıyoruz.
Laik Cumhuriyet’in köklerini kesmeye çalışıyorlar.
Türk Devletini ve Ulusunu var eden ,
Kanla ve savaşla kazandığımız zaferler,
Ulus belleğinden silinmeye çalışılıyor.
“Ulusal dalgayı aşacağız” demişlerdi.
Şimdi bunu yapmaya çalışıyorlar.
ULUSAL ZAFERLERİMİZİ,BAYRAMLARIMIZI
KUTLATmıyorlar….

Halk ve temsilcileri,
Atatürk anıtlarına yine,
ÇELENK KOYAMADILAR !!! …
Valiler,kaymakamlar polis zoruyla engellediler…
ULUSAL DALGAYI kırmaya ,
VATANI var eden Ulus kahramanlarımızı unutturmaya çalışıyorlar…

Türk halkının yarıdan azını temsil eden,
Cumhurbaşkanı Gül,
Hastayım diyerek,
Çankaya’daki Zafer Bayramı kutlama törenini iptal ettirdi.
Üzüldüm,
kulağı ağrıyormuş !!!

Ordusunun en seçkin komutanları,
Silivri ve Hasdal’da esir alınmışken,
Sessiz kalan,
Başkomutan!!!
Abdullah Gül,
Başkomutanlığın gereğini yine yapmadı.

Atanmış değil,
Seçilmiş Cumhurbaşkanları,
Toplumun tümünü kucaklayan,
Gerçek başkomutanlardır…
Gül Başbakan tarafından atanmıştır.
Cumhurbaşkanlığı makamında siyaset yapmakta,
İktidar politikalarına yol vermektedir.
Taraflıdır…
Yaptığı tüm atamalar,
Onadığı tüm yasalar bunun şahididir.

Sevgili Yurttaşım,
Türkiye aydınlıktan,
karanlığa yol almaktadır.
Alaca günlerden karanlığa ilerliyoruz.

Aşağıdaki yazılar,
Yaşadığımız karanlık günlere notlar düşmektedir.

Not : Merak ediyorum ;

Ulus Önderimiz Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ün emanetlerinin ve
Ulusal bayram kutlamalarının silinmesi ve değersizleştirilmesi konusunda Gen.Kur.Başkanı Necdet Özel ve Kuvvet komutanları acaba ne düşünüyorlar?

Gen.Kur.Başkanı Özel,Zafer Bayramı kutlamalarının onurunu,
TSK’dan,Cumhurbaşkanı Gül’e aktardığı için mutlu mudur ?

Naci KAPTAN
30.08.2012

Tarık KONAL
30.08.2012

Aşağılık “ŞEYHÜLİSLAM” NE DEMİŞTİ?

Saygın Arkadaşlarım.

Bugün Ulusal Tarihimizin kıvanç günlerinden biri.
Bakıyorum, Mustafa Kemal Paşa’nın savaş alanlarındaki
olağanüstü başarısı, bir iki tümceyle geçiştiriliyor.
Bunu içime sindiremiyorum.

Kemal Paşa’nın Ulusal Kurtuluş Savaşını kuvayımilliyenin
yiğitleriyle birlikte başlatma kararını aldığında,
-gönlünü İngiliz’e kaptırmış olan- acınası durumdaki son
Osmanlı Padişahı ile onun en yüksek din görevlisi
Şeyhülislamının tutumundan söz eden -pek- olmuyor.

Kemal Paşa’nın bir Kurtuluş Savaşı başlatacağı
belirginleştiğinde, son Osmanlı Vahdettin’in Şeyhülislamı
Dürrüzade Abdullah, fetva üstüne fetva veriyor;
Anadolu’daki ulusal uyanışını bir “isyan” olarak nitelendiriyordu.
Ona göre,Kemal Paşa’dan yana olanlar “asi”ydiler, asilerin katli de
“nass-ı kerim’e göre” vacipti (öldürülmeleri dine-kurana göre uygun olduğu gibi gerekliydi de.)

Şeyhülislam, Kuvayımilliye’den söz açarken,
Mustafa Kemalciler için, onlar “kuvayı bagiye” yani
“eşkiya kuvvetleri”dir diyordu.

Şeyhülislam’a göre Kemal Paşacılar “Sultana karşı ayaklanmış asiler (Huruc-u alessultan) imişler.Şeyhülislamın bu fetvaları İngiliz ve Yunan uçakları tarafından Anadolu’ya atılıyordu, halk bu duyuruları okusun, Kemal Paşa’ya destek vermesin diye.

Padişah, Kemal Paşa kuvetlerine karşı, Hilafet Ordusu adlı
bir ordu da kurdu; Teali İslam’ı destekledi.
Teali İslam (müslümanlığı yükseltme) adlı bu
“yobazlar teşkilatı” Anadolu’da, Yunan Ordusunun da
“Hilafet Ordusu” sayılması gerektiğini, Yunan Ordusunun
İslamı kurtarmak adına Anadolu’ya girdiğini anlattı, durdu.
Bu yobazlar, Kemal Paşa’ya karşı iç isyanları başlatanlardır.
Bilge Önder ATATÜRK, işte bu koşullar altında TBMM’yi
topladı, yalnızca emperyalizme karşı değil,
bu gericilere karşı savaşı da göze aldı.

Saygın Arkadaşlarım.
Kurtuluş Savaşı’nın yalnızca, emperyalizmin Anadolu’ya
sürdüğü Yunan Silahlı Gücüne karşı değil, -aşağılık-
Halifenin gerici ordusuna karşı da verilmiş bir savaş, kazanılmış
bir büyük utku (zafer) olduğunu unutmamak yetmez;
gençlerimize anlatmak da gerek!

“Kemal Paşa ile onun yiğitleri, yalnızca emperyalizmi değil
gerici Hilafet Ordusunu da yendiler…

Saygın Arkadaşlarım.
Ulusal Kıvanç günümüzü gönülden kutlarım.
Erinç, gönenç içinde kalın.

Tarık Konal
30 AĞUSTOS 2012

‘Başkomutan’dan ‘Başkomutan’a fark var

Selcan TAŞÇI

Türk Milleti nasıl inansın!..
Morale bu kadar ihtiyacı varken “Zafer” coşkusunu yaşatmak için 2 saatliğine ayaklanmayanlar gerektiğinde “ölümle dans”ı nasıl göze alacaklar?

Nasıldı şarkı?
“Fark var seninle iyi arasında büyük bir, fark var benimle senin aranda kocaman bir fark var kötüyle benim aramda irice bir, fark var iyiyle kötü arasında duran…”

1938 ile 2012 arasında duran “irice fark”ı yazmaya karar verdiğimde, bundan birkaç yıl önce, milyonlarca insanın diline dolanan bu nakaratı yeniden dinlemek istedim. Siz buna bir nevi “ön hazırlık” deyin.
Hiç dikkat etmemiştim “Maymunlar cehennemindeyim” diye başlıyormuş sözleri! Ki, bu yazının “havasına girmek” için daha anlamlı bir fon müziği olamazdı:

“Maymunlar cehennemindeyim… Hiç kimse duymamış, sordum hiç kimse görmemiş ve hiç kimse konuşmamış…”

***

Biri hariç:
Tarih!

O, en suskun zamanlarda, en sindirilmiş toplumlara dahi sızar ve duyduklarını, gördüklerini, bildiklerini korkusuzca aktarırmış. Hatırlatırmış. Uyandırırmış.

İnanıyorum; Kılıç Ali de anlattıklarıyla aynı etkiyi yaratacak şimdi:

“…Sabaha karşı telefon çaldı, karşımdaki nöbetçi yaveriydi. Atatürk’ün emrini tebliğ etti:

-Yarın Mersin’e hareket edeceğiz, hazır olunuz, hareket saati daha sonra bildirilecektir.

Ertesi gün 19 Mayıs 1938 idi kendisinin Samsun’a çıktığı günün yıldönümü olan Gençlik Bayramı… Böyle bir günde anîden yola çıkmasının muhakkak esaslı sebebi olması lâzımdı.”

***

Gerçekten de, Atatürk’ün, öyle “zehirlendi”, “kulağını kullanamayacak” filan da değil, hakkında düpedüz “felç geldi”, “ölüm döşeğinde” haberlerinin çıktığı, günün 23 saatini “yatarak” geçirmek “zorunda” olduğu o günlerde, Mersin-Adana ve Hatay’ı kapsayan yorucu bir geziye çıkma kararı almasına neden olan “esaslı bir sebebi” vardı:
Hatay meselesi!

Bu konu O’nun için öyle mühimdi ki, daha 29 Ekim 1937’de, kendisine, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’ın “Durumu ciddi. Dışarıdan mütehassıs getirilmesi lazım” ısrarını ileten Başbakan Celal Bayar’a, “Ortalıkta Hatay meselesi var, hastalığımın dışarıda duyulmasını istemem” demişti.

Türk doktorların sessiz sedasız yaptığı tetkikler sonrası yakın çevresi Atatürk’ten daha önce ne eşi ne de benzerine rastlamadıkları o kısacık cümleyi işitti:

– Ben hastayım!

Lakin bu “hasta adam” ne kendinden öncekilere ne de sonrakilere benzemeyecekti!

Hep yaptığı gibi yine “teslim olmamayı” ve “milleti uğruna savaşmayı” seçti; gerekirse sağlığıyla, çektiği acı ve ağrılarla.
Fransızlara söyledikleri, kendi kendine bir kere daha “vatan için ölmeyi emrettiği”nin peşin ilanı gibiydi:

“Hatay’ı sizden alacağım: Çünkü Hatay Türk topraklarıdır. (…) Bu uğuruna hayatımı dahi vereceğim kararımı hükümetinize bildiriniz.”

***

Atatürk, “doktorlara rağmen”, “Türk toprağı” Hatay’ın “ait olduğu yere” yani Türk Devleti’ne katılması fırsatının yakalandığı o günlerde, hem Fransızlara hem de Suriye ve Türkiye’de yaşayan Türklere “bunu sağlayabilecek güçte, dimdik ayakta olduğunu göstermek üzere” gitti ve Mersin’de halkla birlikte işgal İstanbul’undan Kurtuluş Savaşı’nı verecek olan Anadolu’ya geçişinin, Samsun’a çıkışının yıldönümü olan 19 Mayıs’ı (1938) kutladı. Adana ve Hatay’a geçti. Askeri birlikleri denetledi, hatta tatbikat yönetti!

Bayar haklıydı:
“Ölüm-kalım harbi Sakarya’yı 22 gün 22 gece üç kaburgası kırık nasıl idare ettiğini bilenler için onu kararından döndürmeye çalışmak imkânsız”dı; daha fenası “şahsiyetini hâlâ kavrayamamış olmak” anlamı taşırdı…

***

“Doktorlara rağmen” kutlanan o bayramı ve sonrasını Kılıç Ali’den dinlemeye devam edelim:

“Mersin de trenden iner inmez o hâlsiz hâli ile istasyonda hemen kırk dakika süren askerî bir resm-i geçit yapılmasını emretti. Resm-i geçidin sonlarına doğru mecalsizliğin kendisine ıstırap verdiği güçle ayakta durduğu görülüyordu. Arkadaşım Salih Bozok’la bir ara dayanamadık, sinirlenmesini göze alarak yanına sokulduk. Kimseye hissettirmeden bize dayanmasını istedik. Bunu yapmadı, yalnız resm-i geçidin sür’atle bitmesi için durduğu yerden bizzat “Marş! Marş!” kumandasını verdi.

Vali konağına döndüğümüzde bitkin gibi idi. Hemen dinlenmeye çekildi.
Mersin’de bir süre kaldıktan sonra Tarsus’a oradan da Adana’ya geldik.
Atatürk burada da (Mersin’de olduğu gibi) istasyona çıkar çıkmaz yirmi dakika süren askerî bir Resm-i geçit yaptırdı. Yine ayakta durarak Resm-i geçidi sonuna kadar izledi. Resm-i geçitten sonra otomobille Adana’yı dolaştı.

O kadar yorulmuştu ki, Adana belediye bahçesinin içerisine, oturacağı masanın yanına bile otomobille gitti.Adana çok sıcaktı. Oradaki incelemelerden sonra vagona girdiğimizde ayakta duracak hâli kalmamıştı. Çok yorgun ve bitkindi. Bir an önce trenin kalkmasını istiyor, halka veda ederek yatıp uyumayı dört gözle bekliyordu. O kadar ateşi vardı ki, buzhaneden çıkarıp hediye ettikleri portakal sepetini tren kalkar kalkmaz yanına getirtti. Buz gibi yedi-sekiz portakalı bir hamlede yedi. Her portakalı yedikçe bir kere “Oh!” diyordu. (…) Portakallar bittikten sonra bana ve Salih’e izin verdi. Kendisi de hemen yatağa girdi…”

***

Kılıç Ali, Atatürk’ün “Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını sağlayan” o gezisi için “Mersin ve Adana’da Ölümle Dans” demişti.
Mübalağa değildi;

Atatürk Hatay ziyaretinden 169 gün sonra vefat etti.

***

Kulak rahatsızlığının nüksetmesi üzerine Abdullah Gül için “Klima da çarpmıştı… Arabistan’da çöl sıcağı da yakmıştı… Üzerine bir de Gaziantep acısı… Ama bakın devlet adamlığı vasfı ağır bastı. Sağlığını hiçe saydı” diye fedakarlık efsaneleri yazmaya kalkışanlar var.

Tamam, her ne kadar “Başkomutan” sıfatını taşıyor da olsa, Abdullah Gül’den kalkıp da Atatürk gibi “doktorlara rağmen” Hatay’a gitmesini, orayı şu günlerde maruz olduğu “mülteci adı altındaki teröristler”in işgalinden kurtarmasını ve yeniden devlete katarak bir “büyük zafer” kazanmasını beklemiyoruz…

Tamam, Abdullah Gül’den yine Atatürk gibi ülkenin milli birlik ve bütünlüğe ihtiyaç duyduğu kritik bir dönemde “doktorlara rağmen” “devletin emin ellerde” olduğunu göstermek üzere “milli bayram” kutlaması için ülkenin bir ucuna gitmesini beklemiyoruz…

Ama “devlet adamlığı vasfı”, -en azından- uçağa gerek olmaksızın, kendi konutunda bir salondan bir salona yapacağı kısacık bir yolculukla, Atatürk ve komutasındaki güçlü Türk Ordusu’nun kazandığı Büyük Zafer’in tebriklerini “nezaketen kabul etmesi”ni zorunlu kılmaz mı?

22 gün boyunca kırık omurgayla savaşmış bir “Başkomutan” için halefi “2 saat ağrı çekmeyi göze” alamaz mıydı?

Bana kalırsa Cumhurbaşkanı, sahip olduğu “Başkomutanlık” ünvanına “layık” olup olmadığı konusundaki şüpheleri giderebilmek yolunda önemli bir fırsat kaçırdı. “Sağlık nedeniyle 30 Ağustos iptali” hadisesinden sonra Türk Milleti nasıl inansın “Başkomutan”ının gerektiğinde “ölümle dans”tan çekinmeyeceğine?

Bir elin parmakları bile eş değilken, Cumhurbaşkanı ile Cumhurbaşkanı, Başkomutan ile başkomutan arasında da fark var haliyle…

(Bitirirken aklıma geldi… Sayın Gül’ün, ya Cumhurbaşkanı ya Başbakan adayı olarak yeniden seçim meydanlarına ineceği söyleniyor ya… Öyle bir durumda Atatürk’le yan yana fotoğraflarını bastırıp, girişte hatırlattığım şarkıyla yapmalı propagandasını; Fark var!)

30 Ağustos!

Necati Doğru:

Çoğunluk farkında değil. 30 Ağustos‘un önemini bilenler de yazıp söylemez oldular. Bari ben yazayım. Zafer Bayramı bütün bayramların „anası“ olarak kabul edilip, uzun yıllar kutlanmıştı.

Camide de…
Kışlada da…
Okulda da…
Tarlada da…

Din farkı, dil farkı, ırk farkı, mezhep farkı kalkıyor, 30 Ağustos gününü herkes aynı duyguyla sahipleniliyor ve „bağımsız tek bir ulus“ olma fikri herkesi kucaklıyordu. 90 yıl önce, 1922‘de; “Toptan ve milletçe“”diye haykırıp ayağa kalkarak; “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı” Anadolu halkı; Türklük ile Kürtlüğü, Alevililik ile Suniliği birbirine kenetlemiş tek yürek olmuştu.
Olmak zorundaydı…
Olmasaydı hürriyetsiz kalacaktı.

Bahaneler icat edildi.
Kovulan işgalci emperyalistler önceleri; „süt tozu dağıtmak-traktör kredisi açmak- borç vermek- askeri üs kurmak“ için geri döndüler. Dost göründüler. Stratejik ortağız diye „yalancı memeler“ sunarak geldiler.
Yerli işbirlikçi yarattılar.

Ve bölmeye başladılar.
„Sen Kürtsün.
Sen Alevisin.
Sen Müslümansın.
Tek millet yoktur.
Sen etnik kimliksin.

Türkler zalimdir. 1 milyon Ermeni‘yi kestiler. Kürtlüğü inkar ettiler, dilini yasakladılar, 30 bin Kürt‘ü öldürdüler. Rumları İstanbul‘dan sürdüler. Dindar insanlara zülüm ettiler.“

Bu sözleri papağan gibi tekrarlattılar. 90 yıl önce 1922‘de, 30 Ağustos günü Anadolu İhtilali‘nin zaferle taçlandırılması sonunda; “Bağımsız-Laik ve Tek Milletli“ olarak inşa edilen Cumhuriyet vatandaşlığını zedelemeyi, parçalamayı, bölmeyi; Kürt-Türk-Alevi-Sunni-Laik-Mütedeyyin diye birbirine düşürmeyi başardılar.

90 yıl önce 1922‘de 30 Ağustos günü; „Toptan ve Milletçe“ tek bir potada eriyip kaynaşarak tek yürek olup emperyalizmin işgalci askerlerini vatan topraklarından kovan Anadolu‘da 90 yıl sonra iktidar ve işbirlikçi egemenler; emperyalizmin silahına, teknolojisine, diplomasisine, pazarına, parasına, Büyük Ortadoğu Planı‘na bağımlı hale getirildiği için „Cumhuriyet‘in Bağımsız-Laik ve Tek Milletli yapısından“ vazgeçilmesi arzusu yükseliyor. Her fırsatı değerlendirip, “30 Ağustos Zafer Bayramı” kutlama coşkusunu sulandırıyorlar.
Heyecanını söndürüyorlar.
Önemi unutturuyorlar.

Bu yıl da “Cumhurbaşkanı‘nın kulak ağrısı gerekçe gösterilip kutlamalar erteleniyor.
Fakat bir damar var.
Direniyor.

90 yıl önce bugün gerçekleşen Anadolu İhtilali‘nin önemini unutmamış insanlar bugün İstanbul‘da Umraniye‘de son durakta saat 19‘da toplanacaklar ve „dil, din, siyasi parti, mezhep, ırk farkı gözetemeden ellerinde sadece bayraklarla“ Çarşı Meydanı‘na kadar yürüyecek Zafer Bayramı‘nı kutlayacaklar. İstanbul dışında; yurdun çeşitli şehir ve kasabalarında da “30 Ağustos direnicini yitirmemiş“” olanlar mutlaka çıkacak.

KUTLU OLSUN.

Dünyada bir ilk!

Mustafa Mutlu

Bundan beş yıl önce, 30 Ağustos 2007‘de, “Değerini Bilenlerin Bayramı Kutlu Olsun!” başlığıyla aşağıdaki yazıyı yazmıştım:

***

Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması’yla yurdumuz tamamen elimizden alınmıştı.
Topraklarımız işgalci devletler arasında pay edilmişti.

Osmanlı Padişahı ve hükümeti…
İstanbul basını…
Devleti yöneten bürokratlar teslim olmuştu…

Düşman ordusu, İstanbul Üniversitesi’nin kalbine karargâh kurmuştu da “akademik dünya” bunu ayakta alkışlayarak karşılamıştı!
İstanbul sosyetesi ise teslim olmaktan da öteye gidip, Fransızların, İngilizlerin şerefine balo düzenleme, onlarla akraba olma gayretine düşmüştü:

“Ayyy monşer, ne kadar yakışıklı ve cesursunuz… Müziğiniz ne kadar hoş, yemekleriniz ne kadar leziz… Hatta çişiniz bile ne kadar farklı! Size hayranız efendim!”

İstanbul’daki bu soysuz tavra karşı ilk tepki, Atatürk’ten geldi…
19 Mayıs 1919’da o vapura bindi; sonrasını biliyorsunuz…
Gazi Mustafa Kemal’in başkomutanlığını yaptığı ordumuz, 26 Ağustos 1922’de düşmana saldırdı, 30 Ağustos’ta son yumruğu vurdu!
Peki; ülkenin düşmandan kurtarılmasına en çok kim üzüldü biliyor musunuz?

Osmanlı Padişahı…

Çünkü bu zafer, onun saltanatının bitmesi demekti!
Bir de üç yıl öncesine kadar işgal kuvvetlerine övgüler düzen sözüm ona “devlet ve hükümet adamları” ile İstanbul sosyetesi…
Hani çocuklarını savaştan kaçırmak için Paris’e gönderen paralı züppeler…

İçleri kan ağladı Fransız sevgilileri gitmek zorunda kaldı diye; bu yüzden sadece, “Ay bağımsızlık ne hoş duygu, monşer!” diyebildiler yalancıktan!

Anadolu’daki sevinç ise gerçekti…
Çünkü canlarıyla, kanlarıyla savaşan insanlar için “hoş bir duygu” olmaktan çok farklıydı bu zafer…

“Hayatta kalmak”, “Ezilmemek”, “Aşağılanmamak”, “Tebaa olmaktan vatandaş olmaya terfi etmek” demekti!

İşte biz bugün, 30 Ağustos 1922’deki o büyük zaferi kutluyoruz…
Bugün bazı devlet adamları “bayramımızı kutlayacak”lar…
Ama iş olsun diye! Anlamını kavramadan…

“Demokrat” kisvesine bürünmüş Osmanlı sosyetesinin beyzadeleri de “Ay, çok hoş duygu… Acaba hangi barda kutlasak” demeye devam edecek…
Sözüm onlara:

Haydi; işinize!

Siz bu bayramın anlamını, önemini ne bilirsiniz ki?
Bilseydiniz; 85 yıl öncesinin o karanlık günlerini, o teslimiyetçi zihniyeti, o kaderci yönetimi, o dini kalkan yapan anlayışı bugün de hortlatmaya çalışır mıydınız?

Ve bugün benim gibi ortaya çıkıp da ciğerinizdeki havanın tamamını kullanarak hanginiz bağırabilirsiniz:

Yaşasın İstanbul sultasına aldırmadan yokluktan, hiçlikten, sıfırdan kurulan Türkiye Cumhuriyeti…

***

Aradan beş yıl geçmişti… Bu yılın başlarında, ‘Maraton’da Sona Doğru isimli kitabımı yazıyordum.Yukarıdaki yazıyı olduğu gibi aldım ve “2012’den bakınca” başlığı altında eklemelerde bulundum. O bölüm de aynen şöyle:

***

Bu yazının yayınlanmasından yıllar sonra, 2011‘in kasım ayında ilk kez Kocatepe‘ye gittim. Bırakın savaşmayı, arabayla çıkarken zorlandım, yoruldum!

Sadece Mustafa Kemal‘in askerlerini değil, Yunan Ordusu‘nu da takdir ettim; inanır mısınız?

O dağlarda ne işiniz var be kardeşim? Bugün bile beş dakika durduğunuzda donduğunuz o ayaza, hem de on binlerce askerle aylarca nasıl dayandınız?

Ne yediniz, ne içtiniz, nasıl gelip gittiniz? Hele hele sizi o dağlara gönderen İngilizlerin, Fransızların İstanbul‘da lüks apartmanlarda düzenlenen davetlerde mekik dokuduğunu duydukça hiç mi, “Ne işimiz var burada?” demediniz?

Verilen mücadelenin ihtişamını, yapılan savaşın kutsallığını ve orada yazılan destanın büyüklüğünü anlamak için o coğrafyayı görmek lazım!
Aksi takdirde çok şey yazar, söyler insan…

Ama eğer sağlığınız yerindeyse; bu ülke, kurulan bu düzen umurunuzdaysa… Ne yapın edin gidin Şuhut‘a ve Kocatepe‘ye…
İki roman yazdım ama benim kalemim yetmez o dağları, soğuğu ve insanı vatanı için ölmeye azmettiren o havayı anlatmaya!

Gidin; o kayaları görün sadece, tırmanmadan… Tırmanamazsınız zaten; düşman kovalamıyorsunuz ki!

Aradan geçen 89 yılın yok edemediği o müthiş kan kokusunun toprağa, dikene, çalıya dönüşüp de hâlâ genizlerinizi yaktığına tanık olun…
Eğer o saatten sonra bile, hâlâ o tanrısal mücadeleye saygı duymazsanız…

Zaten iflah sınırı aşmışsınız demektir!

***

Bu eklemeyi yaptığım günün üzerinden en fazla altı ay geçti…
Bugün yine 30 Ağustos; geçen yıl terör olayları nedeniyle yapılmayan Köşk‘teki tören, bu yıl da “Cumhurbaşkanı’nın kulağındaki iltihap” nedeniyle iptal edildi!

Dünyada bir devlet adamının rahatsızlığı nedeniyle ulusal bayram kutlamasını iptal eden ilk ülke olarak tarihe geçtik!
Olsun varsın; zaten bu bayram seçkinlerin değil, ulusun bayramı… Köşklerde yapılmasa da biz yaşamasını ve yaşatmasını biliriz!

Hepinizin bayramı kutlu…
O büyük mücadelede can veren kahramanların ruhları şad olsun!

GÜNÜN SORUSU

26 Ağustos-30 Ağustos 1922 tarihleri arasında yapılan meydan savaşlarında verdiğimiz şehit sayısı 2 bin 318… Yani son otuz yılda terör yüzünden kaybettiğimiz asker ve sivillerin sadece yüzde altısı… Sorum size:

Tamam; 1922’deki o müthiş savaşlarda zayiatımızın bu kadar az olması, Atatürk’ün askeri dehasını gösteriyor da… Otuz yıldır teröre verdiğimiz kurbanların sayısının bu kadar çok olması neyi gösteriyor?

30 Ağustos savaşı

Melih Aşık
m.asik@milliyet.com.tr

Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı… Türk ulusunun Mustafa Kemal önderliğinde verdiği bağımsızlık savaşı 1922 yılında 30 Ağustos’ta Başkomutanlık Meydan Muhareberesi ile zafere ulaştı. Bugün Büyük Zaferin 90’ıncı yılını kutluyoruz… Ve yine bugün hangi savaşı mı veriyoruz?

Atatürk anıtlarına çelenk koyma savaşını…
CHP’nin Kartal, Şile gibi ilçe örgütleri İlçe Kaymakamlıkları’na başvurarak Atatürk anıtlarına çelenk koymak için izin istiyor. Kaymakamlıklar bu talepleri:

“Yönetmelik gereği uygun görülmemiştir” yazısıyla reddediyor….
Çünkü 5 Mayıs 2012 tarihinde iktidar tarafından çıkarılan yeni “Tören ve kutlamalar yönetmenliği”nce siyasi partilerin milli bayramlarda Atatürk anıtlarına çelenk koyması yasaklandı…

Geçen 19 Mayıs’ta polis çelenk koymak isteyenlere engel olmaya çalışmıştı.CHP Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin dün yaptığı basın toplantısında dedi ki:

“Halkın Mustafa Kemal Atatürk’e bir demet çiçekle veya çelenkle sevgisini belirtmesinin bile yasaklanıp izne tabi tutulduğu karanlık günlerden geçmekteyiz.Ancak, Cumhuriyet’i kuran parti olan CHP’nin 30 Ağustos Zafer Bayramı günü Atatürk anıtlarına çelenk ve çiçek koymasına hiçbir güç engel olamayacaktır…”

Evet.. Atatürk anıtına çelenk koymak artık yasa dışı eylem haline getirildi…

Çünkü iktidarı elinde tutanlar Cumhuriyet tarihini değiştirmenin… O dönemi tarihten silmenin savaşını veriyor… Her ağızlarını açtıklarında Cumhuriyet’e sataşanlar onun yerine neyi mi koyacaklar: Akıllarınca “Çöl Arabizmi”ni… Ortadoğu miskinliğini.. Kul – köle kültürünü… Başarırlarsa tabii…

30 Ağustos çelişkileri!
Arslan Bulut

30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla başta Cumhurbaşkanı olmak üzere liderler mesajlar yayınladı. 30 Ağustos kutlamalarını askerlerin elinden alan değişikliği onaylayan Abdullah Gül, iki yıldır kutlamaları da yapmıyor, yaptırmıyor!

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bu konuda, “Unutulmamalıdır ki 30 Ağustos Zaferi, Türk ordusunun milletiyle tam olarak birleşmesinin ve bütünleşmesinin eseri olarak hepimizin haklı gururudur. Bu sebeple aziz milletimiz ahde vefasını göstererek 30 Ağustos Zaferi’nin manevi itibarını, temsilciliğini ve onurunu Türk ordusuna vermiştir. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, TBMM’nin hükmü şahsıyla veya 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Cumhurbaşkanlığı makamıyla nasıl iç içe geçmişse, 30 Ağustos Zafer kutlaması da düne kadar Genel Kurmay Başkanlığıyla özdeşleşmiştir.

Ne var ki bu durum geçtiğimiz yıl değiştirilmiş ve sözde yeni düzenlemeyle tahrip edilmiştir” diye durumu özetledikten sonra “Unutulmamalıdır ki Zafer Bayramı’ndaki tebrikat, kabul makamının farklılaşması demokrasiye, sivilleşmeye, ve özgürleşmeye hiçbir katkı sağlamayacak ve üstelik bunların gelişmesine de hizmet etmeyecektir.” dedi.

***

Abdullah Gül ise, askerlere yaptırmadığı kutlama için yayınladığı mesajında “Birlik ve beraberliğimize asırlardır kimse zarar veremediği gibi bundan sonra da buna yeltenenler hüsrana uğrayacaktır” diyor.

İyi de Türk Milleti’nin birlik ve beraberliğine son yıllarda en büyük zararı, milleti millet yapan Türk kimliğini Anayasa’dan çıkarmak girişiminde bulunan AKP vermedi mi? AKP’nin çıkardığı her yasayı onaylayan ve zaten cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan “Ne mutlu Türk’üm diyene” anlayışını reddeden Abdullah Gül milli birliğe darbe vurmadı mı?

Yine Abdullah Gül, “Görev ve sorumluluklarını yüksek vazife bilinciyle yerine getiren Türk Silahlı Kuvvetleri’ne terörle mücadeledeki üstün fedakarlıklarından dolayı şükranlarımı sunuyorum. Aziz vatanımız, vatandaşlarımızın huzuru, güvenliği ve esenliği için gözünü kırpmadan şehit ve gazi olan kahramanlarımızın emanetlerine kararlılıkla sahip çıkacağız” diyor..

Terörle mücadelede görev ve sorumluluklarını yerine getiren komutanların çoğu dijital ortamda üretilmiş sanal belgeler delil gösterilerek tutuklanmıştır. Operasyonun düğmesine ise daha Dışişleri Bakanı iken konu kendisine bildirildiğinde “İddiaları delillendirin” diyerek, Gül’ün bastığı bilinmektedir.

Üstelik, CHP Denizli Milletvekili İlhan Cihaner’in belirttiği gibi
“Balyoz Planı” davasındaki suçlamalara dayanak teşkil eden dijital belgelerden 11 ve 17 No’lu CD’lerin, 2003’te tek bir oturumda oluşturulduğu iddia ediliyor ama CD içerikleri, Microsoft Office 2007 programıyla hazırlanmış.. Bu CD’lerin sahte olduğuna ilişkin inceleme yapılması talepleri de mahkeme tarafından ısrarla reddedildi. Ayrıca soruşturmaların tamamı bizzat cumhuriyet savcısınca yapılması gerekirken polise havale edilmiş.

Yine Cihaner, “İddianame daha kabul edilmeden esas hakkında mütalaa yazılmaya başlanmış. Yani dava açılmadan esas hakkında mütalaa hazır. Bundan şu sonucu da çıkarabiliriz, davanın sonucu da hazır” diyor. Bu mu Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına gösterilen şükran?

***

Yine Gül, “Tarih boyunca farklılıklarımız birliğimizi tamamlayan zenginliklerimiz olmuştur” gibi sözler kullanıyor. Oysa Bilge Kağan, “Türk Milleti’nin beyleri, sözlerimi işitin! Birliğini korursan yurduna sahip olacağını, yanılırsan öleceğini buraya yazdım” diyordu. Bugün, Türk Milleti’nde birlik, dirlik mi bıraktılar?

***

Devlet Bahçeli, “30 Ağustos’ta Türk milletinin varlığına kast eden emperyalist mihraklara ve taşeronlarına Dumlupınar’da acı ve kati bir ders verilmiştir. Milletimizin rızası, bilgisi ve iradesi dışında dayatılan sömürgeci plan, proje ve senaryolar önce Dumlupınar’da yırtılmış ve ufalanmış, sonra da kalan artıklar İzmir’den denize süpürülmüştür” diyor. Çok güzel de bugün emperyalist mihraklara taşeronluk edenler ne olacak?

Üstelik AKP de Türk kimliğini yok etmeye çalışıyor ve Bahçeli de onlara “taşeron” diyor. Ardından, terörle mücadelede bütün ülkücülerin Tayyip Erdoğan’ın arkasında olduğunu söylüyor! Bu durum bir çelişki değil mi? MHP’ye gönül verenler bu çelişkiyi ne zaman görecek ve gereğini yapacak?

30 Ağustos 2012

This entry was posted in Politika ve Gundem, TSK. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *