Yasal Uyarı
Bu BLOG içinde yer alan yazı ve görseller kişisel kullanım ve/veya bilgi paylaşma amacı ile sınırlıdır, hiç bir ticari amacı yoktur.
Bu BLOG içindeki yazı ve görselleri paylaşırken kaynak göstermeniz rica olunur.
The contents of this BLOG are limited to personal use and/or information sharing, and there is NO COMMERCIAL purpose.
Arama
Takvim
-
Yeni Yazılar
- MUSTAFA KEMAL’İN TÜRKİYESİNİ NE HALLERE DÜŞÜRDÜLER…
- ULUSAL ONUR’U BULUNAN BİR DEVLET YÖNETİCİSİ CANAKIYICILARLA EL SIKIŞMAZ…
- AFORİZMALAR
- Trump kimdir? * (Erdoğan’ın yakın dostu!!!) Trump, devlet başkanı olmadan önce, emlakçılık ve ticaret yaptığı dönemdeki bazı faaliyetlerinden dolayı, yargı kararıyla hüküm giymiş ve suç işlemiş bir devlet başkanıdır. Trump, evrakta ve muhasebe kayıtlarında sahtecilikle ilgili otuz dört ayrı suçtan dolayı mahkeme tarafından suçlu bulundu ve hüküm giydi.
- POLİTİKA GÜNDEM * Trump’la zirvenin maliyeti
Arşivler
Kategoriler
Who's Online
78 visitors online now10 guests, 68 bots, 0 membersSeçenekler
HASAN CEMAL YALAN SÖYLÜYOR
HASAN CEMAL YALAN SÖYLÜYOR
Prof. Dr. Süleyman Çelik
Halk TV’de İsmail Küçükkaya’nın programına çıkan Hasan Cemal, “Cumhuriyet’in kurulmasıyla Kürtçe konuşmanın yasaklandığını, Türkçe bilmeyenlerin cezalandırıldığını, hatta ürünlerini satmak üzere ilçe pazarına gelen köylüler, Kürtçe konuşurlarsa mallarına el konulup kendilerinin tutuklandığını, bu yasağın Özal’a kadar sürdüğünü, Özal’ın bunu kaldırdığını” öne sürdü.
Ben Hasan Cemal ile aynı kuşaktanım. Son günlerde sık sık önümüze konulan BOP haritalarında ve Barzani’nin Rudaw TV’nin hava durumu haritası ile Papa’nın ziyareti onuruna bastırılan anı pulunun üzerindeki haritada, Kürdistan sınırları içinde gösterilen bir Doğu Anadolu kenti olan Malatyalıyım. Kürtlerle birlikte yaşadık, kız alıp verdik. Kürt akrabalarım var. Kirvem Kürt. Ki kirvelik Doğu’da çok önemli bir kurumdur. Amca, dayı kızı ile evlenilebilinir ama kirve kızı ile evlenilemez. Dahası Diyarbakır’da da yaşadım. Ziya Gökalp Lisesi’nde okudum. Ortaokulda aynı sırada oturduğum Kürt arkadaşımla hala arkadaşlığım sürüyor, görüşüyorum. Ve 80 yıldır yaşadıklarımla/ gördüklerimle biliyor ve iddia ediyorum ki Hasan Cemal ve benzerleri, Atatürk’ü ve Cumhuriyeti karalamak amacıyla bilinçli olarak, utanmadan yalan söylemektedirler…
Cumhuriyet akıl ve bilim üzerine kurulmuştur. Dahi Kurucu’su, üniter bir ulus devletin yurttaşlarının ortak bir dile sahip olması gerektiğini, fakat bunun yasaklarla olmayacağını, eğitimle yaşama geçirilebileceğinin bilincindedir. Bu nedenle benim köyüme olduğu gibi, Doğu ve Güneydoğu’nun ve de ülkenin tüm köylerine Cumhuriyet, yasaklarla değil, okul olarak gelmiştir. Köyündeki ilkokulu bitirenlere parasız yatılı eğitim olanakları sağlamış, etnik kökenleri ne olursa olsun tüm çocuklar bu olanaklardan yararlanarak okumuş ve mesleklerinin zirvelerine kadar yükselerek vali olmuşlar, general olmuşlar, profesör olmuşlar, bakan olmuşlar, başbakan, hatta cumhurbaşkanı olmuşlardır. Fakat Kurucu’dan sonra emperyalistlere teslim olanlar, eğitimi Amerikalılara bırakmışlar, onlar da milli eğitimi gayrı millileştirmiş, vatanına ve milletine düşman ajanlar yetiştirmiştir. Bunlarla da yetinmemiş, gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olan iktidar sahipleri aracılığı ile Doğu ve Güneydoğu’ya öğretmen değil, Amerikan ajanı Barış Gönüllüleri göndermiştir.
Hasan Cemal’in Cumhuriyet’in üzerine atmak istediği, akıl dışı Kürtçe konuşma yasağını, Hasan Cemal gibi Amerikancı olan, Amerikalıların “Bizim Oğlanlar” dediği, darbeci 12 Eylül paşaları getirmiştir.
Masasının üzerine Atatürk fotoğrafı koyup, arada bir Atatürk’ten söz ederek göz boyayan İsmail Küçükkaya, Hasan Cemal’in bu yalanını onayladı.
Gerçekte yalnız İsmail Küçükkaya’nın değil, Halk TV ve İBB tarafından fonlanan diğer muhalif kanalların programlarında aynı bölücü yayınları sık görüyoruz!..
Öyle görülüyor ki her ağzını açtığında “Kürt sorunu” dese de Özgür Özel, geçmişte gördüğümüz Murat Karayalçın, Hikmet Çetin ve Altan Öymen gibi “Emanetçi Genel Başkan”. Asıl genel başkan, her platformda “Partinin Patronu” gibi konuşan Ekrem İmamoğlu! Erdoğan bir yerde konuşmaya başladığında, yandaş kanalların hemen yayını kesip Erdoğan’a bağlanmaları gibi, bu kanallar da aynı şeyi İmamoğlu için yapıyor. O da ağzını açtığında “Kürt sorunu” demekle yetinmiyor, “Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni vs…” diyerek bölücülüğü büyütüyor!
PKK’lılar da İmamoğlu’nu partini patronu kabul ediyor olsalar gerek ki Özgür Özel’den çok buna itibar ediyorlar. Örneğin, Ahmet Türk’ün yerine kayyum atanınca, hemen Mardin’e koşup PKK’lıların otobüsünün üzerine çıkarak, “Seyit Rıza ve Şeyh Sait hainlerini övücü” konuşmaları dinledikten sonra, konuşan Özgür Özel’den çok, ondan sonra gelen Ekrem İmamoğlu’nu özel olarak ağırladılar. Babası Osmanlı’da Hamidiye Alay Komutanlığı yapmış bir feodal Ağa olan Ahmet Türk, İmamoğlu’nu “Kasrı Kanço” adı verilen şatosuna götürdü ve 45 koyun kestirerek şerefine bir ziyafet verdi!…
1996’da Habitat toplantısı için İstanbul’a gelen Fidel Castro’yu ziyaret eden, Hasan Cemal gibi bir grup sözde solcu, kendisine ve Che’ye övgüler dizmişler. İçlerinden biri, “bizim şanssızlığımız, sizin gibi bir lidere sahip olmayışımız” deyince, Fidel, “Atatürk var ya!” demiş. “Biz ondan esinlenerek emperyalizme karşı savaşıma başladık. ‘O başardıysa biz de başarırız’ dedik. O Bandırma gemisiyle Anadolu’ya çıktı ve savaşıma başladı. Biz de Granma gemisiyle Küba’ya çıktık, savaştık ve onun gibi başardık. Atatürk varken kendinize başka lider aramayın.” Bu arada bir başkası “PKK’dan” söz eder. Fidel, “onlar Coni’nin petrol bekçileri” deyince, bizimkiler kös kös yanından ayrılırlar!…
Amerika’nın, AKP’nin yardımıyla, BOP’u Suriye’de uygulamaya başlar başlamaz, hemen petrol bölgesine el koyup, oradaki diğer etnik kökenlileri Türkiye’ye göndererek Suriye Kürdistanı’nı kurmuş olması Fidel Castro’yu haklı çıkarmaktadır.
Yukarıda sözünü ettiğim, Sevr haritasına benzemeyen, Kürdistan bölgesi daha da büyütülmüş olan haritaya bakacak olursak, emperyalistlerin PKK’lılara verdikleri görevi arttırdıkları anlaşılmaktadır. Haritada Kürdistan sınırları içine alınmış olan Malatya, Sivas, Erzincan ve Erzurum illerinde çok az Kürt vardır. Buralarda büyük çoğunluk Türk’tür. PKK’lıların bugüne dek tek bir milletvekili çıkaramadığı bu illerin ortak özelliği, Dicle ve Fırat nehirlerinin su havzasında bulunmalarıdır. Su, artık petrolden daha önemlidir. Bereketli Mezopotamya topraklarına yaşam veren bu nehirlere sahip olanlar dünyanın besin kaynaklarına da sahip olacakladır. Emperyalistler, eğer rüyalarını gerçekleştirecek olurlarsa, Kızılırmak’ı bir kanalla Gürün’den Tohma Suyu yoluyla Fırat’a bağlayarak ona da sahip olacaklardır…
Hasan Cemal Halk TV’deki söyleşide, mealen “Tayyip Erdoğan ile belediye başkanlığı zamanında başlayan dostluğu olduğunu” söyledi. Erdoğan’ın ona “Hasan abi” dediğini, rahmetli Hasan Pulur’dan öğrenmiştik. Bilindiği gibi, Erdoğan İBB Başkanı iken Rand Corporation yayınladığı raporda, “Tayyip Erdoğan’ın Başbakan, Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanı olacağını” açıklamıştı. “Erdoğan’ın Çözüm Sürecini sonlandırmasıyla dostluğun sona erdiğini”, öğrendik! Çözüm Sürecini sonlandırmasını da “7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin oylarını 9 puan kaybederek iktidardan düşmesine” bağladı!..
Sevgiyle andığımız Uğur Mumcu, yıllar önce Hasan Cemal’e, “deden (Cemal Paşa) Osmanlı’yı batırdı. Sen de Cumhuriyeti mi batırmak istiyorsun?” demişti!..
Posted in Politika ve Gundem, SÜLEYMAN ÇELİK
Leave a comment
Tarihin acı sayfalarından *** SARIKAMIŞ ALLAHUEKBER DAĞLARINDA DONARAK ŞEHİT OLAN ASKERLERİMİZ * “Alman Mareşali Goltz Paşa günlüğüne şöyle yazmıştı: “Kafkasya’da maalesef kendilerini Napolyon Bonapart zanneden ve cahil yetişen birçok adam var. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişler ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır”
Naci Kaptan * 04 Ocak 2015 / Güncellendi 22 Aralık 2020 / 07 Ocak 2023 / 22 Aralık 2024
SARIKAMIŞ ALLAHUEKBER DAĞLARINDA ENVER PAŞANIN YANLIŞ YÖNETİMİ
NEDENİYLE DONARAK ŞEHİT OLAN ASKERLERİMİZİ SAYGIYLA ANARAK
Sarıkamış’ta var maşin
Urus yığmış ağır koşun
Bizim asker açık çıplak
Dağlarda büyüdü kışın, (döndü),
Sarıkamış alkan oldu
Zalim Urus murat aldı
Kimsesiz kul, kız gelinler
Kara giyip saçın yoldu
Sarıkamış saza döndü,
Dağları gülgaza döndü
Serçe canlı Ermeniler
Alıcı şahbaza döndü.
Sarıkamış içi meşe
Urus hep yaktı ateşe
Bizi koydun eli bağlı
Nerye vardın Enver Paşa?
“Alman Mareşali Goltz Paşa günlüğüne şöyle yazmıştı:
“Kafkasya’da maalesef kendilerini Napolyon Bonapart zanneden ve cahil yetişen birçok adam var. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişler ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır”
Sarıkamış Harekâtı (22 Aralık 1914), I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya İmparatorluğu arasında Sarıkamış’ta gerçekleşen kara çatışmaları. Osmanlı İmparatorluğu için büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan bir askerî girişimdir.
1877-1878’deki 93 Harbi, Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi ile sonuçlanınca Batum savaş tazminatı olarak Rusya’ya verilmişti. Sarıkamış, Kars, Ardahan ve Artvin de Berlin Antlaşması ile Rusya’ya bırakılmıştı. 1914 yılında dönemin Başkomutan Vekili olan Enver Paşa, daha önce yitirilen bu yurt topraklarını geri almak amacıyla 19 Aralık tarihinde “Sarıkamış Harekatı” planlarını kurmaylarına sundu.
Doğuyu korumakla görevli Üçüncü Ordudur. Üçüncü Ordunun toplam gücünün 150,000 olduğu yazılsa da bu güce savaşcı olmayan taşıma birimleri, depo alayı, askeri polis ile ulaşıldığı anımsatılmaktadır. Osmanlının savaşa hazır gücü 83.000 düzenli asker, yedekler ve Erzurum Kalesi’nin personeli de içinde 118.000 silahlı güç. Bu askere 73 makineli tüfek ve 218 adet top destek vermekte. IX Kolordunun iki tümen hiçbir kış giyimi olmadığı ve sadece kuru ekmek ve erzak için zeytin ile uzun trek bulunmaktadır.
Soğanlı’da soğan olur
Kar tipisi boğan olur
Urusu bozgun görenler
Anasından doğan olur.
Soğanlı’nın göktaşları
Kızardı hep haşhaşları
Kar, boranda dondular hep.
Erzurum’un dadaşları
Bardız deresi kan çağlar
Analar ciğerin dağlar
Çil Horoz dağı ardında
Nice duvaklılar ağlar.
Enver Paşa hücum dedi
Yarıldı Moskof ödü
Zalim Allahuekber Dağı
Nice arslan, yiğit yedi
Cephedeki Kafkas ordusu mevcudu 100.000. Sayıca fazla olmamasına rağmen ağır silah, topçu ve donatım bakımından kesin bir üstünlüğe sahiptiler Bu mevcuda 4 tane olan Ermeni Gönüllü Tugaylarından 2 tugay katılmıştır. Diğer iki tugay İran Cephesinde bulunmaktaydı.
Kağıt üzerindeki plana nazaran cephede malzeme ve iaşe çok noksandı. Mesela mevcut 6 yıllık iaşesi için 88.000 ton buğday, çavdar ve arpa ihtiyacı olmasına karşın, Ordu ambarında 1.250 ton hububat vardı. Kışa girilmiş olduğu için erzağın gereği gibi taşınması, dağıtılması bir hayli güçtü. Bu güçlükte Rusların Karadeniz’deki donanma üstünlüğünün de payı vardı.
Ruslar Zonguldak’ı bombalamak için 10 gemiyle denize açıldıklarında, doğuya erzak götürmekle görevli en büyük üç erzak gemisi Bahriahmer, Bezmialem ve Mithatpaşa gemilerine rast gelmiş ve onları da batırmışlardır. Bunun yanında 4.000 tonluk Derne gemisinin yine Ruslar tarafından batırılması da askerin erzaksız kalmasındaki bir diğer önemli etkendir. Bir iddiaya göre de erzağın az olması ve salgın hastalık olması Enver Paşa’nın hemen bir harekâta girişmesine sebep olmuştur.
Sarıkamış Harekatı ve Deniz Faciası * Sibirya’da 6 Yıllık Esaret
Orduya erzak ve mühimmat götüren gemiler Bezm-i Alem, Bahr-i Ahmer ve Mithat Paşa, 6 Kasım 1914’te Karadeniz Ereğli açıklarında Rus donanması ile karşılaştı. Rus donanması, koruma gemisi olmayan dönemin transatlantiği 3 gemiyi batırırken, kara ordusunun çok önemli ihtiyaçlarını da yok etti.
Rusların batırdığı gemiden sağ kurtulup Sibirya’da esir edilen İhya Efendi, 6 yıl sonra kaçar. Aylarca yolculuk sonrası Sirkeci’ye gelen İhya Efendi, Beyoğlu’ndaki evine yürüyerek gider…
Sarıkamış Harekatı, önemli bir deniz faciasına da sahne oldu. Orduya erzak ve savaş mühimmatı götürürken Rus donanmasınca batırılan 3 Osmanlı gemisinde 3 bin asker yaşamını yitirirken, denize düşen Bezm-İ Alem gemisinin 4. Kaptanı İhya Efendi, 6 yıllık Sibirya esaretinden kamptan kaçarak kurtuldu.
Açlık, tifo, tifüs…
Batan gemilerde 3 bin denizci hayatını kaybederken, denize düşen yaklaşık 150 askerden bazıları Ruslar tarafından esir alındı. Bezm-İ Alem gemisinin 4. Kaptanı olan genç subay Mehmet İhya Efendi (Görgün) de Karadeniz’e düşen askerler arasındaydı.
Rus savaş gemileri hayatta kalanları denizden toplayarak önce Sivastopol Limanı’na ardından trenle Sibirya’daki esir kampına götürdü. Esirler arasında İhya Efendi’nin yanı sıra arkadaşları Hasan Basri Efendi ve Orhan Efendi (Tuksavul) de vardı. Açlığın yanı sıra tifo ve tifüs gibi salgın hastalıklar nedeniyle çok sayıda asker hayatını kaybetti. 1 yıl sonra İrkutsk şehrindeki Dauria kampına götürülen İhya Efendi, 1920’de kamptan kaçmayı başardı.
Arnavut pasaportu çıkartan İhya Efendi Dauri’dan Vladivostok’a trenle geçti. Sivil gemilere kendini tayfa yazdıran İhya Efendi, Japon Denizi’nden Hint Okyanusu’na geçti. Aylar sonra başka bir gemiyle Süveyş Kanalı’ndan Akdeniz’e giren İhya Efendi, Viyana’dan trenle İstanbul’a gelmeyi başarıyor.
İhya Efendi, Sirkeci’den evine gitmek için tramvaya biner ancak parası olmadığı için tramvaydan indirilir. İhya Efendi, Beyoğlu Ayaspaşa’daki evine yürüyerek gitti. Öldüğü sanılan İhya kaptan evde büyük sevinçle karşılandı. Tekrar deniz kuvvetlerine katılmak isteyen İhya Efendi Haydarpaşa vapurunun kaptanı olarak atandı.
Hatta zor durumda olan devlet 6 yıllık birikmiş maaşını da İhya Efendi’ye ödedi.
Teşkilat-ı Mahsusa ekibi de gemideydi
Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Bir Gemi Katibi’nin Hatıraları adlı kitaba göre, Trabzon’a gitmeleri istenen gemilerde harekat için gerekli cephane, mermi, askerlerin dağ koşullarında kullanmaları için kışlık giyeceklerin yanı sıra, iki alay asker, iki tayyare, 4 uçuş ekibi bulunuyordu.
Aynı zamanda dönemin istihbarat teşkilatın olan Teşkilat-ı Mahsusa’dan da bir ekip Kafkasya cephesine gitmek üzere gemideydi. Gemilerin görevlerini başarmasıyla Kafkasya’da çıkartılması düşünülen isyan Rusları zora sokacaktı. Gemideki cephane, asker ve uçakların Sarıkamış’a ulaşması ise harekatın başarısı için çok önemliydi.
‘Gemiler ulaşsa sonuç değişirdi’
Babası İhya Efendi’nin esaret yıllarını tutulan günlüklerden öğrenildiğini belirten oğlu Prof. Dr. Bedrettin Görgün, “Mithat Paşa gemisinin katibi Hasan Basri Efendi’nin yazdığı günlükleri babam bize getirdi. Yıllar sonra Kitap haline getirdik. Türk askerlerinin yaşadığı zorlukları ve fedakarlıkları hatırlatmak istedik. Eğer bu gemiler Anadolu’ya ve harekata katılan askerlere ulaşsaydı savaşın sonu değişirdi” dedi.
Sarıkamış ne aralı
Kimi şehit kimi yaralı
Bunu duymuş var mı ola
Yalan dünya kurulalı
Sarıkamış Altınbulak
Soğanlı’yı biz ne bilek
Bizim uşak böyle gezer
Ağlı zıbın, kara yelek.
İbrişimin kozaları
Batsın Avşar kazaları
Sarıkamış’ta kırıldı
Konca gülün tazeleri
O yıl acımasız bir kış hüküm sürüyordu. Enver Paşa akıl ve mantıktan tamamen kopmuş vaziyette kuvvetlerini dáhiyane(!) planına göre dağlara sürdü.118 bin asker yazlık giysilerle, yırtık çarıklarla dondurucu soğuğun kucağına atıldı.
24 Aralık’ta Sarıkamış’ a doğru yürüyüşe geçen askerlerimiz, gece Allahuekber dağına tırmanmaya başladılar. Şiddetli soğuk, korkunç bir tipi altında, Gecenin karanlığında birbirlerine tutuna tutuna, karlara Bata çıka yol almaya çalıştılar.
İliklerine kadar titreten bir tipinin şiddeti karşında üzerlerindeki soğuk yüzü görmemiş yazlık kıyafetleriyle yürüdüler. Yol yokuş bitmek bilmiyor, Kara saplanmış ayaklara geçit vermiyordu. Yol Bitmeli, Kar aşılmalıydı; nasılsa her gecenin bir sabahı vardı.
İşte bu gece yürüyüşü sırasında önce gözleri donmuş, kör olduğunun Kimse farkına varamamış, sabahın ilk ışıklarını görememiş, hala gece karanlığı devam ediyor zannetmişlerdi.
Yüreklerinin aydınlığında yürümeye çalışmışlar. Yollarını aradılar, Kara saplandılar Ve geride kalmaya başladılar. Geride kalanlar yavaş yavaş donuyordu. Kapkara gecenin sabahını göremediler.
Sağ kalan bir kaç asker için bir daha sabah olmadı. Sarıkamış’a yaklaştıklarında kar erimemiş ama onlar erimişti. Soğuğa bir de açlık Eklendi. Erzak getiren birliklerin askerleri de donarak öldüklerinden, açlık sağ kalanları da perişan etti.
Yüzbaşılar, binbaşılar
Tabur, taburu karşılar
Yağmur yağıp gün değince
Yatan şehitler ışılar.
Kılıcım kana boyandı
Gökte melekler uyandı
Yedi düvelin ağzında:
Ancak Osmanlı dayandı
BÖLÜM II
SARIKAMIŞ’TAN BİR SAHNE * Kurmay Albay Arif Bey hatıratından ;
Devamlı olarak istasyon arkasındaki tepeye (Kartal yuvasına) taze kuvvetler gönderen Ruslar köyü kuşatırlar ve devamlı olarak makineli tüfeklerle ateş ederek 87nci, Alayı perü-perişan ederler, geriye dönmek, ileriye saldırıp çıkmak imkânı kalmayınca Alay komutanı Lütfi Bey Alay sancağını beline sararak 22 kişi ile beraber, gece beyaz örtülere sarılıp sürünerek köyden dışarı çıkmağı başarır.
Maksat ordunun göz bebeği, şerefi, sembolü sancağı düşmana teslim etmemek… Bu kurtulanlar içinde 17 yaşında Harbiye öğrencisi iken Sarıkamış harekâtına katılan ve başarılarından ötürü rütbe alıp subay olan genç bir “zabit vekili-takım komutanı” vardır. Bir ağaca yaslanmış, dinleniyor. Ordu komutanı onu teftiş sırasında görür ve sorar.
“Niye kaçtın?”
Genç zabit şaşkın ve gayet soğukkanlı cevap verir;
“-Kaçmadım, bütün takımım şehit düştü, yapayalnız kaldım “.
Kumandanın cevabı ve kararı sert ve kesindir;
“-Derhal kurşuna dizin…”
Araya şefaatçiler girer, Albay Arif Bey yalvarır, diğer kumandanlar rica ederler. Olmaz ve bir manga asker çağrılıp emir verir ;
“-Manga ateş…”
Yazar İ, Habib Sevük Yurttan Yazılar adlı eserinde şöyle diyor (Yere düpedüz değil bir istifham gibi kıvrılarak düştü; lanetlenen bir istifham (soru işareti) gibi.., (s. 352).
İTTİHAT Terakki’nin güçlü adamı Enver Paşa bir kurtarıcı, bir kahraman olmak için yanıp tutuşuyordu. Harbiye Nazırı ve başkomutan vekili olmak onu tatmin etmiyordu.Paşa nasıl efsanevi bir kahraman olacağını çok iyi biliyordu. Sarıkamış, Ardahan ve Kars’ı Rus işgalinden kurtaracaktı.Bunun için büyük riskler taşıyan bir plan yaptı: Rus ordusunu imha edecekti.
Paşanın akıldan ve mantıktan uzak planı şöyleydi: Sarıkamış’a üç koldan saldıracak ve Rus kuvvetlerini çembere alarak onları perişan edecekti. Kuvvetlerin harekátlarını plana göre belirledi. Her şey tamamdı ve Enver halkın tapacağı bir kahraman olmanın heyecanını duymaya başlamıştı.
Ancak Paşa planı yaparken kış koşullarını, bölgenin öldürücü soğuğunu, askerin donanımını ve beslenmesini hiç düşünmemişti. Hayalperest Paşaya göre bunlar ayrıntılardı.Harekát çok kısa sürede zaferle sonuçlanacağı için koşullar önemli değildi.
Bu plana karşı çıkan komutanlarını görevden aldı ve hemen harekáta başlama kararı aldı. Enver Paşanın megalomanisi bir felaketi hazırlıyordu.
22 Aralık 1914 günü harekát başlatıldı.
O yıl acımasız bir kış hüküm sürüyordu. Enver Paşa akıl ve mantıktan tamamen kopmuş vaziyette kuvvetlerini dáhiyane(!) planına göre dağlara sürdü.118 bin asker yazlık giysilerle, yırtık çarıklarla dondurucu soğuğun kucağına atıldı.
Rusları vatan topraklarından atmak heyecanı içinde olan Mehmetçikler 60-70 santimi bulan karda düşmanı imha etmek düşüyle yürüyordu. Allahüekber Dağlarını aşıp Sarıkamış’a ulaşma emri verilen 40 bin kişilik kuvvetin tam 37 bini dağlarda donarak can Verdi.
Sarıkamış’a ancak 3 bin Mehmetçik ulaşabildi. Onlar da donanımlı Rus birliklerinin makineli ateşinin altında can Verdi.Enver Paşa’nın kahraman ve kurtarıcı olma hevesi çok pahalıya mal olmuştu.
90 bin Mehmetçik dağlarda soğuktan ve hastalıklardan kırılarak can Verdi ve kurtlara yem oldu. Sonuç tam bir trajediydi. Harekát, 5 Ocak 1915’te hiçbir sonuç alınamadan ve 90 bin Mehmetçiği feda ederek sona erdi. Sarıkamış faciasının yürek parçalayıcı özeti işte böyle…
Enver Paşa bu felakete aldırmadı. O, düşlediği zaferi kazanamadığına yanıyordu. İstanbul’a döndükten sonra Sarıkamış felaketini Türk halkının duymaması için basına yayın yasağı koydu. Sarıkamış felaketi yıllarca halktan gizlendi. Enver Paşa da Rusya’ya geçerek orada yeni hayallerin peşine düştü.
Rusya’daki Türkleri ayaklandırmaya kalkışan Enver Paşa bir çatışmada öldürüldü ve tarihten silindi gitti. Sarıkamış trajedisini Türkiye’ye duyurabilmek ve tarihimizin bu acı bölümünü nesillere aktarabilmek için çırpınan Prof. Dr. Bingür Sönmez ve yardımcıları sonunda başarıya ulaştılar.
Binlerce insan Allahüekber Dağlarına çıkarak orada can veren Mehmetcikleri andı. Yıllarca gizlenen bu facianın kurbanlarının ruhları, Bingür Hocanın büyük inadı sayesinde, Türk halkının minnet ve şükranıyla huzura kavuştu.
Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığına göre Osmanlı zayiatları 60.000 ve Rus zayiatları 30.000’dir. Savaşın en hazin kısmı ise Osmanlı kayıplarının bir çoğunun Rus’lar ile yapılan çarpışmalarda değil de ağır soğuk hava koşulları yüzünden ölmesidir. Ruslar; Türklerden 200 subay, 7000 eri esir, 20 makineli tüfekle 30 topu ganimet olarak almışlardır. 5000 kişi civarında esir alınmıştır. Bunlar tahmine göre Kırımda domuz çifliğinde çalıştırılarak ve aç bırakılarak ölmüşlerdir.
İnanılmaz ama gerçekti; kalanlar ölene dek çarpıştılar.. çarpıştılar…
çarpıştılar.. yüreklerimize gömüldüler. Dediler ki;
” Vatanımız sabah aydınlığını görsün Bütün geceler bizim olsun…”
Savaştan sonra İstanbul’a dönen Enver Paşa uzun bir süre Sarıkamış hakkında herhangi bir haber, bildiri, veya yayın yapılmasını engelleyerek sansür uygulamış ve Osmanlı halkı savaşta olup bitenleri uzun yıllar sonra öğrenebilmiştir.
Harbiye Nazırı Mirliva Enver Paşa ile düştüğü anlaşmazlık yüzünden Irak’a gönderilen ve orada Osmanlı 6. Ordusu komutanı olarak Britanya İmparatorluğu Mezopotamya Ordusunu bozguna uğratacak olan Osmanlı ve Alman Mareşali Goltz Paşa günlüğüne şöyle yazmıştı:
“Kafkasya’da maalesef kendilerini Napolyon Bonapart zanneden ve cahil yetişen birçok adam var. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişler ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır.
BÖLÜM III
LİMAN VON SANDERS’İN SARIKAMIŞ HAREKATI HAKKINDA DÜŞÜNCESİ
Liman Von Sanders Sarıkamış harekâtı için şöyle yazmışlar. (Yapılacak harekâtta Üçüncü ordunun kumandanlığını üzerine almış olan ENVER PAŞA, yapmış olduğu harekâtın neticesinde 3. Ordu külliyen hezimete uğramıştır. Bidayette 90.000 kişi olarak tertip edilen bu ordudan 12.000 kişi kalmıştır.
Çadırsız karlı ordugâhlarda erler açlıktan, soğuktan helak olmuştur. Avdet eden efrat arasında çok geçmeden tifüs hastalığı zuhur ettiğinden bu suretle onların da birçokları ölmüştür.
“Filhakika Sarıkamış’taki Rus kıtaatını ihata maksadıyla fevkalade geniş ve son derece cüretkâr olan plânını düşünen ENVER Paşa, inisiyatifi kati olarak kendi eline almış ve taarruz ve harekâtı sür’atle inkişaf ettirmiş bulunuyordu. Ancak nihayete erdirmeye muvaffak olamamıştır. Enver Paşa Harpte manevî unsurun azim ve kıymet ve ehemmiyetine dair olan sözünü unutmuş gitmişti.
CEHENNEM ADASI NARGİN
Sarıkamış Harekatı ve Kafkas Cephesi’nde Ruslar’a esir düşerek Sibirya’daki çeşitli esir kamplarına götürülen Türk askerlerinin, esir kamplarındaki esaret yılları “Cehennem Adası Nargin” adlı belgesele konu oldu.
Belgesele göre, Nargin’den 40 bin Türk esir geçti ve bu esirlerin çoğu açlık ve susuzluktan yaşamını yitirdi. Belgesel, 14 ay süren çalışma için Balıkesir, Manisa, İstanbul, Ankara, Erzurum, Trabzon ve Adana’da çekim yapıldı, toplam 39 bin 657 sayfa türkçe, 2 bin 67 sayfa İngilizce ve Rusça kaynak tarandı.
SOĞUK VE AÇLIĞA YENİLDİLER
Sarıkamış Harekatı’na ilişkin anılarını aktaran Tuğgeneral Ziya Yergök, Rus esaretindeki yıllarını ilerlemiş yaşına rağmen belgesele bütün detaylarıyla aktardı.
Babasının düşman karşısında son gücüne kadar çarpıştığını anlatan Yergök, ayağında çarıkla eksi 25 derecede kara bata çıka yürüyen askerlerin öylece donup kaldığını da ifade etti. Çocukluğunda, babasının bunları anlatırken gözyaşlarını tutamadığını aktaran Yergök, savaşın sonlarına doğru kafasına isabet eden bir şarapnel parçasıyla yaralanan babasının kaldırıldığı sahra hastanesinde Ruslar’a esir düştüğünü belirtti.
Babasının, “kendisi için esaretin ölümden beter olduğunu” sık sık ifade ettiğini söyleyen Yergök, “Buna rağmen yaşamak için direnmiştir. Onun bu mücadelesi ölüm kalım savaşından çok vatana kavuşma maksadıyla verilen onurlu bir mücadeledir” diyor. Rus ordularının içindeki Ermeniler’in esir kamplarında yönetici olarak görev aldıklarını babasından duyduğunu da anlatan Yergök, babasının anlatımıyla yaşananları şöyle aktardı:
“Savaş yetmiyormuş gibi birçok Mehmetçiği de bu yolculuklarda kaybettik. Babam bunları anlatırken çok duygulanırdı. Esarete daha fazla dayanamamış ve özellikle Azerbaycan’da kurulu bulunan Türk derneklerinden de yardım alarak esir kampından kaçmıştır. Kaçışı sırasında yakalanmış, Ruslar tarafından aylarca hapiste tutulmuş ve bitler nedeniyle yakalandıkları tifo gibi bulaşıcı hastalıklarla, ölümle pençeleşmiştir. Bunlar yakın tarih çalışmalarında çok anlatılmadı, konuşulmadı.”
ERMENİ KOMUTANLARIN ESİR TÜRK’LERE YAPTIĞI ZULUMLER
Prof. Dr. Taşkıran ise Çarlığın harekat öncesi toprak vaadiyle örgütün önde gelenlerine Rus birliklerinde üst düzeyde görevler verdiğini, bazı örgüt üyelerinin ise gizlice Osmanlı topraklarına sızarak erzak teminini engellemek için Ermeni ve Türk köylerini ateşe verdiğini ifade etti.
Rus birliklerindeki Ermeni komutanların esir Türkler’e tarihin en büyük acılarını yaşattığını belirten Taşkıran, belgeselde bunu şu sözlerle anlatıyor:
“Ermenilerin, Türk esirlerine çok kötü davrandıklarını, esirlerimizin hemen hemen hepsi söylemektedir. Bolşevik İhtilali’ni destekleyen, buna katılan Ermeniler de var. Bu Ermeniler yönetici konumuna geldiler, kamplarda oldular.
Bunların esirlerimize kötü davrandığını söylüyorlar. Dönen esirlerin anılarında bunlar var. Antep’te defterdarlıkta görev yapan bir memur esir edilmiş, Mısır’daki kampta yaşadıklarını anlatıyor. ‘Kampta Ermeni doktorlar vardı. Biz revire müracaat ettiğimiz zaman bizi hemen hastaneye gönderirlerdi. Hastanede bulunan Ermeni doktorların eline düşerdik. Ermeni doktorlar nişan almada kullanıldığı için özellikle sağ gözümüzden başlayarak hiçbir şeyi olmadığı halde gözümüzü oyarlardı’ diyor.”
HERGÜN 35-40 TÜRK ÖLÜYORDU
Belgeselin Rus devlet arşivlerindeki çalışmalarını yürüten Dr. Tamara Ölçekçi de, “Ermeni doktorların bulunduğu esir kamplarında her gün 35-40 Türk esirinin öldüğü Rus arşivlerine bile yansımıştır. Bunlar ölmemiş, resmen gerekli sağlık şartları yerine getirilmediği için öldürülmüştür” dedi.
Rus elçiliği tarafından 23 Şubat 1915 tarihinde Rus Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen belgenin Ermeni çetelerinin sivil katliamlar yaptığını kanıtladığını belirten Ölçekçi, Ermeni çetelerinin bazı doğu illerinde sivil katliamlara başlamalarının Rus generalleri de rahatsız ettiğini, harekattan 38 gün sonra bir Rus komutanının çektiği telgrafın çetelerin doğu illerindeki faaliyetlerini ve belgeselde anlatılan katliamı özetlediğini kaydetti.
Megaloman bir paşa nedeniyle Sarıkamış Allahuekber Dağlarında donarak şehit olan ve bu harekat sonucunda hayatta kalarak Ruslar’a esir düşen ve esarete işkence adası Nargin’e götürülerek orada şehit olan tüm askerlerimizi saygıyla anarak rahmet dilerim.
Naci Kaptan – 04.01.2015 / Güncellendi 22.12.2020 / 07 Ocak 2023
KAYNAKLAR
wikipedia.org
nacikaptan.com arşivi
Hürriyet 17 Temmuz 2006 Tufan TÜRENÇ
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/453247.asp
http://www.akintarih.com/sarikamis/harekat/hatira.htm
Sarıkamış ağıtları ÇINARALTI dergisi, 18.8.1942 tarihli 43. sayısı
http://www.denizhaber.com/HABER/38018/1/sarikamis-ihya-kaptan-esaret-deniz-feneri.html
Posted in SAVAŞLAR-ÇATIŞMALAR, Tarih
1 Comment
Ön Türkler’de “yıl döngüsü” olarak nitelendirilen Nardugan Bayramı kutlu olsun * AYAZ ATA / AYAZ BABO / KIŞ BABAY /AYAZ OTA
Ön Türkler’de “yıl döngüsü” olarak
nitelendirilen Nardugan Bayramı kutlu olsun…
NOT; Türk’lerin kök kültüründe YENİ YILIN var olduğunu ve de nasıl kutlandığını anlatan bu yazımı, okullarda YENİ YIL KUTLAMASINI yasaklayan Milli’si kaybolmuş olan ve de “Türkçe ölmüştür” diyen Eğitim Bakanlığına ve de camilerde YENİ YIL KUTLAMALARININ haram olduğu hakkında hutbeler okutan gerici Diyanet İşleri Başkanına YILBAŞI ARMAĞANI olarak paylaşıyorum. Her iki kurumun da Yeni Yıl kutlaması ile uğraşacaklarına , AHLAK, ERDEM, NAMUS, İYİ İNSAN OLMAK, HIRSIZLIK, YOLSUZLUK, HARAM hakkında kafa yorarak açıklamalar yapmasını öneririm.
Naci Kaptan – 22. Aralık. 2024
Doğu toplumlarında önemli kutlamalardan birisi de karanlık ve aydınlığın 3 günlük savaşı olarak kabul edilen 22 Aralık günü gün ışığı başlayan, 24 Aralık akşamına kadar süren yıl döngüsü kutlamasıdır. Bu kutlamaya göre en uzun gece sona erip günler uzayacak ve Güneş daha fazla görünecektir. Güneş’in daha fazla görünmesi ise tanrının insanlara hediyesidir.
Aslında bu olay bilimsel bir gerçeklikken insanoğlu tarihten beri bugünü, geleneksel bir törene dönüştürmüştür. Bu törenler toplumlar arasında farklı biçimde uygulanmıştır. Örneğin, bugünü ilk kutlayanlardan birisi de Türklerdir.
Türkler eskiden beri 22 Aralık’ta gündüzün geceyi yenmesini bir zafer olarak nitelendirmekte ve bu zaferi akçam ağacı altında kutlamaktadırlar. Türklere göre güneşin doğuşu, yeni yıl döngüsü olarak kabul edilmiştir. Türkler, Güneş’e mitolojide ‘Nar’ ismini vermişlerdir. Türk atasözlerindeki ‘Nar gibi yanıyor’, ‘Nar gibi kızardı’ sözleri aslında ‘Güneş gibi yanıyor veya kızardı’ anlamındadır. Nardugan Bayramı olarak nitelendirilen bugün aslında Güneş’in doğuşu bayramıdır.
Nardugan/Nartugan/Nardogan kelimeleri farklı Türk topluluklarındaki adlandırmalardır.
Türkler, 22 Aralık öncesinde bu bayrama hazırlanmak için evlerini ve yaşadıkları yerleri temizlerler, yeni ve temiz elbiseler giyerlerdi. Türkler’de bugün Tanrı Ülgen’e sunulmak üzere hediye hazırlanır ve en yüksek tepede akçam ağacı altında dualar ederek hediyelerini buraya bırakırlardı. Bu olay gerçekleşirken bölgenin en bilge ve yaşlı kişisi en görkemli elbiselerini giyerek bu törene liderlik ederdi.
Bu bilge kişi, Türk toplumlarının çoğunda farklı adlarla anılmıştır. Fakat genel kanaat Ayaz Ata isminin verildiğidir. Hatta Ayaz Ata’nın yaşlı olmasından dolayı ona yardımcı olarak torunu yaşında bir kızın yardımcı olduğudur. Ritüellerde bu kız gerçekten kızı veya torunu olabileceği gibi kızı/torunu yok ise torunu yaşında birisinin yardımcı olarak görevlendirilmesidir.
Nardugan sürecinde Tanrı Ülgen’e dualar edilir ve dileklerin kabulü için akçam ağacına çeşitli renkli kumaş süsler bağlanırdı. Ren geyiği yani Sagun’un ana vatanı Orta Asya’dır. Ayaz Ata bu geyiğin çektiği kızağa biner. Bu geyiğin sonraları Hristiyan dünyasında sembol olan Noel baba geyiği olarak kullanılma ritüelinin kökeni Orta Asya’dır.
Bu törende kadınlar önceden bezler hazırlayarak tören sırasında akçam ağacına bağladıkları bezler veya ipler genelde koyun/keçi yününden yapılırdı. Bu bezlerde motif olarak da hayat ağacı işlenirdi. Türklerdeki bu gelenek, İslamiyet’in kabulünden sonra evliyalar veya önemli insanların mezarlarına veya bu mezarların yakınındaki ağaçlara bezler bağlanması şeklinde devam etmiştir.
Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ: Yılbaşı kutlamasının, ve Noel Baba’nın Türk geleneklerinden geldiğini söyledi.
Eski Türklerde, gökyüzü tanrısal bir güç olarak kabul edilirdi. Geceyle gündüz kavga halindeydi. 21 Aralık tarihinin ardından günlerin uzamaya başlaması, kutsal kabul edilen güneşin kavgayı kazandığı gün olarak kabul edilir ve bunun için şenlikler düzenlenirdi. Bu kutlamalarda ‘Akçam’ denilen çam dalı kullanılır, o çam dalının altına, Tanrı iyi insanlara iyi şeyler sunduğu için, hediyeler konulurdu. Tanrı gelecek yıl iyi şeyler versin diye de, o çam dalına iyi dilekleri simgeleyen bezler, süsler bağlanırdı. O gün aileler bir araya gelir, yemekler yapılır, yenir, şarkılar söylenip, dans edilirdi.”
Noel Baba’nın da yine Türk geleneğinden günümüze geldiğini belirten Çığ, “Bugün Noel Baba olarak kabul edilen yaşlı adamın, gökyüzü tanrısının kötü kardeşi yeryüzü tanrısı olduğuna inanılır. 22 Aralık’ta onun bile iyi olmaya karar vererek, kapı kapı dolaşıp hediyeler verdiği düşünülürdü. Noel Baba’nın kıyafetleri tıpkı Türk geleneklerindeki kıyafetleri yansıtır. Bu adet, Hunlarla birlikte Avrupa’ya, Hıristiyanlığın yaygınlaşmasıyla birlikte Hıristiyanlara geçti. Yılbaşı kutlama geleneği, 325 yılında alınan bir kararla Hz. İsa’yı anmak için kullanılmaya başlanmıştır” diye konuştu.
Nardugan, Roma’da Satürnalya, Antik Yunan’da ise Dionysos Şenlikleri olarak kutlanan, Türklerde Güneş’in Doğuşu anlamına gelen ve Ön Türkler’deki atalar kültü döneminden günümüze kadar Orta Asya coğrafyasında Güneş kültü adına kutlanan bir bayramdır.
Her yıl 22 Aralık’tan sonra gelen ilk dolunayda kutlanır. Bunun nedeni ise Türklerin eski inanışına göre tıpkı Mısır mitolojisinde olduğu gibi gece ile gündüz sürekli savaşırlar ve 21 Aralık günü en uzun gecedir ve ardından Güneş daha çok görünmeye başlar, günler uzar. Bu yüzden Türklerce Ay yılı esasına dayalı olarak 22 Aralık gününü takiben ilk dolunayın çıktığı gün yeni yılın ilk günüdür.
Bu gün içinde tüm Türkler, ölümsüzlüğün simgesi olarak kabul ettikleri ve Türk Mitolojisi’ne göre tüm insanların türediği ağaç olan Akçaçam Ağaçları’nı süsler ve bu ağaçların altında, çevresinde geleneksel oyunlar oynar, kopuz eşliğinde şarkılar söyler ve eğlenceler düzenler.
Türklerin tek tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir “akçam ağacı” bulunuyor. Bu ağacın tepesi de gökyüzünde oturan tanrı Ülgen’in sarayına kadar uzuyor ve buna “hayat ağacı” diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde bulabiliriz.
Ülgen, insanların koruyucusu; sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi, gündüzü, güneşi yönetiyor. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre, gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece, gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra da gün, geceyi yenerek zafer kazanıyor. Bu, güneşin yeniden doğuşu; bir “yeni doğum” olarak algılanıyor Türklerde. Bayramın adı “Nardugan”. “Nar=güneş”, “tugan/dugan” da “doğan” ve “Çam Bayramı”.
Astronomik olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor. İşte bu güneşin zaferini ve yeniden doğuşunu Türkler, büyük şenliklerle “akçam ağacı” altında kutluyorlar. Güneşi geri verdi, diye Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları tanrıya gitsin, yılı iyi geçirdik, diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar;
Dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar tanrıdan… İnanca göre, bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş.Bu bayram için evler temizleniyor ve güzel giysiler giyiliyor; ağacın etrafında şarkılar söylenip oyunlar oynanıyor. Yaşlılar, büyükbabalar ve nineler ziyaret ediliyor; aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. (Yedikleri, yaş ve kuru meyveler yanında, özel bir yemek ve bir tür de şekerleme.)
Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömrün çoğalacağına, uğur geleceğine inanıyorlar. Bu gün dönümünde fena olanlar iyi, cimri olanlar eli açık oluyor. Yeraltında kütülüklerin ayni zamanda gök tanrısı Ülgen’in kardeşi olan Erlik de o gün iyi ve eli açık olarak sırtında kürklü kaftanı, başında kırmızı başlığı ve ayağında çizmeleri elinde torbası ile hediyeler dağıtıyor, diye düşünülüyor.
Bu Noel baba kıyafeti eski Türk kıyafeti. Geyik sibirya’da yaşayan Türkler için kutsal olmaz mı? Türkler bu bayrama çam bayramı da diyorlar. Yazılana göre, “akçam ağacı” sadece Ortaasya’da yetişiyormuş. Mesela, Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden, bu olay Türklerden Hıristiyanlara geçmiştir; Hıristiyanlar, Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra onlardan görerek almışlardır bu töreni, deniyor.
İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok! Doğum, güneşin yeniden doğuşu.*Bu gelenek Asya Türkleri arasında değişik şekillerde yaşadığını öğreniyoruz.Bu arada Anadolu’nun bazı yörelerinde de düğünlerde çam götürüldüğünü, onun etrafında oynanıldığını da öğrendik.
Yazıya gerek olmadan geleneklerin, kuşaktan kuşağa bazı değişikliklere uğrayarak binlerce yıl süre gelmiş olduğunu görüyoruz.
Ansiklopedilerde yazdığına göre, İsa evrenin nuru, güneşi olarak algılanıyor ve bu olayın pagan halklardan alınıp İsa’ya yakıştırıldığı yazılıyor. İmparator Kostantin (324-337) zamanında İznik’te toplanan konsülde, 22 Aralık’ta güneşin doğumu için yapılan bu “pagan bayramı” İsa’nın doğumu olarak 24 Aralık’a alınıyor ve buna da “Noel Bayramı” deniyor. (Batı kilisesi [yani Katolikler], 25 Aralık’ta kutluyorlarmış bunu.) Çam süsleme ise, ilk olarak 1605’te Almanya’da görülüyor ve oradan Fransa’ya ve diğer Hrıstiyan ülkelere geçiyor.
Ne kadar ilginç değil mi? Batı, en büyük bayramını göçebe ve ilkel (!) olarak tanımladığı Türklerden yürütmüş! Yeni yapılmakta olan çalışmalarla Batı’ya Türklerden kim bilir daha nelerin geçtiği ortaya çıkacak! Belki de yazının ve dillerin anasının da Türkler olduğu kanıtlanacak.
AYAZ ATA / AYAZ BABO / KIŞ BABAY /AYAZ OTA
Ayaz Ata tüm ihtiyacı olan insanlara gizli yardım ederek onları mutlu etmiştir. Yaptıkları iyilikler hep gizemli kalmıştır. Ayaz Ata Özbekçe: “Ayoz Bobo” veya “Ayaz Ota”, Kırgızca: “Ayaz Ata””, Kazakça: “Ayaz Ata” denilip Türk, Altay ve Orta Asya mitolojilerinde, özellikle Kazaklarda ve Kırgızlarda Soğuk Tanrısı olarak tanınır. Ayaz Ata, “Ayas Han” olarak da bilinir ve ay ışığından yaratılmıştır da denilmektedir.
Ay ışığından yaratılmıştır. Soğuk havaya neden olur. “Ak Ayas” olarak adı geçer. Ülker burcunun altı yıldızı göğün altı deliğidir ve oradan soğuk hava üfler. Böylece kış gelir. Ayaz, tüm Türk coğrafyasında yakıcı soğuk anlamına gelir ki, Ay’ın gökte rahatlıkla görüldüğü açık havalarda meydana geldiği için Ay Tanrısı’nın (veya ona bağlı Ayas Han’ın) gönderdiği düşünülmüştür. Bir tür Noel Baba olarak düşünülebilir. Hatta Kazaklarda birebir Noel Baba ile özdeşleşmiştir.
Ayaz Ata öyküsü bizlere eski folklorumuzdan gelmektedir. Ayaz Ata hakkında nice hikayeler ve masallar anlatılmıştır. Onu ilk önce soğuktan çıkmış bir ruh olarak tanımlamışlardır. Bu anlatımlarla 19 asrın sonlarında iyi niyetli, yardımsever, Ayaz Ata kimliği ortaya çıkar. İlk önce ona “Kutsal Baba”, “Çam Baba”, daha sonra “Ayaz Ata” demişlerdir.
Hikayelere göre ona iyiliklerinde yardım ve eşlik eden kızı, bazı hikayelere göre de torunu olmuştur. Ona da “Ayaz Kız” yada “Kar Kızı” ismini vermişlerdir.
Burada adı “Ak Ayas” olarak da geçer. Bu hikâyeye göre Ülker burcunun altı yıldızı göğün altı deliğidir ve oradan soğuk hava üfler. Böylece kış gelir. Ayaz, tüm Türk halklarında yakıcı soğuk anlamına gelir. Ay’ın gökte rahatlıkla görüldüğü açık havalarda meydana geldiği için Ay Tanrısı’nın (veya ona bağlı Ayas Han’ın) gönderdiği düşünülür. Ayaz Ata bazı kültürlerde kışın soğukta ortaya çıkan ve kimsesizlere, açlara yardım eden bir ermiştir.
Kimi görüşlere göre “Ayas Han” ile aynı kişidir. Kazaklarda kışın karşılanması ile ilgili olarak “Soğumbası” isimli bir eğlence bulunmaktadır. İlk karın yağması ve ilk soğuğun vurması ile kutlanan bayramdır. Bu bayramla bir ilgisi olması muhtemeldir.
Özbekçede “Şahta” sözcüğünün “Ocak” anlamına gelmesi ise kelimenin anlamı açısından dikkat çekicidir. Azerbaycan Türkleri’nde de “Şahta Baba” olarak geçer. Başkurt dilinde, Ayaz Ata, “Kış Babay” (“Kış Babası”) olarak yer alır. Torunu ise “Karhılıu” (“Kar Güzeli”) adıyla anılır. Tatar kültüründe “Kış Babay”, (“Kış Babası”), torunu ise “Kar Kızı” (“Кar Kızı”) olarak bilinir.
“Türkler, milattan önceki yüzyıllarda bile yıl döngüsü olarak kabul edilen 21 Aralık gününü törenlerle kutlamıştır. Türk kültüründeki Ayaz Ata geleneği, Hristiyanlık’taki Noel Baba veya Ruslardaki Ded Maroz mitolojisiyle alakalı değil, tam tersi onlardan çok eskiye dayanan mitolojik bir gelenektir.”
Etimoloji
Türklerin kutladığı diğer bayramlar olan Paktıgan ve Koçagan bayramlarıyla da uyumlu olan Nardugan’ın, gündönümüne dayalı bayramlarla birlikte üçlü bir yapının parçası olduğu görülmektedir. Nardugan, Moğol dilindeki Nar (Güneş), Türk dilindeki Tuqan (Doğan) sözcüklerinden oluşmuştur. Tatarlar bu bayrama Koyaş Tuğa yani Güneş Doğan günü derler. Başkurtlar, Udmurtlar Nardugan veya Mardugan, Mişer Tatarları Raştua, Çuvaşlar Nartavan ya da Nartukan, Zırizyalar Nardava, Mokşalar Nardvan adını verirler.
[Nar-Dugan şöleni hakkındaki bilgi, Azerbeycan’dan Sayın Adnan Atabek ve İran Azerbeycan bölgesinden Sayın Aref Esmail Esmailin’in gönderdikleri yazılara ve de en önemlisi Adj, Murat Kıpçaklar(Türklerin ve Büyük Bozkırrın kadim Tarihi). Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları s.47-50 Ankara 202.dayanmaktadır.]
Naci Kaptan / 26.Aralık 2020 / 21 Aralık 2024
Posted in Uncategorized
Leave a comment
FEYM Grubu ve AYAcademy Bilgilendirme Bülteni (21 Aralık 2024)
FEYM Grubu ve AYAcademy
Bilgilendirme Bülteni
(21 Aralık 2024)
1. Ermeni Meselesi / Ermeni Haberlerindeki İddialar / Azerbaycan ile İlgili Gelişmeler:
a. ABD Dışişleri Bakanlığı: “Ermenistan-Azerbaycan barış çabaları Biden yönetimi için ‘hayati öneme sahip bir alan’ olmaya devam ediyor.” ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Vedant Patel, Biden yönetiminin görevdeki son gününe kadar Ermenistan-Azerbaycan ilişkilerinin normalleşmesi üzerinde çalışmaya devam edeceğini söyledi. Patel, “Hayal kırıklıklarına odaklanmamaya ve sadece çalışmaya devam ediyoruz. Bakan Blinken uzun zamandır birçok alanda, yapılanlar meyvesini verene kadar sıkı çalışmanın gerektiğini söylüyor. Görevdeki son günümüze kadar bu konu üzerinde çalışmaya devam edeceğiz.” dedi.
https://www.panorama.am/en/news/2024/12/20/US-State-Dept/3093326
b. Ermenistan Dışişleri Bakanı Mirzoyan: Ermenistan ve Türkiye, demir yolu sınır geçişlerine ilişkin teknik gereksinimlerin ortaklaşa değerlendirilmesi konusunda mutabakata vardı. Mirzoyan, “Ermenistan Hükümeti, barış, güvenlik, istikrar ve işbirliğinin arzu edilen hedeflerine ulaşmak için çabalarını sürdürmeye kararlıdır. Sürekli ve samimi diyalog, ticaret ve ekonomik bağların canlandırılması ve bölgesel girişimlerde ve projelerde kapsayıcılığın sağlanması, mevcut çelişkilerin üstesinden gelmek ve ülkelerimizin daha iyiişbirliği, kalkınma ve refahını sağlamak için temel ön koşullardır. Kırılgan jeopolitik durumun zemininde, enerji, ulaştırma ve ticaret gibi çeşitli alanlardaki ortak çıkarlara dayalı pragmatik ticaret düzenlemeleri kurmamızı sağlayacak daha iyi ekonomik bağlantıya giden bir yol oluşturmamız her zamankinden daha fazla gerekiyor. Türkiye ile Gyumri-Kars demiryoluyla sınır geçişi için teknik gereklilikleri birlikte değerlendirmeyi kabul ettik, aynı zamanda Azerbaycan’a demiryolu altyapımızı yeniden başlatma, sınır geçişlerini ve gümrük prosedürlerini basitleştirme ve bazı ek sigorta mekanizmaları sağlama yöntemlerini önerdik.” dedi.
https://www.panorama.am/en/news/2024/12/20/Mirzoyan-Turkey/3092999
c. Ermenistan Dışişleri Bakanı Ararat Mirzoyan, Ermenistan’daki BM Daimi Koordinatörü Françoise Jacob’ı kabul etti. Muhataplar, Ermenistan ile Birleşmiş Milletler arasındaki işbirliğinin ana yönlerine ve bu çerçevede uygulanan ortak programlara değindi. Ayrıca, 2026’da Ermenistan’da düzenlenecek olan BM Biyoçeşitlilik Sözleşmesi’nin 17. Taraflar Konferansı’nın (COP17) hazırlık çalışmaları ve ilgili BM organlarıyla işbirliği konuları görüşüldü.
ç. Ermenistan, Antik Uygarlıklar Forumu’nun 8. Bakanlar Toplantısına Ev Sahipliği Yapıyor. Antik Uygarlıklar Forumu’nun 8. Bakanlar Toplantısı, Ermenistan Dışişleri Bakanı Ararat Mirzoyan başkanlığında Erivan’da başladı. Toplantıya Yunanistan Kültür Bakanı, İran Kültür Mirası, Turizm ve El Sanatları Bakanı, Irak Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Mısır, Peru, İtalya, Çin ve Bolivya’dan temsilciler katıldı. Bakan Mirzoyan açılış konuşmasında, Ermenistan’ın Antik Uygarlıklar Forumu’na kültürel diyaloğu teşvik etmek ve karşılıklı anlayış ve hoşgörüyü desteklemek için eşsiz bir platform olduğunu vurguladı.
d. Ermenistan-Yunanistan ve Ermenistan-Yunanistan-GKRY 2025 Savunma İşbirliği Programları Atina’da İmzalandı. Ermenistan ve Yunanistan arasındaki ikili istişareler ve Ermenistan, Yunanistan ve GKRY’nin savunma konularında katıldığı üçlü görüşmeler Atina’da gerçekleşti. İstişarelerin ardından Ermenistan-Yunanistan ikili işbirliği programı ve Ermenistan-Yunanistan-Kıbrıs 2025 üçlü işbirliği programı imzalandı. Bu anlaşmalar, silahlı kuvvetlerin çeşitli kollarını kapsayan düzinelerce faaliyeti içeriyor. Taraflar, uzun vadeli, sistematik çabalar gerektiren temel alanlarda hem niceliksel hem de niteliksel olarak savunma işbirliğinde önemli ilerleme kaydedildiğini vurguladı. Görüşmeler ayrıca savunma sektöründe yeni yaklaşımlar ve standartlar getirilmesine odaklandı. Levon Ayvazyan, mevkidaşlarına Ermenistan ordusunun devam eden dönüşümü hakkında bilgi vererek Yunanistan ve GKRY’nin katkılarını vurguladı. Silahlı kuvvetlerin çeşitli kollarının hazırlanması, askeri eğitim ve tatbikatlar, deneyim paylaşımı, danışmanlık desteği ve diğer işbirliği girişimleri gibi alanlara özel önem verildi. Ayrıca taraflar, son bölgesel ve uluslararası askeri-siyasi gelişmeleri ele alarak, gelişen zorlukların üstesinden gelmek için düzenli savunma istişareleri yapılmasının önemini vurguladı.
e. Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Alman mevkidaşı Annalena Baerbock ile yaptığı görüşmede Güney Kafkasya’daki durum hakkında konuşurken, üçüncü tarafların Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki barış sürecini adil ve tarafsız bir şekilde teşvik etmesi gerektiğini söyledi. Fidan, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki barış sürecinin başarılı bir şekilde tamamlanması için tarihi bir fırsatın kullanıldığına dikkat çekti.
https://news.am/eng/news/858347.html
AVİM web sitesinde “CANTERBURY HİKÂYELERİ: BAŞPİSKOPOS WELBY’NİN İSTİFASI VE ERMENİSTAN’IN DESTEK ARAYIŞI” başlıklı makale yayınlanmaktadır. “Ermenistan’ın dönemin güçlü devletlerinden destek arayışları günümüze kadar iki koldan ilerlemiştir: politik ve dini. Son zamanlarda Rusya’nın Azerbaycan ile barış sürecindeki arabuluculuk çabalarının Ermenistan tarafından reddedilmesi, Rus askerlerinin uzun süredir bulundukları havaalanı, İran sınır kapısı gibi stratejik noktalardan çekilmesinin istenmesi ve yetkililer tarafından yapılan açıklamalar ile Ermenistan’ın, Rusya ile arasına artık mesafe koymak ve yeni güç odaklarına yönelmek siyaseti gibi görünmektedir. Rusya’nın Kafkaslarda tesis etmeye çalıştığı hâkimiyete artık gücünün yetmediği bilincinin, Ermenistan’ı Batı ile ilişkilerini ilerletmeye ve barış sürecinde daha olumlu ve sonuç odaklı davranmaya itmiştir. ABD ve Fransa ile kurulan yakınlık göze çarpmakta, Fransa her fırsatta Ermenistan yetkililerinden daha radikal açıklamalarda bulunarak adeta Ermenistan’ın hamisi rolünde ikili ve uluslararası forumlarda birtakım beyanatlar da bulunmaktadır. Yetkililer ve özellikle Paşinyan tarafından ortaya atılan ve dikkat çeken barış yanlısı söylemler, ne yazık ki dengeli ve adil bir barıştan yana olmadığı bilinen bazı Batı ülkeleri ile sağlanmaya çalışılan yakınlıkla çelişmektedir. Bu sebeple Ermenistan yetkililerinin barış söylemi güven yaratmamaktadır.” Tespitleri ile başlayan makaleye aşağıdaki link üzerinden erişim sağlanabilmektedir.
g. AVİM Analizi: “BİLİMSELLİKTEN UZAK BİR ENSTİTÜNÜN (Ermeni diasporasının ABD’deki Lemkin enstitüsü) GÖZ YAŞARTAN HASSASİYETİ” başlığı ile yayınlanan makale: “…Esasen Enstitü’nün temel işlevinin açık bir Türkiye ve Azerbaycan karşıtlığı olduğu bilinmektedir. Özellikle Ermeni diasporasının etkisinde kalan Batı’nın Rafael Lemkin’e ilişkin ciddi bir iddiası vardır. O da Lemkin’in “Soykırım” terimi üzerinde düşünürken bilhassa 1915 Olayları’ndan etkilendiğini öne sürmeleridir. Buna ilişkin bazı videolar paylaşılmaya devam etse de buna açık, somut ve bilimsel bir cevabın tam da Rafael Lemkin’in kendi kaleme aldığı makaleden verilmesi mümkündür.” paragrafıyla başlamaktadır. Makaleye aşağıdaki linkten erişim sağlanabilmektedir.
https://avim.org.tr/tr/Yorum/BILIMSELLIKTEN-UZAK-BIR-ENSTITUNUN-GOZ-YASARTAN-HASSASIYETI
h. FEYM Grubumuzun eski üyesi ve yakın zamanda kaybettiğimiz Sn. Dr. Ferruh DEMİRMEN tarafından İngilizce olarak kaleme alınan ve AVİM tarafından Türkçe’ye çevrilerek yayınlanan “AVRUPA’NIN ÖNDE GELEN MAHKEMESİNİN KARARI PAPA FRANCİS’İ UTANDIRMALI” başlıklı analiz yazısına aşağıdaki linkten erişim sağlanabilmektedir.
https://avim.org.tr/Pdf/Blog/63
i. Sayın Şükrü Server AYA Bey’in ‘Büyük Yalan’ adlı kitabının tanıtım toplantısı ve konuşmasına ilişkin videoya aşağıdaki linkten erişim sağlanabilmektedir.
https://www.youtube.com/watch?v=i8OiGV1wZNc&list=PL-vfn1ScT4uzuGT5TFi2Hkrm8lVhAgd3d&index=2
2. Yunan Sorunları / Yunan Haberlerindeki İddialar “” işareti içinde gösterilmiştir / Kıbrıs ile İlgili Gelişmeler:
a. Suriye’de İngiliz oyunu: Kıbrıs’ı bekleyen tehlike. Esad’ın devrilmesinin ardından herkes, HTŞ güçlerinin arkasında kim olduğunun ve ‘ne oluyor’ sorusunun yanıtını arıyor. İsrail Suriye’yi işgale başlarken İngiltere’nin bölgedeki rolü dikkat çekiyor. Doğu Akdeniz’den Rusya sürülürken, bölgede Kıbrıs’ı da içine alan bir plan devreye alındı. Önce ABD düğmeye bastı. ABD Başkanı Joe Biden, 30 Ekim’de Güney Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Christodoulides’i Beyaz Saray’da ağırladı. Görüşme 28 yıl aradan sonra Beyaz Saray’da bir GKRY liderinin ağırlanmasının nedeni ABD’nin kendinden menkul Türk-Yunan denge politikasını bozduğu yorumlarını beraberinde getirdi. Ardından 1 ay dahi bu kez 53 yıl sonra bir ilk gerçekleşti. İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne gitti. Peki Suriye’deki gelişmeler Kıbrıs’tan bağımsız olarak okunabilir mi… İngiltere’nin garantör ülke olduğu Kıbrıs İngiliz üslerini barındırıyor. İngiltere’nin bölgedeki gücünü artırma çabalarına dikkat çekiyor. Neler yaşandı, şöyle bir hatırlayalım: İngiltere’de Heyet Tahrir Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el Colani’nin (Ahmed Hüseyin eş-Şara), batı medyasında çok konuşulan bir röportajla gündeme geldi. HTŞ lideri bu akıllı İngiliz İstihbarat örgütü MI6’in tarihinde iddia edildi. Rus haber ajansı TASS Cevlani’nin MI6 yetkilisi Jonathan Powell ile Suriye’nin Bab El Hava’nın sınır kapısında buluştuğunu ileri sürerek batı medyasında parlatılan röportajlarının bunun sonrasında geldiğine dikkat çekti.
KKTC Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu, İngiltere Başbakanı Keir Starmer’in Rum’a yaptığı ziyarete tepki gösterdi. Bakan Ertuğruloğlu, İngiltere’nin bu ziyareti ile garantör ülkeyi gölgede bıraktığını belirterek, “Kıbrıs Türk halkına en büyük haksızlığı ilk günden bugüne kadar olan bir ülke varsa o da İngiltere’dir” dedi. Bakan Ertuğruloğlu, bölgedeki yeni plana da dikkat ederek “Amerika’nın Doğu Akdeniz’e çökmesi Güney Kıbrıs’a konuşması Güney Kıbrıs’a uygulanan silah ambargosunu sonlandırması askerlerin eğitimine devam etmesi ortak tatbikat yapması umarım bu Rum tarafı Amerikan desteğinden şımarık başı dönmez ve bir çılgınlığa yeltenmezler” dedi.
Türk kamuoyu Suriye merkezli gelişmeleri takip ederken, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz için kritik önemde olan Kıbrıs’taki hareketlilik dikkat çekiyor. Kıbrıs’ta ‘federasyon’ isteyen ABD ve İngiltere’nin Rum yönetimiyle son dönemdeki yakın ilişkilerini değerlendirildi. Rum yönetimi, ABD’den sonra İngiltere ile de ‘stratejik diyalog’ başlattı. Bu kapsamda Londra’da yapılan iki ülke dışişleri bakanlıkları heyetleri görüşmesinde ortak bir yol haritası belirlendi. Bunun İngiltere Başbakanı’nın geçen hafta Rum kesimine yaptığı ziyaret sonra olması dikkati çekti. Görüşmede, “Bölgesel Politika, Savunma ve Güvenlik, İngiliz üsleri, Kıbrıs’a federal çözüm’ başlıkları ele alındı. Ortak toplantı ardından yapılan açıklamada federasyon çözümüne destek verildi. Bu arada Brüksel’de yapılan ve Rum yönetiminin de tüm Kıbrıs adına katıldığı AB Genel İşler Konseyi toplantısında da federasyon çözümüne destek verilerek, “Türkiye’nin federal çözüme destek taahhüdü vermesi” istendi. Diğer yandan ABD Senatosu da Rum ordusunun ABD ordusu ile 2027 yılına kadar yapılacak ortak tatbikatlara katılmasına yönelik kararı onayladı. Adada Terazi bölgesinde başlatılan yeni ABD üssü inşaatı ve Rum ordusunun ABD silahları ile donatılması ise hızla sürüyor. Ek olarak, İsrail tarafından güneyde ‘Demir Kubbe’ hava savunma sistemi kurulmuş durumda.…
https://haberkibris.com/suriyede-ingiliz-oyunu-kibrisi-bekleyen-tehlike-1156-2024-12-17.html
https://www.veryansintv.com/kibrista-federasyoncular-harekete-gecti-bir-seyler-pisiriliyor
https://kibrisgazetesi.com/hasipoglu-kibris-konusunda-bir-seyler-pisiriliyor-olabilir/
https://www.toplumsal.com.tr/kibrista-federasyoncular-bir-seyler-pisiriyor
b. Yunan Haberleri “Erdoğan’ın Suriye’deki Kürtleri (SDG) Öldürme Takıntısı IŞİD’i İstikrarsızlaştırıyor ve Yeniden Gruplandırıyor. Erdoğan’ın hamleleri yeni gelen Trump yönetimini de derinden endişelendirmeli çünkü Türkiye Cumhurbaşkanı, ABD’nin Türkiye’yi, uzun süredir acı çeken bu ülkede Esad sonrası dönemde tek olmasa da ana oyuncu olarak tanımasını talep ediyor. Ankara ise Suriye’nin yeni siyasi düzeni olarak Hayat Tahrir El Şam’ı (HTS) destekliyor. Türkiye, yeni HTŞ Cihatçı hükümetinin her bakanlığına yerleştireceği danışmanları aracılığıyla, kendi himayesi olan yeni bir Suriye devleti yaratmaya çalışıyor.”
3. AYAcademy Bülteni
“Güney Çin Denizi’nde Çin ve Filipinler Arasındaki Uyuşmazlığa Uluslararası Hukuk Perspektifinden Yaklaşım” başlığı ile yayınlanan akademik makaleye ilişkin bilgiler ve erişim linki AYAcademy’nin aşağıdaki sosyal medya kanal linklerinde yayınlanmaktadır.
https://www.instagram.com/ayacademy.org.tr/
https://www.facebook.com/ayacademy.org.tr/
https://www.linkedin.com/company/ayacademy/
https://www.tiktok.com/@ayacademy.org.tr
https://twitter.com/ayacademy_tr
https://t.me/AYAcademyTelegram
https://www.youtube.com/@AYAcademy_TR
https://www.youtube.com/shorts/tOdz6Q8oXVg
Saygılarımla,
Serkan KORKMAZ
Posted in ERMENİ SORUNU, FEYM GRUBU ÇALIŞMALARI
Leave a comment
KEMAL’İN ASKERLERİ VAHDETTİN’İN POLİTİKACILARI
“…Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete ve mihnete değer mi? diyorsanız, Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak ‘evet, değer’ diyorum. Çünkü Türküm ve başka Türkiye yok!…” Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
Değerli Dostum, Mustafa Kemal’in Aydını Dr. Necip Hablemitoğlu’nun; Cumhuriyet Aydınları/Şehitleri Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmer Taner Kışlalı gibi alçakça katledilişinin 22. Yılında, rahmet, minnet ve sevgiyle yad ediyorum. Ruhu/Ruhları şad olsun.
Değerli Dostumun/Cumhuriyet şehidimizin yukarıdaki veciz sözünü, Albay Reşat Çiğiltepe için Çiğiltepe’de yapılan anıt mezarında bir tabela üzerine üzerine yazılmıştı. İnşallah halen duruyordur… Anıt mezarı ziyaret ettiğimde, bayrağımızın rüzgardan çalıların üzerine uçtuğunu gördüm. Değerli bir dostuma telefon açıp durumu bildirdim. Üçbuçuk saat sonra Kütahya’yı geçerken telefon geldi. Değerli Dostum yeni bayrağımızın bölgedeki Jandarma Komutanlığı marifetiyle bayrak direğine çekildiğini bildirdi. Çok sevinmiştim. Aşağıdaki yazıda belirtilen taşlı, çakıllı güzergahta tüm ömrüm boyunca bir daha rastgelemeyeceğim ada çayı kokusunu halen belleğimde muhafaza ediyorum.
Sevgili dr. Necip Hablemitoğlu birçok kitabı marifetiyle ülkemize kasdi olanların faaliyetlerini ve kumpaslarını; eserlerinde ifşa etmişti. Çarlık Rusyası’nda Türk Kongreleri 1905-1917 eserini okuduğumda, istiklal harbimiz başlamadan evvel Erzurum ve Sivas kongrelerinin düzenlenmesinde Çarlık Rusyası’nda Türk Kongrelerinden ilham alındığını düşünürüm. Çarlık Rusyası’ndaki bazı kongreler dikkat çekmemek için gemilerde geçirilmişti. Güzel ülkemizi bizlere bahşeden tüm Kahramanlarımızı rahmed, minnet ve sevgiyle yad ediyorum. Ruhları şad olsun.
Kalın sağlıcakla
Rehan Gündoğmuş
Dr. Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmeden 4 gün önceki konuşması ortaya çıktı;
https://www.haberler.com/guncel/hablemitoglu-nun-suikasttan-dort-gun-onceki-18166914-haberi/
Not: Değerli Dostum dr. Necip Hablemitoğlu’nun seneler evvel gönderdiği iletisi
KEMAL’İN ASKERLERİ
VAHDETTİN’İN POLİTİKACILARI
Dr. Necip Hablemitoğlu
O, Türklüğün sessiz onurudur, gururudur, cesaretidir. O, Türk Ulusu’nun temsil ettigi tüm değerlerin simgesidir. O, başlıbaşına bir Türkiye’dir. Ve O’nun yazgısı, gerçekte Türkiye’nin yazgısıdır… Ama kaç kişi bilir O’nu ve kaç kişi hatırlar?!. Kaç kişi özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı, hatta aldığımız her nefesi borçlu olduğumuz adsız kahramanlardan biri olarak kendisini yâdeder?!. Cumhurbaşkanı mı? Başbakan mı? TBMM Başkanı mı? Anayasa Mahkemesi Başkanı mı? Yargıtay Başkanı mı? ya da bu ülkeyi yöneten bürokrat ve politikacılar mı?!
Eğer bir gün yolunuz Sandıklı-Afyon arasına düşerse, lütfen O’nu ziyaret ediniz. Marmaris, Bodrum, Kuşadası, Antalya, Fethiye gibi hemen çoğunluğumuzun yılda en az bir kez tatil için geçtiği yol üzerindedir O. Her gün onbinlerce aracın geçtiği yolda, herkes bakar da O’nu görmez. Daha doğrusu görmezlikten geliriz o küçücük tabelayı!.. Belli belirsiz şu ibareyi okursunuz:
“Albay Reşat Bey-Çiğiltepe Şehitliği 10 km.”!..
10 Kilometrelik yolu ancak yarım saatte alırsınız. Aslında yol bile denemez; taşlar, çukurlar ve tozlar arasında tepeleri tırmanırsınız. Yol ayrımında bir tabela daha görürsünüz; en az Türkiye’yi yönetenler kadar kararmış kalpli avcıların nişangahı haline geldiği için bir tek kelimeyi bile okuyamazsınız. Yolu rastgele sağdan takip etmişseniz, bir süre daha güç bela ilerledikten sonra O’na ve O’nunla birlikte bu vatan için, bugünlerimiz ve yarınlarımız için canını veren kahramanlarımızın yattığı şehitliğe ulaşırsınız… Tek duyduğunuz, bölgenin en yüksek ve stratejik tepesindeki şiddetli rüzgârın uğultusudur. Başka ne bir ses ve ne bir nefes. Eğer bu ülkeyi seviyorsanız, Cumhuriyetin erdemlerine inanıyorsanız, Türklük bilincine sahipseniz, Albay Reşat Bey ve diğer şehitlerimizi elbetteki duyamaz ama tüm benliğinizde iliklerinize kadar hissedersiniz!.. Onların sizin ziyaretinize de, dualarınıza da ihtiyaçları yoktur; çünkü erişebilecekleri en üst mertebeye zaten ulaşmışlardır. Belki birkaç damla gözyaşı ve kalpten gelen minnet ve teşekkür!.. İsteseniz de başka bir şey veremezsiniz. Yapabileceğiniz tek şey, Onları hissetmektir. Bir de çevrede duyarsız insanlarımızın bıraktıkları çöpleri toplayabilir; tozlanmış mezar taşlarını, Reşat Beyin büstünü ve kitabeleri sevgiyle silebilirsiniz. Hepsi o kadar!..
ALBAY REŞAT BEY KİMDİR?
1879’da İstanbul’da doğan Reşat Bey, 1896’da Harp Okulu’nu bitirdikten sonra, Türk Ordusu’nun farklı komuta kademelerinde görev yapmış; Trablusgarp ve Balkan Savaşları’na katılmıştır. Askeri Mahkeme üyeliği de yapan ve Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’nde olağanüstü kahramanlığı ile dikkatleri çektikten sonra getirildiği 17. Alay Komutanlığı görevindeyken Muş’un Rus işgalinden kurtarılmasında da önemli rol oynayan Reşat Bey, XVI Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’nın takdirlerini kazanmıştır. Ünlü Ziya Paşa’nın oğlu olan Reşat Bey, daha sonra 53. Tümen Komutanlığı’na getirilerek Suriye Cephesi’nde görevlendirilmiştir. 1918’de İngilizlere esir düşen Reşat Bey, daha sonra esaretten kurtulur kurtulmaz Aralık 1919’da Milli Mücadele’ye katılmak üzere İnebolu’dan “İstiklal Yolu” üzerinden Ankara’ya geçmiştir. Reşat Bey, Mustafa Kemal Paşa tarafından 11. Kafkas Tümeni (sonradan 21. Tümen) Komutanlığı’na getirilmiştir. Yarbay rütbesi ile İnönü ve Sakarya muharebelerine de iştirak eden ve olağanüstü performans gösteren Reşat Beye, son olarak 57. Alay Komutanlığı görevi verilmiş; bizzat Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından, Büyük Taaruzun ikinci gününde, muharebenin ve de ülkenin-ulusun kaderini etkileyecek en kritik mevkide yeralan -Sincanlı Ovasından Dumlupınar’a kadar tüm yolların önündeki en stratejik engel olan- Çiğiltepe’yi düşmandan temizlemesi emredilmiştir (1). Ne var ki, bu tepenin onemini çok iyi bilen Yunan Başkomutanı Trikopis ise, en zinde kuvvetlerini, üstün ateş gücüyle bu tepeye yığmış; tahkimatı tamamlamıştır.
İşte, gerisini resmi kayıtlardan izleyelim:
“… 27 Ağustos 1922 sabahı 57. Alay bu tepeyi kuşatmış, saat 10.30’da Mustafa Kemal telefonda komutana;
*Reşat Bey, bu önemli tepeyi ne zaman alacaksınız?
*Komutanım, yarım saat sonra alacağız.
*Başarilar diliyorum.
10.45 Mustafa Kemal: – Düşmanin halen direndigini görüyorum. Gözümüz o tepede, çok önemli.
*Komutanım tepeye düşman bir tümen yığmış direniyorlar. Ama alacağız komutanım, mutlaka alacağız.
11.00 Mustafa Kemal: – Reşat Beyi istiyorum.
*Komutanım Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti. Okuyorum, komutanım.
*Yarım saat zarfında bu tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam komutanım.
Mustafa Kemal’in gözlerinden yaşlar boşanir: -Allah rahmet eylesin, Reşat Bey büyük bir vatanseverdir.
11.45 Başkomutanin telefonu çalar: – Çigiltepe alinmiştir komutanim. Yüzlerce ölüsünü birakan düşman Sincanli Ovasina dogru kaçmaktadir, arzederim”.
İlgili resmi kayıt burada biter. Sonrasını Başkomutan Mustafa Kemal Paşa şöyle ifade eder:
“Türk Askerine,
Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rastgelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Burada şehit olan kahraman evlâtlarımızı minnetle anıyorum, ruhları şâd olsun. Başkomutan Mustafa Kemal”.
Şimdi, yukaridaki en büyük Türkün Atatürk’ün yüreginden kopan bu sözler, Albay Reşat Bey Şehitligi’ndeki mermer bir kitabeye nakşedilmiştir. Başinizi biraz çevirirsiniz, sira sira şehitlerimizin kabir taşlarini okursunuz: “Sivas-Hasan oğlu Hüsnü-23 yaşında”, “Tunceli-Ahmet oğlu Mevlût- 20 yaşında”, “Konya-Ruşen oğlu Haşim 21 yaşında”, Mersin-Hasan oğlu Ömer 24 yaşında”, “Afyon-Mehmetoğlu Musa 18 yaşında” ve diğerleri (2)… Acısını duyarsınız, hayatlarının baharında, komutanları Reşat Beyin onurlu intiharından sonra gözlerini kırpmadan ölüme doğru koşan gencecik yiğitler!.. Bizler ve bizden sonra gelecekler için en değerli varlıklarından, canlarından vazgeçmiş Türk oğlu Türkler!.. Sonra ana kitabede şu satırları okursunuz ve duyduğunuz acı, sonsuz bir Türk olma onuruna ve gururuna bırakır yerini:
“Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır.
Bir tarih boyunca onun uğrunda,
Kendini tarihe verenlerindir.
İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara topraga girenlerindir.”
YA ZEUGMA, HASANKEYF VE DİĞERLERİ…
Albay Reşat Bey Çigiltepe Şehitligi’nin bir tek görevlisi bile yok!.. Yolu yok ki, görevlisi olsun!.. Ya Zeugma, Hasankeyf ve diğer antik kentler!.. Efes, Didim, Perge, Side, Bergama, Kapadokya, Antakya, Milas, Afrodisias, Troya, Alacahöyük ve daha pekçokları… Elbette uygarlıkların kesiştiği ülkemizde mevcut tüm tarihsel miras, bizim olduğu kadar insanlığın da malı. Korumak, sahip çıkmak hepimizin ulusal görevi!.. Halen binlerce yerli-yabancı arkeolog bu eski uygarlıkların kalıntıları üzerinde çalışmakta. Hatta Türkiye, kıt kaynaklarını bu kalıntıların ortaya çıkarılması, korunması ve sergilenmesi için tahsis ederken bile “yetersiz”likle suçlanmakta; uluslararası platformlarda köşeye sıkıştırılmakta. Örnek mi?!. İşte Zeugma ve de Hasankeyf!..
Bir bölümü Birecek Barajı gölü altında kalacak olan Belkıs (Zeugma) Antik Kenti’nde Türk, İngiliz, İtalyan, Fransız, İspanyol, Yeni Zellandalı, Avustralyalı, Almanyalı ve Amerikalı 102 arkeolog çalışmakta. İşçilerin sayısı ise 210. Kentin su altında kalması sözkonusu olmayan bölümündeki çalışmaları ise 8 Türk ile İngiliz, Fransız ve Avustralyalılardan oluşan toplam 30 yabancı arkeolog ve de 90 işçi sürdürmekte. Kazı çalışmaları ile ilgili olarak Kültür Bakanlığı’nın tüm olanaklarının yanısıra, dış yardımlar da kullanılmakta. Örneğin, bu iş için 5 milyar dolar yardım yapan ve bir o kadarını daha verebileceğini taahhüt eden Hewlett Packard’ın patronu, şimdiden “Zeugmanın Babası” ilân edildi bile (2). Esas fedakârlığı yapan, kıt ekonomik kaynaklarını binlerce tarihi eser bakımsızlıktan harap haldeyken Zeugma ve Hasankeyf’e tahsis eden Türkiye, acaba dış ülkelerde takdir ediliyor mu?!.
Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi’ne (GAP) öteden beri karşı olan AB ülkeleri, GAP çerçevesinde yapılacak barajların altında Zeugma ve Hasankeyf gibi 1135 antik kentin kalacağını iddia ederek, Türkiye’yi kültürel vandalizm ile suçlamaktalar. Ancak son yıllarda -özellikle de Türkiye’nin AB aday üyeliğinin sözkonusu olmasıyla- bu söylemde daha ileri giden AB üyeleri, Türkiye’nin bu barajlarla, açıkça “Kürdistan”ın ya da en hafifinden “Mezopotamya”nın tarihini yok etmeye çalıştığını iddia etmeye başladılar. Hatta o kadar ki, 50 Kürt (!) köyünün yanısıra, efsanevi (!) Kürt lideri Abdullah Öcalan’ın doğup yetiştiği köyün bile sular altında bırakılarak bir ulusun tarihinin yokedilmeye çalışıldığını; bunu da Türk Hükûmetlerine Türk Silahlı Kuvvetleri’nin empoze ettirdiğini öne sürdüler. Avrupa Basınında, “insan hakları” ile özdeşleştirilen ayrılıkçı kürt terörizmine himaye kapsamında, sözkonusu antik kentlerin malzeme olarak kullanılmasından vazgeçme gibi bir emare görünmemektedir. Örneğin, Kültür Bakanlığı’nın ve Türk arkeologların iyi niyetli çabaları hiçbir şekilde haber konusu olmazken, “uygar Avrupalı arkeologların” çalışmaları ve de buna koşut olarak bölgedeki HADEP’li belediye ve baro başkanlarının Türkiye karşıtı konuşmaları, Zeugma ve Hasankeyf haberleri içinde ağırlıklı olarak yeralmaktadır
(3). Kısaca, Türkiye’nin bu iki antik kentin kurtarılması doğrultusunda attığı her adım ise, aleyhimize bir propaganda kurşunu olarak geri dönmektedir.
İNGİLTERE VE ALMANYA’NIN BÖLGEYE ÖZEL AJİTASYON POLİTİKALARI
Bilindiği gibi, Dicle üzerindeki en kapsamlı hidoelektrik barajı olarak yapımı öngörülen Ilısu Barajı, İsviçre’den Sulzer Hydro, İngiltere’den Balfour Beatty, Türkiye’den Nurol firmalarının başını çektiği uluslararası bir konsorsiyuma “yap-işlet-devret” yöntemi ile Refah Partisi iktidarı tarafından verilmiştir. 2008 Yılında bitirilmesi öngörülen 1200 megavat gücündeki barajın yaklaşık 1.5 milyar dolara maledilmesi sözkonusudur. İnşaatin finansmanını ise ağırlıklı olarak İngiltere ve İsviçre’nin yanısıra, Almanya, ABD, İtalya, İsveç gibi ülkelerin finans kurumlarınca karşılanacaktır. Türkiye’nin enerji politikası içinde son derecede önemli yere sahip olan bu barajın yapımını engellemeyi stratejik çıkarları açısından doğru bulan İngiltere, ilk iş olarak konsorsiyumun ikinci büyük firması olan Balfour Beatty’e ihracat kredi güvencesi vermeyerek konsorsiyumdan çekilmesini sağlamıştır. Bununla da yetinmeyen İngiltere, “Kürt uygarlığının yokedilmesine karşı duyarlılık” maskesi altında, sözkonusu baraj yapımının Türkiye üzerinde demoklesin kılıcı gibi kullanılması doğrultusunda her fırsatı değerlendirmekten de geri durmamıştır. Örneğin, MI5 ile bağlantısı deşifre olmuş milletvekillerinden eski içişleri bakanı Peter Loyd ile İşçi Partisi milletvekili ve İngiliz İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ann Clwyd, Temmuzun 2000’in ortalarında Türkiye’ye ani bir ziyarette bulunmuşlardır. İki kişilik heyetin gezisinin ilk durağı ise -artık adet olduğu veçhile- Diyarbakır’dır. Gerek bu şehirde ve gerekse Batman’da, Hasankeyf’de izinsiz olarak İnsan Hakları Derneği başta olmak üzere bölücülüklerini gizlemeye gerek duymayan kuruluşların yöneticileri ile görüşen heyet başkanı Ann Clwyd, amaçlarının baraja kredi verip vermeme konusunda İngiliz Hükûmeti’ni bilgilendirmek olduğunu, Suriye ve Irak gibi barajın yapımından etkilenecek ülkelerin durumlarını da inceleyeceklerini açıklamıştır. Oysa, bu tarihte İngiliz şirketinin konsorsiyumdan çekildiği, kredinin verilmeyeceği çoktan belli olmuştur. İşin en acı ve en üzücü tarafı da, heyete refakat eden kişinin yani Şule Bucak’ın, Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Sekreter Yardımcısı olmasıdır. Bölge halkını açıkça provoke eden bu izinsiz ziyaretçilerin pasaportları, prosedüre uygun olarak Batman’da kaldıkları otelden alınarak Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüğünde, İngiliz kışkırtıcıların haklarını savunmak da maalesef bu refakatçıya kalmıştır. Acaba diye düşünürsünüz, Kuzey İrlanda’ya bir Türk parlamenter heyeti gitse de – tabii nerede o misilleme cesareti ve nerede o vatanseverlik?- IRA’nın üst düzey yöneticileri, legal kuruluşları ve düz militanları, hatta MI5 kurbanlarının aileleri ile görüşmeler yapması mümkün olabilir miydi?!. Elbette ki, uçakta üzerlerine aeresol sıkılmasına tepki gösteremeyenlerin, örneğin Dublin’de başlarına ne geleceklerini tahmin bile edilemez. Diğer taraftan en az onun kadar acısı da, Batman Valisi İsa Parlak’ın, büyük bir sorumsuzlukla, olmayan suçu polislere “işgüzarlık” ithamıyla atarak İngilizlerden özür dilemesidir..
Bu olay, İngiltere’nin bölgeye yönelik yüzlerce, binlerce provokasyon girişiminden sadece biri, Zeugma’ya ilişkin olanıdır. Almanya’ya gelince, bu ülkenin Anadoluya yönelik ağırlıklı istihbarat ve jeofizik araştırmaları yapan iki-üç meslekli (!) arkeologlarının sicilleri, tıpkı İngiliz, Fransız, ABD’li meslekdaşları gibi olumsuz. Aralarında tek-tük bilim adamları var, o da görüntüyü kurtarmak için
(4). Alman arkeologların diğer Batılı arkeolog görünümlü istihbarat servisi ajanlarından en önemli farkı, etnik kışkırtıcılığın yapılmasının ve de GAP’ın sekteye uğratılmasının yanısıra, bu topraklarda dedelerinin izlerini aramakta olmalarıdır. Alman kafatasçı-ırkçı sözde bilim adamlarının teorilerine göre, Truva’dan başlıyarak Güneydoğu Anadolu’ya kadar inen hatta, mezar kazılarında elde edilen kafataslarından, Alman ırkının vaktiyle buralarda yaşadığı iddia edilmektedir
(5).Dünyada belki de en çok casus ve etki ajanının tabiri caizse -at koşturduğu- ülke olan Türkiye’ye gelince, Türk devleti tek kelime ile uyumaktadır. Gündemi istedikleri gibi değiştirme gücüne sahip etki ajanı gazetecilerin, politikacıların, akademisyenlerin ve işadamlarının güdümündeki Türkiye’nin ulusal çıkarlara dayalı politikalar üretmesi ve uygulaması olanaksız hale getirilmiştir. Örneğin, arkeoloji alanında acilen alınması gerekli önlemleri içeren bir devlet politikası bulunmamaktadır. Oysa, hükûmetler değişse de değişmesi sözkonusu olmayacak bir arkeoloji politikasının hayata geçirilmesinin zamanı çoktan gelmiştir, hatta geçmektedir
(6). Yarın, Birecik Barajının yanısıra diyelim ki Ilısu Barajı da tüm engellemelere karşın bitirildi. Bu taktirde bu yerli-yabancı ajan arkeologlar, ekip halinde örneğin Fırtına Vadisi’ne gideceklerdir. Burada pontus sömürüsü ve kışkırtıcılığı yapılırken, arkası kesilmeyecek ve akabinde Yortanlı, Kargamış, Çine, Munzur, Çoruh ve diğer baraj projelerinde boy göstermeye devam edeceklerdir. Kısaca, tarihsel miras adına, İkinci Dünya Savaşı’nda Hiroşima, Nagazaki, Varşova, Volvograd gibi yüzlerce şehirdeki tüm tarihsel eserleri, hem de üzerinde yaşayanlarla birlikte yokeden bu ülkeler, bir taraftan Türkiye’ye arkeoloji ve uygarlık dersi verirken; diğer taraftan da ülkemizin enerji gereksinimi için hayati önem taşıyan bu projeleri engellemenin de ötesinde, baraj havzalarında etnik ve dinsel bölücülüğü kışkırtmaktan, Türkiye’yi bu bahanelerle köşeye sıkıştırmaktan geri durmayacaklardır. Buna karşılık, özellikle Türk basınındaki etki ajanları, bu provokasyonlara alkış ve de çanak tutarken, sözkonusu ülkelerin -ki hepsi de topyekûn imha silahlarının üreticisi konumundadırlar- şirketlerinin Türkiye’de nükleer enerji santrallerinin yapılmasına ilişkin baskı girişimlerine sessiz kalmaya devam edeceklerdir. Keza, hiç kimse ve hiçbir akademik kuruluş, 20. Yüzyılda cereyan eden tüm savaşlarda, silah üreticisi ülkelerin ürünleri ile dünyada yokedilen -canlılardan vazgeçtik- tüm tarihsel mirasın envanterini çıkarma gibi bir duyarlılık ve de sorumluluk gösterememektedir. Bu duyarlılık (!) ve sorumluluk (!) sadece Türkiye için mi sözkonusu edilmektedir?!. Tipik bir örnek olmak üzere, topyekûn imha silahlarının yanında en masumu sayılan ve Alman Krauss-Maffei Wegman firmasınca üretilen Leopard 2A5 tanklarının menzil mesafesinde canlı cansız tüm varlıkları yokettiği gerçeği, Türkiye’deki etki ajanlarını hiç mi hiç ilgilendirmemektedir. İnsanlık ve uygarlik havarisi bu ülkelerin ürettikleri silahlar, acaba tarihsel mirasın çevresine çiçek dikmeye mi yaramaktadır?!.
DÖNÜŞ YOLUNDA…
Evet, dönüş yolunda, Zeugma’ya ve diger antik merkezlere harcadigimiz para, zaman ve de gösterdigimiz ilgi ile aldigimiz sonuçlarin ister istemez muhasebesini yaparsiniz. Toz bulutu içinde bir yandan önünüzü görmeye çalişirken, Albay Reşat Beyin bu ülkenin kurtuluşu ugrunda caniyla gösterdigi duyarliligi takdirle hatirlarsiniz; Çigiltepe’de çadirinda telsizin yanibaşindaki masada şakagindan kanlar sizan hayali gelir gözlerinizin önüne. Sonra, O’na ve O’nunla birlikte bizler için, gelecek nesiller için can veren gencecik şehitlerimizi düşünürsünüz geride toz bulutu içinde göremediginiz şehitlikte kalan. Lanet edersiniz, birakin hatirlamayi, Onlara bir yolu bile çok gören gelmiş geçmiş ilgili yöneticilere!..
Otomobilinizin amortisörü kırıldığında ya da lastiğiniz patladığında anlarsınız ki, Büyük Atatürk’ten sonra Türk Ulusu kendini yönetme iradesini kaybetmiş; tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi kaybettirilmiş!.. Türkiye’yi Türk olmayan ya da Türklük bilincinden yoksun, etnik ve dinsel özürlü, son dönem Osmanlı mantığına sahip politikacılar yönetmekte!.. Irkçılığın insanlık suçu olması gereken yeni bir binyılda, en az kendilerini yöneten Batılı devletlerin ırkçıları ölçüsünde Türkiye’ye ve Türk Ulusuna düşman, Türk vatandaşı etnik ırkçıların varlığını hissedersiniz, bunca ihmal edilmişliğin arkasında. Türkiye’yi yönetmeye talip FP’de, MHP’de, DSP’de, CHP’de, DYP’de, ANAP’da ve hiç ayırımsız diğerlerinde ve de en önemli makamlarda, basının köşebaşlarında Vahdettinlerin, Ali Kemallerin, Damat Feritlerin, Dürrizade Abdullahların, Kambur İzzetlerin, Mustafa Paşaların, Suphi Paşaların yaşamakta olan ruhlarını hissedersiniz. Anlarsınız ki etnik bellek kaybolmamıştır. Onlar, bu ülkede sadece Türkler yok diye, neredeyse Türküm demeyi yasaklayarak “Türkiye halkları”, “Türkiye müslümanları” gibi yapay etnik kimlik yapıştırmaya kalkışırlar bizlere. Ve hiç kimse de çıkıp söylemez ki, Türk Ulusuna karşı bu yapılanlar, manevi bir soykırımdır, etnik ırkçılık suçudur diye.
Yarım saatlik bu zorlu yolculukta, hızla düşünecek çok zamanınız vardır. Sorarsınız kendi kendinize, Atatürk’ün, Reşat Bey gibi şehitlerimizin manevi mirasçıları, gerçek Türkler nerede? Osmanlı’dan hiç ders ve ibret almadan, neden bunca hakarete, aşağılanmaya, sömürülmeye ve zillete karşı ses çıkarmamaktadırlar? Oysa biliriz ki, Türkler ağırlıklı olarak Asker Ocağı’nda, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yaşamakta. Türkleri, vergisini kuruşuna kadar ödeyen mükellefler arasında, PKK kurşunlarına aldırış etmeksizin Güneydoğu’da ve de yurdun ücra köşelerinde mahrumiyet içinde ders veren öğretmenler arasında; kolunu, bacağını, gözünü kaybetmiş gaziler arasında; Türk Bayrağına sarılı tabutlar içinde baba ocağına dönenler arasında; fabrikalarda, tarlalarda, devlet dairelerinde sefalete mahkûm bir gelir düzeyinde yaşamak zorunda bırakılan emekçiler arasında; Türkiye’yi yurt içinde ve yurtdışında yücelten bilim adamları, sporcular arasında; Türkiye Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğine inanan Cumhuriyet aydınları arasında; kısaca yönetenler, sömürenler değil de, yönetilenler, sömürülenler arasında görebilirsiniz…
Yolun sonunda, geride kalan, belki de kimbilir ne zaman bir kere daha ziyaret edeceğiniz bu Şehitliği hatırlamaya çalışırken, ister istemez birileri gözlerinizin önünden adeta resmi geçit yapar: Şevki Yılmaz, Cüneyt Ülsever, Hasan Mezarcı, Gülay Göktürk, Necmeddin Erbakan, Süleyman Demirel ve de aile fotoğrafındakiler, Fethullah Gülen ve hâmisi Bülent Ecevit, Abdullah Öcalan, Etyen Mahçupyan, Taner Akçam, Halil Berktay, Mehmet Ali Birand, Altan kardeşler, Mesut Yılmaz, Halil Bezmen, Nazlı Ilıcak, Haşim Kılıç, Mehmet Eymür ve Yeşil, Abdullah Çatlı, Doğu Ergil, Fehmi Koru, Yılmaz Karakoyunlu, Oya Akgönenç, Merve Kavakçı, Abdurrahman Dilipak, Taha Akyol, Mehmet Ali Ağca, İhsan Doğramacı, Akın Birdal, Mehmet Barlas, Erkan Mumcu, Ali Kalkancı, Sami Selçuk, Müslüm Gündüz, Hüsamettin Özkan, Saidi Nursi, Tansu Çiller, Hüseyin Velioğlu ve daha onbinlerce Türk vatandaşı… Kendinizi tutarsınız, çünkü o toprakların her karışı şehitlerimizin kanları ile sulanmıştır… Asfalta, Ankara’ya doğru çıktığınızda anlarsınız ki, yol daha yeni başlamaktadır… Her türlü etnik ırkçılığa, sahte demokratlığa, sömürüye ve gericiliğe karşı Türk olmanın, Cumhuriyet aydını olmanın inanç ve gururu ile… Türk Ulusu’nun layık olanlarca yönetilmesi, yönetimi ele alması kararlılığı ile…
DİPNOTLAR:
1-Aziz naaşı Sandıklı’da defnedilmiş olan Albay Reşat Bey, askeri yaşamında üstün cesaret ve sevk yeteneğiyle çok sayıda madalya (mecidi nişanlari, gümüş muharebe, liyakat, tahlisiye, Alman ve Avusturya-Macaristan savaş madalyaları) sahibi olmuştur. Şehadetinin sonrasinda T.B.M.M. kendisi adına ailesine İstiklal Madalyası takdim etmiştir. Ailesi, soyadı kanununu müteakip “Çigiltepe” soyadını almıştır. Bu mütevazi ama sınırsız onurlu Kahramanın, kendisi gibi mütevazi ve onurlu ailesinin nerede olduğu bilinmemektedir. Oysa ki, Türk Ulusu, bu şehidin geride bıraktıklarına şükran ve saygı duygularını bir şekilde ifade etmek zorundadır.
2-Çiğiltepe’de 15 dakika gecikme ile kazanılan zaferi ve Türk askerinin inancını, o tarihi anı yaşayarak yaşatan Cenab Ozankan şöyle ifade etmektedir:
ÇİĞİL TEPE
İnatla dayandı düşman
Yerden bitercesine çoğala, çoğala,
Mermiyle vur,
Dipçikle vur,
Tükenmez gâvur oğlu gâvur.
N’edersin alamadık Çiğiltepe’yi,
Şehit verdik
Yiğit Reşat Beyi,
Tövbe ettik yaşamaya…
Daha gidecek can varmış helâlinden,
Kader bu ya…
Gün ışığında karardı benzimiz
Vıcık vıcık gömleğimiz
Kan akar her damardan.
Sonunda
Söktük hepsini topraktan
Yalın ellerimizle,
Göz yaşimizda parladi Çigiltepe,
Bir nur…
İnanmıştık: Şehitler ile
Mustafa Kemal Paşa
Bizi korur…
3-Avrupa Basınında yer alan ve Güneydoğu bölgesinden açıkça “Kürdistan” olarak bahsedilen haberlerin temel kaynağı, maalesef sadece HADEP’li yerel politikacılar ya da yerel yöneticiler değil. Tıpkı İstanbul Barosu Başkanı ve yönetimi örneği gibi, farklı partilere mensup yerel yöneticiler de bu tür açıklamalarla yakından ilgili. İşte, hem de Türk Basınında yayınlanmış bir haber ve Türk Devletinin vurdumduymazlığı, ilgili kişiyi hala görevde tutan sorumluların sorumsuzluğu:
“ILISU BARAJINI İSTEMEYEN BELEDİYE BAŞKANINA SANSÜR: İngiltere İşçi Partisi Milletvekili Ann Clwyd ile İçişleri eski Bakanı Peter Loyd’un Hasankeyf Belediyesi’ni ziyaretinde ilginç bir olay yaşandı. İngiliz milletvekilleri, yapılacak olan Ilısu Barajı hakkında görüşmek için DYP’li Hasankeyf Belediye Başkanı Abdulvahap Kusen’i makamında ziyaret etti. Barajın yapılmasına Hasankeyf antik kentini sular altına bırakacağı gerekçesiyle karşı çıkan Kusen, düşüncelerini İngiliz milletvekillerine anlatamadı. Çünkü görüşmeye davetli olmadıkları halde ilçe kaymakamı Ahmet Erdoğdu ile ilçe jandarma komutanı da girdi. Belediye Başkanı Kusen bu görüşmede İngiliz milletvekillerinin soruları karşısında sadece yüzeysel bilgiler verdi. İngiliz milletvekilleri görüşme sonunda, belediye başkanının konuya hâkim olmadığını ve kendilerine yeterli bilgi veremediğini söylediler. Ancak, heyet Hasankeyf’den ayrılıp, Batman’a döndüğünde, Belediye Başkanı Kusen heyeti telefonla arayarak, kendisinin “Kaymakam ve jandarma komutanının yanında düşüncelerini açıklayamadığını” belirterek, barajın yapımına belediye başkanı olarak karşı olduğunu, yöre halkının da bu işi istemediğini belirtti (Hürriyet, 16.7.2000)”.
4-Alman jeolog, jeomorfolog ve jeofizikçilerinin ve de istihbaratçılarının arkeolog kimliğinde Osmanlı İmparatorluğu’na ilk geliş tarihi 1889’dur. Bu tarihte İstanbul’a gelen ve daha sonra 1898’de ikinci kez İstanbul’un yanısıra Hayfa, Kudüs, Şam ve Beyrut’u da ziyaret eden Alman İmparatoru II. Wilhelm’in maiyetinde gelen sahte arkeologların faaliyetleri, II. Abdülhamit’in İstihbarat Servisi tarafından da saptanmış; ancak ikili ilişkilerin zedelenmemesi açısından herhangi bir yaptırım uygulanmamıştır. Daha sonra, ajan arkeologlar, Alman Doğu (Orient) Enstitülerinin yanısıra son dönemde de İstanbul’daki Alman Arkeoloji Enstitüsü kadrolarında faaliyet göstermeye başlamışlardır. Almanlardan daha çok etkin olan İngiliz ajan arkeologlarının şüphesiz en ünlüsü, T. Edward Lawrence’dir. Lawrence’in Araplarla dikkat çekmeden ilişki kurmasında, arapçasını ilerletmesinde ve bölgeyi tanımasında arkeolog kimliğinin rolü büyük olmuştur. Bugüne kadar Türk topraklarında faaliyet gösteren binlerce ajan arkeolog arasında, özellikle Michael Buch, D. Hogarth, Delbrueck Herzfeld, Gertrude Bell, Manfred Korfmann ve F. Hans Günther başı çekmektedir. Maalesef, bu ajan arkeologların bir teki hakkında bile ne Osmanlı döneminde ve ne de Türkiye Cumhuriyeti döneminde tutuklama, soruşturma ya da sınırdışı işlemi yapılmamıştır. Bu dokunulmazlık, ancak, her iki dönemde de devlete egemen etki ajanlarının gücü ile açıklanabilir.
5-Türkiye’nin değişmez bir arkeoloji politikası oluşturulurken, öncelikle ve acilen alınması gerekli önlemler de hayata geçirilmelidir. İşte birkaç öneri: A) Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma ve MİT bünyesinde birbirleriyle koordineli çalışan “Arkeoloji Şubesi” ihdas edilmelidir. Bu şubeye, mutlaka arkeoloji, antropoloji ve sosyal antropoloji dallarından mezun, yabancı dil bilen uzmanlar istihdam edilmelidir. Arkeoloji Polisi’nin yeralmadığı hiçbir kazıya izin verilmemelidir. Arkeoloji Polisi istemeyen yabancı kazı gruplarına önceden verilmiş izinleri behemahal iptal edilmelidir. Silah taşıma ve kullanma yetkisi olan Arkeoloji Polislerinin sayısı, kazı alanının yer ve büyüklüğünün yanısıra, bölgedeki terör riski ve yerli işbirlikçilerin yaratabileceği tehdit potansiyeli de dikkate alınarak belirlenmelidir. Ajan arkeologların saptanmasından, buluntuların kazı alanı dışına izinsiz çıkarılmasının önlenmesi, hatta kazı makinaları, inşaat kepçeleri kullanarak buluntulara zarar veren yerli-yabancı arkeologların en Dünyanın en sapık faşist söylemcileri arasında yer alan Alman ırkbilimcileri, üstün ve saf Alman ırkının, tarihi Aryenlere dayandığını iddia etmektedirler. Onlara göre, dolikisefal kafatasına sahip Aryenlerin, yani Almanların büyük büyük atalarının (!) varlığı, Anadolu’nun bir Alman vatanı olduğunu ispatlamaktadır. Bu sapık söyleme -ki teori bile denemez- göre, Hititler de Aryenlerden gelmektedir. “Aryen Nesi”ler Ankara’nın, “Aryen Pala”lar Çorum-Afyon arasının, “Aryen Selukid”ler de Zeugma’nın asıl sahipleridir. İşin ilginç tarafı, Kürtler ve Urartuların devamı (!) Ermenilerin de Aryenlere dayandığını iddia eden Prof.Dr. Jörg Wagner, F. Hans Günther gibi Alman arkeologlar (!), kendilerinin daha farklı olarak Aryenlerin en saf ve asil boyundan geldiklerine inanmaktadırlar. Böylece, Türkiye’deki “47 ayrı etnik halk”ın mevcudiyetini ispatlama gayreti içine giren Almanya, PKK’ya verdiği desteğin meşruluğunu ırk akrabalığı ile sağlama almaktadır. Ne var ki, küçük mü küçük bir ayrıntı, dikkatlerden kaçmaktadır: Teoriye göre, Aryen ırkı, uzun kafalı, uzun boylu, mavi gözlü ve sarışın bir tipolojiye sahiptir. Simsiyah saçlı, kara gözlü Ermenilerle, benzer tipolojiye sahip Kürtler arasındaki birliktelik, ideal Aryen tipolojisine hiç mi hiç uymamaktadır. Bu tuhaf Alman söylemcilerine göre, Osmanlı Devleti’nin kurucularından Orhan Gazi de Aryen ırkına sahiptir (mavi gözlü, sarışın, uzun kafalı ve uzun boylu) ama ne hikmetse dedesi, babası, kardeşleri ve de çocukları brakisefal kafatasına sahip Türklerdir. Bu söylemciler arasında yer alan Manfred Korfmann, bizzat geliştirdiği tezi (!) ile Yunan faşisti arkeologları bile çileden çıkaracak varsayımlarda bulunmaktadır. Ona göre, Truva uygarlığının Helen uygarlığı ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Çünkü Troya uygarlığı, özgün bir Aryen uygarlığıdır ve buna göre Anadolu, Avrupa’nın ayrılık kabul etmez bir etnik uzantısıdır (tabii ki işgalci (!) Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir parçasıdır). Bu iddialar sonucu, Alman nazilerinin gözünde, Türkiye “arka bahçe” olmaktan çıkmış, büyük Alman evinin bir “zimmer”i olmuştur…
6-)gellenmesi,
A)Polis Arkeologların asli görevleri arasında yeralmalıdır. Kazı izinlerinin verilmesinde, yurda girişi yasaklanacak arkeologların saptanmasında, istihbarat kuruluşlarının Arkeoloji Şubeleri’nin onayı mutlaka aranmalıdır.
B) İstanbul’daki Fransız İstihbarat Örgütü DGSE ile bağlantılı faaliyet sürdüren Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ile Alman Dış İbtihbarat Örgütü BND ile bağlantılı faaliyet sürdüren merkezi Beyrut’taki “Morgenlaendische Gesellschaft’a bağlı Orient Enstitüsünün İstanbul Şubesi öncelikle kapatılmalıdır. Fransa’da ya da Almanya’da MEB’na bağlı ilkokullara bile izin vermeyen bu iki devletin itirazları, “Mütekabiliyet (Karşılılık) İlkesi” çerçevesinde bertaraf edilmelidir. Aynı şekilde, Alman Vakıflarının tümünün Türkiye Temsilcilikleri başta Türk solunu ve şeriatçı kesimini kontrol altında tutmakla yükümlü Konrad Adenauer Vakfı olmak üzere acilen kapatılmalıdır. Keza, Türk Devletinin en gizli olması gereken makamlarına ve hatta sosyal-dinsel-etnik istihbarat sağlama çerçevesinde köylere kadar inen, Türk NGO’larını yönlendirmeye çalışan Frederich Ebert Vakfı, yerel yönetimlerde işbirlikçi sağlamayı amaçlayan Frederich Naumann Vakfı, etki ajanı konumundaki Türk kuruluşlarını organize edip yönlendiren Heinrich Böll Vakfı, siyasal kürtçülere lojistik destek sağlayan “Alman Bilim ve Politika Vakfı”, temsilciliği olmamasına rağmen Almanya sempatizanı etki ajanlarını bulmak ve yetiştirmekle yükümlendirilmiş Robert Bosch Vakfı, Türkiye’deki her türlü etkinliklerine kesinlikle izin verilmemesi (yasaklanması) gerekli olan Alman kuruluşlarının içine dahil edilmelidir. Mutlaka ve mutlaka sınırdışı edilmesi ve bir daha asla Türkiye’ye giriş yapmalarına izin verilmemesi gereken Alman ajan arkeologları, gazetecileri, sözde vakıf uzmanları ve temsilcileri ile misyonerleri arasına şu isimler dahil edilmelidir: Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün Müdürü Prof.Dr. Paul Dumont ve Enstitü kadrosundaki tüm uzmanlar, başta Dr. Wulf Schönbohm olmak üzere tüm Alman vakıf temsilci ve uzmanları, askeri istihbarat uzmanı general Jörg Schönbohm, Türkiye karşıtı tüm araştırmaların finansmanını sağlayan -ki bu kapsamda CNN muhabiri Kemal Can, Samanyolu TV’den Etyen Mahçupyan, Birikim Dergisi Tanıl Bora, Tansu Çiller’in eski danışmanı Şükrü Karaca, gibi kişilere telif adı altında teşvik bedelleri ödendiği bilinmektedir- ve Alman arkeologlarının Türkiye’deki tüm koordinasyonunu gerçekleştiren Orient Enstitüsü İstanbul Şubesi Müdürü Dr. Günter Seufert, yardımcısı Christopher Kubaseck, Alman Denizaşırı Enstitüsü içinde faaliyet gösteren Alman Doğu Enstitüsü’nün Başkanı Udo Steinbach, Alevi ve Kürt uzmanı Heidi Wedel, gazeteci Horst Bacia, Rainer Hermann, Prof.Dr. Jörg Wagner, Prof.Dr. Manfred Korfmann ve daha yüzlerce Türk düşmanı- ırkçı Alman BND ajanı… Hiç şüphesiz bunların sınırdışı edilip bir daha ülkeye sokulmaması, Türkiye’ye olumsuz müdahale sürecini durdurmaz, sadece geciktirir. Bu itibarla, Alman istihbaratçıların ve ajan arkeologların geçici olarak gözden kayboldukları Alanya’daki yüzlerce BND “safe-house”unun saptanması ve bağlantılı Alman görevlilerinin de deşifre edilmesi gerekir (halen önemli bir kısmı Alanya’da olmak üzere Akdeniz ve Ege kıyılarında 100.000’e yakın Alman vatandaşı sürekli ikamet etmektedir).
C) İtalyan arkeologlarının koordinasyonunu üstlenen “Centro di Conservazione Archaeological” grubu ile ABD’li arkeologları temsil eden “Oxford Archaeological Unit” ve de İngiliz arkeologları temsil eden doğrudan MI6, görüntü olarak da “British Council” ile bağlantılı grupların Zeugma, Hasankeyf başta olmak üzere, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki, Karadeniz ve hatta Orta Anadolu’daki kazı izinleri tümüyle iptal edilmelidir. Kazı izinlerinin sadece etnik ve mezhepsel açıdan risk taşımayan bölgelere kaydırılması şarttır. Burada da, Türkçenin yanısıra, kürtçe, lazca, gürcüce gibi yerel dilleri bildiği anlaşılan ve de halkla sıkı ilişkiler içine giren yabancı arkeologların çalışma izinlerinin derhal iptali ile sınırdışı edilmeleri cihetine gidilmelidir.
D) BND’nin arkeologlarını yetiştirdiği Tübingen Üniversitesi ile Türk Üniversitelerinin Arkeoloji Bölümleri arasında mevcut her türlü ilişki kesinlikle sonlandırılmalıdır.
E) Zeugma, Hasankeyf, Fırtına Vadisi, Kargamış, Munzur gibi hedef bölgelere giden ajan arkeologlar, gerek mülki yöneticileri ve gerekse kolluk kuvvetleri tarafından derhal tecrit edilerek gereği yapılmalı; tarifeli uçak listelerinin yanısıra, bölgeye sefer yapan ve yabancılar tarafından kiralanan uçak ve helikopterlerin bildirimleri de günlük kontrolden geçirilmelidir. Diyarbakır, Batman, Gaziantep, Trabzon gibi şehirlerimizdeki otel kayıtları da sürekli kontrol altında tutulmalıdır. Tüm bu önlemler, yasakçı bir devletin yaptırımları olarak değil; özgür ve bağımsız kalmak isteyen, parçalanmak istemeyen bir ulus-devletin kendini savunma mekanizması içinde ve kontr-espiyonaj faaliyetleri kapsamında değerlendirilmelidir. Ölçüt, isteyen Türk arkeologlarının Almanya’da, ABD’nde, İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da kazı yapmak istemeleri durumunda önlerine çıkarılacak yasaklar, sınırlamalar ve formalitelerdir. Türkiye, her önüne gelen servis ajanının dilediği yerde, dilediği ekip ve ekipmanla kontrolsüz kazı yapacağı, arada ajitasyon ve espiyonaj faaliyeti yürüteceği bir “yol geçen hanı” konumunda olmamalıdır. Gerçek bilim adamı olan yabancı arkeologlar, hiç şüphesiz bu kapsam dışındadırlar ve de saygıya lâyıktırlar. Önerdiklerimiz, bu bağlamda demokratik ülkelerde yürürlükteki prosedüre uygundur ve hatta eksiktir…
Posted in Uncategorized
Leave a comment
EMPERYALİZM – BOP * SURİYE/ İSRAİL * Davutoğlu’nun Golan Tepeleri dosyası
Davutoğlu’nun Golan Tepeleri dosyası
Mehmet Ali Güller 19/12/2024
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu Suriye’deki işgali sürdürmeyi şöyle gerekçelendiriyor: “İsrail’in güvenliğini sağlayacak başka bir düzenleme bulunana kadar bu önemli noktada (Hermon Dağı’nda işgal edilen tampon bölge) kalmaya devam edeceğiz” (AA, 17.12.2024).
HTŞ lideri Colani ise “Suriye’nin İsrail’e saldırılar için kullanılmasına izin vermeyeceğiz” diyor ve ekliyor: “İsrail’in gerekçesi Hizbullah ve İran’ın varlığıydı, bu gerekçe ortadan kalktı” (cumhuriyet.com.tr, 17.12.2024).
İsrail’in “güvenlik sorunu” yalanı
İsrail için “güvenlik sorunu”, saldırganlığın ve işgalin gerekçesi ve perdesidir. İsrail’in bir güvenlik sorunu yok, tersine İsrail’in komşularının güvenlik sorunu var. Çünkü İsrail saldıran, Filistin dahil komşuları ise savunan durumdadır.
İsrail’e karşı açılan savaşlar temelde bir savunma savaşıdır, çünkü ilk saldıran, işgal eden, yayılan, başkasının toprağına el koyan ve doymayan, sürekli genişleme peşinde olan İsrail’dir.
Dolayısıyla bu genişlemeye karşı son 70 yılda açılmış tüm savaşlar, gerçekte bir savunma savaşıdır. Arap-İsrail savaşları da, Hizbullah’ın İsrail’e saldırıları da, Hamas’ın Aksa Tufanı da, Husilerin eylemleri de, İran’ın füze saldırısı da özü itibariyle son tahlilde “savunma” düzlemindedir.
Davutoğlu’nun gri propagandası
İsrail hep saldıran taraftır. Şimdi de 1967’den beri işgal ettiği Suriye toprağı Golan Tepeleri üzerinden genişlemeye uğraşıyor. Bu sonuca yol açanlar ise tarihsel kabahatlerini örtmek için “Esad-İsrail işbirliği” propagandasına soyunuyorlar. Örneğin Ahmet Davutoğlu “baba Esad ve oğul Esad İsrail’e tek kurşun atmadı” diyor. Sanırsın Davutoğlu, başbakanlığı döneminde Filistin davası için İsrail’i füze yağmuruna tutmuştu!
Siyasal İslamcıların benzer tutumu, İran konusunda da var. Anımsayın, İran’ın İsrail’e füze saldırısını “danışıklı dövüş” diye damgalamaya çalıştılar.
Oysa “Suriye İsrail’e tek kurşun atmadı” ve “İran’ın İsrail’e saldırısı göstermeliktir” türünden siyasi açıklamalar, hem “peki sen naptın” sorusunu doğuracaktır ama hem de doğru değildir.
HTŞ lideri Colani’nin ”İsrail’in gerekçesi Hizbullah ve İran’ın varlığıydı, bu gerekçe ortadan kalktı” açıklaması bile tek başına bu iddianın doğru olmadığını ortaya koymaya yetmektedir. Çünkü İsrail’e tek kurşun atmadığı iddia edilen Esad’ın yönettiği Suriye, İsrail’e karşı direniş cephesinin tam göbeğiydi. Öyle olduğu için de ABD ve İsrail, Esad yönetimini yıkmak ve Suriye’yi parçalamak istiyordu.
Obama’nın üç talebi
Öte yandan Davutoğlu bugün bir “Esad-İsrail işbirliği” propagandası yaparken, en hafifinden tarihe karşı yalan söylemektedir. Çünkü Esad’dan Golan Tepelerini vererek İsrail’le işbirliği yapmasını isteyen bizzat kendisidir!
Davutoğlu’nun İsrail’le işbirliği tavsiye ettiğini, kendisiyle görüşen CHP heyetine bizzat Esad açıkladı. Heyetteki eski Hatay Milletvekili Refik Eryılmaz’ın 2012’den itibaren çeşitli gazetelerde yer alan aktarımına göre Esad şöyle dedi: “Davutoğlu ile yaklaşık 1.5-2 saat görüşmemiz oldu. Bu görüşmemizde bana söylediği tek şek ‘Obama şunu istiyor, Obama bunu istiyor’ oldu. Yani Obama’nın talepleriyle yanıma geldi.”
Peki neler miydi ABD Başkanı Barrack Obama’nın talepleri? Eryılmaz aracılığıyla Esad’dan dinleyelim: “1) Suriye, Golan Tepelerindeki haklarından vazgeçecek. 2) Suriye, Hizbullah’a verdiği desteği geri çekecek. 3) Suriye, İran’la kurduğu stratejik ittifaktan tek taraflı olarak geri çekilecek.”
Ya karşılığında ne vaat ediyor Obama’nın taleplerini Esad’a getiren Davutoğlu? Esad şöyle anlatıyor: “Eğer bunları kabul edersem beni Arapların lideri yapacaklarını söyledi.”
Özetle dün ABD Başkanı Obama’nın talebi olarak Beşar Esad’a “Golan Tepelerini ver, İsrail’le anlaş” diyen Ahmet Davutoğlu, bugün Esad’ı “İsrail’e tek kurşun atmamakla” suçlamaya kalkıyor. Çünkü Erdoğan’a ve AKP’ye dönmek istiyor!
Mehmet Ali Güller
Cumhuriyet Gazetesi
19 Aralık 2024
Posted in Uncategorized
Leave a comment
Beni sen mi aradın babacığım?
Beni sen mi aradın babacığım?
Yılmaz Özdil – Şubat 27, 2014
– Selamünaleyküm babacığım.
– Aleykümselam.
– Beni sen mi aradın babacığım?
– Yo-oo, sen aradın.
– Gizli numaradan arandım da…
– E açsaydın.
– Gizli diye açmadım.
– Beni niye arıyorsun o zaman?
– Ben mi aradım?
– Oğlum konuşuyoruz ya!
– İşte ben de onu soruyorum babacığım, ben aramadıysam kapatayım istersen.
– Sana o kriptolu telefonu emanet edende kabahat zaten.
– Niye kısık sesle konuşuyorsun babacığım, Kısıklı’dayım diye mi?
– Ooff, off… Git enişteni çağır, amcanı çağır, abini çağır.
– Abim de var, çağırayım mı?
– Oğlum söylüyorum ya işte, abini al, amcanı al, enişteni al, hepiniz biraraya gelin, oraları halledin.
– Küçük eniştemi mi çağırayım, büyük eniştemi mi?
– Allahım sen bana sabır ver, kızkardeşin geldi mi oraya?
– Büyüğü mü, küçüğü mü?
– Oğlum delirtçen mi lan beni, hangisi geldi senin yanına?
– Küçüğü.
– Yanında mı?
– Yanımda, çağırayım mı?
– Evladım hasta mısın, madem yanındaysa niye çağırıyorsun?
– İşte benim kafam da ona takıldı babacığım, ben mi çağırdım buraya, sen mi gönderdin?
– Ekmek çarpsın Harvard’ın itibarına yazık.
– Anlamadım babacığım?
– Anlasan şaşardım zaten… Sıfırladın mı o şeyleri?
– Neyleri babacığım?
– Hani o senin evde duran şeyleri?
– Senin paraları mı?
– Açık konuşma!
– Kasaları boşalttım, dolarları gönderdim, artanlarıyla da Şehrizar’dan villa aldım inşallah.
– Açık konuşma diyorum!
– Bende bi 30 milyon miktar avro kaldı, Allah’ın izniyle hava kararınca onu da halledeceğim babacığım.
– Oğlum maazallah seni yanlışlıkla bi gözaltına alsalar var ya, sülalemizi yakarsın şerefsizim.
– Paraları taşırken korumalar fotoğrafımı çekti gibi geldi bana, bizi dinliyorlar mıdır acaba babacığım?
– La havle, kızkardeşini ver telefona.
– Küçüğünü mü, büyüğünü mü?
– Kapat, ölümü öp, kapat.
– Kriptolu olanını mı kapatayım, öbürünü mü babacığım?
Posted in Uncategorized
Leave a comment
EMPERYALİZM – BOP – ORTADOĞU * Yeni Suriye: Birleşik ordu, imar, anayasa ve Türkiye’nin rolü
“Çok uzun sürmeyecek bu sevinç ve heyecan dalgası yerini sükunete bıraktığında Esad sonrası Suriye, farklı grupların güç mücadelesi, altyapının yeniden inşası, siyasi uzlaşı çabaları ve uluslararası aktörlerin rekabetiyle yeni bir dizi meydan okumayla karşı karşıya.” (Foto: AA)
Yeni Suriye: Birleşik ordu,
imar, anayasa ve Türkiye’nin rolü
Yetkinreport – Mehmet Öğütçü
19 Aralık 2024, Perşembe
Esad gitti, Suriye için en çetin meydan okuma yeni başlıyor.
İsrail, ülkenin tüm askeri varlığını adeta yok etti, Golan ve çevresindeki su ve tarım arazilerini işgal etti. İç savaş nedeniyle altyapı ve üretim tesisleri felç oldu. Kendi içinde onlarca farklı fraksiyona bölünmüş Sünni çoğunluk iktidara yürüdü, Emevi Camiinde namaz kıldı, ama azınlıkta olan Aleviler, Dürziler, Levanter Hıristiyanlar geleceklerinden ciddi kaygı duyuyorlar.
Suriye’de yıllardır süren iç savaş sonunda Esad rejiminin çökmesi tabii ki herkesi sevindirdi ama bu otomatik olarak ülke için barış ve istikrarın geleceği anlamına gelmiyor. Aksine, çok uzun sürmeyecek bu sevinç ve heyecan dalgası yerini sükunete bıraktığında Esad sonrası Suriye, farklı grupların güç mücadelesi, altyapının yeniden inşası, siyasi uzlaşı çabaları ve uluslararası aktörlerin rekabetiyle yeni bir dizi meydan okumayla karşı karşıya.
Bir dönem kapanırken Suriye’nin geleceğini şekillendirmek için çok daha karmaşık ve kapsamlı bir çaba gerekiyor. Bu süreçte özellikle birleşik bir ulusal ordunun kurulması, siyasi geçiş sürecinin (cihatçı gelenekten gelenler arasında daha önce hiç yaşanmamış bir kültürü yerleştirerek) adil ve demokratik bir şekilde yürütülmesi, bu meyanda başat güç olarak Türkiye’nin üstlenmesi beklenen roller kritik önem taşıyor.
Birleşik bir ordu: Barışın ve istikrarın temeli
Suriye’nin geleceği için atılacak en önemli adımlardan biri, ülkenin parçalanmış yapısını toparlamak amacıyla birleşik bir ulusal ordu kurulması. Esad rejimi altında var olan askeri yapı, sadece Alevilerden oluşan bir elitin kontrolündeydi Onun için şimdi Suriye’deki silahlı grupların birleştirilmesi büyük zorluk teşkil etmekle birlikte, ülkenin yeniden inşa sürecinin temel taşlarından birisi.
Ancak bu, yalnızca askeri bir proje değil, aynı zamanda çeşitli silahlı grupların ve farklı etnik, dini toplulukların bir arada yaşayabileceği bir yapının inşası için derin bir siyasi ve toplumsal uzlaşı gerekiyor.
HTS, PYD ve Suriye Ulusal Ordusu gibi grupların tek bir çatı altında toplanması kritik olduğu kadar son derece zorlu bir hedef de. PYD, silah bırakması durumunda kontrol ettiği bölgelerdeki hakimiyetini kaybedeceğini biliyor; bunu Kobanı ile sınırlandırma çabası içinde. ABD destekli güneydeki diğer gruplar için de benzer bir risk söz konusu. Dahası, aralarında Özbek, Uygur, Afgan ve Çeçen binlerce yabancı savaşçı da var, onların yeni Suriye’de bir rolü olacak mı? Vatandaşlık verilmesi, ulusal orduya eklemlenmeleri Suriyelileri rahatsız eder mi?
ABD, HTS’yi terör örgütü listesinden çıkarmak ve Suriye Ulusal Ordusu komutanlarına yönelik yaptırımları kaldırmak gibi adımlar atabilir. Ancak bunun karşılığında PYD’ye yönelik Şam müdahalesinin sınırlandırılması dahil bazı ön şartlar koşabilir. Ülkenin yeniden imarında, demokratik bir yönetime doğru yönelmesinde ABD, AB dahil tüm Batı dünyasının menfaati var.
Katar dışında Arap Dünyasının yeni yönetime hala kuşkuyla baktığını da belirtmemiz gerekiyor. Kalıcı bir barış için Türkiye’nin sahadaki mevcut üstünlüğünü aşındırmadan mutlaka ama mutlaka Suudi Arabistan, Mısır ve BAE de Suriye denkleminde etkin rol üstlenmeli.
Türkiye, geçmişteki tecrübeleriyle birleşik bir Suriye ulusal ordusu kurulmasında kilit rol oynayabilir. Eğer böyle bir talep gelirse, Türk Silahlı Kuvvetleri liderliğinde, NATO’nun da eğitim desteğiyle, profesyonel bir ordu kurulması için çalışılabilir. Bu, Türkiye’nin mevcut sınırlarının ötesinde yeni bir yük altına daha girmesi anlamına gelecek ama mevcut konjonktürde bundan kaçınması da pek mümkün değil gibi gözüküyor.
Suriye’nin yeniden inşası
Ülkenin yeniden inşası, sadece askeri bir başarı değil, aynı zamanda ekonomik bir dönüşüm gerektiriyor. On yıllarca süren çatışmalar sonucu ciddi altyapı kayıpları yaşandı, ekonomik sistem çökmüş durumda.
Suriye’nin yeniden inşası, hem ekonomik hem de insani anlamda devasa bir maliyet gerektiriyor. Ülkedeki altyapı, sağlık, eğitim, enerji, sanayi ve konut gibi temel sektörlerin yeniden inşası, Suriye’nin savaş öncesi durumuna dönebilmesi için büyük bir yatırım gerektirecek. Bu süreç, sadece Suriye’nin iç kaynaklarıyla karşılanabilecek bir şey değil; uluslararası yardım ve dış finansmanla desteklenmesi gereken bir yeniden yapılanma süreci.
Suriye’nin 2023 yılı itibarıyla Gayri Safi Milli Hasılası (GSMH) yaklaşık 10 milyar dolara yakın bir seviyede. Bu, savaş öncesine kıyasla çok düşük bir rakam. 2010 yılında Suriye’nin GSMH’si yaklaşık 60 milyar dolar civarındaydı. Yani, Suriye’nin savaş nedeniyle ekonomik olarak büyük bir darbe aldığı ve şu anda mevcut kaynaklarının çok sınırlı olduğu ortada. Ülkede büyük altyapı tahribatları, petrol ve doğal gaz yataklarının kaybı, tarım alanlarının zayıflaması, sanayi tesislerinin yok olması ve geniş bir mülteci nüfusunun varlığı, ekonomiyi daha da zorlaştıran unsurlar arasında.
Suriye’nin yeniden inşası için uluslararası finansman kurumları ve uzmanlar, milyarlarca dolarlık bir yatırımın gerektiğini öngörüyor. Çeşitli raporlara ve tahminlere göre, Suriye’nin yeniden inşası için gereken toplam maliyet 250 milyar dolar ile 400 milyar dolar arasında değişiyor. Bu rakamlar, Suriye’deki altyapının yeniden inşası, yerinden edilmiş milyonlarca insanın geri dönüşü, eğitim ve sağlık sistemlerinin yeniden kurulması, sanayinin modernize edilmesi ve diğer tüm sektörlerin yeniden yapılanması gibi geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Suriye için siyasi geçiş süreci
Ancak, yeniden yapılanma sadece dış yardımlarla değil, aynı zamanda içsel reformlarla da desteklenmeli. Bu, yönetim biçiminden hukuki yapıya kadar geniş bir reform paketini gerektiriyor. Suriye halkının farklı kesimlerinin de sürece dahil olması, yerel yönetimlerin güçlü olması ve halkın taleplerine duyarlı bir yapı oluşturulması bu meyanda önemli.
Mart 2025’e kadar atanan geçici başbakanın, (herkesi kaygılandıracak ve uluslararası desteği söndürecek) şeriatı değil ağır adımlarla da olsa demokrasi yönelimli bir yönetimi kurması gerekiyor. Ülkenin çeşnisini yansıtacak hükümet ve liyakatlı ekipler, yeniden imar sürecinde şeffaf ve etkin bir yönetim sergilemek zorunda, şayet kaynakların dışarıdan akmasını ve güçlü destek görmek istiyorlarsa.
Bunun kolay olmayacağını iyi biliyoruz çünkü zamanında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Türki cumhuriyetlere böyle bir destek ve yönlendirme sağlamıştık. Aradan geçen 35 yıla rağmen hala bu ülkelerde gerçek anlamda demokrasinin kökleştiğini söylemek kolay değil.
En kısa sürede Suriye’nin ortak paydalarını yansıtacak, yönetilebilir bir demokrasiyi ve kurumlarını filizlendirecek yeni bir anayasanın hazırlanması, mümkün olursa 2025 yılı içinde uluslararası gözlemcilerin de katılacağı adil ve şeffaf seçimle yeni bir hükümetin iş başına gelmesi gerekiyor. Bu hedef, Suriye’nin kalıcı bir barışa ulaşması için kritik önem taşıyor.
Onca yıl baskıcı bir rejim altında inleyen, temiz su şebekesi tahrip olmuş, elektriği günde sadece birkaç saat alabilen, gıda sıkıntısı çeken ve en temel altyapı hizmetlerinden mahrum halka en hızlı şekilde güven vermek de öncelikli bir adım.
Türkiye’nin üstleneceği roller
Elbette Esad’ın süratle 12 gün içinde devrilmesinde Türkiye’nin önemli bir rolü olduğunu her insaf sahibi teslim ediyor, takdir ediyor. Bundan sonraki Suriye’nin yeniden inşasında da Türkiye’den beklentiler yüksek.
Suriye’ye yönelik politikalar, yalnızca sınır güvenliği ve mülteci krizini yönetmekle sınırlı değil. Aynı zamanda, Suriye’nin uzun vadeli barış ve istikrarına katkı sağlamak adına, yeniden yapılanma sürecinde aktif bir oyuncu olması da bekleniyor.
Bana kalırsa, hâlihazırda 4 milyondan fazla Suriyeli mülteciye ev sahipliği yaparken, bunların kahır çoğunluğunun da geriye dönme niyeti olmadığı ortada iken Suriye’nin içişlerinde kendi kapasitesinin ötesinde yeni roller üstlenmesi, mevcut yükünü daha da ağırlaştıracak taahhütlere girmesi menfaatine olmayabilir.
Zira, bu süreçte yanlış giden her şey, muhtemelen ilk olarak Ankara’ya yıkılacak, fatura edilecektir. Zorlu görevlerin büyük kısmı zaten halihazırda Türkiye’nin sırtında.
Arap dünyası ve Batı, bu zorlu süreçte başat sorumlulukları en azından ilk birkaç yıl Türkiye’ye havale etmeye çalışıyor. Özellikle Türkiye’nin sınırlarında artan mülteci baskısı, yeniden inşa süreçlerine katkı sağlamak için gereken kaynaklar ve bu kaynakların sürdürülebilirliği, ülke içindeki mevcut ekonomik sorunları daha da derinleştirebilir. Aynı zamanda, sosyal yapıda oluşan gerilimler ve kamuoyundaki rahatsızlıklar, iç siyasetteki karışıklıkları artırabilir.
Uzlaşı olmazsa ne olur?
Yeniden yapılanma süreci, Türkiye’yi ciddi şekilde ekonomik ve toplumsal açıdan zorlayacağından uluslararası toplulukla işbirliği yapmak ve yük paylaşımına gitmek, Türkiye için hayati öneme sahiptir.
Dahası, Türkiye’nin Suriye’deki rolü, yalnızca disarıya dönük bir stratejik hamle değil, aynı zamanda unutmayalım ki iç dengelerin de dikkatlice gözetilmesi gereken bir sorumluluk. Bu sorumluluk, Ankara’nın dış politikada kaydetmek istediği başarılar kadar, iç siyasetteki huzuru da etkileyecektir.
Eğer gerekli siyasi ve toplumsal uzlaşı sağlanmaz, uluslararası yardım süratle akmaya başlamazsa Esad sonrası Suriye’de yeni sorunların ortaya çıkması kaçınılmaz.
Esad’a karşı birleşen güçler, rejimin çöküşüyle birlikte birbirine karşı savaşmaya başlayabilir iktidar ve kaynak paylaşımı için. Bu, tabiatıyla ülkenin daha da parçalanmasına, istikrarsızlaşmasına yol açacaktır ki bunda kimsenin menfaati yoktur. Yeni bir mülteci dalgası ve sinir güvenliği sorunları, yeniden imarın faturası Türkiye’nin bu ülkede zaten ağır olan yükünü daha da artırabilir.
ABD, Rusya, İran, İsrail ve diğer Arap ülkelerinin çıkar çatışmaları (ve de İran ile Rusya’nın ortalık durulduktan sonra oyuna yeniden katılma çabaları), Suriye’deki istikrarı engelleyebilir, çatışmaları derinleştirebilir ve hedeflediğimiz normalleşme başka bir bahara kalabilir.
Hesaplı bir 2025-2043 yol haritası
Bu yüzden, Türkiye, Suriye’deki mevcut meydan okumaların ötesinde önümüzdeki 10 yılın Suriye’sini ve Türkiye’nin etkilenecek kendi toplumsal ve ekonomik dinamiklerini da hesaba katan realpolitik bir strateji geliştirmelidir.
Sözün özü: kısa vadeli kazançlar uğruna uzun vadeli riskler almamalıdır.
Tek taraflı bir yüklenme, bölgedeki dengeleri bozabileceği gibi Türkiye’nin kendi çıkarlarına da zarar vereceğinden. Suriye’deki yeniden yapılanma sürecine (siyasi düzenin demokratikleşmesine pek sıcak bakmayacak olsa da) Arap dünyası ve uluslararası toplumun aktif katılımı sağlanmalı.
Esad sonrası dönemde elbette ki Türkiye, Suriye’de önemli bir aktör olarak geçiş sürecini desteklemeli, yönlendirmeye çalışmalıdır. Lakin, söylemeye çalıştığımız husus, gereklilik sınırlarının ötesinde ihtiraslı roller üstlenmekten kaçınılması ve de “fatura sadece kendi üzerinde kalmasın” diye uluslararası sorumluluk paylaşımı konusunda ısrarcı olması.
Ankara, “bölük pörçük” çabalara dalmadan ve kaynaklarını hesapsızca konuşlandırmadan önce uzun vadeli milli stratejik vizyonunu ortaya koymalı, Suriye’nin yeniden inşasında ve siyasi geçiş sürecinde nasıl bir rol oynamak, 25 yıl sonra güney sınırlarında nasıl bir Suriye görmek istediğine de karar vermelidir.
Belki bu amaçla gerekli zemin taşlarını döşeyerek tüm ilgili tarafları, Şam ile birlikte, davet edeceği Türkiye’de “Suriye için yeniden imar ve yönetişim” uluslararası toplantısını düzenlemeli.
Şayet belli bir strateji çerçevesinde doğru adımlar bugünden atılmazsa, yani ilk düğme yanlış iliklenirse, Suriye’nin bir kez daha kaosa sürüklenmesi riskini mutlaka akılda tutalım.