AKIL FİKİR YAZILARI * DEMOKRASİ SAKIZI

Değerli akademisyen Güzide Filiz Tuzcu’nun
DEMOKRASİ SAKIZI başlıklı makalesini sunuyorum;

DEMOKRASİ SAKIZI


BÖLÜM I

Makalemin “Demokrasi Sakızı” adlı başlığı okuyucuları şaşırtmış olabilir. Bu başlığı koymamın nedeni şudur; 1938’den günümüze Türkiye’de demokrasi sözcüğü, başta hükümet üyeleri, siyasiler ve partiler olmak üzere, genel olarak aydınların, akademisyenlerin, gazetecilerin, televizyon program yapımcısı ve sunucuların, oturum tartışmacıların dillerinde sakız olmaktan öteye maalesef ki gidememiştir! TıpkıCumhuriyetçiliğin, Milliyetçiliğin, Devletçiliğin, Halkçılığın, Laikliğin, Devrimciliğin, Sosyalizmin, Türk Tarihi’nin, hatta Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm’ın” Türk Milletine doğru anlatılmadığı gibi, Demokrasi Kavramı da Türk Milletine, 81 yıldır maalesef ki doğru anlatılmamış, tanıtılmamış ve millet bu konuda kasten bilinçlendirilmemiştir!

       Onun içindir ki çeşitli şehirlerimizde, çeşitli meslek ve eğitim seviyesindeki gruplar veya kişiler üzerinde günümüzde (21.Yüzyıl – Yıl: 2020) bir anket yapılsa ve ankette Demokrasiyi tanımlar mısınız? – Demokrasinin kriterleri, yani olmazsa olmaz şartları nelerdir? Demokrasi hangi şartlarda işlerlik kazanabilir diye sorular sorulsa, kanaatim şudur ki bu sorulara doğru cevap verebilecek insan sayısı oranı %10’u veya en iyi tahminle %15’i geçemezdi! Özetle ifade edersek, genel olarak Türkler hayatını ve geleceğini yakından ilgilendiren – yukarda sözünü ettiğimiz –  son derece önemli kavramlar ve bilgiler hakkında ne yazık ki tamamen cahil bırakılmışlardır: Evet altını çizerek ve önemle vurgulayarak ifade ediyorum ki bu yaşamsal konularda Türk Millet kasten ve planlı olarak “cahil” bırakılmıştır! [1923 – 1938  arası dönemde Genç Cumhuriyetimizin ülke çapında eğitim ve aydınlanma seferberliği kapsamında başarıyla uygulanmaya konulan, son derece faydalı ve özgün projeleri olan Köy Enstitülerinin, Halkevlerinin ve Halkodalarının 1938 sonrası uydurma bir bahaneyle (sözde komünizm tehlikesiyle) kapatılışları, halkı cahil bırakma kastının en dikkat çeken – en belirgin kanıtıdır.]

       BM’nin UNESCO örgütü bile gelişmemiş ülkelere “ideal eğitim ve kalkınma modeli” olarak tavsiye ettiği Genç Cumhuriyetin bu değerli eğitim ve aydınlanma kurumlarının 1938 sonrasında da görevlerini yapmasına izin verilseydi, Türk Milleti sözünü ettiğimiz bu yaşamsal kavramları doğru bir şekilde öğrenmiş olacak, genel anlamda eğitimli – bilinçli,  düşünen, sorgulayan, kendine güvenen bireyler olacaklar ve demokrasinin olmazsa olmazı olan “milletin yönetimi denetleme ve düşürme hakkını” yerine getirebilecekti.  Böylece milletin başına yönetici olarak gelenler de, ülkeye ve millete hizmetle yükümlü birer görevli olduklarını unutup, kendilerini “milletin efendisi – kralı” gibi göremeyeceklerdi! Ya da bunlar, tamamen iktidar – güç ve saltanat hırsıyla hareket ederek, sadece seçim dönemlerinde milleti oy deposu olarak görüp, söz konusu bu yaşamsal kavramların arkasına sığınıp, halkı kandırmaları elbette mümkün olmayacaktı. Ancak maalesef ki böyle olamamıştır!

       İşte bu yüzden genel olarak Türk Milleti, samimiyetle sevdiği, derin minnet duygularıyla bağlı olduğu ve izinde yürümekte kararlı olduğu Büyük Atatürk’ün izinden fiilen gidememiştir: Onun Kutsal Cumhuriyet Emanetlerini (ki demokrasi için atılan sağlam temel de bu emanetlerin başında gelir) koruyamamış, hatta  iman ettiği İslâm Din inancını dahi Yüce Allah’ın Kuran’da emrettiği şekilde yaşayamamıştır!  Bunun içindir ki genel anlamda Türk Milleti – aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi – 21. Yüzyılda da koyu bir cehaletin karanlığında yaşamaya devam etmektedir! Böylece millet, “sahte şeyhlerin – tarikatların – din maskeli siyasilerin tuzağına düşmekte, doğruyu – yanlışı birbirinden ayırt edememekte,  bilgisiz – bilinçsiz davranarak, ülkenin kaderini belirleyen siyasi seçimlerde hata üstüne hata yapmakta, yönetici diye başına kimi – kimleri getirdiğini bilmemekte, sürekli yanlışlar yaparak, telâfisi çok zor büyük yıkımlar ve zararlar görmektedir”! Hatta Türk Milleti böyle davranarak, geleceğini de tehlikeye atmaktadır. Sorunu “Tarih İlminin” ışığında doğru görmek ve doğru tespit etmek gerekir ki, doğru çözüm bulunabilinsin. Yoksa tüm sözler, tartışmalar, makaleler, akademik çalışmalar ve tezler vs… hepsi de ancak havanda su dövmek olur!  Pek çoğunun olduğu gibi!


BÖLÜM II

1923 – 1938 Altın Dönemimiz hariç olmak üzere,  Osmanlının son yüzyıllarında (bilhassa taklitçi – çıkarcı – İngiliz güdümlü batıcı – tanzimat yanlısı zihniyetliler sayesinde) ve 1938 – 2019 arası 81 yıl Cumhuriyet devrinde, yani toplamda üç yüz küsur yıldır iktidara gelenler “batılılaştıklarını – demokrasiyi getireceklerini – hatta Atatürk’ün izinde olduklarını vs…” iddia etmektedirler!  Bunların, batının kılavuzluğunda reformlar yapıyoruz – batılı oluyoruz – çağdaşlaşıyoruz, kalkınıyoruz, modernleşiyoruz – medeni oluyoruz – Avrupalılaşıyoruz, çağ atlıyoruz, Avrupa Birliğine giriyoruz, demokrasi getiriyoruz vs…” gibi altyapısı ve içi tamamen boş “siyasi söylevleriyle boşa geçen yüzyıllar söz konusudur! Sonuçta 81 yıldır “DEMOKRASİNİN” geldiği yoktur; yani sadece adı vardır,  ağızlarda sakız gibi çiğnenmektedir, ancak kendisinden eser bile YOKTUR!

Bir bilim insanı sorumluluğu ile ifade etmemiz gerekir ki bu uzun yıllar (81 yıl), Türk Milletinin aleyhine büyük zararlar getirmiş, hatta Türk Milletini zamanda oldukça geriye götürmüş kayıp yıllardır… Bunun içindir ki dünyada kendi kendine yetebilen, yer-üstü ve petrol dahil yer-altı – her türlü zenginliklere, verimli topraklara – ideal iklim koşullarına ve büyük işgücü potansiyeline sahip önemli bir ülke olan Türkiye, bırakın demokratikleşmeyi, uluslararası kriterlere göre geri kalmış bir ülke olma statüsünden bile 81 yıldır kurtulamamıştır! (Uluslararası Hukuk terminolojisinde daha kibar olsun diye ve teselli amacıyla kullanılan “gelişmekte olan ülkeler” ifadesi, tam bir aldatmacadır!) Ayrıca Türkiye dışında diğer tüm “gelişmekte olan ülkelerin” ortak özelliği – bir zamanlar hepsinin de “sömürgeler” oldukları özelliklerini de bilhassa vurgulamamız gerekir. Yani binlerce yıllık tarihinde büyük devletler – krallıklar – imparatorluklar kurmuş – dünya medeniyetinin temelinde yer almış, bu bağlamda hiçbir dönemde sömürge olmamış Türk Devleti, eski sömürgelerle aynı ayara düşmüş, hatta  bazılarından  geri  bile  kalmıştır!

Oysa ki Türkiye’nin sahip olduklarının çeyreğine bile sahip olmayan Avrupa ülkeleri – örneğin Almanya, hatta Japonya bile!, üstelik Almanya her iki Dünya Savaşında da yenilmiş – yıkılmış – yerle bir olmuş, Japonya ise 2. Dünya Savaşında ağır yenilgiye uğramış ve iki atom bombası yemiş, yanmış yıkılmıştır! Yani her iki ülke de yerle bir edilmiş iki ülkedir: Bunlar bile demokrasiye kavuşmuş, 75 yılda kalkınmış, milletlerinin eğitim ve refah seviyesini en üst seviyelere yükseltmiş, dünya pazarlarında ve Birleşmiş Milletler (BM) örgütünde söz sahibi olmuş,  ileri derecede medeni ülkeler statüsünde ülkeler konumundadırlar! Üstelik bu milletlerin (Almanların – Japonların) Türk Milleti gibi binlerce yıllık – köklü geçmişleri, büyük medeniyetler – devletler kurma gelenekleri, geniş ve verimli toprakları, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri de yoktur. Eğer biraz düşünme zahmetinde bulunursak, bizlerin 81 yıldır halâ  “gelişmemiş – hatta düpedüz geri kalmış bir ülke statüsünde” olmamızın oldukça büyük bir utanç kaynağı olduğunu  anlardık!

Oysaki bizler milletçe, “Atatürk’ü ve demokrasiyi ağzına SAKIZ yapanlara” körü körüne inanıp, onların peşlerine gitmek yerine, “600 küsur yüzyıl Osmanlı devrinde başımıza neler geldi, biz neden kendi vatanımızda yüzyıllarca  aşağılandık – ezildik? Nasıl bu kadar yoksul ve cahil kaldık? Biz nerde yanlış yaptık? Efsanevi Kurtuluş Savaşımız sadece dış düşmanlara karşı mı yapıldı?  Atatürk kimdir – bizler için neleri başarmıştır? Gerçek Atatürkçüler kimlerdir – Onun düşüncelerine ve ilkelerine kimler gerçekten sahip çıkmaktadır? Cumhuriyet – Demokrasi – Hukuk Devleti aslında nedir” diye sorgulasaydık ve gerçek demokrasiyi hayata geçirmekte samimi, istekli, ve kararlı olanların peşinden gitmiş olsaydık ve onları destekleseydik, kanaatimce bugün Büyük Atatürk’ün hedeflediği “demokrasiye ve en ileri medeniyet seviyesine” çoktan kavuşmuş olurduk.


BÖLÜM III

O halde samimi Atatürkçüler kimdi? Bu konuda bilmemiz gereken en önemli – en yaşamsal husus şudur; her şeyden önce samimigerçek Atatürkçüler, Ölümsüz Liderleri Atatürk gibi, birer Türk Evlâdıydılar – yani Türk Milletine mensuptular. Türk Milletini uyutmak isteyen pek çok kripto aydın, bu son derece önemli konuyu kasten görmemezlikten gelir! (Oysaki istisnasız tüm Türk Devletleri – Krallıkları – İmparatorlukları, bu yaşamsal hususa dikkat etmedikleri için yıkılmışlardır. En son örnekler de Anadolu Selçuk Devleti ve Osmanlı Devletidir. Bir başka deyişle Türk Kaleleri/Devletleri, dışarıdan gelen düşman saldırılarıyla – topla tüfekle değil, her zaman içten gelen  kripto  ihanetleriyle fethedilmiş ve yıkılmıştır.)

Samimi Atatürkçüler, Büyük Atatürk’ün engin millet ve vatan sevgisini içtenlikle paylaşan, Ona en yakın insanlardı; Onlar, her hususta tam bağımsızlığımızın yaşamsal öneme sahip olduğuna inanmış, Türk Milletini ve Türklerin Vatanı Türkiye’yi kalkındırmak ve en ileri medeniyet seviyesine yükseltmek isteyen devlet adamlarıydı. Onlar, Büyük Atatürk’ün düşüncelerini, amaç ve hedeflerini gayet iyi anlamış, bu hedefleri ciddiyetle benimsemiş, bu bağlamda “Büyük Atatürk’ün iç ve dış milli politikalarını” titizlikle takip eden, bu hedefleri gerçekleştirmek kararlığında olan devlet adamlarıydılar. Peki 10 Kasım 1938 sonrasında bu gerçek  Atatürkçülere ne oldu?

Büyük Atatürk’ün güvendiği, devletin iç ve dış işlerini onlara emanet ettiği bu Samimi VatanseverTürk Siyasiler/Devlet Adamları, ne yazık ki 11 Kasım 1938’den itibaren korkunç saldırılara ve engellemelere maruz kalmışlardır! Dış güdümlü tanzimatçı Osmanlı zihniyeti yeniden hortlamıştır… Atatürk karşıtı, yani aslında Türk karşıtı olanlar, ancak millete karşı her zaman Atatürkçü ve Türk gibi görünmeye özen gösterenler, her yerde “Atatürk’e bağlılıklarını dile getirip, milletin gözünü boyayan takiyyeciler” maalesef ki TC. Devleti’nin yönetimine gelmişlerdir. Aslında bu unsurlar, en başından beri Cumhuriyet karıştı olan,  “padişah ve saltanat yanlısı, dış güdümcü – mandacı – yani batı yanlısı” tanzimatçılardır.  Atatürk karşıtı söz konusu bu unsurları benimseyen ve destekleyen İ. İnönü, tamamen Büyük Atatürk sayesinde sahip olduğu ün ve prestijle 11 Kasım 1938 günü alelacele kendini “Cumhurbaşkanı” seçtirmiş ve hiç vakit kaybetmeden Büyük Atatürk’ün koltuğuna kurulmuştur. Türkiye’nin iktidar gücünü ele geçiren bu malum kişinin ilk işi, yukarda ifade etiğimiz söz konusu samimi Atatürkçüleri hükümetten – hatta TBMM’nden uzaklaştırmak olmuştur. İşte Türk Milleti ve vatanları Türkiye için korkunç kırılma noktası, yani tüm felâketlerin başlangıç noktası da bu talihsiz olayla başlamış ve artarak günümüze kadar gelmiştir. İşte Türkiye, 81 yıldır neden halâ ”geri kalmış ülke statüsündedir”, sorusunun yanıtı da bu tarihi gerçekle açığa kavuşmaktadır.

Büyük Atatürk Dolmabahçe Sarayında ölümle pençeleşirken, başta İ. İnönü olmak üzere, “iktidar – güç ve saltanat” derdine düşünler, korkunç bir vefasızlık örneği sergileyerek Atatürk’ü öylece Dolmabahçe’de bırakıp, Ankara’ya TBMM’ne koşmuşlar, makam ve güç elde etme hırs ve planlarını hemen uygulamaya koymuşlardır. 11 Kasım 1938 günü, etrafına topladığı taraftarlarına kendini alelacele Cumhurbaşkanı seçtiren, hatta bununla da yetinmeyerek, kendini CHP’nin değişmez “ebedi başkanı” da seçtiren İ. İnönü, Atatürk’ün güvendiği tüm samimi Atatürkçüleri bertaraf ederek,1923’de Cumhuriyetin ilânına – Türk Milletinin İradesine – Demokrasiye – Hukukun Üstünlüğüne karşı çıkan, koyu birer saltanat – hilafet ve padişah taraftarı olanları” Türkiye Büyük Millet Meclise doldurmuştur!  Böylece Atatürk karşıtı yeni iktidarın “Atatürk İlkeleri ve Milli Devlet Politikalarını aşama aşama terk etmesi ve bir karşı devrim başlatması” gayet kolay olmuştur. Oysaki İsmet İnönü ve taraftarlarından oluşan iktidar üyeleri TBMM’nde, Atatürk İlkelerine – Devrimlerine, Tam Bağımsız Milli Politikalarına ve Türk Milletine bağlı kalacaklarına dair, Atatürk’ün yolunda kararlılıkla yürüyeceklerine dair” Aziz Türk  Milletine tek tek söz verip, tek tek yeminler ettikleri halde !  !

Türk Ata Sözümüz ne güzel söylemiştir; “Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz.” O halde “ben cumhuriyetçiyim, ben demokratım, ben milliyetçiyim, ben Atatürkçüyüm, ben Müslüman’ım vs…” demekle, ya da bunları “parti programına – tüzüğüne yazmakla”  x kişi, ya da  x parti öyle olmuyor!!! Türk Tarihi,  maalesef ki bu iki yüzlülüğün  pek çok örneği ile doludur… Bilhassa 2. Meşrutiyet Dönemi (1908 – 1918)…  Akademik çevrelerde ağız birliği edilerek, “efendim ilk kez çok partili hayata geçiş 1945 yılında İ. İnönü tarafından gerçekleşmiştir” masalı tekrar edilip durulur! Oysaki bu doğru değildir! Çok partili hayat daha önce denenmiştir.

  1. Meşrutiyetle yeni bir rejime geçilmiş, 1876 Anayasası  1909’da yenilenmiş, yeni yasalar çıkarılmış, temsili sisteme dayanan meclis oluşturulmuş, padişahın bazı yetkileri kısıtlanmış, ancak bu yeni rejim, yasalar ve kurumlar yerli yerine oturtulmadan – anlaşılması sağlanmadan aniden getirilen özgürlük ortamı ve çok partili hayata geçiş, ülkeye ancak karmaşa, kaos, hatta iç savaş (31 Mart irtica isyanı) getirmiştir; yani çok partili hayat denenmiş, ancak sağlam altyapı temelleri oluşturulmadığı için başarılı olamamıştır. Türkiye’deki siyasi partilerle ilgili kapsamlı araştırmalar yapan değerli Hocamız Tarık Zafer Tunaya 2. Meşrutiyet dönemi için “Tarihimizde en fazla sayıda siyasi partinin, cemiyet ve derneğin kurulduğu dönem, 2. Meşrutiyet dönemi olmuştur…” diyerek, bu konuya dikkat çekmiştir. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler 1859 – 1952, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1952, s. 75)

Aklını işleten  – vatanını samimiyetle seven her vatandaş, “sürekli demokrasiden – insan haklarından vs…” söz açan – bu konuda iddiada bulunan siyasileri – siyasi partileri – parti başkanlarını mutlaka sınava tabi tutmalıdır: Şöyle ki bunların söylevleri ile eylem ve icraatları birbirini tutuyor mu? Bunlar verdikleri sözleri yerine getiriyorlar mı?  Bu hususlar denetlenmeli  ve bu kişilerin ülkeleri için ne gibi faydalı hizmetlerde bulundukları – neleri başardıkları analiz edilmelidir. Kısacası siyasileri mihenk taşına vurmak, gerçek kimliklerini, düşüncelerini, niyet ve eylemlerini ortaya çıkarmak gerekmektedir.


 BÖLÜM IV

O HALDE ŞİMDİ SIRA “GERÇEKTEN DEMOKRASİ” NEDİR? SORUSUNU SORMAYA GELMİŞTİR:

       İlk olarak Birinci Akademik Ana Bilim Dalımın “Siyasi Bilimler” olduğunu ifade etmekle başlamak istiyorum. Demokrasinin en açık – en anlaşılır, ve en doğru tanımını ünlü Fransız Siyasal Bilimler Uzmanı (hatta bu konuda dünyada hatırı sayılır bir otorite sayılan) Hocamız Maurice Duverger’in yaptığını vurgulamam gerekir. Dünya bilim çevrelerinde değerli Hocamız Sayın Halil İnalcık, nasıl ki Osmanlı Tarihinde bir otorite sayılıyorsa; benzer şekilde Siyasal Bilimlerde de Maurice Duverger bir dünya otoritesi sayılmaktadır. Dikkatinizi çekmek isterim ki Türkiye’de genel olarak akademik çevreler, Büyük Atatürk’ün kararlı demokrasi misyonuna işaret eden bu önemli bilim adamından pek bahsetmek istemezler! Hatta onun adından rahatsız bile olurlar; çünkü bunlar Atatürk için “O bir diktatördü” diyerek, Atatürk hakkında olumsuz – yanlış algı yaratma peşindedirler! Çünkü bunlar  bilimi esas alarak, tarihi gerçeklerin doğrultusunda değil, belli bir siyasi güdümün doğrultusunda çalışmaktadırlar! (Yani bu sözde akademisyenler, gözümü kaparım, emirlere uyarım, koltuğumu korurum, maaşımı alır, keyfime bakarım hesabındadırlar.) Ben pek çok kez buna bizzat tanık oldum! İşte tam da bu nedenle bunlar, “Türkiye’de demokrasinin temellerin Mustafa Kemal Atatürk tarafından atılmıştır” tespitinde bulunan değerli BİLİM İNSANI Maurice Duverger’den oldukça rahatsız olurlar! (Maurice Duverger, The İdea Of Politics: The Uses Of Power İn Society, Henry Regnery Company Press, Chicago, 1970, s. 124.)

  1. Duverger diyor ki “Demokrasi, iki temel ögeden oluşmaktadır; 1.) Siyasal Demokrasi, 2.) Sosyal Demokrasi. Gerçek Demokrasinin oluşabilmesi ve hayata uygulanabilmesi için – çok zor da olsa – bu iki parçanın bir araya gelmesi gerekmektedir. Şunu da ifade etmek gerekir ki dünyada böyle iki öğeyi de birleştirmiş “mükemmel demokrasiye” sahip hiçbir ülke yoktur! O halde mükemmel demokrasi ancak bir ütopyadır – yani hayâldir. Ancak Mükemmel Demokrasiye en yakın demokratik sistemin uygulandığı,  demokrasinin olmazsa olmaz kurumlarıyla hayata geçirildiği  ülkeler vardır.

1.) Siyasal Demokrasi nedir? Siyasal Demokrasi, ülke yönetimine gelecek olanların “özgür ve dürüst seçimlerle” iş başına gelmeleri esasına dayanır. Bunun gerçekleşebilmesi için tüm zorunlu şartların titizlikle yerine getirilmesi gerekir. Bu zorunlu şartlar nedir? Her vatandaşın kendi özgür iradesiyle – düşüncesiyle, tanıdığı – inandığı ve güvendiği kişiye veya partiye oy vermesidir; bunun gerçekleşebilmesi içinde her bireyin belli bir eğitim seviyesine sahip olması, ayrıca siyasi ve iktisadi olarak da özgür olması şarttır. (Hemen Türkiye’den örnek verelim; Türkiye’de “siyasal demokrasi” maalesef ki nerdeyse yok hükmündedir. Çünkü vatandaşların günümüzde takriben % 50’den fazlası, 1940’lı yıllardan – 1990’lı yıllara kadar ise takriben % 70’i eğitim ve iktisadi özgürlük açısından “siyasal demokrasi için gerekli olan eğitim, milli vatandaşlık bilinci ve ekonomik bağımsızlık seviyesinde” değildir. Pek çok vatandaş, bilhassa köylerde – kasabalarda –  kırsal kesimlerde köy ağalarına, muhtarlara, şeyhlere, imamlara vs… tabidirler. Şehirlerde de patronlara, siyasi partilere, parti başkanlarına, şeyhlere, tarikatlara bağlıdırlar. Yani bunların siyasi seçimlerde “bağımsız – hür iradeleri” yoktur.)

2.) Sosyal Demokrasi nedir? Sosyal Demokrasi, özgürlüğün temini, belli sınıfların ayrıcalığı, üstünlüğü veya egemenliği yerine, TÜM VATANDAŞLAR ARASINDA EŞİTLİĞİ GERÇEKLEŞTİRMEYİ AMAÇLAR.  Çünkü “özgürlük ve bağımsızlık” ancak ve ancak eşit bireyler arasında mümkündür. Köyde ağaya, şehirde belirli siyasi oluşumlara, cemiyetlere, partilere, vakıflara, ya da tarikatlara “işini, mevkisini, geçimini, çocuğunun yurdunu – eğitimini vs…” borçlu olan biri, elbette özgür ve bağımsız değildir!  Türkiye’de bunun sayısız örnekleri vardır… Pek çok kişi siyasi bir güce, partiye, vakfa, tarikata, zengin patronlara yakın olarak, onların siyasi görüşlerini ve çıkarlarını destekleyerek, aslında tutsak yaşamaktadır!

Geçimini temin edemeyen, ekonomik sorunları yüzünden borçlanan, yeterli beslenemeyen, akıl ve ruhsal sağlığı için gerekli olan hiçbir aktiviteye katılamayan, sinema – tiyatro – ayda bir kere de olsa bir lokantaya gitmek gibi, senede bir kere – bir hafta da olsa tatile gitmek vs… gibi eğlence ve dinlenceyi, ekonomik sorunları yüzünden gerçekleştiremeyen birisi için “özgürlüğün” hiçbir anlamı yoktur! O halde Sosyal Demokraside bireyin özgürlüğü yerine, onun eğitimi/ilmi, siyasi, iktisadi, adli ve sosyal eşitliği çok daha önemlidir. Yani SOSYAL DEMOKRASİDE birey, kendi özgür aklıyla – düşüncesiyle, duygularıyla, inançlarıyla ve temel yaşamsal ihtiyaçlarıyla “İNSAN” yerine konulmaktadır. Bu bağlamda Sosyal Demokrasi,  bir hademe, bir garson, bir öğretmen, bir mühendis, bir doktor, bir çöpçü, bir bakkal, bir ev hanımı, hatta bir milletvekili, bir başbakan, ya da cumhurbaşkanı arasında tam bir EŞİTLİK öngörmektedir.   

Böylece Sosyal Demokrasinin var olduğu bir ülkede her birey, kendi meslek kulvarında – yaşam alanında, toplumda ve bürokraside  eşit değer ve saygınlık görecektir; bir başka deyişle herkes eşit haklara sahip olacaktır; devletin ve hukukun önünde her vatandaş eşit sayılarak, özgür, onurlu ve saygın bir yaşam hakkına sahip olacaktır. Hiç kimse, ama hiç kimse, makamı – mesleği – siyasi ve iktisadi gücü karşılığında ayrıcalıklı muamele görmeyecektir. Büyük Atatürk’ün düşünceleri ve  söylevleri incelendiğinde  görülecektir ki, Onun Türk Milleti için öngördüğü en insani siyasi sistem, tam da budur; yani SOSYAL DEMOKRASİDİR.


BÖLÜM V

Bir kez daha altını çiziyorum, Sosyal Demokraside en önemli hedef eşitliğin tesisidir; yani bolluk içinde – refah içinde yaşayan, imtiyazlı, güçlü, zengin kişilerin, bu imkanlara sahip olamayanları ezmesini ve sömürmesini önlemektir. Sosyal Demokrasi insanın insanı sömürmesini – sadece güçlülerin – zenginlerin sözünün geçtiği, yoksul ve güçsüz vatandaşların ise sesini duyuramadığı, adalete ulaşamadığı bir yaşamı kabul etmez.

     Sosyal Demokrasinin çeşitli nispetlerde söz konusu olduğu ülkelerden bazı örnekler şöyledir; İngiltere, Fransa, Kanada, Avusturya, İsviçre, Almanya, ABD vs… Söz konusu bu ülkelere dikkat edilirse,  “eğitim ve refah seviyesinin yüksek olması – yasaların önünde tüm bireylerin eşit haklara sahip olmaları” elbette tesadüfü değildir. O halde demokrasinin bir ülkede var olabilmesi, işlerlik kazanabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için milletin eğitim ve refah seviyesinin mutlaka ama mutlaka yüksek olması gerekmektedir. Sosyal Demokrasinin ön şartı budur; bu söz konusu olmadan Sosyal Demokrasi olamaz. (Onun içindir ki Büyük Atatürk’ün en öncelikli hedefi de buydu; Türk Milletinin eğitim ve refah seviyesini yükseltmekti…) Çünkü arzu edilen Gerçek Demokrasiye hayatta işlerlik ve süreklilik kazandıracak olan ve onu her daim koruyacak olan temel  unsur, “eğitimli – bilgili –  bilinçli, milli ahlâk sahibi, refah düzeyi yüksek bireylerden oluşan güçlü bir millettin” varlığıdır.

Söz konusu böyle milletlere sahip olan ülkelerde “Anayasa – Yasalar ve Demokrasinin Olmazsa Olmaz Kriterleri”,  aynı güneşin düzenli doğuşu ve batışı gibi – tamamen doğal – bir işlerlik kazanmıştır: Onun içindir ki bu ülkelerde hiç kimse, yani hiçbir siyasi lider, hiçbir parti, veya iktidar/hükümet, hatta kral dahi olsa kendi keyfine göre hareket edemez, Anayasayı veya Yasaları değiştiremez, Bağımsız Yargıyı Sorgulayamaz, başta akademisyenler ve basın üyeleri olmak üzere, hiçbir vatandaşının ifade özgürlüğünü kısıtlayamaz; Demokrasinin Kalesi –  Bilim Yuvaları Olmaları Gereken Üniversitelere müdahale edemez. Özetle demokratik ülkelerde bir “saat gibi işleyen demokratik sistemin işlemesini” hiç bir siyasi iktidar, lider, parti vs… aksatamaz – engelleyemez.

İşte Demokratik Sistemin tüm kurumlarıyla yerli yerine oturduğu – kökleştiği ve sürekli işlerlik kazandığı bir ülkede olmazsa olmaz GÖSTERGELER: (Ki Büyük Atatürk’ün hedefi de böyle bir Demokratik Sistemi Türkiye’de kökleştirmekti…)

  1. Anayasasının – Hukukun – Yasaların Üstünlüğü temel esas alınmaktadır: Yargı tam bağımsızlığa sahiptir. Bu da şu demektir, hiç kimse, ama hiç kimse, bu başbakan da olsa, bakan da olsa, ünlü bir parti başkanı da olsa, ülkenin kralı – kraliçesi de olsa, yasalardan üstün olamaz! Onlar da tamamen Anayasa ve Yasalara tabidirler. Her kim olursa olsun, üstün olan kişiler değil, sadece ve sadece yasalardır.
  2. Ülkedeki herkes arasında eşitlik vardır; yani piramit misali en üst-zirve kademeden – hükümet üyelerinden – en altlara, tabana kadar tüm resmi devlet görevlileri ve tüm vatandaşlar arasında, haklar açısından tam bir eşitlik vardır; (A.D. Lindsay, The Modern Democratic State, Oxford University Press, London, 1969, s. 11.) Bu da şu demektir, hiç kimse, “Ben parti başkanıyım, ben genel müdürüm, ben başbakanım, ben holding sahibiyim, ben milletvekiliyim, bakanım vs…” diyerek devletten  farklı muamele – ayrıcalık bekleyemez, asla ayrıcalık talep edemez. Her vatandaş, bu başbakan da olsa, suç işlediği zaman yargıya/yasalara hesap vermek zorundadır. Yasaların önünde sade bir vatandaş, örneğin bir garson, bir çiftçi, bir inşaat ustası, bir ev hanımı, bir öğretmen vs…” ne ise, bir milletvekili, bir bakan veya bir başbakan da odur.
  3. Ülkede, bilhassa üniversitelerde – bilim alanında, düşünce ve ifade beyanında tam bir bağımsızlık ve özgürlük vardır: Bir başka deyişle bir milleti – ülkeyi bilimin ışığında –  en faydalı şekilde yönlendirecek olan “en üst seviyede BİLİM yuvaları” üniversitelerdir; onun için bilim ve bilim insanı tamamen özgür olmalıdır; böylece bir bilim insanı kısıtlanamaz, baskı altına alınmaz, siyasete alet edilemez, bilim eserleri olan çalışmaları – tezleri sansürlenemez – engellenemez!

BÖLÜM VI

Bakalım Büyük Atatürk bu konuda ne demiştir; “Benden sonra beni benimsemek isteyenler, aklın ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, benim manevi mirasçılarım olurlar. Hayatta en gerçek yol gösterici ilimdir. Öğretmenler, ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ilim ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı; gerçek zaferi sizler kazanacaksınız, devam ettireceksiniz ve mutlaka başarılı olacaksınız. Ben ve arkadaşlarım, sarsılmaz imanla SİZİ TAKİP EDECEĞİZ VE SİZİN KARŞILAŞACAĞINIZ ENGELLERİ KIRACAĞIZ – ORTADAN KALDIRACAĞIZ.” (Kaynak: Atatürkçülük: Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 2001, Eğitim ile ilgili bölüm, s. 291 – 305.)

Büyük Atatürk, kendi milletine, komşu ve diğer milletlere verdiği tüm  sözleri  tutmuştur; Onun için dünyada O, doğruluğun, insanlığın, eşitliğin, barışın, ulusal ve uluslararası hak ve hukukun timsali haline gelmiştir. Dünyada tüm yabancı devlet ve bilim adamları Büyük Atatürk’ü gayet iyi tanımakta, Ona büyük saygı ve hayranlık duymaktadır. Hatta Büyük Atatürk dünyada nerdeyse tüm milletlerce o kadar iyi tanınmaktadır ki, o kadar çok sayılmaktadır ki, Onun adı Türk ve Türkiye ile özdeşleşmiştir.

Ancak ne yazık ki kendi  kurduğu TC. Devletinde bazı kendini bilmez sözde aydın – sözde ileri gelenler (yani cahiller, dinciler ve hainler ordusu) Onu yabancılar kadar bile tanımamaktadır! Örneğin İslâm Alimi yabancı bir akademisyen bakın Büyük Atatürk ile ilgili ne diyor (özetle); “İslâm ülkeleri arasında sadece ve sadece Türkiye, Büyük Atatürk sayesinde (“Great Atatürk” ifadesini kullanmıştır) modernizasyon doğrultusunda köklü reformlarla, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmış – yani laikliği tesis ederek, çağdaş ve modern bir devlet ve toplum yapısına kavuşmuştur; böylece Türk Milleti de ortaçağ karanlığından kurtulmuştur.” (Kenneth Cragg, The House Of İslam, Dickenson Publishing Company Inc., Belmont California, 1975, s. 120.) Büyük Atatürk ile ilgili bu ve buna benzer yabancıların tarihi gerçekleri ortaya koymuş olduğu daha pek çok yazıları, kitapları, övgüleri vs… vardır, bunlar ansiklopedileri dolduracak kadar çoktur…

Görüldüğü üzere Büyük Atatürk’ün hem Efsanevi Kurtuluş Savaşımızda başardıkları, hem de TC. Devleti’nin Kuruluşu ve 15 yıl gibi son derece kısa bir zaman diliminde ülkenin kalkındırılması konusunda başardıkları, üstelik korkunç yokluklar, yoksulluklar içinde, hatta iç ve dış muhaliflerin saldırıları altında O Büyük İnsanın başardıkları tek kelimeyle mucizevi diye nitelendirilmektedir. Bu da şu demektir, Türkiye 1938 sonrasında da onun çizdiği aydınlık medeniyet yolunda ilerlemiş olsaydı, bugün Türkiye’miz dünyanın en gelişmiş – en ileri medeniyet seviyesine ulaşmış, hukukun üstün olduğu – gerçek DEMOKRASİYE kavuşmuş bir  ülke olacaktı. Bu aklı ve bilgisi olan herkesce teyit edilecek, gerçek bir öngörüdür.

Onun içindir ki dünyada Atatürk’ün adı aklın, ilmin, cesaretin, azmin, asaletin, adaletin ve dünya barışının sembolü olmuştur. Yani Onun adı, insanın insanı ezmediği – sömürmediği – canına – malına – toprağına göz dikmediği,  insanca ve kardeşçe yaşadığı güzel bir dünya ile özdeşleşmiştir. Onun için Büyük Atatürk vatanımızda ve dünyada her gün artan bir saygı, sevgi ve minnetle anılmaya devam etmektedir…

Atatürk’ün en hayranlık uyandıran vasıflarından biri de, efsanelere – destanlara konu olacak kadar büyük ve mucizevi işler başardığı halde, son derece mütevazi bir İNSAN olmasaydı. O Büyük Kahraman, kendilerinden başkalarına hak – hukuk ve insanca yaşam hakkı tanımayan, dünyanın en güçlü – en saldırgan – en yağmacı birleşik emperyalist güçlerini dize getirmişti, onlara hadlerini bildirmişti; milletini ve vatanını onların kanlı ve demir pençelerinden çekip almıştı; böylece bir insanın dünyada erişebileceği en şerefli – en yüksek mertebeye ulaşmıştı. Büyük Atatürk, isteseydi “halife – kral – hükümdar – hakan vs…” olabilecek iken, muhteşem saraylarda – binlerce hizmetliler arasında görkemli saltanat sürebilecekken, O bunların hiç birini istememiş, hepsini elinin tersiyle itmiştir; onların yerine gayet mütevazi bir hayat tarzını seçmiş, milletine  “doğru yolu – yani ilmin yolunu göstererek, onları eğitmek, kalkındırmak ve en saygın – en ileri medeniyet seviyesine ulaştırmak” için ölene kadar çalışmıştır.

Bu yüzden Türk çocukları ve gençlerinin de, ATASINI örnek alarak, Onun gibi Yüksek Türk Ahlâkıyla ve Milli Terbiye ile yetiştirilmeleri gerekmektedir. Bizim Ona ödenemez borçlarımız vardır; vatanımız gibi, şerefimiz gibi, namusumuz gibi, canımız gibi, onurumuz ve özgürlüğümüz gibi… “DEMOKRASİNİN” gerçekte ne anlama geldiğini millete açıklamak gibi… Tabidir ki demokrasiyi açıklamak başta öğretmenler olmak üzere, hepimizin görevidir.

      Bu yüzden O, Türk Öğretmenlerine “Sizler,  bizim rehberimiz olacaksınız, biz, sizlerin arkanızdan yürüyeceğiz, ve önünüze çıkan tüm engelleri de yok edeceğiz…” demek mütevaziliğini ve büyüklüğünü göstermiştir. Bu son derece anlamlı sözlerin üstüne herhalde başka söz söylenemez.

Saygılarımla,

Filiz Tuzcu, 27 Ocak 2020

This entry was posted in ATATURK, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK, DEVRİM VE KARŞI DEVRİMLER. Bookmark the permalink.

One Response to AKIL FİKİR YAZILARI * DEMOKRASİ SAKIZI

  1. Aysel Ozkan says:

    Cok guzel bir yazi, elinize, kolunuza saglik.

Leave a Reply to Aysel Ozkan Cancel reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *