ATATÜRK’LE 30 YIL * 3 son‏

Cumhuriyet 29.08.2004

 
ATATÜRK’LE 30 YIL
 

Arapça ezanı sindiremiyordu

İbrahim Süreyya, Demokrat Parti’nin kararını devrim tahribatı olarak görüyor ve ardından harf devriminin de tehlikeye girmesinden korkuyordu. Buna CHP’nin direnç göstermesini bekliyordu

İbrahim Süreyya , emekli hayatına kendisini tam hazırlamışken bir gün telefon çaldı. Arayan, Keçiören’deki komşusu Doktor Yusuf Hikmet Oktar idi. O günlerde Yusuf Hikmet Bey Cumhurbaşkanı Celal Bayar ‘ın özel hekimi olarak Çankaya’da görevliydi. Yusuf Hikmet Bey, Cumhurbaşkanı’nın bir mesajını iletiyordu. Güven Sigorta’nın murakıplığını acaba kabul eder miydi? İş Bankası’nda İdare Meclisi üyesi olarak görev alan İbrahim Süreyya Yiğit’in yeteneklerini Celal Bayar yakından biliyordu. Şu anda milletvekili de olmadığına göre, böyle bir göreve gelmez miydi?

İbrahim Süreyya, Cumhurbaşkanı’nın isteğini kıramazdı. Her ne kadar hiçbir görev üstlenmek istemese de, Yusuf Hikmet Bey’e, teklifi kabul edeceğini söyledi.

Atatürk, Cumhuriyet Bayramı törenine gitmek üzere Meclis’ten çıkıyor. Sağ başta İbrahim Süreyya. Kazım Özalp, Mustafa Kemal, Yaver Tevfik ve Resuhi beyler…

‘NUH’UN GEMİSİ’

Yeniköy’deki yalı, Nuh’un gemisi gibiydi. Evde on sekiz tane kedi, iki tane köpek, kanaryalar, akvaryum içinde balıklar vardı. Doğaları gereği birbirlerine can düşmanı olan bu yaratıklar, her nedense bu evde birbirleriyle gayet iyi dost tular ve barış içindeydiler. Evdeki her bir kişinin kedi veya kedileri, balıkları ve köpeği vardı… Ama İbrahim Süreyya Bey’in ”Bici” adlı tekir kedisi bir ayrıcalık taşıyordu. Bici bir yana, diğerleri bir yana…

Kış geldiğinde Harbiye’deki Meyve Sokağı’nda bulunan evlerine döndüler.

O kış, eve ıstıraplar getirmişti. Nahide Hanım bir anda fenalaşmış, hastaneye kaldırıldığı gece de vefat etmişti.

Her sabah Cumhuriyet gazetesini okuyor, öğleden sonra, iyi film var ise sinemaya gidiyor veya Büyük Kulüp’e (Circle d’Orient) gidip, Muhittin Baha Pars, Refik Şevket bazen de Yahya Kemal Beyatlı veya Fuat Bulca gibi arkadaşlarıyla yarenlik ediyordu.

Edebiyata meraklı olduğunu, ilgili çevreler yakından bilirlerdi. Bir yaz boyu denecek kadar uzun bir süre, Abdülbaki Gölpınarlı yalıya gelip giderek İbrahim Süreyya’nın hem arşivinden hem de bilgilerinden yararlanarak Yunus Emre Divanı ‘nı kaleme almış ve eserini İbrahim Süreyya’ya ithaf ederek yayımlamıştı.

SAĞLIK SORUNLARI

Bu gibi meşgaleler onu mutlu ediyordu. Kafasının meşguliyeti, sağlık sorunlarını unutturuyordu ona.

Hekimlerin cerrahi müdahale önerilerini reddetmiyor ama, ileri bir tarihte rıza göstereceğini söyleyerek savsaklıyordu. Aynı dertten mustarip Cumhurbaşkanı Celal Bayar için İngiltere’den uzman bir cerrah olan Mister Millen getirilmiş ve doktor, Celal Bey’i bu dertten kurtarmıştı.

Bu olay önünde örnekti ve kaçmakla kurtulamayacağını da biliyordu. Ama İbrahim Süreyya, ameliyat olacak ise mutlaka bir Türk cerrahın bıçağı altına yatacaktı… Bunu bir prensip meselesi haline getirmişti… Ameliyat olacaksa, önündeki yaz aylarının da sefasını bir kez daha sürdükten sonra olacaktı…

Bir Cumhuriyet balosunda…

DEVRİMLERİN BEKÇİSİ

İbrahim Süreyya Bey, DP iktidarının icraatlarını yakından izliyor ve hepsini, Atatürk devrimlerine uygun mu, yoksa aykırı mı diye tartıyordu. İlk takıldığı nokta, ezanın Türkçeden Arapçaya döndürülmesi kararıydı. Ezanın içeriğini bir nesle öğretip bellettikten sonra şimdi yeniden, yabancı bir dil olan Arapçaya dönülmesini içine sindiremiyordu.

DP’nin bu kararını devrim tahribatı olarak görüyor ve peşinden harf devriminin de tehlikeye girmesinden korkuyor, bu gibi devrim karşıtı kararlara CHP’nin büyük direnç göstermesi gerektiğini, yalıya gelen bütün arkadaşlarına açık bir dille söylemekten de çekinmiyordu.

YENİKÖY’DE DOSTLAR

Yeniköy’de oturan Cemil Sait Barlas ile neredeyse gün aşırı buluşup konuşuyordu. İktidarı kaybettikten sonraki ilk kurultayda genel sekreter seçilmiş olan Kasım Gülek ile de sık sık telefonla temas ediyor, kendisinden, CHP’nin sosyal yönünü vurgulamasını istiyordu. İbrahim Süreyya’nın sağlığı iyice bozulmuştu… Tıbbın önerisi cerrahi müdahaleydi ve İstanbul’da, o günlerin en ünlü bevliye cerrahı da Ali Eşref Gürsel ‘di…

Ameliyat yöntemi iki aşamalıydı. Önce bir ameliyatla karın açılıyor, sonra prostat alınıyor, içerdeki yara kapandıktan sonra, o ana kadar açık tutulan karın dikiliyordu. Bayar’ı ameliyat eden İngiliz cerrah Millen ise, ameliyatı tek aşamada yapıp bitiriyordu. Bu yenilik Türkiye’de 1952’de yaygın ve de makbul değildi…

İbrahim Süreyya, ekim ayı ortasında ameliyata karar verdi…

REŞAT NURİ İLE KARŞILAŞMA

Dr. Ali Eşref Gürsel, ameliyatlarını Nişantaşı’ndaki Teşvikiye Sağlık Evi’nde yapıyordu. Hastanede bütün odalar doluydu, fakat bir oda, ertesi sabah bir hasta taburcu olacağı için boşalacaktı. İbrahim Süreyya Bey, bir gece için o odayı, çıkacak hastayla paylaşabilir miydi?

İbrahim Süreyya bu öneriye olumlu cevap verdi…

Üst kattaki odaya girdiklerinde, taburcu olacak hastayla karşılaştılar. Bu hasta, Türk edebiyatının ünlü romancısı, “Çalıkuşu” adlı eserin müellifi ve İbrahim Süreyya’nın TBMM’den arkadaşı Reşat Nuri Güntekin ‘di… İki arkadaş, kucaklaşıp öpüştüler…

Reşat Nuri Bey de prostat ameliyatı geçirmişti ve ertesi sabah taburcu olacaktı. Konuşmaların ağırlık merkezi elbette ameliyattı…

Reşat Nuri Bey, ”Ceviz irisi bir adalenin alınmasıyla ne kadar rahatladım. Bu kadar küçük bir parçanın verdiği ıstırap birden nasıl kesiliverdi, bilemezsiniz,” deyince, İbrahim Süreyya, Reşat Nuri’ye baktı ve, ”Ceviz kadar bir parçadan kurtulmakla gelen rahatlık ve huzuru söylüyorsunuz; ya bütün bir bedenden kurtulunca can ne denli bir saadete erecek, hiç düşündünüz mü?” dedi… Gözlerinde ölüm korkusu yoktu, fakat tasavvufun derinlikleri vardı… Reşat Nuri cevap vermedi, yalnızca düşünceli bir halde başını sallamakla yetindi… Ertesi sabah, aynı odadan Reşat Nuri Güntekin, eşi ve kızıyla evine… İbrahim Süreyya da bir sedye üzerinde ameliyathaneye…

Ali Eşref Bey, neşteri vurup batını açınca kanserle karşılaştı…

İki saate yakın bir süre devam eden ameliyattan çıkan İbrahim Süreyya, odasına getirilip yatırıldı. Ailesi, cerrahı beklemekteydi. Ali Eşref Bey her ameliyatın bir risk taşıdığını ve elinden geleni yaptığını belirttikten sonra, ”Allah ömür verdiyse iyileşir ve yaşar,” dedi. Söylenen bu sözler her ne kadar gerçeği ifade etmekteyse de aileye ümit vermiyordu. Beklemekten başka çareleri yoktu… Kadere rıza göstermek esastı…

KULAĞI RADYODA…

Ekim ayının son haftası İbrahim Süreyya için önemliydi; çünkü oğlunun yaş günü, Cumhuriyet Bayramı hep o hafta içindeydi. 29 Ekim sabahı odadaki küçük radyoyu açtırdı ve Ankara’daki geçit töreni yayınını dinlerken dalıp gitti 10 yıl, 20 yıl, 30 yıl öncesine…

Kasım’ın üçüncü gecesi, hastanenin başhekimi, Mediha Hanım ile çocukları odasına çağırdı ve bütün ümitlerin bittiğini, doğal sonun çok yaklaşmış olduğunu, kendilerini buna hazırlamalarını söyledi.

Sabaha karşı da İbrahim Süreyya Bey vefat etti…

Oğlu Nuyan ise babasını son yolculuğa uğurlayıp Harbiye’deki eve döndü. Ertesi sabah Ankara’ya, Yedek Subay Okulu’na gideceği için çantasını hazırlamak zorundaydı… Eve girdiğinde, her zamanki gibi, babasının kedisinin kendisini karşılamasını bekledi; ”Bici… Bici…” diye seslendi ama kedi ortalarda yoktu. Kapılar ve pencereler sıkıca kapalıydı, dışarı çıkmış olamazdı… Fakat Bici yoktu işte…

O gecenin üzerinden aylar geçti, yıllar geçti… Ama bir daha, Bici’nin ne kendisini gören ne de sesini duyan oldu…

‘Bir sen kaldın Trablusgarp takımından’

İbrahim Süreyya’nın ameliyat olduğu, yakın arkadaşları ve sevenleri tarafından duyulmuştu…

Narkozun etkisinden kurtulduğunun sabahında, Kaptan Paşa dediği Rauf Orbay ‘ı, Bursalı Muhittin Baha Pars’ı, DP’nin ilk kabinesinin Milli Savunma Bakanı Refik Şevket İnce ‘yi, Ticaret Bakanı iken aynı evi paylaştığı Aydınlı Nazmi Topçuoğlu ‘nu karşısında buldu… Ziyaretçileri aşağıda, yaklaşan feci akıbeti öğrenmişlerdi ama İbrahim Süreyya’ya bir şey belli etmiyorlar, güle oynaya şakalar yapıyor ve bir an önce ayağa kalkmasını söylüyorlardı. Muhittin Baha onu Çekirge’ye, Nazmi Bey de Karapınar’daki çiftliğine götüreceğini anlatıyordu.

Eşi, aynı odada refakatçi olarak kalıyor, oğlu ve kızı Harbiye’deki eve gidip geceyi orada geçiriyorlardı. Çocukları eve geldiklerinde, onları babalarının sevgili tekiri Bici karşılıyordu. Kedi, kendi sepetinde değil, Süreyya Bey’in yatağı üstünde duran pijamasının ve sabahlığının üstünde yatıyordu

FUAT BULCA’NIN TATLI SERZENİŞİ…

İbrahim Süreyya’nın sağlığında iyileşme görülmüyordu. Bici’nin de kendisine bırakılan su ve yemekleri her gün biraz daha az tüketmekte olduğu, çocuklar tarafından görülüyordu.

Arkadaşları her gün hastaneye geliyor ve İbrahim Süreyya’nın durumu hakkında bilgi alıyorlardı. Bir gün, moralini yükseltmek için kendisiyle sohbet ettikleri sırada birden kapıdan içeri, uzun boylu, mavi gözlü, temiz ve şık giyinmiş bir adam girdi. Bu, Fuat Bulca’ydı. Hiç rol yapmadan doğruca İbrahim Süreyya’nın yatağının ayak ucuna gelip durdu, sonra sert bir sesle konuşmaya başladı: ”Hepsi göçüp gitti öteki tarafa. Benimle bir sen kalmıştın Trablusgarp takımından. Şimdi de sen mi gitmeye kalktın… Beni tek başıma mı bırakacaksın bu dünyada Süreyya?”

Fuat Bey’in de, İbrahim Süreyya’nın da gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Gerçekten de Mustafa Kemal ‘den Enver Paşa ‘ya, Yakup Cemil ‘den Deli Halit ‘e, Nuri Conker ‘den Fethi Okyar ‘a, Ali Çetinkaya ‘dan Doktor Refik Saydam ve Doktor Fikret Onuralp ‘e kadar, Trablusgarp harbi takımından hepsi yaşamlarını tamamlamış, kala kala ikisi kalmışlardı ve şimdi de İbrahim Süreyya ölüm döşeğindeydi.

Fuat Bulca döndü ve kapıdan çıkıp gitti… Odayı acı bir sessizlik kaplamıştı…

Süreyya Bey’in ‘Bici’si

Boğaz’da eylül mehtabı o yaz da şahaneydi… Yalının orta katındaki balkonda her gece saat tam sekizde Mediha Hanım tepsiyle kocasının önündeki ufak masaya içkisini ve mezesini hazırlıyordu… Tepside kristal bir karaf içinde rakısı, gene kristal minik bir sürahide soğuk suyu, soyulmuş domates, ince bir dilim beyaz veya rokfor peyniri, ince bir dilim kızartılmış ekmek bulunurdu. Sadece kadehi koymazdı Mediha Hanım… Yıllarca yüksük kadar ufak kadehler toplamış olan İbrahim Süreyya Bey, büfenin camlı vitrininden o gece eline almak istediği kadehi seçer ve tepsiye kendisi koyardı. Mediha Hanım, kocasının bu âdetini çok iyi bildiğinden, kadehi tepsiye koydurmaz, yanlışlıkla konmuşsa, onu da kaşla göz arasında alıp yok ederdi.

İbrahim Süreyya Bey likör kadehi kadar minik kadehlerle iki kadeh rakı içerdi. Bir ufak şişe ona bir hafta dayanırdı. Misafirleri olursa onlara başka şişeden ikram edilir, İbrahim Süreyya Bey’in şişesine el sürülmezdi…

Balkonda içki sefası pek pek yarım saat, bilemedin kırk beş dakika alırdı. Sonra İbrahim Süreyya Bey ailesiyle birlikte yemeğe oturur, yemekten sonra da kendi eliyle hazırladığı nargilesini, gene balkonun kuytu köşesinde fokurdatırdı…

Ekim ayı ile birlikte, göç başlatan yağmurlar gelir ve yalıdan Harbiye’ye intikal edilirdi. Aile fertlerinin yanında, İbrahim Süreyya Bey’in ”Bici” si de Harbiye’ye gelirdi sepetiyle… 

B İ T T İ

 

This entry was posted in Uncategorized. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *