DİN İNANÇ VE BİLİM * DEPREM TANRININ GAZABI MI?

Naci KAPTAN – 06 Kasım 2020 – Güncellendi 16 Şubat 2023

1755 LİZBON DEPREMİ 

Portekiz’İn başkenti Lizbon, katolik halkın kutsal Azizler Günü‘nü kutlamak için kiliseleri doldurduğu 1 kasım 1755 tarihinde, 8.5 ile 9 şiddetinde, on dakikadan fazla süren 3 ayrı depremle sarsılır.


1 Kasım 1755 günü saat 9.40’ta Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen ve tarihteki en yıkıcı depremlerden birisi olan bu deprem esnasında 60.000 ile 100.000 arasında tahmin edilen insan ölüyor. Depremi bir de tsunami ve kentin pek çok yerinde başlayan yangınlar takip ediyor. O dönemde Avrupa’nın en büyük dördüncü şehri olan Lizbon’un neredeyse tüm yerleşim alanları kullanılmaz hale geliyor. Bu deprem tarihte ‘’Büyük Lizbon Depremi’’ olarak anılıyor. Bu deprem İspanya ve Fas’ı da büyük ölçüde tahrip ediyor.
Bu deprem Portekiz’i son derece olumsuz bir şekilde etkiliyor. Portekiz’de politik tansiyon yükseliyor, ekonomi çöküyor ve zaten gerileyen koloni imparatorluğunun 18. yüzyılda büyük ölçüde yıkılmasına yol açıyor. Jeologlar, Büyük Lizbon Depremi’nin Atlas Okyanusu’nda Cabo de São Vicente’den 200 km batıda meydana gelmiş 9 Richter ölçeğinde olduğunu tahmin ediyorlar…
Büyük Lizbon Depremi; yol açtığı bu maddi yıkımının yanında, Avrupa tarihinde hem teolojik hem felsefi hem de doğa bilimleri açısından bir dönüm noktasını da ifade ediyor. Rene Descartes ve Baruch Spinoza ile beraber rasyonalizmin 17. yüzyıldaki en büyük savunucularından biri olan Alman matematikçi ve filozof Gottfried Wilhelm Leibniz’in iddia ettiği ‘’dünyanın yaşanılacak en güzel yer olduğu’’, ‘’Tanrı’nın bütün kötülüklere rağmen en iyi Tanrı olduğu’’ ve ‘’dünyada ki her şey olanaklı olanın en iyisi” inancı büyük yara alıyor.
Çünkü bu deprem, fazlasıyla Katolik’in yaşadığı Lizbon’da, dini bir bayramın yaşandığı gün gerçekleşiyor. Portekizli ilahiyatçılar Tanrısal öfkenin nedenini araştırmak için bir kurul bile topluyorlar ve sonuçta bu deprem için “Takdir-i İlahidir’’ diyorlar… Ve devam ediyorlar; “Bunlar itikadımızı sınamak için… Eğer bunca acıya rağmen inancımızı yitirmezsek, ahrette mükâfatımız büyük olacak.” Görülüyor ki 18.yüzyıldan buyana değişen pek bir şey yok!!! Günümüzde de siyasetçiler, ilahiyatçılar ve aşırı dinciler deprem için takdiri ilahi diyorlar.
Depremden 40 dakika sonra kıyıya vuran tsunami ve şehri saran yangın, can kaybını artırır. Depremin kutsal Azizler Günü‘nde meydana gelmesi, kiliseler yıkılır, kiliselerde ibadet eden hıristiyanlar ölürken, Lizbon genelevinin %85’i yıkılan şehirde ayakta kalan yapılar arasında olması, kiliseye olan itikatı yerle bir eder.
Bugün sismologlar, Lizbon depreminin, Atlantik Okyanusu’ndaki merkez üssü Cape St. Vincent’ın yaklaşık 200 km (120 mil) batı-güneybatısıyla, moment büyüklüğü ölçeğine göre 8.5-9.0 aralığında bir büyüklüğe sahip olduğunu tahmin ediyorlar. 20 metre yüksekliğindeki tsunami dalgaları, Kuzey Afrika kıyılarını süpürdü ve Atlantik boyunca Martinik ve Barbados’u vurdu. tsunami İrlanda kıyılarına erişti. Tahminler, Lizbon’daki ölü sayısını 60.000 ila 100.000 kişi arasında gösteriyor ve bu da onu tarihteki en ölümcül depremlerden biri yapıyor.
Killomoran, Caherglissane ve Kinvara’daki Clare / Galway kıyı şeridinde, 1755’teki büyük Lizbon depreminin kanıtı olarak derin ve esneyen yarıklar oyulmuştu.
Depremin Tanrı’nın günahlar için verdiği ceza olduğunu öne süren Kiliseye karşı Avrupa’da felsefik, dinsel ve politik açıdan birçok eleştiri başlar.  Voltaire, depremin fay hatlarının hareketinden kaynaklanması nedeniyle jeolojik bir olay olduğunu öne sürer. Rousseau ise bunu yeterli bulmaz, ”Neden hep yoksullar ölüyor?” sorusunu tartışmaya açar.
Voltaire mahlasını kullanan, Fransız devrimi ve aydınlanma hareketine büyük katkısı olan Fransız yazar ve filozof François Marie Arouet yaşanan felaket sonrası yaşanan acılara kutsal kılıflar dikilmemesi gerektiğini söyleyerek bu fikirleri absürd olarak gördüğünü açıklıyor. Ve diyor ki Voltaire:
“Bu yaşadıklarımızın Tanrı’sal adaletle bir ilgisi yoktur. Yaşadığımız tamamen bir doğa olayıdır.” Bu açıklama, tutucu çevreleri ayağa kaldırıyor her zaman ve her devirde olduğu gibi… Voltaire dinci tepkilere rağmen, inançla savunuyor depremin fiziksel nedenlerini…
Voltaire büyük Lizbon Depremi için bir de şiir yazıyor: ”
Poeme sur le desastre de Lisbonne” (Lizbon Felaketi Şiiri)
Voltaire’nin ‘’Lizbon Felaketi Şiiri’nden kısa bir bölüm;
“Bu kurban yığınını,
kanlar içinde yatan bu çocukları
gördüğünüzde şöyle diyecek misiniz:
‘Tanrı cezalandırdı.
Ölmeleri, suçlarının bedelidir.’
Bu çocuklar hangi suçu işlemiştir?”
Tartışmaya sürekli Voltaire’e laf yetiştiren Fransız filozofu Jean Jacques Rousseau da katılıyor ve Voltaire’e bir mektup yazarak şunu söylüyor: “Tanrı’nın iyiliğine inanmak gerek. İnsanın çektiği acılar, kendi hatalarının neticesidir.”
Jean Jacques Rousseau daha da ileri giderek şunu söylüyor: “Yaşadığımız acıların nedeni sadece jeolojik değildir. İnsanları deprem değil, yoksulluk öldürüyor”. Çünkü depremde ölenler sadece yoksullar oluyor. Varlıklıların binalarına bir şey olmadığına, onların canı daha iyi korunduğuna, tedavileri daha çabuk yapıldığına, buna karşın depremin gazabı sadece yıkık dökük evlerde perişan yaşayanları vurduğuna göre acıların nedeni başka bir şey olmalıydı. İşte o “başka şey”, insanlar arasındaki eşitsizlikti. Jean Jacques Rousseau’ya göre sebep gibi çare de ne teolojide ne jeolojideydi. Sebep de çare de “Sosyoloji”de aranmalıydı.
Bu fikirler Avrupa’nın düşünce yapısını derinden etkileyerek Avrupa düşünce tarihini kökten değiştiriyor. Eğer depremler Tanrı tarafından gönderilen cezalar değilseler, onları araştırmak, incelemek ve hatta anlamak mümkün olabilirdi. Bu nedenle Lizbon depreminin araştırılması girişimi yer bilimlerinin doğuşu olarak kabul ediliyor…
Aradan 265 yıl geçer. 2020 yılında İzmir depremi sonrasında Diyanet İşleri Başkanı açıklama yapar : ”Deprem kıyametin alıştırmasıdır” Avrupa’nın 1755 yılında Tanrı‘nın gazabı olarak görmekten vazgeçtiği deprem, 265 yıl sonra 2020 yılı Türkiye’sinde Tanrı‘nın gazabı ilan edilir.
GEÇMİŞTEN BUGÜNE DEĞİŞEN BİRŞEY YOK
Belki çok şey unutuluyor ama aklımda gazete demeye bin şahit gerek olan sözde basında yer alan bazı iddialar kalıyor. Bu iddiaları basında dile getirenler sözde Müslüman oluyor. Allah’tan bile korkmayarak bu iddiaları dile getiriyorlar…
Bunların iddiasına göre: ”Ölenler faizcidirler, o gece zina yapıyorlardır, hatta bazılarının cesetleri birbirine bitişiktir.” Depremde Gölcük donanma üssü ve orduevi de çökmüş, yüzlerce asker ve subayımız can veriyor. Onlar için de aynı şeyleri yazıyorlar: ”Gece içki içmişlerdi, subaylar zina yapıyordu, Allah onların cezasını verdi.”
Mesela kamuoyunda ‘’Cübbeli Ahmet’’ diye bilinen Ahmet Mahmut Ünlü 17 Temmuz 1999 Marmara depremini hemen ardından şu konuşmayı yapıyor; “Mevlam zina yuvalarını vurdu”, ‘’Deprem fuhuş ve faiz yuvalarını vurdu…”
Ancak en vahimini ise Nazlı Ilıcak’ın depremden yıllar sonra 31 Ocak 2013 tarihinde katıldığı ‘’Medya Mahallesi’ ismindeki bir TV bir programında ima ettiği şu sözleri oluyor: “Güven Erkaya’nın liderlik ettiği Gölcük’e konuşlu donanma, 28 Şubat’ta Müslümanlara zulüm etti. Hemen ardından da Marmara depremi Gölcük’ü vurarak Allah bunları cezalandırmış oldu.”
Bu sözde Müslümanlar depremde ölen her kesimden, her görüşten insanımızın ve ayrıca Mehmetçiklerin ruhlarını sızlatıyorlar. Sonra benim aklıma Azeri Şair Mirze Elekber Sâbir’in bir şiiri geliyor: ‘’Harda (nerede) Müselman görürem gorhuram…’’ Gerçekten de artık nerede bu tür bir Müslüman görsek, şeytan görmüş gibi şerrinden korkup Allah’a sığınır hale geliyoruz…
17 Ağustos 1999 depreminden sonra ülkemizde depremin sebep ve sonuçları pek tartışılmıyor. Sadece birkaç müteahhit suçlanıyor, göstermelik olarak tutuklanıyor sonra da serbest bırakılıyorlar. Bu depremin toplumumuzun düşün dünyasına bir etkisini de olmuyor. Ve sorumsuz yetkililer tarafından deprem fıtrattır deniliyor, kaderdir deniliyor, takdiri ilahidir deniliyor ve sorumluluklarının üzeri örtülüp geçiliyor… Ve ülkemizde hiçbir zaman gerçek anlamda depreme dair bir tartışma da yaşanmıyor…
17 Ağustos 1999’da meydana gelen depremin ardından ülkemizde yaşanan tartışmalar, 1755 yılındaki Lizbon’da yaşanan depremden sonra yapılan tartışmaların bile çok mu çok gerisinde kalıyor…
Marmara Depremi’nin ardından 21 yıl geçtikten sonra bile 24 Ocak 2020 tarihinde Elaziğ depreminden sonra da TV’lerde yine 1999 Marmara depremine benzer tartışmalar yapılıyor, fıtrattan, kaderden, her şeyi devletten beklememekten bahsediliyor, yine bol miktarda ”….ceeekkk”li, ”…. caaaaakkk”lı konuşmalar yapılıyor….
İzmir’in Seferihisar açıklarında 30 Ekim 2020 günü saat 14.51’de 6.9 büyüklüğünde bir deprem meydana geliyor… Bu depremle ilgili olarak da sorumsuz yetkililer tarafından her depremden sonra olduğu gibi yine mebzul miktarda ‘’……ceeeeeek!’’li, ‘’….caaaak!’’lı konuşmalar yapılıyor…
Ve son olarak 6 Şubat 2023’de Kahramanmaraş merkezli meydana gelen 7.6 ve 7.7 gücündeki 2 yıkıcı deprem sonucunda meydana gelen ve sayısı şimdilik 35 bini geçen ölümlerin ardından “şahsım devleti” olan tek yönetici Tayyip Erdoğan, ellerinde yaklaşan deprem için ön bilgiler olmasına rağmen parmağını kıpırdatmıyor ve yıkıcı deprem sonrası ölümleri “Allah’ın kader planına” bağlıyordu!!!
Özetle 1755 yılında meydanas gelmil olan Lisbon depreminden buyana değişen bir şey olmamıştı.  Ancak gerçek olan bir şey varsa, o da; deprem için alınan vergilerin ilgisiz yerlere harcanmaya devam edileceği ve deprem fikrinin yine unutulmaya bırakılacağı oluyor…
Türkiye’nin yetkili sorumsuzları hiçbir doğal felakete karşı tedbir almıyor; ne depreme ne yangına ne de sele karşı… Türkiye’nin en büyük bekâ ve en büyük güvenlik sorunu; cehalet, sahtekârlık, ilgisizlik ve yetkililerin sorumsuzluğu oluyor…
Matbaa kullanımında 272 yıl gerisinden geldiğimiz Avrupa’nın doğa olaylarını Tanrı‘nın gazabı olduğuna dair kabul konusunda da 265 yıl gerisinde kaldığımız anlaşılır. 265 yılda bir arpa boyu yol katedilmemiştir.

Ana içerik kaynağı; Osman AYDOĞAN – https://www.sehriyar.info/?pnum=666
This entry was posted in DİN-İNANÇ, DOĞA - ÇEVRE, DOĞAL YAŞAM. Bookmark the permalink.

One Response to DİN İNANÇ VE BİLİM * DEPREM TANRININ GAZABI MI?

  1. Nacikaptan says:

    Degerli yoldasim Naci Kaptan’dan gelen ve cok enteresan tarihi bilgiler iceren bu mesaji aydinlanmis dost ve arkadaslarima gonderiyorum. Sayin Kaptan’in musaadesine siginarak bazi kendi goruslerimi de ilave ettim.

    Bu mesaji bir dinsizlik veya Yaradanimiza saygisizlik olarak gormedim, Allahima tam bir inancla bagli birisi olarak fevkelade bir analiz ve bilgilendirme olarak buldum. Evvela, Allahin ne Istedigini biz insanlarin bilmemize imkan yok, cunku O Yuce Varlik bizlerle Konusmuyor, Iletisim Kurmuyor. Dolayisiyla Onun ne Istedigini soylemek bir tahminden, cogu zaman da manipulatif bir uydurmadan ileri gidemez.

    Bence Allahin ne Istedigini bildigini iddia etmek gunahlarin buyugudur, bunu kisisel veya inanca bagli menfaat icin yapanlar gunahkarin en buyukleridir. Gunumuzdeki musluman ve hristiyan din adamlarinin cogunu bu gunahkarlar cumlesinin icinde goruyor ve onlarin sozlerine asla inanilmamasi gerektigini dusunuyorum.

    Masum alt seviye imam ve papazlarinin cemaatleri insanlari icin yaptiklari calismalari takdir eder, onlari bu dusuncemden tenzih ederim. Elbette bircok yerel din adami inandiklari Yuce Varliga en iyi hizmet olarak gordukleri O Yuce Varligin kullarina iyilik ve yardim etmek icin hayatlarini adamis insanlardir, saygi duyarim. Kendilerine yardim icin aileleri tarafindan gorevlendirilen genc oglan cocuklarina sulanip tecavuz eden imam ve papazlari da lanetlerim.

    Ben deprem, sel, tsunami, yangin, kasirga gibi dogal afetlerin bilimsel sebepleri oldugunu anliyor ve o sebepleri gorebilmis olan alim ve filozoflari takdir ediyorum, ama bu felaketlerin Allahin Takdiri ile alakasi olmadigini da dusunmuyorum. Evrenimizin tek Hakimi olarak kabul ettigim O Yuce Varlik bu felaketleri Yaratmissa bunun sebebini biz insanlar olarak anlayacak yere henuz gelmis degiliz diye dusunuyorum. Biz Allahin Her Yaptigini anlayamayiz, sadece sorgulamadan kabul etmemiz gerekir. Bu dusunceyi biraz ilerletirsek, biatkarlik sadece Allaha inancla sinirlanmali, hicbir insana kayitsiz sartsiz biat edilmemelidir diye dusunuyorum. Dolayisiyla Papal infallibility ( papa asla yanilmaz ) gibi iddialar, halife, sultan, kral ve kendisini tek adam yapanlar gibi sahislara kayitsiz sartsiz bagli olmak kolelik etmektir ve asalakliktan oteye gitmez.

    Depremin sebeplerini cok guzel anlatan bir Jeofizik hocamiz var, Sedef Kabasin bir TV programinda Anadolu plate’in komsu plate’ler tarafindan nasil baski altinda oldugunu ve ulkemizdeki buyuk depremlerin sebep ve sonuclarini cok guzel anlatmis. Maalesef o video’yu bulamadim. Bulan olursa bana da yollamasini rica ederim.

    Sizi daha fazla mesgul etmeyeyim, Naci Kaptan’in asagidaki mesaji cok guzel ve guncel, okumanizi tavsiye ederim.

    Ahmet N. Taspinar
    Oakland, CA

    ============================

    Ülkesini seven, halkını düşünen, aklını çalıştıran, bilinç ve vicdan sahibi herkesin duyması gereken endişelerin kaynağı araştırıldığında karşımıza özetle şu olumsuzluklar çıkar:

    1. Nüfusumuz kontrolsuz ve dengesiz bir şekilde artmaktadır. Eğitimli, iyi gelir sahibi aileler bir iki çocukla yetinirken fakiri fukara, cahili cühela bakabileceğinden fazla çocuk yapmaktadır (özellikle Güneydoğuda).

    2. Kalabalık ailelerin çocukları kaliteli (laik, bilimsel, çağdaş) eğitimden yoksun kalmaktadır.

    3. Atatürk döneminde tercih bilimden yanayken, daha sonra iktidara gelenler inanca ağırlık vermiştir. Bu nedenle bir İmam Hatipli “tek adam” olarak tüm devlet yetkilerini eline geçirmeyi başarmıştır. SADECE AHLAK DEĞİL, HUKUK KURALLARININ DA EN ÇOK ÇİĞNENDİĞİ BİR DÖNEMDEN GEÇMEKTEYİZ. En ahlaklı ve en gelişmiş ülkeler listesinde hiç bir islam ülkesi yer almamaktadır. İskandinav ülkelerinde halkın çoğunluğu (yaklaşık % 80’i) inançsızdır, genelde ikiden fazla çocuk yapmaz ve en gelişmiş, çağdaş eğitim sistemine sahiptir. Özetle, gelişmek, yükselmek ancak şu üç temel taşı üzerinden gerçekleşebilir:

    Nüfus planlaması
    İnanç (yani Kuranın çağımıza uymayan hükümleri) yerine bilim ve akılcılık
    Laik, çağdaş, bilimsel eğitim. AKP’nin dine dayalı siyaseti bunların tam aksi yönünde olduğu için kurtuluş ancak iktidar değişikliği ile mümkündür, fakat söz konusu bu üç noktayı önemseyen, savunan bir muhalefete sahip olmamamız yüzünden şikayet ve yakınmalarımız devam edecektir, ta ki başta CHP ve aydınlarımız yeterince akıllanıncaya, cesaretleninceye, örgütleninceye kadar.

    5.02.2019 – Kemal Rastgeldi

    ————————————————————–

    Dört yıl önce yazdıklarıma şunları da eklemek isterim:
    Nüfusun kontrolsuz şekilde artması yüzünden elverişsiz, sakıncalı yerlere pek çok bina kalitesiz malzeme ile ve teknik kurallara uyulmadan inşa edilmiştir. Deprem uzmanlarının, bilim insanlarının haklı uyarıları dikkate alınmamıştır. Mersin gibi oldukça cazip bir şehirde bile kesilen o güzelim narenciye bahçelerinin yeri çok katlı beton yığınlarıyla doldurulmuştur. Bu yüzden trafik sorunları, sıkışmalar gittikçe artmakta, Istanbuldaki bunaltıcı duruma dönüşmektedir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen başımızdaki “tek adam”ın her fırsatta doğurganlığı teşvik etmesi, “en az üç, beş çocuk” talimatı vermesi ülke ve dünya gerçeklerinden akılcılıktan ne denli uzak olduğunu göstermektedir. Küresel ısınma, çevre kirlenmesi, doğal kaynakların azalması gibi sorunlar gelecek kuşakları çok zorlayacak, gittikçe kalabalıklaşan dünyamızı daha da yaşanmaz bir hale getirecektir.

    17.02.2023 – Kemal Rastgeldi

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *