HAYATIN İÇİNDEN * DOĞNUK …

Ali Elbirlik
alielbirlik@hotmail.com
Sat, 12 May 2018

Doğnuk

“Doğnuğun olmazsa böyle olur elbet” diye söylene söylene ağır adımlarla nöbet odama girdiler. Elinde bastonuyla zorlukla yürüyen yaşlı adam ve kolunda sonradan oğlu olduğunu öğrendiğim beyefendi, nöbetçi başhekimi aradıklarını ve şikayetleri olduklarını söyleyerek güvenlik görevlisi eşliğinde odama gelmişlerdi.

İhtiyar hayli öfkeliydi ve söyleniyordu. Acil serviste hasta yakınları arasında tartışma ve kavga çıktığını, hastane güvenlik görevlilerinin müdahale etmek zorunda kaldıklarını biliyordum. Ancak konunun ihtiyar adam ve oğluyla ilişkisini kuramamıştım. Acil serviste muayene için sıra beklerken yakın bir muhitte farklı etnik kökenli gruplar arasında çıkan sokak kavgası sırasında bıçaklanma nedeniyle hastanemize gelen yaralıların yakınları kendi hastalarına daha önce müdahale edilmesi için doktorun üstüne yürümüştü.

Nöbetçi hekim ise kendini korumak için odasına saklanınca kapıyı yumruklamaya başlamışlardı. İşte bu sırada bizim ihtiyar ayağa kalkıp bastonuyla hasta yakınlarının üzerine yürüyüp güvenliğin bile cesaret edemediği işi yapmaya kalkmıştı. Kavganın tarafları kısa süren şaşkınlıktan sonra ihtiyarı kenara itip birbirleriyle dalaşmaya devam edince sorun büyümüş, kolluk kuvvetlerinden gelen destek ile yatıştırılabilmişti.

Grupların hastane bahçesinde de olay çıkarmasını önlemek için yaralılardan birini yakındaki hastaneye nakledip ateşle barutun yan yana gelmesini geçici de olsa engellemiştik. İhtiyarın ise öfkesi geçmemişti. Beni görevimi yapmamakla suçluyordu.

– Burası memleket hastanesi değil mi? Bu kadar edepsizlik olur mu?

– İyi de benden ne istiyorsunuz?

– Nöbetçi başhekim senmişsin, öyle diyorlar.

– Doğrudur.

– Hasta olarak hastanene geldim, muayene bile olmadan kavganın ortasında kaldım. İtilip kakıldım, sırtıma yumruk, tekme attılar. Yahu bir Allah’ın kulu çıkıp özür dilemeyecek mi? Buraya geldiğime pişman olmam mı gerekiyor?

Oğlu kolundan çekiştirip “uzatma baba” diyerek ortalığı yatıştırmaya çalışınca bizimki hiddetle oğluna dönüp “Burası benim hastanem bunlar benim insanlarım, üzüldüğümü gördükleri halde susup oturacaklar mı? Hepimiz bu ülkenin insanı değil miyiz?” diye söylendi. Nefes nefese kalmıştı.

– Sizden kurumum ve kendi adıma özür diliyorum. Ne yazık ki; her gün benzer olaylar yaşıyoruz ve giderek kendimizi koruyabilmek uğruna hastalarımızın ne düşündüğü ile ilgilenmeyi unutuveriyoruz. Bunu bizlere hatırlattığınız için tekrar teşekkür ediyorum. İzin verirseniz muayenenize eşlik etmek, yanınızda olmak isterim.

– Yok, doktor bey oğlum. Derdim seni işinden alıkoymak değil. Ben başımın çaresine bakarım.

– Dediğiniz gibi burası memleket hastanesi ve işim şu anda sizin yanınızda olmamı gerektiriyor. Başka bir tatsızlık yaşanmaması ve yine özür dilemek zorunda kalmamak için izninizle size eşlik edeceğim.

Bu arada hasta taşımada kullanılan tekerlekli sandalyelerden birini getirtip hastamızı yürütece aldık. Hızlıca muayenesi yapılıp kan tahlilleri ve akciğer filmi çekildi. Yaşanan tatsız olaylar yüzünden hasta ve hasta yakınları da acil servisi terk etmişti. Ortalık sakin görünüyordu.

Film çekimi için soyunması gerektiğinde ceketini çıkarıp bana teslim etti. Eski ve yıpranmış da olsa yakasında Atatürk rozeti göze çarpıyordu. Film çekimi sırasında oğlu ile lafladık. Hastamızın doğup büyüdüğü orta Anadolu köyünde kırk yılı aşkın süreyle muhtarlık yaptığını, sağlık sorunları nedeniyle şehre gelmek zorunda kaldığını anlattı.

Akciğer ile ilgili bulgulara yönelik tedavi düzenlense de altında yatan nedeni bulabilmek için birkaç gün sonra kontrole gelmesi gerektiği söylendi. Kartımı verip kontrol için geldiklerinde beni bulmalarını, yardımcı olup kendimi affettirmek istediğimi söyleyince bizimkinin yüzü aydınlandı.

– Ha şöyle. Kabahat senin olmasa da üzüntü, sıkıntı hepimizin olmalı. Sevdim seni evlat.

– O zaman bir şey soracağım. Odama girerken “doğnuğun olmazsa olacağı budur” diye bir şeyler söylüyordun. Merakımı mazur gör. Ne demeye çalışıyordun?

– Bu doktorlar da her şeyi bilir, bi doğnuğu bilmezler. Sapana benzer iki bacaklı irice bir tahtadır. Köy yerinde eşeğe ne yüklersen yükle iki taraftan birden sıkıca bağlamazsan taşıyamazsın. Hayvan yükünü alınca bir ucuna ip bağlı doğnuğu üstten atar aşağıdan alıp tahtanın ortasını makara gibi kullanır yükü sıkılaştırır, doğnuğun sapına düğümlersin. Onca yükü dağılmadan ancak o sayede taşıyabilirsin.

– İyi de hastane ortasında doğnukla ne işin var? Ne diye söyleniyordun?

– Gelenler yaralı olan yakınlarını bırakmış birbiriyle öldüresiye kavga ediyordu. Aynı ülkenin ekmeğini yiyip suyunu içiyor olsalar da barış içinde bir arada durmak yerine birbirlerine saldırıyordu. Ettikleri küfürleri burada söylemeye utanırım. Öyle ki; o sırada orada olanlar ve hatta siz çalışanlar da korkmuş, sinmiş, bırakıp gitmeye hazır görünüyordunuz. Daha fazla dayanamayıp üzerlerine yürüdüm ama işe yaramadı.

– Doğnuk olsaydı bunlar yaşanmayacak mıydı?

– Anlamıyor musun? Ülke yükünü aldı ama doğnuğunu yitirdi. Bizleri bir arada tutacak doğnuk olmayınca herkes bir yana dağılıyor.

– Eskiden de böyle değil miydi?

Yakasındaki Atatürk rozetini işaret edip “o bizim doğnuğumuzdu. Fakir de olsak onun sayesinde bir araya gelmiş, birbirimize tutunmuş, yükümüzü alıp iyi kötü yola koyulmuştuk. Ne zaman biri, kollarımın gücü hepinizi bir arada tutmaya yeter, doğnuğa gerek yok diye ortaya çıkıp milleti ikna etti işte o zaman doğnuğu gevşettik. Eh, kol gücü de bir yere kadar. Yükümüzü almış olsak da doğnuk olmayınca bir yere ilerleyemiyoruz. Baksana, kimsenin kimseye tahammülünün kalmadığı bir ülkeye döndük” Dedi.

Birkaç gün sonra baba oğul uğrayıp kontrollerini yaptırdılar. Altta yatan ciddi kalp sorunları nedeniyle bir üst hastaneye sevk edildikten sonra hastamızdan bir daha haber alamadım.

Bir yıla yakın zaman geçmişti. Sabah kapımı çalıp girmek için izin isteyen hastamızın oğluydu. Elindeki naylon torbayı masama bıraktı. Cebinden çıkardığı Atatürk rozetini bana uzatıp “Babamı yakınlarda kaybettik. Bunları size bırakmamı vasiyet etmişti”dedi. Getirdiği torbanın içinde üzerinde ip bağlı hayli eski bir tahta parçası vardı.

– Yoksa rahmetlinin doğnuk dediği alet mi bu?

– Evet. Doğnuk. Babam, bir şeylerin ters gittiğini, zamanının dolmakta olduğunu görünce yakasındaki rozeti ve köyden getirttiği doğnuğu bana verip “o güleç yüzlü doktor beye götür ver, o ne yapacağını bilir” demişti. İlk anda kimden söz ettiğini anlamadığımı görünce kartınızı çıkarıp “bu doktor beye götür” dedi. Birkaç gün sonra da kaybettik. Rozeti yakasından çıkardığını, ilk kez görüyordum.

Bunları anlatırken gözleri doldu. Bir süre susup yutkundu. İkimiz de hüzünlenmiştik. Rahmetlinin oğlu ayrıldıktan sonra duvarımdaki resimlerden birini çıkarıp yerine o eski ve hayli yıpranmış doğnuğu astım. Mesai arkadaşlarım önceleri anlam veremeyip hayli garipseseler de her fırsatta, tanımaktan onur duyduğum o muhtarı, vasiyetini ve dilim döndüğünce doğnuğun ülke için önemini anlatıyorum.

Rozeti ise önlüğümün yakasında taşıyorum.

Bilgi Paylaştıkça Çoğalır…

Ali Elbirlik

Yorum:

Bu öyküden çıkan iki ana fikir vardır:

1. Devlet millet olduğundan; Milletin kendi hastenelerinde en doğal hakkı olan hizmeti alabilmesi için, hasta veya yakını illaki yaşlı Muhtar gibi davranmak zorunda kalmamalıdır.

2. Başında artık bir Atatürk olmayacağından; demek ki her vatandaşın Atatürk gibi düşünmesi ve taşı gediğine önce de çocukları ve torunlarının müktesebatları adına tekrar koyması gerekmektedir.

İşte bunun için de elindeki son fırsat, 24 Haziran da ve başında mutlaka olması gereken sandıkta, artık TAMAM demesidir.

Serendip Altındal

Yazıyı paylaşan Serendip Altındal’a teşekkür ederim.

This entry was posted in HAYATIN İÇİNDEN. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *