30 Ağustos’un en iyi şiiri 25 yıl yasaklı kaldı *** “Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü. Paşalar onun arkasındaydılar.O,saatı sordu.Paşalar : «Üç,» dediler.Sarışın bir kurda benziyordu.Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.”

Soner Yalçın
syalcin@sozcu.com.tr
30 Ağustos 2015
Sözcü

30 Ağustos’un en iyi şiiri 25 yıl yasaklı kaldı

“Darbeci” suçlamasıyla 28 yıla mahkum edilen şair, Kurtuluş Savaşı’nın en güzel şiirini üç cezaevinde yazdı; İstanbul Çankırı ve Bursa. Şiirin sadece bir bölümü 25 yıl sonra 1965’te yayınlanabildi. Tamamı üç yıl sonra kitap olarak çıktı. Fakat görüldü ki, 2012 yılına kadar devletin “yasaklı eserler” listesindeydi.

İŞTE BİR DESTANIN HAZİN HİKAYESİ…

Nurettin Eşfak… Antepli Karayılan… Manastırlı Hamdi… Adapazarlı Kambur Kerim… Arhaveli İsmail… Kartallı Kâzım… Süleymaniyeli Şoför Ahmet ve niceleri…Hepsi Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın gerçek kahramanlarıydı…

Tarih: 29 Ağustos 1938.
Nazım Hikmet, Deniz Kuvvetleri/Donanma’da ihtilal çıkaracağı iddiasıyla 28 yıl 4 aya mahkum edildi. Dava uyduruktu; Atatürk’ten sonra iktidara kimin geleceği kavgasına kurban edilmişti. “Komünistler Ordu’da darbe yapacak” yalanıyla Şükrü Kaya ve Dr. Tevfik Rüştü Aras gibi Atatürk’ün yakın solcu arkadaşları tasfiye edildi. Nazım Hikmet’in gerçekleri anlattığı mektubu Atatürk’e verilmedi. Öyle ki…

Nazım Hikmet mahkum olması için duruşmadan önce; komünist örgütlenme ve komünizmi övme suçlarını cezalandıran TCK 141-142. maddeleri değiştirildi ve düşünce açıklama/kitap yazma-okuma suç haline getirildi!

Sonuçta…Nazım Hikmet İstanbul Tevkifhanesi/Sultanahmet Cezaevi’ne atıldı.Aynı gerekçe ile cezaevine atılan bir başka büyük şairimiz A.Kadir’in söylediğine göre Nazım Hikmet ziyaretine gelen bir dostundan Atatürk’ün “Nutuk” eserini istedi. Heyecanla okumaya başladı. Dayısı Ali Fuat Cebesoy’dan belge ve kaynak yardımı aldı. Gerek cezaevinde yatanlardan gerekse ziyaretine gelenlerden çeşitli bilgiler edindi.

Nazım Hikmet Kurtuluş Savaşı destanı yazmaya böyle başladı. Kuvayi Milliye Destanı İstanbul Tevkifhanesi’nde böyle doğdu.Ardından… Nazım Hikmet 1940 Şubat soğuğunda Çankırı Cezaevi’ne gönderildi. İstanbul’da cezaevinde başladığı Kuvayi Milliye Destanı’nı Çankırı’da büyük ölçüde geliştirdi. Gelişen sadece destan değildi;

Nazım’ın şiire bakışı da farklılaşıyordu. Bu yeni geliştirdiği biçimin en büyük özelliği, belirli bir biçimsel kalıbının olmayışıydı. Destandan bölümler bittikçe dayısı Cebesoy istetiyor; çevresindekilere okutuyordu. Bunlardan biri,Cumhurbaşkanı İsmet İnönü idi.

İnönü, Destan’ı okuduktan sonra “Anadolu Savaşı’nı Nâzım, bu destanla bir kez daha kazandı” dedi.Nazım Hikmet “ödülünü” aldı; Çankırı’nın soğuk havası sağlığını tehdit ediyordu, Kasım 1940’da Bursa Cezaevi’ne nakledildi.

Kuvayi Milliye Destanı’nı 1941 yılında Bursa Cezaevi’nde bitirdi.
Eserin son şeklini verince kapağına “Kuvayi Milliye” yazıp hemen altına da “Destan” ifadesini küçük harflerle ekledi.TCK 141-142. maddeleri, yayınlamayı okumayı suç sayıyordu. Yani… Destan’ı basmak-yayınlamak imkansızdı.

Aradan 9 yıl geçti.
İktidara gelen DP, 1950’de genel af ilan etti. Fakat, Nazım’ı çıkarmadılar. Ulusal ve uluslararası büyük kampanya sonucu 15 Temmuz 1950’de serbest kalabildi.Nazım Hikmet Bursa Cezaevi’nde yazmaya başladığı “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabı içindeki “Kambur Kerim’in Hikayesi” ve “Kartallı Kazım’ın Hikayesi” bölümlerini “Kuvayi Milliye”ye kattı ve bunu bağımsız bir kitap olarak yayınlatmayı istedi.
Kimse yayınlamaya cesaret edemedi.

Ardından… 48 yaşında askere alınmak istenmesini “beni öldürecekler” diye yorumlayıp Sovyetler Birliği’ne gitti. Vatandaşlıktan çıkarıldı… O karanlık günlerde “Kuvayi Milliye Destanı” unutuldu gitti. Sadece bir avuç solcu gizli gizli okuyordu…Ta ki 1965 yılına kadar.

Doğan Avcıoğlu “YÖN” dergisini çıkarıyordu. Bir gün çalışma arkadaşlarına Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanı’ndan bir bölümünü yayınlayacağını söyledi. Hapse girmeyi göze almıştı.Şiirin bir bölümü yayınlandı. Bekledi polislerin gelip kendini götürmesini. Gelen giden olmadı. (Bu demek değildi ki Nazım şiirleri özgürlüğe kavuştu.

Örneğin; Memet Fuat, 1965’te Saat 21-22 Şiirleri’ni yayımladı. Açılan davada 15 yıl hapis istemiyle yargılandı. Dost Yayınları’nca 1968’de basımına başlanan “Nâzım Hikmet, Bütün Eserler, 1. Cilt 1. Kitap” toplatıldı, yargılanarak yasaklandı, ve yayınevi yöneticisi ünlü öykücü Nezihe Meriç hapse mahkûm oldu; 1974 affıyla cezası ortadan kalktı. Vs.)
“Kuvayi Milliye/Destan” adı ile ilk kez Bilgi Yayınları tarafından Temmuz 1968’de yayımlandı.

Destan, genişletilmiş baskı olarak 1974’te eksiksiz haliyle basıldı. Ayrıca içinde ressam Abidin Dino’nun “Kuvayi Milliye İnsanları” isimli toplam 18 çizimi vardı…1963’te ölen Nazım Hikmet şiirinin yayınlanmasını göremedi.

Nâzım Hikmet’in kitaplarının yasaksız olarak tümüyle basılabilmesi ancak 1991’de TCK 141-142. maddelerinin kaldırılmasıyla gerçekleşti. Fakat…Daha sonra görüldü ki “Kurtuluş Savaşı Destanı (Kuvayı Milliye)” gibi Nazım Hikmet’in bütün eserleri üzerindeki “yasak kararı” devam ediyordu.

Bu durum 2012 yılında, Ankara Emniyeti’nin, 3’ncü Yargı Paketi kapsamında Ankara Cumhuriyet Başsavcılık makamına bu yasaklı listeyi gönderdiğinde ortaya çıktı!

Kağıt üzerindeki bu yasağı kalktı mı bilinmez..!
Nazım Hikmet her kuşağa seslenmeye devam ediyor…

Sarışın bir kurda benziyordu ve gözleri çakmak çakmaktı

Kuva…
Arapça’dan gelir; “kuvvetler” demektir.
Kuvayı Milliye, “Milli Kuvvetler” anlamındadır.
Bizim tarihimizde Kuvayı Milliye bir ruhtur; mücadele etme azminin sembolüdür.

Direnerek vatanı emperyalist boyunduruğundan kurtarmak demektir. Kuvayı Milliye, gerçek bir halk destanıdır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ülküsünden giden büyük halk mücadelesinin simgesidir… Sekiz bölümden oluşan destanın yedi ve sekizinci bölümünden kesitler şöyle:

“(…)
Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. (…)
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.
«6 Ağustos emri» verilmiştir.
Birinci ve İkinci ordular, kıt’aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
325 top,
5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
kımıldanıyordu gecenin içinde.
Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde :
insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı. (…)
Saat 2.30 (…)
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlıyacaktı.

Saat 3.30.
Halimur – Ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer :
Sağda birinci nefer
sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman’dı.
Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
İbrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar (…)
Saat 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük…
İkinci Süvari Fırkası’ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır :
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır (…)

Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzımı Hasan’ın
yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu :
– Saat kaç?
– Beş.
– Yarım saat sonra demek…
98956 tüfek
ve şoför Ahmet’in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
baktı saatına :
– Beş otuz…
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz…
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar :
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
Aslıhanlar civarında
30 Ağustos’a kadar (…)
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak’ın ayağı.
Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni…»
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir’e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra…
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler…
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
«Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…»
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakÎm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır…”

Nazım Hikmet

http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/30-agustosun-en-iyi-siiri-25-yil-yasakli-kaldi-923173/

This entry was posted in ATATURK, DEVRİM VE KARŞI DEVRİMLER, EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR, SONER YALÇIN yazıları, Tarih. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *