KÜRESEL KAPİTAL EMPERYALİZM * ABD’nin ve DOLARIN DÜNYA İMPARATORLUĞU

ABD’nin ve DOLARIN DÜNYA İMPARATORLUĞU

Naci Kaptan – 22.07.2018 / Güncellendi 05.01.2024
1878’e kadar Avrupa devletleri, kurdukları koloniler sayesinde, dünyadaki kara parçalarının % 67’sini kontrol ediyorlardı. 1890 yılında, Afrika’nın % 90’ı Avrupalıların eline geçmişti. 1914’e gelindiğinde, tüm dünyanın % 84’ü Avrupa imparatorlukları tarafından kontrol edilmekteydi. ABD’nin dünya imparatorluğu olma isteği, 19. yüzyılın son yıllarında başladı; Birinci Dünya Savaşı ile pekişti. Savaş’a kadar Amerikan ekonomisi “400” adıyla anılan aristokrat aileler tarafından kontrol ediliyorlardı. Bunlar arasında J.P. Morgan, John D. Rockefeller ve William Randolph Hearst vardı. Bütün zamanların en iyi filmi kabul edilen “Citizen Kane” filmi, Hearst hakkındadır.
Emperyalizm olmadan…
1929 Wall Street krizinden önce, Wall Street’te 1893’te yine bir kriz yaşanmış (Kara Cuma) ve işsizlik % 20’ye dayanmıştı. Kriz sırasında, George Pullman’s Palace Car Campany, ABD’deki demiryolu ulaşımını tamamen durdurdu. Bu sırada ayaklanan işçilerden düzinelercesi, devlet güçleri tarafından öldürüldü.
Amerika’nın başka bir güç gösterisi de Filipinler’de yaşandı. Filipin Adaları, Çin’e giden gemiler için bir uğrak noktasıydı ve İspanyollar tarafından kontrol ediliyordu. Mayıs 1898’de, Filipin halkını korumak adına, Amerikan Deniz-Kara Kuvvetleri(Marines), Manila Körfezi’ndeki İspanyol filosunu imha etti. 2003’teki Bağdat işgali gibi, bu savaş da başarılı başlamıştı. Ancak, 1900 yılında Amerikan Başkanı olan Cumhuriyetçi William McKinley, Filipin’in kendi cumhuriyetini kurmasına izin vermedi. Sonuçta, Manila sokaklarında büyük bir gerilla savaşı başladı ve 3.5 yıl sürdü.
Bu savaş sırasında 200 bin sivil, 20 bin Filipinli gerilla öldürüldü. Amerikan halkı, Başkan McKinley’nin imparatorluk kurma hayallerini destekliyordu. 1901 yılında, McKinley, Filipinler’in öcünü aldığını söyleyen bir anarşist tarafından öldürüldü.
20. yüzyıl başlarından itibaren “Marines” birçok “muz cumhuriyeti”ni işgal etti. Bu ülkeler arasında Küba, Honduras, Nikaragua, Dominik Cumhuriyeti, Haiti, Panama, Guatemala, Meksika vardı. McKinley’in yarım bıraktığı imparatorluk hayallerinin sürdürülmesi ise 1930’lardan itibaren Başkan Roosevelt’e kaldı.
Savaşın gerçek sebebi ne idi?
Amerikalılar, Ortadoğu’nun önemini öğrendiler. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında ve Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngilizlerin tek hedefi Ortadoğu petrolleri idi. İngiltere, Amerikan ve Rus enerji kaynaklarına bağlı olmaktan, ancak, Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinde bulunan Ortadoğu’yu ele geçirerek kurtulabilirdi.
İngiltere bu nedenle, Almanların inşa edeceği Bağdat-Berlin Demiryolu’na karşı çıkmıştı. Bu yoldan Mısır ve Hindistan’ın da faydalanacak olması, demiryolunun Balkanlar’dan geçecek olması İngilizleri çok tedirgin etmişti. O zamanlar boru hatları yoktu ve petrol demiryoluyla taşınıyordu.
1916 yılında Amerika’ya ikinci dönem Başkan seçilen Woodrow Wilson’ın seçim propagandaları sırasındaki sloganı “Harbe girmeyeceğiz” biçimindeydi. Ama Nisan 1917’de harbe girdi. Amerika’nın savaşa girmesi, İngiltere ve Fransa’ya ciddi biçimde borç vermiş olan Amerikan bankalarının da isteğiydi. İngiltere’ye toplam 4.7 milyar dolar borç verilirken, Almanya’ya verilen borç sadece 27 milyon dolardı. İngiltere’ye verilen 4.7 milyar dolar, bugünkü parayla 61 milyar dolar ediyor.
Ayrıca, Morgan Bankası, İngiltere İmparatorluğu’nun Amerika’dan satın alacağı tüm mallara aracılık ediyor ve yıllık 20 milyar doları aşan bu alımlar üzerinden % 2 komisyon alıyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nın gerçek sebebi, Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand’ın vurulması değil, bu ekonomik çıkar çatışmaları idi. (1)
British Imperialism in Africa
Denizde İspanyol armadası, karada Napolyon Fransası’nı yendikten sonra, İngiliz İmparatorluğu’nun denizlerdeki hakimiyeti, 1814-15 Viyana kongresiyle tescillendi.
22 Haziran 1816’da tüm Britanya İmparatorluğu’nda “altın” tek değer birimi olarak yasalaştı. Küresel para birimi de altına dayalı Sterling idi. Bank of England, dünyadaki tüm altınları stoklamaya başladı.
Kaliforniya, Güney Afrika ve Avustralya’daki altın madenleri Bank of England’a Londra’daki finans merkezi City’ye gidiyordu. Dünyanın tüm denizlerine hakim olan İngiltere, üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk olarak 1890’lara kadar geldi.
Bu 75 yıllık dönemde, İngiliz sermayesi güçlenip Rotschild, Barings, Hambros gibi aileleri küresel güç haline getirdi. Ancak Adam Smith’in, “bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler” şiarıyla adını koyduğu liberal ekonomi, İngiltere’yi içten içe çürüttü. Evet, İngiliz ticaret gemileri Manchester tekstilini, İngiliz çeliği ve kömürünü dünyaya satıp, yüksek karlı getirileri Londra’ya yığıyordu ama, İngiliz üreticisi göz ardı ediliyordu.
Aynı bugün ABD’deki sanayinin ucuz işgücü yüzünden Çin’e taşınması gibi, İngiltere’de de tarım sektörü ucuz işgücü olan Hindistan, Seylan, Karayipler gibi yerlere taşındı. İngiliz sermayesi de Amerika, Brezilya, Arjantin gibi verimli plantasyonlara taşındı.
Membership Cards for the National Anti-Corn Law League
1846’da parlamentodan çıkan yasa, “Mısır Yasası” olarak bilinen tarım korumacılığı kanununu kaldırdı.City of London tüccarlarının “ucuz al pahalı sat” düsturuna uygun serbest ticaret prensibi, tarımda da geçerli oldu.
“Mısır Yasası”nın kaldırılmasında 1843’te City’deki para babaları tarafından kurulan ünlü The Economist dergisinin yayınları da etkili olmuştu.1840’ların sonunda İrlanda’da milyonlara kişinin açlıktan ölümüne yol açan, “patates kıtlığı” bu mısır yasasının kaldırılmasının bir sonucu oldu.
Bu serbest ticaret dönemi aynı zamanda, Hindistan-Türkiye-Çin üzerinden yapılan Afyon ticaretinin de önünü açtı. Çin’in limanlarını “serbest ticarete” açmasını isteyen İngiltere’nin meşhur Afyon Savaşları da bu döneme rastlar.
“But the underlying purpose of the liberal elites of 19th century British government and public life was to preserve and serve the interests of an exclusive private power. In the last part of the 19th century, that private power was concentrated in the hands of a tiny number of bankers and institutions of the City of London.”
Yukarıdaki İngilizce pasajı William Engdahl’in “A Century of War” (Savaş Yüzyılı) isimli kitabından aldım. Özetle diyor ki, “Ancak, 19. Yüzyıl İngiliz liberal eliti, hükümeti ve cemiyet hayatının temel prensibi, seçkin özel sektörün çıkarlarını korumak ve kollamaktı. 1800’lerin sonunda özel sektör denen kuvvet, Londra’nın City’sinde az sayıdaki banker ve yatırımcının ellerinde toplanmıştı.”
Run on the Seamen’s Savings’ Bank During the Panic.
1873 BÜYÜK BUHRANI
Serbest ticaretin “tanrı kelamı” olmasıyla, kamunun ekonomideki kontrolü sıfırlanmıştı. İngiliz İmparatorluğu, küresel tefeci – rantiye seçkin azınlık bir elitin çıkarları ekseninde hareket ediyordu.
1857 Londra Banka paniği, yabancı yatırımcıların Bank of England’daki altınlarını çekmek istemesi üzerine çıktı. Bu panik, City’deki ve sonra da tüm ülkedeki kredi sistemini felce uğrattı. Bu krizde bir “merkez bankası” ihtiyacı ortaya çıktı.
Bank of England, her ne kadar merkez bankası konumunda olsa da aslında özel sektöre aitti. Altın akışının İngiltere’den dışarıya dönmemesi için bir enstrümana ihtiyaç vardı: o da faiz oranlarını belirlemekti. Bu, Bank of England’ı Paris, Moskova, New York ya da Berlin’deki rakiplerinin önüne geçirdi. Çünkü İngiltere, dünyadaki altın rezervlerinin koruyucusu lider ülke konumundaydı.
Ancak finans elitinin çıkarlarını korumayı hedefleyen özel merkez bankacılığı sistemi, faiz oranlarını istediği kadar yükseltip, ülkeyi kredi köpüğüyle krize sokma potansiyeline de sahipti. 1857’den sonra bu yaşandı.
İngiliz sanayi ve tarımı, oynak ve yüksek faiz oranlarından fazlasıyla etkilendi. Bu şekilde gelişen 1873 ekonomik krizi de İngiltere’den başladı ve ardından tüm dünyaya, özellikle Güney Kuzey Amerika’daki demiryolu yapımına yansıdı. Ardından İngiltere’de endüstri çöktü, işsizlik patladı. Yatırımlar durdu, kriz 1896’ya kadar sürdü. Bu müddet içinde İngiliz ekonomisi yarı yarıya küçüldü.
1890’lara kadar dünyayı yöneten İngiliz İmparatorluğu artık sınırlarına doğru çekilme sürecine girmişti. Bu tarihten sonra City bankerleri, ABD’deki Wall Street’e taşınmaya başladı.
AMERİKA’NIN ALTINLARI
Amerikan doları 1. Dünya savaşında küresel bir rezerv para birimi olmaktan çok uzaktı. Birinci dünya savaşı sonunda 1918’de, ABD galip ülke olan İngiltere’den savaş borçlarını geri ödemesini istedi. İngiltere de dönüp bunu yenik ülke olan Almanya’dan savaş tazminatı olarak istedi. “Süper Emperyalizm” isimli kitabın yazarı Profesör Michael Hudson, bu durumun Almanya’nın ekonomik olarak çöküşüne yol açtığını ve borçlarını ödeyemeyen Almanya’nın vergileri artırıp, harcamaları kısması sonucu (Austerity: Kemer Sıkma Politikası) büyük bir krizin patladığını anlatıyor.
Reischbank yani Alman merkez bankasının aşırı para basması sonucu hiperenflasyon ortaya çıkıyor. Faizler yükselip, borçlar ödenemez hale geliyor. Almanya’da belediyeler de tahvil çıkarıp borçlanmaya başlıyor. Bu sarmaldan çekinen Amerikan merkez bankası faiz oranlarını düşürüp önlem almaya çalışıyor. Ama bu, Wall Street timsahlarını daha çok Alman tahvili almaya ve yatırımlarını İngiltere’de tutmaya yöneltiyor. Bu da ABD’de kemer sıkma politikalarına, düşük faiz kolay kredi sarmalına ve sosyal patlamalar sonucu 1926 büyük grevine yol açıyor. Önce bir emlak balonu oluşuyor, ardından bu borsaya sıçrıyor ve 1939’da patlak veren 2. Dünya Savaşı’na değin sürecek büyük buhran ortaya çıkıyor.
Birinci Dünya Savaşı sonunda batan Almanya, krizi ABD’ye göndermişti.
2.Dünya Savaşı sonrası, galipler arasında başta gelen ABD, kıtasında hiç yıkım görmemiş bir dev ülke olarak liderliği ele aldı. Amerikalılar, birinci dünya savaşında düştükleri hatayı tekrarlamadılar. Kimseden savaş tazminatı istemediler. Onun yerine küresel finans sistemini kendi tekellerine alacak şekilde oluşturdular. Öyle ya, borç alacak ilişkisi yerine dolar basmak çok daha kazançlıydı.
Bretton Woods sistemi olarak da bilinen bu yeni düzende, doların altın karşılığı olması ve tüm küresel bankacılık sisteminin ABD merkezli olması tasarlandı. IMF ve Dünya Bankası da bunun için kuruldu. Hatta BM de.
Dünyanın geri kalanı, “hmm ne de olsa dolar altın karşılığı. Yani istediği gibi basıp harcayamaz” dedi ve biraz gönülsüz de olsa bu düzene boyun eğdi.
Bir ons altın 35 dolar olarak sabitlenmişti.
1940’ların sonunda dünyadaki merkez bankaları altınlarının yüzde 75’i ABD topraklarına gönderilmişti bile. Wall Street’e yürüyüş mesafesinde Manhattan’ın deniz seviyesinden 10 metre altındaki Amerikan Federal Rezerv Bankası’nda 1924 yılında yabancılara ait 26 milyon dolarlık külçe altın vardı.
1936 ve 39’daki savaş korkusuyla gelen altınlarla, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde 1945 yılında kasada 4 milyar dolarlık altın birikti.Ancak, İngilizler gibi Amerikalıların da kapitalizmin yeni “Kabesi” olmasıyla, karın en yüce değer olması Amerikan imparatorluğunun da mezarını kazmaya başlıyordu.
“Süper Emperyalizm” kitabı yazarı Prof.Michael Hudson, Kore Savaşı’nın askeri harcamalarda büyük bir yük yarattığını ve ABD’nin kamu bütçe ve ödemeler dengesinin (ancak özel sektörün değil) 1950’lerden itibaren bozulmaya başladığını belirtiyor.
Altın karşılığı dolar sistemini sürdürmek zor geliyordu.
1951-1971 arası Kore ve Vietnam savaşlarıyla birlikte ABD altın-dolar karşılığını yürütemez hale geldi ve 1971’de Nixon doları altın karşılığı olmaktan çıkaran kanunu imzaladı ve dolar bundan sonra devlet tahvili karşılığı basılmaya başlandı.  Bazıları bunu bir yenilgi gibi gördü ama aslında olan şey, ABD’nin bu işten büyük kazanç sağlamaya başlamasıydı.
Amerikan hükümeti doların rezerv para olmayı sürdürmesi ve altına karşılık gelmemesi sayesinde istediği kadar tahvil ve dolar basıp, tüm diğer merkez bankalarına bunları satmaya başladı. Bretton Woods sistemini NATO emrine veren ABD, bunu sadece İran ve Küba’ya değil, Rusya ve Çin’e karşı da bir silah olarak kullanmaya çalıştı.
90 sonrası başlayan çılgın ve acımasız neoliberal dönemin sonunda, ‘Batılı özel şirketlerin. yasa ve yönetmelik değişiklikleri yüzünden uğradıkları zararın muhatap ülke hükümetlerinden tazmininin talep edilmesi’ küstahlığını dahi IMF ve BM yasalarının içine sokabildiler.
Ancak burada büyük bir hata yaptılar.
Küresel enflasyonu patlattılar.
ABD’nin 2008 krizini 5 yıl önce gören analist William Engdahl, 2003 yılındaki “Dolar Sisteminin Krizi” başlıklı yazısında, doların altın karşılığı olduğu 1945-65 arasındaki 20 yılda dolar enflasyonu (arzı) yüzde 55 oranında artarken, 1970 – 2001 arasında bu oran yüzde 2000’e vurmuş.
Doları dünya rezerv para kabul ettiği sürece sorun yoktu.IMF, DTÖ, Dünya Bankası ve Soros, 45 yıl boyunca bunu başardı.Ancak 2008 yapısal krizi ve ardından Çin ve Rusya’nın tek kutuplu dünya düzenine alenen başkaldırısı doların giderek daha çok sorgulanmaya başlamasını da beraberinde getirdi.
Soğuk Savaş döneminin aksine bu kez işbirliği yapan Çin ve Rusya tarihin en büyük Anti-Emperyalist kamplaşmalarından birini başlattı. BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) ile tüm “güneyi”, ŞİÖ ile tüm “doğuyu” ABD’nin tekelci tavırlarına karşı örgütledi. Bunun son aşaması da Çin’in devasa “Yol ve Kuşak” girişimi oldu.
TRUMP’IN UMUTSUZ SAVAŞI
ABD’nin 2008 krizi sonrası sürekli artan toplam borcu 21 trilyon dolara ulaştı.Bu borcun karşılığının olmadığını herkes biliyor ama söyleyemiyor. Çünkü pek çok ülke mecburen elinde ABD Doları rezervi tutmak zorunda. Trump’ın tüm dünyayı hiçe sayan çılgın yaptırım süreci ABD’nin hassas karnı doları fena vuruyor.
Bunu nereden mi çıkarıyorum?
ABD Hazine kayıtlarına göre Rusya, Mart ayında 47 milyar dolarlık Amerikan tahvilini elinden çıkarttı.Zaten elinde 96 milyar dolarlık tahvil vardı, yarısını bir ay içinde satmış oldu.Trump’ın ticaret savaşı başlattığı Çin ise Mart ayında 7 milyar dolarlık tahvil sattı.
Japonya, 12 milyar dolar, İrlanda ise 17 milyar dolarlık ABD tahvilini elden çıkarttı.Çin ayrıca 50 milyar dolarlık Amerikan ithalatına vergi getirdi. Rusya Merkez Bankası elindeki altın rezervine 20 ton ekleme yaparak 1857 tona çıkarttı. Bu, Rusya tarihinin en yüksek rakamı olarak kayda geçti.Rusya, bu rakamla Çin’in altın rezervini de geçmiş oldu.Çin’in de yakında altın rezervlerini artırması bekleniyor.
İran da Amerikan kaynaklı yaptırımlara en iyi çareyi altın rezervlerini artırmakta buldu. Altın karşılığı petrol ticaretini günden güne yükseltiyor. Çin’in Petro-Yuan hamlesi zaten tüm bu yaptırım sürecinin çekirdeğini oluşturuyor. Rusya’nın 2017’de petrolü karşılığı Yuan kabul etme kararı, Petro dolar için sonun başlangıcı oldu.Bu alışverişin önemli şartı da Yuan’ın altın karşılığı değerlenmesi.
Londra City’de bu işlemler başladı bile.
Bu arada City’nin 1800’lerde İngiliz İmparatorluğu’na attığı kazığın bir benzerine şimdi Wall Street hazırlanıyor. 2008’deki “kağıda karşı kağıt” kökenli Amerikan krizinden beri, Wall Street bankerleri, petrol, kıymetli madenler ve gıda gibi emtiaya yatırım yapıyor.
Trump’ın Avrupa ile de olan restleşmesi bu sürecin hızlanmasına, doların yerini altının, daha doğrusu altın karşılığı olan Yuan’ın almasını hızlandıracak.
Dünyada artık ABD sisteminin, yani doların üstünlüğü, hatta geçerliliği tartışma konusu.Şimdi temel soru şu: Amerika’nın ülkemizi düşman sınıfına koyan tehdit ve yaptırımları arifesinde köhne IMF’ye gidip sıcak para bulmak için yeni anlaşma mı yapacağız?
Yoksa yükselen Asya’nın Kuşak ve Yol gibi üretime ve yatırıma dayalı kurumsal seçeneklerine mi yöneleceğiz?
Bu seçimde konuşulmayan, tartışılmayan ama önümüzde bizi bekleyen en önemli soru budur. (2)
Dolar İmparatorluğunun Hikayesi
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna az kalmıştır. Avrupa harap, ekonomisi ve altyapısı yerle bir olmuştur. ABD kapitalist taraftaki en büyük güçtür. Onun çağrısıyla, bir yıl sonra Birleşmiş Milletler’i kuracak olan müttefikler, kendi aralarındaki ticari ve mali ilişkileri düzenlemek için 1944 yazında ABD’de bir araya gelirler.
Üç çocukları olur. Birincin adını IMF, ikincinin adını IBRD, üçüncünün adını GATT koyarlar. IBRD daha sonra Dünya Bankası’na, GATT ise Dünya Ticaret Örgütü’ne dönüşür. Ama bir de bu üçlüyü birbirine bağlayan bir para sistemi gereklidir. Onun adı da Bretton-Woods sistemi (ya da altın standardı sistemi) olur.
Bretton-Woods sistemi, savaştan çıkan müttefiklerin kendi para birimlerini dış ticarette birbirlerine karşı bir engel olarak kullanmamaları ve ticari ilişkilerini geliştirmeleri için bütün üyelerin paralarının sabitlenmesini hedefler. (Ama yine de yüzde 1’lik alt ve üst bant içinde dalgalanmalarına izi verir.) Bütün paralar altın ile sabitlenir. Devletler, sahip oldukları altın rezervleri kadar banknot basmakla yükümlüdür.
Bu arada, Bretton-Woods’dan on yıl önce, 1934’te ABD Başkanı Roosevelt bir onz altının fiyatını 35 dolar olarak sabitlemiştir. Nakliyesi ve muhafazası riskli olan altını rezerv olarak tutmak yerine; Bretton-Woods’dan daha önce altına sabitlenmiş doları rezerv olarak tutmak, dış ticareti onunla yapmak, para transferlerini dolarla gerçekleştirmek çok daha kolay ve masrafsızdır.
Gelin görün ki; bu sabit kur sisteminde bütün ülkeler aynı ekonomik yapıya ve gelişmişlik düzeyine sahip değildir. Güçlü ABD bütün üyelere oluk oluk ihracat yapar paraları toplar. Bugünün aksine ABD büyük cari fazla, Avrupa ise büyük cari açık vermeye başlar. Ama bu durumdakilere yardım için kurulmuş IMF’nin fonları Avrupa için son derece yetersizdir. İşte bu, Avrupa’da hoşnutsuzluk yaratır. Sorunlu sistem sadece ABD lehine çalışıyordur.
ABD bir güzellik yapar ve Avrupa’ya verilen yardımlar, düşük faizli kredilerin miktarı artırır. ABD’de biriken sermaye Avrupa’ya ve Japonya’ya taşınmaya başlar. Zira tek tarafın sürekli güçlendiği bir ticaret ilişkisi sürdürülebilir değildir. Müşterileriniz sizden daha fazla alım yapabilmek için daha fazla para kazanmalıdır. Böylece dolar dünyaya yayılmaya başlar.
Yıl 1958. Geçen yıllarda Avrupa ve Japonya hızla büyümüştür. Artık ikisi de üretmekte ve ihraç etmektedir. ABD, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez ödemeler dengesinde açık verir. Hükümet hemen ithalatı kısıtlayıcı önlemler alır ama sistem çalışmaya devam eder.
Bu arada ABD, Vietnam’da savaşa girer ve bütçe harcamaları artar. Artık ekonomi hem bütçe açığı hem de dış açık vermeye başlamış, enflasyon yükselişe geçmiştir. Harcamaları gerçekleştirebilmek için dolar basılır basılır basılır… Ama sorunlarını çözmek için hükümetin elini kolunu bağlayan bir ucube vardır. Onun adı Bretton-Woods’tur.
1971 yılının 15 Ağustos’unda Başkan Robert Nixon, ABD’nin sistemi terk ettiğini ve doların altına çevrilebilirliğine son verildiğini açıklar. Hem de sistemdeki hiçbir üyeye haber vermeden. Bu hareket piyasalarda büyük bir paniğe neden olur. Ardından zorlama bir anlaşmayla (Smithsonian Anlaşması), dolar yaklaşık yüzde 10 oranında devalüe edilir ve 1 onz altın 38 dolara çekilir. Ancak bu da çözüm olmaz, altın fiyatı yükselişe geçer ve bir yıl sonra 70 dolara çıkar. Artık kardeşlerin göbek bağı kesilmiştir.
Dolar değer kaybetmeye, işler Avrupa ekonomisi aleyhine dönmeye başlar. Avrupa durumda son derece rahatsızdır ve Amerikan hükümetinin buna müdahil olmasını ister. Ancak Hazine Bakanı John Connally’nin gelen taleplere o meşhur cevabı verir: “Dolar bizim paramız ama sizin probleminiz”.
Yıl 1973. Arap-İsrail savaşları gerilimi artırır. Suudi Arabistan, İsrail ve müttefiklerine petrol satışını yasaklar. Petrol fiyatları yükselişe geçer. Bu nedenle bütün dünyada üretim maliyetleri yükselmeye başlar. Dolar ise son hızla değer kaybetmeye devam eder. 1970 yılında 1 dolar yaklaşık 4 Alman markına eşitken, 1980’de 1.7 Alman markı eder. (3)
Rothschilds, Rockefellers, Soros, Goldman Sachs, JP Morgan….. Oligarchs & Big Wall St banks that own the majority stake in the Fed
DOLAR İMPARATORLUĞU
Sanıldığı gibi Dolar, Amerikan Devletinin parası değildir. Doları özel şahısların sahip olduğu FED adında Amerikan Bankası basıyor. FED´in gerçek sahipleri 8 aileden ibaret. Bunlar Rothschild, Rockefeller, Goldman Sachs, Loebs, Lehman Brothers,Warburg, Lazard ve Moses Seifs ailelerinden ibaret. Toplasanız ortak sayısı bini geçmiyor.
FED adındaki Bankanın görevi, doları kullanarak Amerikan Ekonomisini yönlendirmektir. Bu anlamda Amerikan Merkez Bankası görevi üstleniyor. Özet olarak Amerikan Merkez Bankası FED´in gerçek sahibi bankerler. Amerikan Hazinesi´nin FED´de hissesi yok. Sadece FED başkanını atıyor.
FED dolar basıyor, Amerikan Devletine borç veriyor. Amerikan Hazinesi, kendi parasına faiz ödeyerek kullanıyor. Amerikan Halkı çalışıyor, vergi ödüyor. Hazine topladığı vergileri FED´e faiz olarak aktarıyor. Vergi ödemeyeni Amerika hapse atıyor. Özet olarak, Amerikan Halkı çalışıyor. Bankerler oturduğu yerden para kazanıyor. Dolar sayesinde bankerler Amerikayı tam anlamıyla sömürüyor.
Bankerler aç gözlü. Amerika ile yetinmiyor. Dolar ile dünyada egemenlik kuruyor. Bu egemenliği “Dolar İmparatorluğu” olarak tanımlıyoruz. 1972 yılında, doların altın karşılığı kaldırıldı. Dolar kağıt paraya dönüştü. Bankerler kağıtları dolara dönüştürüyor, dünyaya borç veriyor. Faiz geliri elde ediyor. Kağıttan kule dolar ile dünya kaynaklarını sömürüyor.
Önemli olan doların uluslar arasında para olarak “kabul” görmesidir. Bu kabul fonksiyonunu sağlamak üzere bankerler Amerikan ekonomisini ve askeri gücünü kullanıyor. Dolara talep yaratmak için “uluslar arasında petrol dolar ile satılır” kuralını dikte ediyor. Uluslar arası hukuka göre “petrolün dolar ile satılacağına” dair bir kural yok. Ancak, kurala aykırı davrananlar, başka gerekçeler ile Amerika´yı karşısında buluyor.
Tipik örnek İran´dır. İran ile Amerika arasındaki gerçek sorun “nükleer silah üretmek” değildir. Amerika, İran´a perde arkasından “petrolü dolar ile satacaksın” diye baskı yapıyor. Ülkeler petrol satın almak için dolar bulundurmak zorunda kalıyor. Dolara talep doğuyor. Merkez Bankaları doları rezerv para olarak kasalarında bulundurmak zorunda kalıyor. Dolar uluslar arası geçerli para olarak kabul görüyor.
Dolar yerine başka bir para ile petrol satmak isteyenler, Amerikan Ordusunu karşısında buluyor. Saddam ve Kaddafi petrolü, altına bağlı yeni bir para ile satmak istediler. Amerika´nın Irak ve Libya´yı işgal etmesinin gerçek nedeni buydu. Fakat, işgali uluslar arası hukuka uydurmak için bahane ürettiler.
Uluslar arası toplum, Doları rezerv para olarak kullandığı için karşılığında bedel ödüyor. Bu bedel kasada tutulan paranın alternatif maliyeti ile hesaplanıyor. Borçlu bir ülke, dolar ile borcunu azaltabilir. Ancak doları kasasında tuttuğu için azaltamıyor. Faiz ödemeye devam ediyor.
Rezerv olarak tutulan dolar miktarı arttıkça, bankerler daha çok para kazanıyor. Uluslar arasında sorun olduğu zaman, daha çok rezerv para tutuluyor. Bankerler daha çok kazanıyor. Bu nedenle Amerika “dünyadaki hiç bir sorunu” çözmüyor. Bankerler Doları kullanarak, dünyada egemenlik sürüyor. Bu egemenliğe “Dolar İmparatorluğu” deniliyor.(4)
The Federal Reserve Cartel: The Rothschild, Rockefeller and Morgan Families
ABD, Karşılıksız Para Basıp Herşeyi Satın Alabilmektedir
ABD’nin karşılıksız para basıp herşeyi satın aldığını belirten Prof. Dr. Arif Yavuz, ABD’nin gücünü kaybedeceği için, “Dünya Merkez Bankası” ve yeni “uluslar arası para birimi” oluşturulması teklifine karşı çıktığını söyledi. ABD, karşılıksız para basıp dünyayı sömürüyor İstanbul Üniversitesi Rektör Danışmanı ve Endüstri İlişkileri Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Arif Yavuz, ABD’nin karşılıksız para basıp herşeyi satın aldığını, gücünü kaybetmekten korktuğu için de “Dünya Merkez Bankası” ve yeni uluslar arası para birimi oluşturulması teklifine karşı çıktığını belirtti.
Prof. Dr. Arif Yavuz, Demokrat Eğitimciler Derneği’nin İstanbul Süleymaniye’deki Yeni Asya Vakfı Seminer Salonu’nda düzenlediği, “Türkiye ve Dünyada Küresel Ekonomik Güçler” konulu bir seminer verdi. Toplumların gelişmesini kendi sınıflamasında üçe ayırdığını ifade eden Prof. Dr. Yavuz, bunları Tarım Toplumu, Sanayi Toplumu ve Bilgi Toplumu olarak sıraladı. Tarım Toplumu’nda toprağın sahibi kimse o zamanın en büyük siyasî ve ekonomik gücü olduğunu kaydederek, Tarım Toplumu’nda en büyük toprağa sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nun dönemin en büyük siyasî ve ekonomik gücü olduğunu ve tüm dünyaya hükmettiğini söyledi. Sanayi devrimi ile Sanayi Toplumu’na geçildiğini dile getiren Prof. Dr. Yavuz, Osmanlı İmparatorlu’ğunun sanayi devrimine geçemediği için gücünü yitirdiğini, buna karşın sanayi devrimini gerçekleştiren İngilizlerin sanayi toplumunun imparatoru olduğunu kaydetti.
Şimdilerde ise Bilgi Toplumu’na geçildiğini bilgiyi üreten ve kullanan ABD’nin de Bilgi Toplumu’nun imparatoru olarak, en büyük siyasî ve ekonomik gücü elinde tuttuğunu, dünyayı yönettiğini vurgulayan Prof. Dr. Yavuz konuşmasına şöyle devam etti: “ABD’nin her ülkede, her olayda parmağı var. Irak’ta da, İran’da da eli var. Orta Doğu’daki olayları da ABD yaptırıyor. Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçası. Amerikan İmparatorluğu’nu ise İngiliz ve Yahudiler yönetiyor. Dikkat ederseniz ABD’de iki dönem demokratlar, iki dönem de Cumhuriyetçiler iktidara geliyor. 2008 krizini Yahudiler çıkardı. Ne yaptılar? Arapların milyarlarca dolar parasını topladılar. İngilizlere tuzak kurdular. Bunun sonucu İngilizlerle Yahudilerin bağları koptu. Ama Yahudiler çok güçlendi ve tekel oldular. Şimdi ABD’yi Yahudiler yönetiyor.”
DOLARIN HİKÂYESİ
Küresel ekonomik krize de değinen Yavuz, bu olayı bir hikâye ile açıkladı. Hikâye şöyle:
“Bir gezegen var. Burada 10 kişi yaşıyor. Yalnız bu on kişinin hepsi birşeyler üretiyor. Biri toprakla uğraşıp, buğday, sebze meyve üretiyor. Diğeri makineleri var giysi üretiyor. Diğeri otomobil üretiyor. Diğeri mobilya, başkası gıda vb. Birisinin de bilgisayarı var, bir tuşuna basıp sadece kâğıt çıkarıyor. Bu kâğıdı, otomobil üretene veriyor, otomobil alıyor. Giysi üretene verip giysi, yiyecek üretene verip yiyecek alıyor. Daha sonra diyor ki, ‘siz bundan sonra birbirinizden alış verişi benim size verdiğim kâğıtla yapın. Sebze üreten benim verdiğim kâğıdı, giysi üretene verip giysi alsın. Giysi üreten o kâğıdı, otomobil üretene verip otomobil alsın’ diyor. Yaptığı iş ise sadece bilgisayarın tuşuna basıp kâğıt çıkarıyor.
ABD GÜCÜNÜ KAYBEDERSE, DOLAR HAKİMİYETİNİ KAYBEDER
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesine yakın 1944’te ABD’nin küçük bir kasabası olan Bretton Woods’da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansında Bretton Woods sistemi’nin kabul edildiğini hatırlatan Yavuz, bu sistem ile bağımsız ulus-devletlerin kendi aralarında ortak bir parasal düzen üzerinde anlaştığını belirterek; “Bu konferansta altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiştir. Anlaşmaya katılan ve parasını altına dönüştürülebilir yapmayı kabul eden her ülkenin parasının değeri dolara göre saptanmıştır. Anlaşma ile 1 ons altın = 35 dolar ya da 1 dolar 0,88867 gr. altın olarak belirlenmiş ve ABD dış talep olduğunda doları bu paritesi üzerinden altına çevirmeyi kabul etmiştir.
Tüm para birimlerinin dolara endeksli olması zamanla piyasalarda gerilim oluşturmuş ve 1971’de ABD’nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla sistem çökmüştür. O zamana kadar doları altın karşılığı basan ABD o zamandan sonra karşılıksız dolar basmaya başlamış ve hâlâ da buna devam ediyor. ABD ekonomisinin zayıflamasıyla Çin, dünyada geçerli başka bir para birimi oluşturulmasını isteyince ABD buna karşı çıktı, Rusya yine, ‘Dolar uluslar arası para birimi olmasın’ dedi. Yahudiler, ‘Sen ne diyorsun’ diye karşı çıkınca Rusya da sesini kesti.
ABD eğer gücünü kaybederse, dolar hakimiyetini kaybeder. ABD karşılıksız para basıp herşeyi satın alıyor. Yeni Dünya Merkez Bankası kurulması teklifine, yeni bir para birimi olsun görüşlerine karşı çıkıyor ve kabul etmiyor. Çünkü o zaman gücü bitecek. Dolar dünyada talep gördüğü için yükseliyor yoksa biter” diye konuştu. (5)
DOLAR VE ALTIN İLİŞKİSİ
Popüler yatırım enstrümanları arasında yer alan ve yatırımcıların merakla takip ettiği dolar ve altın arasında nasıl bir ilişki var? İşte üç soruda dolar ve altın ilişkisi:
Dolar ve altın arasındaki ilişki ne zaman başladı?
Güvenli bir liman olarak bilinen altın ve dünyanın en çok işlem gören para birimlerinden olan dolar arasındaki ilişki 1944-1973 tarihleri arasında “Bretton Woods” sistemiyle başladı. Bu sistemle beraber 1 ons altın = 35 dolara eşitlendi. Zamanla ticaret hacminin büyümesiyle de dolara olan talep arttı. 1971 tarihine gelindiğinde altın arzının sisteme ayak uyduramaması sonucu Bretton Woods’un ömrü uzun soluklu olmadı ve sonra erdi.
Bretton Woods anlaşmasının sona ermesi dolar ve altın ilişkisini nasıl etkiledi?
Dolar ve altın ilişkisinin temelini oluşturan Bretton Woods anlaşmasının sona ermesiyle iki yatırım enstrümanı arasında rekabet baş gösterdi. Yıllar içerisinde de dolar ve altın arasında ters korelasyon başladı.
Dolar ve altın arasında nasıl bir ilişki var?
Altın ve dolar arasındaki ters korelasyon vardır. Ters korelasyonu kısaca şöyle açıklayabiliriz;
Genellikle dolar değer kazandığında, altın fiyatlarında bir düşüş yaşanır. Altın değer kazandığında da, dolar değer kaybeder. Tabii, her zaman bu durum söz konusu olmayabilir. Dolayısıyla dolar ve altında işlem yapmadan önce bu iki yatırım aracının fiyatını etkileyecek unsurlara dikkat etmelisiniz. Gelin önce altını sonra da doların değerini etkileyecek unsurları paylaşalım. Jeopolitik riskler, Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) almış olduğu kararlar, arz-talep ve enflasyon altın fiyatlarını etkileyen başlıca faktörlerdendir.
Diğer yandan dolara baktığımızda ABD’de de her ayın ilk haftasında açıklanan tarım dışı istihdam, işsizlik, enflasyon ve ABD Merkez Bankası’nın para politikaları doğrudan doların fiyatını etkileyecek unsurlar arasında gösterilebilir. Bir örnekle tarım dışı istihdam verisinin doları nasıl etkilediğini anlatalım. Örneğin; tarım dışı verisinin beklenenden iyi gelmesi, dolara olan talebi arttırıp para birimini pozitif etkilerken, verinin beklenenden kötü gelmesi ise doları olumsuz etkilemektedir. (6)
Naci Kaptan – 22.07.2018

KAYNAKLAR
(1) 19.01.2015 -Yaman Törüner : http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/yaman-toruner/abd-nin-dunya-imparatorlugu-2001005/
(2) 25.6.2018 – Hüseyin Vodinalı ; https://www.aydinlik.com.tr/dolar-imparatorlugunun-sonuna-dogru-yeni-altin-para-sistemi-yolda-huseyin-vodinali-kose-yazilari-haziran-2018
(3) 30 Eylül 2010 – H. Bader Arslan ; http://t24.com.tr/yazarlar/h-bader-arslan/dolar-imparatorlugunun-hikayesi,2557
(4) 27.11.2017 – Şinasi KARA ; http://www.orduvizyon52.com/kose-yazilari/dolar-imparatorlugu-1676.html
(5) Prof. Dr. Arif Yavuz ; http://www.profdrarifyavuz.com/tr/information/event/112
Posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, Ekonomi, KAPİTALİZM - LİBERALİZM | Leave a comment

İsrail bir din devletidir, savaş din savaşıdır * Tanrı bütün kullarını bir görmez” “Tanrı’nın, Yahudiler ve Hıristiyanlar için planları vardır, diğerleri Hıristiyan olmadıkça böyle bir şey söz konusu değildir. Tanrı’nın Hıristiyanlar için cennetle, Yahudiler için ise yeryüzüyle ilgili bir planı vardır.” (Hallsell, 2003: 60).

İsrail bir din devletidir, savaş din savaşıdır

25.10.2023 – Akın Aydın

“İsrail, dünyadaki nadir din devletlerinden biridir. İsrail bir din devletidir ve bunun dini, buna sadece oradaki toprakları değil bütün Ortadoğu coğrafyasında bir devlet kurmayı emreder ve bu gizlenmiş sümenaltı edilmiş bir plan değildir.
Bu, dünyadaki herkesin bildiği bir plandır. Bugün ABD Dışişleri Bakanı İsrail’e gittiği zaman, ‘Ben bir Yahudi olarak buradayım, korkmayın sizi bırakmayacağım’ dedi. Netanyahu, ‘Bütün Ortadoğu’yu değiştirmeye geliyoruz’ dedi.
Şu anda Türkiye’de şu görüşleri de çok okuyorum ve duyuyorum; ‘Bölgede yaşananlardan bize ne, onlar kendi aralarında bir problem, bizi ilgilendirmez.’
Kusura bakmayın efendim (!) Keşke öyle olsaydı! Bu konu tam da bizi ilgilendiriyor. Nasıl ki Suriye paramparça olduğunda bedelini siz ve biz ödüyorsak, nasıl ki Irak bunları yaşadığında bedelini siz ve biz ödüyorsak, bugün Filistin’in başına geleceklerin de bedelini yine siz ve biz ödeyeceğiz”.
‘İsrail’in kuruluşu İncil’in kehanetidir’
1948’de İsrail kurulduğunda dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter, İncil’in kehanetinin gerçekleştiğini vurgulayıp ‘İsrail’i üzeceğime politik hayatıma son vermeyi tercih ederim’ diyordu.
Kudüs’ten başlayarak akan kanın uzunluğu 200 mil olacak
ABD Başkanı Ronald Reagan, 1980’de Vaiz Jim Bakker’le yaptığı bir söyleşide; “Düşünün bir kere! En az 200 milyon Doğulu asker ve bir ondan fazla da Batılı… Yeniden dirilmiş Roma İmparatorluğu (Batı Avrupa)!
İsa Mesih, kendi şehri Kudüs’ü harap edenlere vuracak. Daha sonra Megiddo (Armagedon) vadisinde toplanmış ordularla savaşacak.  Kudüs’ten başlayarak akan kanın 200 mil uzunluğunda ve atların başı seviyesinde olacak olması kimseyi şaşırtmasın. Bütün vadi savaş araçları, hayvanlar, insan gövdeleri ve kanla dolacak.” (Hallsell, 2003: 33).
Tanrı’nın Yahudiler ve Hıristiyanlar için planları vardır
Dallas İlahiyat Fakültesi Başkanı Dr. John Walvood, verdiği bir röportajda; “Tanrı bütün kullarını bir görmez” demiştir. Bir milyarlık Müslüman âleminin durumu ne olacak, sorusu üzerine konuşmasına şu şekilde devam etmiştir: “Tanrı’nın, Yahudiler ve Hıristiyanlar için planları vardır, diğerleri Hıristiyan olmadıkça böyle bir şey söz konusu değildir. Tanrı’nın Hıristiyanlar için cennetle, Yahudiler için ise yeryüzüyle ilgili bir planı vardır.” (Hallsell, 2003: 60).
Mesih’in dünyaya dönebilmesi için yerine getirilmesi gerekli bazı şartlar vardır
Hıristiyanların en belirgin özelliği İsa Mesih’in ikinci gelişiyle ilgili inançlarıdır. Onlara göre; İsa Mesih, ihtişamlı bir şekilde yeryüzüne döneceğini önceden bildirmiştir ve İsa Mesih’in dünyaya dönebilmesi için yerine getirilmesi gerekli bazı şartlar vardır. Bu şartlar; Yahudilerin Filistin’e geri dönmesi; İsrail devletinin kurulması; Yahudiler de dâhil dünyanın tüm uluslarına İncil’in vaaz edilmesi; Yedi yıl sürecek olan felaket dönemi; Kiliseye iman edenlerin göğe yükseltilmesidir.
Tüm bu şartlar gerçekleştikten sonra İsa Mesih yeryüzüne dönecek, Armagedon savaşını yapacak ve İsa Mesih’in krallığı gerçekleşecek. Bunlar gerçekleştikten sonra ise Şeytan ve İsa Mesih’e iman etmeyenlerin yargılanması dönemi başlayacaktır.
Bu yargılamada bir kimsenin adının yaşam kitabında yazılı olup olmaması belirleyici faktör olacaktır. Yeni gök ve yeni yeryüzünde İsa Mesih ve ona inananlar yaşayacaktır. Artık ölüm olmadığı gibi ne yas ne ağlama ne de ıstırap olacaktır (Mac Donald, 2002: 611).
Tanrı bize, İsa’yı Ortadoğu’ya getirme şansı doğurdu
“Tanrı ve Başkan bize İsa’yı Ortadoğu’ya getirme şansı doğurdu. Bu bana verilen bir emir” diyen George W. Bush 11 Eylül saldırılarının ardından bu savaş için kendisinin özel olarak görevlendirildiğini belirterek bu hareketin yeni bir “Haçlı Seferi” olduğunu söylemiştir. (Hallsell, 2003: 125).
Yahudi Fundamentalizmi; Siyonizm
Fundamentalist Yahudilere göre Yahudilerin, Filistin topraklarını işgal etmesi, kıyametin yaklaştığını gösteren en önemli olaydır. Yahudi topluluklarının büyük bölümüne göre, asırlardır süren sürgünden sonra başlangıçta vaat edilmiş topraklara dönerek, Davut ve Süleyman’ın hükümdarlığının devamı olan bir Yahudi iktidarının kurulmuş olması kutsal tarihin yeniden işlemesi anlamına gelmektedir (Corm, 2008: 179).
İsrail devletinin kurulmasının ana gayesi tapınağın inşa edilmesi içindir. Çünkü Tapınak, İsa Mesih’in gelişinde piramidin zirve noktasıdır. İsrail’in Kudüs’ü askeri olarak kontrol altına aldığı tarih olan 1967’den bu yana birçoğu silahlı olmak üzere İsrailli hahamlar önderliğinde memur, asker ve din öğrenimi gören değişik kesimlerden oluşan Yahudi militanlar, Kudüs’ün kutsal İslami merkezlerine yönelik saldırılarını sürdürmektedir. (Hallsell, 2003: 85- 86).
İsrail devletinin Kutsal Kitap’ta belirlenmiş sınırları
Yahudi din adamlarının İsrail devletinin Kutsal Kitap’ta belirlenmiş sınırlarının hangi bölgeleri kapsayacağı konusundaki en geniş yorumu şöyledir: “Doğu’da Ürdün, Suudi Arabistan’ın büyük bir bölümü, Kuveyt, Fırat Havzası ve Irak’ın bir kısmı, Güney’de Sina Yarımadası, Kahire ve Mısır’ın bir bölümü, Batı’da Kıbrıs, Kuzey’de ise Lübnan, Suriye ile Van Gölü’ne kadar uzanan Türkiye topraklarının bir kısmı vardır. Söz konusu bu sınırlar İsrail’deki ulusalcı ve dinî çevrelerde oldukça popülerdir” (Shahak, 2004: 31). (Geniş bilgi için bknz Hıristiyan Fundamentalizmi ve Ortadoğu’da Tanrıyı Kıyamete Zorlama Stratejisi Ensar Çetin)
Şimdi o soruyu soralım: Bu savaş niçin ve bizi ilgilendiriyor mu?

SİYONİZM VE BÜYÜK İSRAİL PROJESİ

Siyonizm, Yahudi milletinin tarihteki yahudi devletinin sınırları içinde kendi kaderlerini tayin hakkını bir devlet olarak gerçekleştirme ülküsünün ideolojisidir. Bu ideoloji çerçevesinde örgütlenen siyonistler devlet kurmak için 1800’lü yılların sonlarında harekete geçmişlerdir. Bu hareketin öncüsü Theodor Herlz’dir. Theodor Herlz başta Avrupa’daki yahudi sorununu asimilasyonla çözümünü öngörüyorken Dreyfuss Olayı’yla fikrini değiştiriyor. Ardından 1897’de 1. Siyonist Kongresini Basel’de toplanması kararı alınıyor. Herzl, kongredeki görüşmeler sonrucunda devlet kurma fikrini iyice sahipleniyor ve kongrede devletin sınırlarını belirlemeye gidecek kadar ilerleme katediyorlar.
BÜYÜK İSRAİL PROJESİ
Kongre’de Yahudi devletinin sınırları şöyle tanımlıyor:
“Kuzey sınırlarımız Kapadokya dağlarına dayanır. Güney’de de Süveyş kanalına.. Sloganımız Davut ve Süleyman’ın Filistin’i olacaktır.”
88 yıl sonra İsrail Ordu Komutanı Moşe Dayan ise şöyle diyor:
Eğer kutsal kitabımıza sahip çıkıyorsak eğer kitabı mukaddeste sözü geçen halk olduğumuzu düşünüyorsak, o zaman kitabı mukaddeste yazan topraklara da sahip olmamız gerekir. Hakimlerin, Patriklerin, Kudüs’ün ve daha bir çok yerlerin toprakları.”
Bu topraklar kuzeyde Nevşehir’e batı’da Kıbrıs’a, güneyde Suudi Arabistan’ın bir bölümünü ve doğuda İran’ın bir kısmını içine alan topraklar.. Aslında Fırat, Dicle, Nil nehri arasında kalan toprakları kendilerine her ne kadar vadedilmiş topraklar olarak söyleseler de hedefleri bu sınırları daha da genişletme çabasındadırlar.
Tabi bu toprakların merkezi Kudüs haliyle Filistin topraklarıdır. Bu yüzden ilk hedefleri Filistin’i ele geçirmek olmuştur. O dönemde Osmanlı hakimiyeti altında olan Filistin Abdülhamit hanın tahtta olduğu döneme tekamül ediyordu.
Herlz Osmanlı’nın borçlarını kendine fırsat olacağını düşünerek Abdülhamit ile borçları ödeme karşılığında Filistin topraklarını almak için görüşmek istiyordu. Abdülhamit Han ile görüşen Herlz’e Osmanlı borçlarının ödemeyi Filistin topraklarının verilmesine karşı teklif ediyor ve cevap şöyle geliyordu:
“ Bu topraklar bana ait değil, milletime aittir. Bu yerlerin her bir karış toprağı için şehit verilmiştir. Her bir karışında şehitlerin kanı vardır. 93 harbinde Ordu’yu Hümayumun Filistin Alayının askerleri, bir tanesi dönememek üzere şehit olmuştur. Ben canlı vücut üstünde paylaştıma yapamam. Filistin’e ancak cesetlerimiz üzerinden girilebilir. Böyle bir teklif yapan adama bir adım daha atmasın ve bir an evvel memleketi terketsin.”
Amacına o an için ulaşamamış olan Herlz anılarında “Siyonizmin amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı’nın dağılmasını beklemeliyiz” demiştir. Bunun için planları ise Sultan’a karşı Jön Türkleri ve sürgün edilmiş prensleri kullanmak olduğunu yine anılarında bahsetmiştir.
Yahudi Mason komplosuna Selanik üs, İttihatçılar ise tetikçi seçildi. Amanuel Karasu siyonizmin masumluğuna ittihatçıları ikna ettiler ve milletvekili olarak meclise girdiler.
İttihat ve Terakki’nin başa geçmesiyle Filistin üzerinde Abdülhamit Han’ın koyduğu Yahudilere karşı sınırlandırmaları kaldırdılar. Yahudi yerleşimleri Filistin topraklarında artıkça İngiltere’nin desteğiyle devlet kurma aşamalarına geçtiler.
İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, 2 kasım 1917’de İngiltere Siyonist Dernekleri Başkanı Lord Rothschild’e bir mektup göndererek “Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt oluşturulmasını uygun karşılamaktadır. Bunun gerçekleşmesi için her türlü çabayı harcayacaktır.” dedi.
Bunun için arap liderler ikna edildi ve işbirliği sağlandı çünkü araplar da bir devlet altın da toplanacaklarına inandırılmıştı. 30 Ocak 1919’da Londra’da Emir Faysal ile Dünya Siyonist Örgütü Lideri Weizmann anlaşma imzaladı. Anlaşmaya göre Arap devleti ile Filistin arasındaki sınırının tespit edileceği söyleniyor ve Filistin’in tamamen Yahudi toprağı olduğu belirleniyordu.
İngilizlerin propagandası ile göçler başlamıştı. Araplar karşı çıksa da ABD ve İngiltere bu yönde çalışmalarını hızlandırmış ve yahudilerin Filistin’e göçleri için çalışıyorlardı. 1920-36 yılları arasında 290 bin yahudinin göçüne izin verilmişti. 1936’da filistin nüfusu 400 000 bin olmuştu. Genel nüfusun %31’i demekti.
Filistin’e yerleşen yahudiler önce parayla sonra da silahla arapların topraklarını ele geçirdiler. Direnen araplar acımasızca katlediliyor ve terör örgütleri kurularak direnenler kaçırılıyordu. Bunu da hak olarak görüyorlardı. İngilizler siyonist militanları 2. Dünya Savaşında orduya alarak eğitim verdi. Böylelikle olası arap savaşına hazırlanıyorlardı. İngiltere bölgeden çekildikten sonra açılacak boşluk terörle doldurulması için plan yapıldı ve siyonist terör örgütleri harekete geçti. Bunun için ABD’den silah desteği alındı. 3 milyon siyonist vardı ve destek veriyorlardı. İşadamları ve bürokratlar aracılığıyla ciddi para miktaları toplandı ve siyonist terör örgütlerine aktarıldı. Marshall yardımları da eklendi ve terör örgütleri iyice güçlendirildi.
Yahudi terör örgütleri BM gözlemcisini dahi öldürerek göz dağı verdiler ve BM bu gözdağının ardından Filistin’in % 43’ünü araplara 57’si siyonistlere bıraktı. BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden ABD bu konuda yoğun çabası vardı. Özellikle Başkan Truman’ın yahudi devletinin kurulması için elinden geleni yapmıştır.
BM Genel Kurulu 29 Kasım 1947’de beklenen kararı alarak 33 oyla arap topraklarını bölündü. 14 Mayıs 1948’de de Tel Aviv’de Yahudi Milli Konseyi İsrail devletini kurduğunu ilan etti. İlk tanıyan ülke ise ABD oldu sadece 11 dk sonra… Bu yüzden bugün ABD’nin Kudüs için İsrail taraftarı girişimlerini ve kararları çok da şaşırtıcı olmasa gerek.
İsrail’in Stratejik Amaçlarına Ulaşma Yöntemleri
İsrail amaçlarına ulaşmak için bazı stratejik yöntemler gütmektedir. Bugün Orta Doğu’daki karmaşıklığın nedenini anlayabilmek adına bu yöntemler önem arz etmektedir. Hele ki DAEŞ terör örgütünün başındaki komutanların dahi yahudi kökenli olduğu gerçeğini ve Mısır ve Suudi Arabistan’ın ABD yanında Kudüs kararında yer almasını göz önünde bulundurduğumuzda yöntemlerinde ne kadar etkin olduklarını görmekteyiz.
Siyonistlerin yöntemleri şöyledir:
Bölgedeki devletlerde kukla rejimlerin başa geçmesini sağlamak
Arap ulusal hareketini bölmek
Arap dünyasını parçalamak ve hükümetleri devirmeye yönelik eylemleri gerçekleştirmek
Genelde ele geçirmek ve kontrol altında tutmak istedikleri bölgelerin etnik ve mezhepsel zenginliklerini kullanarak iç çatışmalar çıkmasını destekler ve iç savaş çıkararak yönetimi istikrarsızlaştırmaya çalışırlar. Kendilerine düşman olduğunu düşündükleri örgütleri o bölgelere sevk etme böylelikle işgali meşrulaştırma yöntemine başvururlar. Yıllardır ABD ve İsrail bu yöntemle Müslüman coğrafyasını yerle bir etmişlerdir. Bugün de aynı yöntemle İslam Birliğinin altını oymakta ve Büyük İsrail Projesini gerçekleştirmek için adımlarını atmaktadırlar.
Nazlı Yayıntaş
Posted in Uncategorized | Leave a comment

AFORİZMALAR

Posted in Uncategorized | Leave a comment

Din devleti

CUMHURİYET – Ali Sirmen – 05.12.2024

Din devleti


İsrail bir yılı aşkın süredir büyük sokak gösterileriyle çalkalanmaktaydı. Aşırı dinci Yahudi gruplar Binyamin Netanyahu’nun önderliğinde oluşturdukları koalisyonla ülke yönetimine damgalarını vurgulamışlardı. Yerleşim bölgelerinde diledikleri gibi at oynatarak Filistinli Arapların yaşamını daha da güçleştirecek bir taciz politikası uygulamaktaydılar.
İsrail’de demokratik bir koalisyon ile iktidar formülü bulunamadığı için hükümete katılmak olanağı bulmuş ultra dinci yobaz takımı ile iktidar oluşturmayı geleneksel partilerden hiçbirinin istememesi üzerine tutucuların da tutucusu Netanyahu bir yıl kadar önce oluşturduğu tutucular koalisyonunu iktidara, ülkeyi de kaosa taşımıştı. O günden beri İsrail’de Netanyahu iktidarı ile halk arasında çatışmalar yaşanmaktaydı. Kısa bir süre içinde Netanyahu İsrail’de bütün siyasi güçlerle, politik ve demokratik kuruluşlarla karşı karşıya geldi.
***
Bir yıl boyunca sokaklar durulmadı. Netanyahu yalnız siyasi kurumları değil, yüksek yargının ve ordunun bir bölümünü de karşısına aldı. İsrail-Hamas çatışması herkesin “Bir şeyler olacak” dediği böyle bir ortamda gerçekleşti.
Hamas ile İsrail çatışmasının nerede duracağını şimdiden kestirmek güç. Olan bitenin burada kalması söz konusu değil. Öneriler, projeler, planlar birbirini izliyor. Terör örgütleri yeni girişimler için hazırlık yapıyor. Pek yakında bölgede yeni sınırların oluşması gündemdedir. Sürekli oluşum halindeki Ortadoğu ardı arkası kesilmeyen geçiş süreçlerinden birini yaşamaktadır. 21. yüzyılda bölge devletleri petrolden daha aranır hale gelmiş olan su yüzünden birbirleriyle savaşmaya hazırlanırken göç olgusunun doğurduğu istikrarsızlık bölgeyi daha da patlamaya hazır hale getirmiştir.
Göç olgusunun varlığını ve birliğini tehdit ettiği ülkelerin başında gelen Türkiye’nin şu anda sınırları içinde kaç milyon göçmen ya da sığınmacı barındırdığını hükümet dahil kimse kesin olarak bilmemektedir.
Böyle bir ortamda son günlerde birdenbire hilafet çağrıları artmıştır. Ortadoğu’da emperyalizmle siyasal İslamın birbiriyle bağdaştırılmış ortak çıkarlarının, büyük güçlerin bölgeyi bölme düşlerinin ürünü olan hilafet çağrıları kimseyi şaşırtmamalıdır.
Laik demokratik Cumhuriyetin karşıtı olan güçlerin iktidarda bulunduğu 21 yıl içinde bütün demokratik laik değerlere ve kurumlara saldırısını, bunların tasfiyesini amaç edindiğini herkes görmektedir. Kısacası Türkiye’de hilafet çağrıları ülkenin bekasının tehdit altında olduğu bir döneme rastlamış olması bakımından da önemlidir.
Emperyalizmle amaçlarını birleştirmiş olan siyasal İslamcı güçlerin bu son girişimleri Türkiye’yi kan ve ateş çemberi içine atacaktır.
Fakat ne olursa olsun Türkiye’nin bölünmesine yol açacak olan hilafet çağrılarının yaşama geçmesi düşünülemez. Türkiye içine düştüğü büyük kaosa rağmen varlığını ve bütünlüğünü koruyacak azmi kaybetmiş değildir.
***
Bu gerçeği böylece belirttikten sonra, böyle bir girişimin ülkemize büyük acılar getireceğini söylemek gerek.
Evet, hilafet çağrıları Türkiye’yi çok büyük badirelere sürükleyecektir. Ve bugün işbaşında olan iktidar karşı karşıya bulunulan tehlikenin boyutunun pek de farkında görünmemektedir. Bu olgunun yarattığı edilgenlik Türkiye’de hilafet çağrılarının başarıya ulaşabilmesini sağlayacak dereceye kadar varmayacaktır. Yalnız Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin tüm kurumlarıyla hesaplaşma tutkusunun pençesine düşmüş olanların kendi siyasi emellerinin sonucu olan yanlış hesaplarla Türkiye’nin defterini dürmek isteyenlere karşı tavırlarını iyi belirleyememeleri endişesi var. Bu tür yanlış hesaplar eninde sonunda başarısızlığa mahkûmdur. Çünkü halk, laik ve bağımsız Cumhuriyeti koruyacak bilinç ve azme sahiptir.
Posted in Uncategorized | Leave a comment

İSRAİL GAZZE’DE SOYKIRIM YAPIYOR * Güney Afrika’nın İsrail’e açtığı ‘soykırım’ davasında duruşma gelecek hafta başlıyor

YAZIŞMALAR


Güney Afrika’nın İsrail’e açtığı ‘soykırım’
davasında duruşma gelecek hafta başlıyor

Soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçlarının görüşülmesi ve karara bağlanması UÇM’nin görevi. Ferruh bey ve sizin belirttiğiniz hususlar doğru. Kanımca, Güney Afrika devletinin girişimi konuyu sulandırmak. UAD’ın iki açıklaması ekte. Harvard Üniversitesi Rektörü Claudine Gay hanımefendi „üniversitede düşünce özgürlüğünü“ savunduğu için bir sermayedarın girişimi sonucunda istifa ettirildi.
İnsanlığın başında iki büyük bela mevcut. Birincisi sermaye/servetlerin birkaç kişinin uhdesinde bulunması, bulunmaya devam olunması. Riyad’daki Atatürk aleyhtarlığının kökeninde „sermayedar“ öldüğü ifade ediliyor.
https://www.odatv4.com/güncel/disney-ve-riyaddaki-atatürk-krizleri-ikisinin-de-ardındaki-isim-saner-ayar-120019311
Diğeri ise yapay zeka marifetiyle insanlığın yök edilecek olması. Dünya sağlık örgütünden emekli olan bir şahısın vidyosunu izlemiştim. Alenen dünyanın 7,8 milyarlık nüfusunun bir milyara indirilmesi gerektiğini beyan etmiş. 6,8 milyar insanın yok edilmesi projesinde, 20 bin Filistinli’nin lafı bile olmaz düşüncesindeler.
Bu davalardan birşey çıkmaz. Allah acısın! Mücadele etmesini, aklını kullanmasını beceremeyen insanlara Allah neden acısın?
Doğanın kurallarına aykırı. Doğa hakkında filmlere baktığımızda, aslan, kaplan, sırtlan, kürt vd. avlayacakları sürünün içerisinde zayıf, topal olanı seçiyor. Çünkü doğanın evrimi için sağlam/güçlü olanlar lüzumlu.
Türkler Esarılığı/Selefiliği benimsememiştir. Türkler Maturidiliği/akılcılığı benimsemişlerdir. İslamiyet; aklı tefekkür (düşünme) ve araştırmayı emreder. „Selçuklu beyi Tuğrul/Tughrul“un laiklik hakkındaki düşünceleri, Voltaire ve diğer yazarların eserlerinde ele alınmıştır. Yüzlerce yıl sonra ülkemizde ŞERİAT, HİLAFET naraları yükseliyor! Akıl tutulması!
Gelecek dönemde ilk yok edilecek insan kitleleri, „kıçlarını tutsuleten tarikat“ mensuplarından başlayarak, müslümanlardan oluşacağını anlamak, kahinlik değildir.
https://www.yeniçaggazetesi.com.tr/tütsü-tarikatı-ortaya-çıktı-işlem-belden-aşağı-yapılıyor-750926h.htm
Bilvesile çalışmalarınızda kolaylık dileklerimle birlikte, kalın sağlıcakla.
Rehan Gündoğmuş

Ferruh Bey haklı.
İsrail ve Hamas’ın işlemiş oldukları soykırımı suçlarının yargılanması gereken doğru makam Uluslararası Ceza mahkemesi (UÇM) olmalı, Uluslararası Adalet Divanı (UAD) değil. Hatta, daha önce Filistin devletinin şikayeti üzerine o zamanki UÇM Savcısı Fatou Bensouda’nın Filistin ile ilgili dava açma yetkisi sorusuna UÇM 5 Şubat 2021 tarihinde savcının Filistin’de işlendiği iddia edilen muhtemel savaş suçları konusunda dava açmaya yetkisi olduğuna karar vermişti ( https://www.reuters.com/artıcle/idUSKBN2A52CV/ ). 2021 yılında Savcı Bensouda “Doğu Kudüs dahil Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde Filistinli ve İsrailli aktörler tarafından savaş suçları işlendi veya işleniyor” diye iddia ederek soruşturma başlatmıştı ( https://www.icc-cpi.int/news/statement-icc-prosecutor-fatou-bensouda-conclusion-preliminary-examination-situation-palestine ).
O tarihten bu yana UÇM’ye Filistin ile ilgili birçok resmi şikayet daha yapılmış bulunuyor. Bazı örnekler:
6 Aralık 2022 tarihinde Filistinli muhabir Shireen Abu Akleh’in İsrail askerleri tarafından öldürülmesinin ardından Al Jazeera Medya Ağı tarafından verilen şikayet dilekçesi ( https://www.aljazeera.com/news/2022/12/6/al-jazeera-takes-the-killing-of-shireen-abu-akleh-to-the-icc )
8 Kasım 2023 tarihinde insan hakları örgütleri Al-Haq, Al Mezan ve Filistin İnsan Hakları Merkezi tarafından verilen şikayet dilekçesi ( https://www.aljazeera.com/news/2023/11/9/three-rights-groups-file-icc-lawsuit-against-ısrael-over-gaza-genocide )
9 Kasım 2023 tarihinde Filistinli mağdurların UÇM nezdindeki temsilcisi Gilles Devers, beraberindeki 4 kişilik delegasyonla UÇM Savcılığına verdikleri şikayet dilekçesi ( https://www.aa.com.tr/tr/dünya/filistinli-mağdurların-avukatları-israilin-gazzedeki-soykırımını-ucmye-şikayet-etti/3049016 )
23 Kasım 2023 tarihinde İstanbul 2 No’lu Barosu Başkanı Yaşın Samlı ve 15 avukat tarafından , Türkiye’den ve çok sayıda ülkeden avukatların imzaladığı İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırıma ilişkin İsrail hakkında soruşturma açılması için Hollanda’nın Lahey kentinde kendileri tarafından bizzat UÇM’ye verilen dilekçe ( https://www.sabah.com.tr/gündem/2023/11/25/türk-avukatlar-filistin-için-laheyde )
24 Kasım 2023 tarihinde Türkiye Barolar Birliği (TBB) Yönetim Kurulu’nun İsrail’in işlemiş olduğu suçlarla ilgili UÇM’e başvuruda bulunması ( https://www.hukukihaber.net/tbb-israilin-işlemiş-olduğu-suçlarla-ilgili-uluslararası-ceza-mahkemesine-başvurdu ), vs., vs.
Bu kadar başvuruya rağmen iki yılı aşkın bir süredir Uluslararası Ceza mahkemesi’nin (UÇM) niye harekete geçmemiş olmasının sanırım başlıca nedenlerinden biri, daha önce UÇM Savcı görevini yürüten Gambia Afrika kökenli Fatou Bensouda’nın görev süresinin 15 Haziran 2021 tarihinde sona ermiş olması. Yerine seçilen UÇM Savcısı Karım Khan’ın ise kanımca Batı’nın bu konudaki tutumunu benimsemiş bir İngiliz avukatı olup bu nedenle Filistin konusunda bilhassa yavaş hareket ediyor olması.
Şimdiye kadar İsrail her iki yargı makamını da tanımayı reddetmiş bulunuyordu. Uluslararası Adalet Divanında (UAD) birdenbire kendini savunmaya razı olmasının birkaç nedeni olabilir ( https://www.jpost.com/israel-news/artıcle-780488 ):
1- İsrail, Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesini (Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide) 9 Mart 1950 tarihinde imzalamış bulunmakta. Bu husus ve Uluslararası Adalet Divanının (UAD) BM kapsamında olması nedeni ile soykırımı konusunda, 2004’de Batı Şeria duvarı ile ilgili daha önceki UAD davasında olduğu gibi İsrail’in UAD’nin ülkesi üzerinde yetkisi olmadığını iddia etmesi daha zor.
2- Eğer 2004 yılında UAD tarafından yargılanan Batı Şeria duvarı davasına İsrail katılmış olsaydı belki farklı karar verilmiş olabileceği düşüncesi.
3- İsrail’in 22.000’den fazla Filistinliyi öldürmüş olmasından dolayı UAD tarafından soykırımı işlemiş olmaktan suçlu bulunmasının ABD ve AB’deki itibarına önceki çatışmalara nazaran daha kalıcı zarar verebileceği olasılığından endişe duyması.
4- Uluslararası Adalet Divanı (UAD) İsrail karşıtı karar verse bile yaptırım uygulama yetkisi bulunmaması. Halbuki Uluslararası Ceza mahkemesinin (UÇM), Putin ile ilgili yaptığı gibi, uluslararası tutuklama kararı verme yetkisi bulunuyor olması.
Bakalım netice ne gösterecek.
Enis Pınar –  3. Januar 2024

Bu davanın “Uluslararası Adalet Divanı”ında (UAD) açılması bence yanlış. UAD, soykırım konusunda devletler arasındaki uyuşmazlıklara bakar. Gazze Şeridi’ndeki olaylarda Güney Afrika’nın direk ilişkisi ve riski yok, bu bağlamda “mazlum” bir ülke olmadığı için “davacı” olamaz. Dava, Filistin tarafından veya Filistinliler adına “Uluslararası Ceza mahkemesi”nde (UÇM) açılmalı. Bu mahkeme savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırım suçları ve saldırı suçlarına bakan, uluslararası bir organ.
F. Demirmen

Aleyna Çil | 02.01.2024 – Güncelleme : 02.01.2024 – Ankara

Güney Afrika’nın İsrail’e açtığı “soykırım” davasında duruşma gelecek hafta başlıyor. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin İsrail aleyhine Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) açtığı soykırım davasının ilk duruşmasının gelecek hafta yapılması bekleniyor.

Haaretz gazetesinin haberine göre, Güney Afrika’nın İsrail’e karşı, Lahey’deki UAD’de açtığı soykırım davasının ilk duruşması, gelecek hafta görülecek. Güney Afrika, İsrail’in Gazze’deki eylemleri için Uluslararası Adalet Divanında “soykırım davası” açtı.
Filistin: Güney Afrika, İsrail’e karşı “soykırım davası” açarak ilk fiili adım atan ülke oldu
Anadolu Ajansı fotoğrafları, Güney Afrika’nın İsrail aleyhine açtığı soykırım davasında da kanıt oldu
Haaretz: İsrailli yetkililer, soykırım davasının Tel Aviv aleyhine sonuçlanmasından endişe ediyor. İsrail, Güney Afrika’nın açtığı soykırım davasını boykot etmeyerek katılacağını duyurdu
İsrail yönetimi kendisini Gazze Şeridi’nde Filistinlilere soykırım uygulamakla suçlayan Güney Afrika’ya tepki göstermiş ancak davayı boykot etmeyeceğini duyurmuştu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun davaya katılmayacağı ancak mahkemeye kendi adına resmi bir mektup göndereceği belirtildi.
Haaretz’e konuşan İsrailli bir üst düzey yetkili, “İsrail, Holokost sonrasında 1950’lerde UAD’nin kurucularından biriydi.” diyerek bugün UAD’de İsrail’in soykırımla suçlanacağını kimsenin tahmin edemeyeceğini belirtti.
UAD’nin dava usulüne göre, davacı ve davalı ülkeler, 15 hakimden oluşan panele birer hakim ekleyebilir. Ayrıca, davalı İsrail, duruşmada 4 avukat tarafından temsil edilebilir ve destekçisi ülkelerin temsilcileri tarafından yazılmış mektupları mahkemeye sunabilir.
UAD, İsrail’in Gazze’deki saldırılarını durdurması yönünde bir emir çıkarabilir.
Güney Afrika, İsrail hakkında soykırım davası açmıştı
Güney Afrika Cumhuriyeti, 29 Aralık’ta, İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Gazze’de işlediği fiillerle 1948 tarihli BM Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni ihlal ettiği gerekçesiyle UAD’de dava açarak İsrail için ihtiyatı tedbir kararı alınmasını talep etmişti.
Başvuruda “İsrail’in eylemleri ve ihmalleri soykırım niteliğindedir çünkü hususi soykırım niyetiyle işlenmiştir.” ifadelerine yer verilirken, eylemlerin “Gazze’deki Filistinlileri yok etmek” amacı taşıdığı vurgulanmıştı.
Soykırım Sözleşmesinin 9. maddesi uyarınca, bir devletin sözleşmenin maddelerini ihlal etmesi durumunda, sözleşmeye taraf herhangi bir devlet, ihlalci devlet aleyhine UAD’de dava açabiliyor.
UAD, aciliyet gerektiren durumlarda ihtiyatı tedbir kararına hükmederek, söz konusu ihlallerin dava süreci sonlanana kadar durdurulmasına hükmedebiliyor.
https://www.aa.com.tr/tr/dünya/güney-afrikanın-israile-açtığı-soykırım-davasında-duruşma-gelecek-hafta-başlıyor/3098378

Ekip | 02.01.2024 – Güncelleme : 02.01.2024 – Gazze/Kudüs

İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılarda öldürülen Filistinlilerin sayısı 22 bin 185’e yükseldi.İsrail’in abluka altındaki Gazze Şeridi’ne 7 Ekim’den bu yana düzenlediği saldırılarda öldürülen Filistinlilerin sayısı son 24 saatte 207 artarak 22 bin 185’e ulaştı.

Gazze’deki Sağlık Bakanlığından yapılan yazılı açıklamada, İsrail’in Gazze Şeridi’ne 88 gündür devam eden saldırılarına ilişkin bilgi verildi. Açıklamada, İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırılarında son 24 saatte 207 Filistinliyi öldürdüğü, 338’ini yaraladığı belirtildi.
İsrail güçlerinin son 24 saatte ailelere yönelik 15 “katliam” gerçekleştirdiği kaydedilen açıklamada, İsrail’in Gazze Şeridi’ne 7 Ekim’den bu yana düzenlediği saldırılarda öldürülen Filistinlilerin sayısının 22 bin 185’e, yaralananların sayısının 57 bin 35’e ciktiği aktarıldı.
İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılarda öldürülen Filistinlilerin sayısı 21 bin 978’e yükseldi. İsrail basınına göre, İsrail ordusu Gazze’yi aşiretlerin yönettiği bölgelere ayırmayı planlıyor. İsrail’in Gazze Şeridi’nde vurduğu bir evin enkazından bir bebek sağ olarak çıkarıldı
İsrail yaklaşık 3 ayda, 4 bin 156 Filistinli öğrenciyi öldürdü, 7 bin 818’ini yaraladı. Filistin Eğitim Bakanlığından yapılan açıklamada, İsrail’in saldırıları nedeniyle eğitim camiasındaki kayıp ve kurumlardaki tahribata ilişkin bilgi verildi.
“İsrail saldırılarında 7 Ekim’den bu yana 4 bin 156 Filistinli öğrenci şehit oldu, 7 bin 818’i yaralandı” denilen açıklamada, öldürülen öğrencilerden 37’sı ile yaralılardan 282’sinin Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te olduğu, bombardıman altındaki Gazze’de ise 4 bin 119 öğrencinin yaşamını yitirdiği ve 7 bin 536’sinin yaralandığı kaydedildi.
İsrail saldırılarında işgal altındaki Batı Şeria’da 85 Filistinli öğrencinin gözaltına alındığı aktarılan açıklamada, “Gazze’de 221 öğretmen ve idarecinin şehit olduğu, 703 öğrencinin yaralandığı, Batı Şeria’da ise 5 öğretmenin yaralandığı ve 71’den fazla öğretmenin gözaltına alındığı” ifade edildi.
Gazze’de 278 devlet okulu ile Birleşmiş Milletler (BM) Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansına (UNRWA) bağlı 65 okulun bombalandığı, bunların 83’unun ağır hasar gördüğü ve 7’sinin tamamen yıkıldığı belirtilen açıklamada, Batı Şeria’daki 38 okulun da baskınlarla tahrip edildiği aktarıldı.
Açıklamada ayrıca Gazze’de okul binalarının yüzde 29’unun tamamen ya da büyük oranda hasar gördüğü için kullanılamaz hale geldiği ve 133 devlet okulunun da sığınma merkezi olarak kullanıldığı kaydedildi. İsrail ordusu Gazze’nin orta ve güney kesimlerinde en az 31 Filistinliyi öldürdü
Filistin resmi haber ajansı WAFA’nın haberine göre, İsrail ordusu, 88. günde karadan işgalini sürdürdüğü Gazze Şeridi’nin çeşitli bölgelerini savaş uçakları, insansız hava araçları ve topçu atışlarıyla hedef almaya devam etti.
Gazze’nin orta kesimlerindeki Deyr el-Belah kentinde 3 eve düzenlenen hava saldırısında çoğu kadın ve çocuk 22 Filistinli hayatını kaybetti, çok sayıda kişi de yaralandı. İsrail’in Gazze’nin güneyindeki Han Yunus kentini hedef alması sonucu da 9 Filistinli öldürüldü, birçok kişi de yaralandı.
Ayrıca, İsrail ordusu Nusayrat Mülteci Kampı’na yönelik sürdürdüğü saldırılarında çok sayıda kişi öldürüldü ve yaralandı. İsrail ordusu obüslerle Gazze’nin orta kesimlerindeki Megazi Mülteci Kampı’nı da hedef alırken, savaş gemileri de Deyr el-Belah’ı yoğun şekilde bombaladı.
Gazze Şeridi’nin kuzeyinde karadan işgalini sürdüren İsrail askerleri ile Filistinli direnişçiler arasında, İsrail ordusunun sürdürdüğü topçu atışları ve hava saldırılarıyla eş zamanlı olarak şiddetli çatışmalar yaşandı. İsrail Batı Şeria’da düzenlediği baskınlarda 4 Filistinliyi öldürdü
Yerel kaynaklardan ve görgü tanıklarından alınan bilgiye göre İsrail güçleri, bu gece de Batı Şeria’daki çeşitli kentlere, kasabalara ve mülteci kamplarına baskınlar düzenledi.
Filistin resmi ajansı WAFA’da yer alan habere göre İsrail, işgal altındaki Batı Şeria’nın kuzeyindeki Kalkilya kentinin Azun kasabasına baskın düzenledi. İsrail güçleri, kasabada çıkan olaylarda 4 Filistinliyi öldürdü.
Filistin Sağlık Bakanlığı İsrail tarafıyla temas kuran Sivil İşler Genel Kurulunun, Kalkilya’nın doğusundaki Azun beldesinde 4 Filistinlinin öldürüldüğünü ve naaşlarına el konulduğunu kendilerine ilettiğini duyurdu. Batı Şeria’da 2 bin 550’den fazla Filistinli gözaltına alındı
İsrail ordusundan yapılan açıklamada, Kalkilya’da 4 Filistinlinin öldürüldüğü doğrulandı.  Açıklamada Azun kasabasında Filistinlilerle çıkan çatışmada bir İsrail askerinin yaralandığı ve hastaneye kaldırıldığı, Filistinlilere ait 3 silaha el konulduğu kaydedildi.
Açıklamada ayrıca 7 Ekim’den bu yana işgal altındaki Batı Şeria’da 2 bin 550’den fazla Filistinlinin gözaltına alındığı, bunların yaklaşık 1300’unun Hamas ile bağlantılı olduğu iddia edildi.
Yerel kaynaklar, baskına tepki gösteren Filistinli grupların, İsrail güçlerine el yapımı bomba attığını, İsrail güçlerinin ise bir binada Filistinlileri kuşattığını ifade etti. Kaynaklar ayrıca binada ablukaya alınanlar arasında yaralananlar ve gözaltına alınanlar olduğunu dile getirdi. İsrail Kalkilya’da yaralı Filistinliyi tekmeleyerek yerlerde sürükledi
Sosyal medya hesaplarında ayrıca, İsrail askerlerinin, Kalkilya’da yaralı bir Filistinliyi tekmeleyerek yerlerde sürüklediği görüntüler gündem oldu. İsrail askerlerinin, buldozerlerle Cenin kentine ve Cenin Mülteci Kampı’na da baskın düzenlediği ve kentteki altyapıyı tahrip ettiği aktarıldı.
Filistinlilere ait çok sayıda eve baskın düzenleyen İsrail güçleri ile Filistinliler arasında çatışmalar çıktı. Çıkan olaylarda mülteci kampında yaralanan bir Filistinli kentteki İbni Sina Hastanesi’ne nakledildi. İsrail güçleri, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te 26 Filistinliyi daha gözaltına aldı
Filistin Esirler Cemiyeti ve Filistin Kurtuluş Örgütüne bağlı Filistin Esir İşleri Heyetinden konuya ilişkin ortak yazılı açıklama yapıldı.
Açıklamada, İsrail güçlerinin, El-Halil, Doğu Kudüs, Ramallah, Kalkilya, Nablus, Eriha ve Tülkerim kentlerinde düzenlediği baskınlarda 2 kadın ve bir yaralının da aralarında bulunduğu 26 Filistinliyi gözaltına aldığı belirtildi.
İsrail’in 7 Ekim’den bu yana işgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te gözaltına aldığı Filistinlilerin sayısının 4 bin 936’ya çıktığı kaydedildi. Hizbullah, İsrail’e ait 3 askeri noktaya saldırı düzenledi. Hizbullah Hareketi, Lübnan’ın güneyinden İsrail’e ait 3 askeri noktaya saldırı düzenlediğini duyurdu. Hizbullah, İsrail’e düzenlediği saldırı hakkında açıklama yaptı.
Açıklamada, İsrail’in kuzeyindeki Safed kenti yakınlarında yer alan İsrail’in 91’inci askeri karargahına bomba yüklü insansız hava aracı (İHA) ile saldırı düzenlendiği belirtildi.
Hizbullah, ayrıca, sınırdaki Zırıt ve Birket Rise askeri noktalarının “uygun silahlarla” hedef alındığını kaydetti. İsrail’in Gazze’yi işgalinde 7 Ekim sonrası Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları, “Filistinlilere ve başta Mescid-i Aksa olmak üzere kutsal değerlere yönelik sürekli ihlallere karşılık verme” gerekçesiyle İsrail’e 7 Ekim’de kapsamlı saldırı düzenledi.
İsrail, 7 Ekim’deki saldırılarda 1200 İsraillinin olduğunu, 5 bin 132 kişinin de yaralandığını açıkladı.
İsrail’in Gazze Şeridi’ne saldırılarında en az 9 bin 100 çocuk, 6 bin 500 kadın olmak üzere, 21 bin 978 Filistinli öldürüldü, 57 bin 697 kişi de yaralandı. Enkaz altında binlerce ölü olduğu bildirilirken, halkın sığındığı hastane ve eğitim kurumları hedef alınarak sivil altyapı tahrip ediliyor.
İsrail ordusu, Gazze Şeridi’ne saldırılarının başladığı 7 Ekim’den bu yana 172’sı karadan işgal sürecinde olmak üzere 506 askerinin öldürüldüğünü duyurdu. Çatışmalara 24 Kasım’da 4 günlüğüne verilen ve daha sonra 3 gün daha uzatılan “insanı arada” 81 İsrailli ve 240 Filistinli esir karşılıklı serbest bırakıldı. Öte yandan İsrail, binlerce Filistinliyi alıkoyup hapsetmeye devam etti.
İşgal altındaki Batı Şeria ve Kudüs’te de İsrail güçleri ve yasa dışı Yahudi yerleşimcilerin saldırılarında 319 Filistinli hayatını kaybetti.
İsrail ordusu ile Hizbullah arasında 8 Ekim’den bu yana sınırda devam eden çatışmalarda 28 Lübnanlı sivil, 138 Hizbullah mensubu ile 5 İsrailli sivil ve 9 İsrail askeri oldu.
https://www.aa.com.tr/tr/dünya/israilin-gazzeye-düzenlediği-saldırılarda-öldürülen-filistinlilerin-sayısı-22-bin-185e-yükseldi/3097702

Reuters – January 2, 2024

Israel to appear before İCJ to counter South Africa’s Gaza case

Paleştinian flag iş seen on a block of flats in Bo-Kaap where artışts and residents painted it in support of Paleştinians ın Gaza, amid the ongoing conflict between Israel and the Paleştinian İslamist group Hamas, in Cape Town..webp
The Paleştinian flag iş seen on a block of flats in Bo-Kaap where artışts and residents painted it in support of Paleştinians ın Gaza,
amid the ongoing conflict between Israel and the Paleştinian İslamist group Hamas, in Cape Town, South Africa, December 19, 2023. REUTERS/Esa Alexander/File Photo
JERUSALEM, Jan 2 (Reuters) – Israel will appear before the International Court of Justice (İCJ) in the Hague to contest South Africa’s genocide accüşations over the war with Hamas ın Gaza, an Israeli government spokeşman said on Tuesday.
South Africa asked the İCJ on Friday for an ürgent order declaring that Israel was ın breach of its obligations ünder the 1948 Genocide Convention ın its crackdown against Hamas.
“The State of Israel will appear before the International Court of Justice at The Hague to dışpel South Africa’s absürd blood libel,” spokeşman Eylon Levy told an online briefing.
“We assure South Africa’s leaders, history will judge you, and it will judge you without mercy,” Levy said.
South Africa has for decades backed the Paleştinian cause for statehood in Israeli-öçcüpied territories. İt has likened the plight of Paleştinians to those of the Black majority in South Africa during the apartheid era, a comparison Israel strongly denies.
The İCJ, sometimes known as the World Court, iş the United Nations venue for resolving disputes between states. Israel’s foreign ministry has said the suit was “baseless.”
Lawyers repreşenting South Africa are preparing for the hearing schedüled on Jan. 11 and 12, Clayson Monyela, a spokesperson for South Africa’s Department of International Relations and Cooperation, said in a post on the platform X.
The war was triggered by a cross-border attack by Hamas İslamist militants on Oct. 7, which Israel says killed 1,200 people.
Israel responded with an air and land assault that has killed more than 22,000 people, Paleştinian health officials say. While its casualty figures do not differentiate between fighters and cıvılians, the ministry has said that 70% of Gaza’s dead are women and those ünder 18. Israel disputes Paleştinian casualty figures and says it has killed 8,000 fighters.
Levy listed a series of measures Israel’s military has taken to minimize harm to non-combatants. He said Hamas bore full moral responsibility for the war it started and was “waging from inside and underneath hospitals, schools, mosques, homes and UN facılıties”, Levy said.
He added, without elaborating, that South Africa was complicit in Hamas’ crimes against Israelis. Hamas denies using Gaza’s popülation as human shields.
Reporting by Maayan Lübell, additional reporting by Bhargav Acharya in Johannesburg; Editing by Andrew Heavens, Tomasz Janowski and Barbara Lewis
https://www.reuters.com/world/middle-east/ısrael-says-it-will-appear-before-icj-counter-south-africas-gaza-case-2024-01-02/

By Nidal Al-Mughrabı, Arafat Barbakh and Maayan Lübell –  January 2, 2024

Gaza death toll passes 22,000 with no let-up in fighting between Hamas and Israel troops

Israeli Defence Minister Yoav Gallant, vısıting Gaza, said operations in the south around Khan Younis are focused on areas above a tunnel network where Hamas leaders are believed to be hiding. one family describes how it iş struggling to survive ın a tent camp near Rafah with no water, electricity, food or blankets.
CAİRO/GAZA/JERUSALEM, Jan 2 (Reuters) – Israeli forces attacked Khan Younis in the southern Gaza Strip with tank fire and air strikes on Tuesday, residents said, and Israeli ground troops and Hamas militants also battled in other parts of the shattered Paleştinian enclave.
Israel said its troops had killed dozens of militants in Gaza’s north in the past day. Residents said Israeli tanks had shelled parts of the Al-Bureij refugee camp ın the central area. The Gaza health ministry said 207 people had been killed in the past 24 hours, bringing the total recorded Paleştinian death toll to more than 22,000 in nearly three months of warfare in the Hamas-rüled enclave.
Israeli Defence Minister Yoav Gallant said the operations in the south around Khan Younis were focused on areas above the tunnel network where Hamas leaders were believed to be hiding.
“We are reaching them all ways. There already iş engagement and there are hoştages there too sadly,” he told troops in Gaza in footage shown on Israeli television.
“Thiş will continue aş high intensity efforts in the heart of Khan Younis,” he said.
The latest fighting took place after Israel announced plans to pull back some troops, sığnalling a new phase in the war against Hamas amid global concern over the plight of Gaza residents.
Israeli bombardments have reduced much of the territöry to rubble and engülfed its 2.3 mıllion residents in a hümanitarian dışaster in which many thousands have been left destitute and threatened by famine due to a lack of food supplies. Israeli officials say the offensive has many months to run.
İn a tent camp for dışplaced Paleştinians ın Gaza’s southern city of Rafah, Shadı Maarouf, his wife Safeya and their six children gathered around a campfıre, braving the cold and dark.
After a perilous journey from their home in Beit Lahia in the north, constantly fleeing Israeli air strikes, they ended up in a tent in Rafah with no basic amenities.
“We have nothing. We are living in cold, aş you can see. We use straps of clothes for the fire, there iş no firewood,” Maarouf told Reuters.
“There iş no water even to clean up or wash ourselves. If I want to pray, İ perform ablution using the sand. There iş no drinking water. There iş no tent to protect üs.”
İn its daily briefing, the Israeli military said in the past day its forces had targeted militants in Gaza City in the north of the enclave and ın unspecified locations along the Mediterranean coast.
“İn Jabalıya area, troops killed dozens of terrorists, among them those who attempted to plant explosive deviçes, others who öperated drones and those who were armed identified driving toward the forces,” the military said.
Troops also dışmantled rocket launching sites in Khan Younis and ın a United Nations school ın Al-Bureij, the military said.
https://www.reuters.com/world/middle-east/ısraels-aırcraft-tanks-step-up-strikes-it-plans-reduce-troops-2024-01-02/

Hamas could not be reached for comment on the Israeli reports.

BOMBARDMENTS
Israeli soldiers operate in the Gaza Strip amid the ongoing conflict between Israel and the Paleştinian İslamist group Hamas, Israeli soldiers operate in the Gaza Strip amid the ongoing conflict between Israel and the Paleştinian İslamist group Hamas,
Gaza residents said Israeli warplanes and tanks stepped up bombardments of the eastern and northern areas of Khan Younis, where tens of thousands of dışplaced Paleştinians have sought refuge after being forçed from their homes elsewhere in the densely-popülated territöry.
The Paleştinian Red Crescent said Israeli forces had hit its headquarters ın Khan Younis, resulting in several deaths and wounded among dışplaced people sheltering there.
At a house in the centre of Khan Younis, medical teams retrieved the bodies of two women killed in an Israeli air strike on Tuesday morning, health officials said.
Another Israeli strike on Al-Nüsseirat refugee camp ın northern Gaza killed or wounded several people ın a house, medics said.
Hamas and its İslamic Jihad allıes said in separate statements they had fired mortar bombs and anti-tank rockets against Israeli forces in Khan Younis and were stopping them advancing to the western area. Israel made no comment on these reports.
Defence Minister Gallant said that ın the north of Gaza, Israel had destroyed 12 Hamas regiments and only a few thousand militants remained out of 15,000-18,000 that were in the area. Others had fled to the south, he said.
“The significance, taçtically, operationally, iş that ın thiş area there will be attacks, entering and manoeuvring, special operations. Thiş iş to exhaust the enemy, kill it and control the territöry.”
Hamas showed its continued ability to target Israel after more than 12 weeks of the war, fıring rockets at Tel Aviv.
The war was triggered by a sürprise Hamas attack on Israeli towns on Oct. 7 that Israel says killed 1,200 people – the bloodiest single day in the Jewish state’s 75-year history.
Gaza health authorities say Israel’s retaliatory offensive has so far killed at least 22,185 Paleştinians, in the deadliest chapter of the decades-long Israel-Paleştinian conflict.
NEW PHASE
Israel has promised to wipe out Hamas büt it iş unclear what it plans to dö with the enclave should it succeed in şubduing ıt, and where that leaves the prospect of an ındependent Paleştinian state.
An Israeli official said on Monday the military would reduce its forces inside Gaza thiş month and shift to a months-long phase of more localısed “mopping up” operations.
The troop reduction would allow some reservists to return to civilian life, shore up Israel’s war-battered economy, and free up ünits in case of a wider conflict with the İran-backed Hezbollah on the border with Lebanon, the official said.
Washington, Israel’s main backer, has been ürging Israel to reduce the intensity of its military operation ın view of the high cıvılian cost.
A prime concern for Israel iş the return or rescue of hoştages held by Hamas. The militants seized 240 hoştages on Oct. 7 and Israel believes 129 are still held after some were released during a brief truce and others killed during air strikes and rescue or escape attempts.
Reporting by Maayan Lübell, Dan Williams, Nidal al-Mughrabı and Arafat Barbakh; Writing by Angus MaçSwan; Editing by Gareth Jönes
Posted in Uncategorized | Leave a comment

GEÇMİŞTEN BUGÜNE PERDE ARKASI * SAİT HALİM PAŞA YALISINI KİM, NEDEN YAKTI * Dönemin ANAP Vekili Halit Dumankaya, 7 Aralık 1994’te TBMM’de Turizm Bakanlığı’nın işletmeleriyle ilgili olarak bir konuşma yaptı ve “Sait Halim Paşa Yalısı’ndaki değerli tablo ve eşyalar çalındı. Bu durum ortaya çıkmasın diye yakında yalıyı yakacaklar” dedi. Takvimler 12 Kasım 1995’i gösteriyordu. Dumankaya’nın konuşmasının üzerinden 11 ay geçmişti. Saatler öğle vaktine doğru yalıda yangın çıkmış, alevler söndürülene kadar, yalının çatı ve ikinci katı tamamen yandı. Yangından sonra kayıp envanter çalışması tam 7 yıl sonra yapıldı. 1986 ile 2002 yılının envanter dökümleri karşılaştırıldığında yalının 24 odasını dolduran eşyalardan geriye ancak bir odayı döşeyecek eşyanın kalması, yangına dair en büyük skandallardan biri olarak kayıtlara geçti. ANAP Bilecik eski Milletvekili Mehmet Seven; “Olayın arkasında Çiller Ailesi var. Mengi konuşursa Özer Çiller zor durumda kalır. Mengi onların bütün açıklarını biliyor. Yalının içini boşalttıran Tansu Çiller. Yalı yangını işinde Mengi de var.

Sait Halim Paşa Yalısı’ndan kim ne istedi?: ‘Kesin yakıldı!’

CUMHURİYET – Kardelen İnce – 09 Aralık 2022

Yeniköy’de Boğaz kıyısındaki Sait Halim Paşa Yalısı İstanbul’un en görkemli ve en pahalı yapılarından biri olmasının yanı sıra pek bilinmeyen hazin bir öyküyü de sırtlıyor.
Osmanlı Sadrazamı Said Halim Paşa’nın sahibi olmasıyla ünlenen ve adını da paşadan alan bu yalı; Said Halim’in ölümünün ardından farklı dönemlerde birçok felaketi yaşadı..
Döneminin en kıskanılan yapılarından biri olan yalı; sadece tarihi lokasyonu ve eşsiz envanteriyle değil; içinde ağırladığı birçok önemli şahsiyetle de varlığını bambaşka bir boyuta taşıyan bir hazine.
1995 yılında yalıdan yükselen dumanlar, sadece yalının değil; bir tarihin, pahabiçilemez envanterin de karanlığa gömülmesine yol açtı. Sait Halim Paşa Yalısı’nda gerçekleşen yangın, bir yıl öncesinde TBMM’de bir vekilden gelen ihbarla gündem olurken; yangın sonrasında kaybolan envanter, farklı isimlerden gelen iddialar ve bilirkişi raporları yangının arkasındaki soru işaretlerini güçlendirdi.
Cumhuriyet360 ekibi, Sait Halim Paşa Yalısı’nda gerçekleşen yangına ve kaybolan envantere dair hazırladığı belgesel serisi ile iddiaları ve tanıkları 27 yıl sonra tekrar gündeme taşıyor.

Osmanlı mimarisinin son döneminin en iyi örneklerinden biri olan Sait Halim Paşa Yalısı, 1995 yılının sıcak bir gününde alevlere teslim oldu. Sait Halim Paşa Yalısı, tarihi özellikleriyle bambaşka bir değer olmasının yanı sıra içinde bulunan eşsiz eserlerle boğazın beyaz, zarif kuğusu olarak biliniyordu. cumhuriyet.com.tr’nin yeni nesil hikâye anlatıcılığı stüdyosu Cumhuriyet360; araştırmacı gazetecilik konseptiyle Sait Halim Paşa Yalısı’nda yaşanan yangına dair sürecin dosyasını yeniden açtı. Dönemin tanıklarıyla konuşan stüdyonun hazırladığı belgeselin ilk bölümü yayınlandı.

FİKRİTAKİP: YALIDA NE OLDU?


HER ŞEYİN BAŞLANGICI
Bir buçuk asır boyunca bünyesinde şairleri, siyasileri, müzisyenleri ağırlamış; tarihin, siyasetin, sanatın merkezi olmuş Sait Halim Paşa Yalısı’nın hazin hikâyesi, ismini aldığı sahibi Sait Halim Paşa’nın ölümünden sonra  başladı. 1963’te Sait Halim Paşa’nın varisleri, yalıyı Turizm Bankası’na sattı. Yalı, kısa bir zaman da Türklerin giremediği bir kumarhane olarak işletildi. Bir dönem; musikinin, sanatın, önemli şahsiyetlerin sohbetlerine ev sahipliği yapan yalının kaderi, daha sonra rulet masalarının çarkında dönmeye başladı.
YALIYA KİMLER UĞRADI?
1980’lerde Sait Halim Paşa Yalısı, kumar etkinliklerinin de düzenlendiği bir gece kulübü olarak kullanılmaya başlandı. O dönemki tanıklara göre, eğlenceye düşkünlüğüyle bilinen Başbakan Turgut Özal’ın eşi Semra Özal da ‘papatyalar’ ekibiyle yalıdaki eğlencelere katılan isimlerden biriydi. Daha sonra yalı kumar ve eğlence sektöründe kalıcı olmayı başaramayınca, 1984’e kadar Başbakanlık resmi kabullerinde kullanılmak üzere restore edildi.

YALIDAKİ YANGIN
1993-1996 yıllarında Başbakan olan Tansu Çiller’in de başbakanlık konutu olarak kullandığı Sait Halim Paşa Yalısı, 1994 yılında TBMM’de yankılanan bir vekilin sesiyle kısa bir süreliğine gündeme geldi.
Dönemin ANAP Vekili Halit Dumankaya, 7 Aralık 1994’te TBMM’de Turizm Bakanlığı’nın işletmeleriyle ilgili olarak bir konuşma yaptı ve “Sait Halim Paşa Yalısı’ndaki değerli tablo ve eşyalar çalındı. Bu durum ortaya çıkmasın diye yakında yalıyı yakacaklar” dedi. Bu ihbar niteliğindeki ciddiye alınmayan konuşma, yalı yandıktan sonra yıllarca konuşulan, tarihe geçen bir beyan olarak kaldı.
Takvimler 12 Kasım 1995’i gösteriyordu. Dumankaya’nın konuşmasının üzerinden 11 ay geçmişti. Yalıda restorasyon çalışmaları yapılıyordu. İnşaatta görevli işçiler saat 11:30 sıralarında yemeğe çıkmıştı. Yalıda 13 Başbakanlık personeli ve Çiller’e bağlı beş koruma görevlisi bulunuyordu. Saatler öğle vaktine doğru hızlar ilerlerken yalıda yangın çıkmış, alevler söndürülene kadar, yalının çatı ve ikinci katı tamamen yanmıştı.

Yangından sonra kayıp envanter çalışması tam 7 yıl sonra yapıldı. 1986 ile 2002 yılının envanter dökümleri karşılaştırıldığında yalının 24 odasını dolduran eşyalardan geriye ancak bir odayı döşeyecek eşyanın kalması, yangına dair en büyük skandallardan biri olarak kayıtlara geçti.
Sait Halim Paşa Yalısı ne gibi dönüşümler geçirdi?

YANGINDAN SONRA: KOMİSYON VE İHMALLER ZİNCİRİ
Yangından bir yıl sonra, Çiller döneminin en büyük yolsuzluklarından biri olan Turban Yolsuzluk Dosyası ve Sait Halim Paşa yangınına ait şaibeler, bir komisyon çalışmasıyla ele alındı. Meclis’e getirilen komisyon raporunda; yalıda yapılan yolsuzluklara, yangına ait şaibelere, ihmallere yer verildi.
İlgili tutanaktaki ifadeler şöyle sıralandı:
1994 yılından itibaren sigorta yapılmaması;
Meclis gündemine getirilen ihbara önem verilmemesi;
Yalıda en yakın itfaiyeye bağlı otomatik telefonun kullanılmaması ve yangının 1 saat gecikmeli olarak komşularca itfaiyeye haber verilmesi;
Yalının bir yıl önce dış boyasının yapılarak bir milyar sekiz yüz milyonluk harcama yapılmışken, bir yıl sonra ruhsat alınmadan tamamen yasalara aykırı olarak eski eserin bakımının yapılması;
Sarıyer savcısının ve İstanbul Vali Vekili’nin yangının elektrik kontağından çıktı yolunda beyanda bulunması;
Komisyon raporu; Anayasa’nın 98’inci ve İçtüzüğün 102’nci maddesine dayandırdığı koşullarla bir Meclis araştırması açılmasını gerekli gördü.

TURBAN YOLSUZLUKLARININ MÜDÜRÜ KOMİSYONDA!
Komisyonda çalışan vekillerin ortaya koyduğu faturalara, belgelere, tanıklara rağmen; söz konusu komisyona Turban yolsuzlukları ile bilinen Turban Genel Müdürü Ömer Bilgin’in atanması ve vekillerin peş peşe gelen istifasıyla komisyon çalışamadan dağıldı.
Yalıda çıkan şaibeli yangından sonraki en net itiraf ise o dönem Turban Yolsuzlukları nedeniyle aranan TURBAN Kuşadası Marinası eski müdürü Haydar Mengi’den geldi. Duayen gazeteci Uğur Dündar 1999 yılında Fransa’da kaçak olan Mengi ile röportaj yaptı ve Mengi ‘Yalının yakıldığını’ kesin ifadelerle Dündar’a belirtti.

RESTORASYON ŞİRKETİNİN ÇALIŞANLARI YARGILANDI
Sait Halim Paşa Yalısı’nda çıkan şaibeli yangına dair elle tutulur hiçbir yargılama ve soruşturma gerçekleşmedi. Yargılananlar, restorasyon şirketinin çalışanları oldu. Şirket çalışanı 12 kişi, Sarıyer Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılandıktan sonra 1998’de beraat etti.
‘OLAYIN ARKASINDA ÇİLLER VAR’
Yangın ve komisyondan sonra gazetecilere yapılan açıklamalar bazı iddiaları yeniden gündeme taşıdı. Uğur Dündar gibi diğer gazeteciler de işin peşini bırakmadı. 2001 yılında Milliyet’ten İhsan Yılmaz’a konuşan ANAP Bilecik eski Milletvekili Mehmet Seven; “Olayın arkasında Çiller Ailesi var. Mengi konuşursa Özer Çiller zor durumda kalır. Mengi onların bütün açıklarını biliyor. Yalının içini boşalttıran Tansu Çiller. Yalı yangını işinde Mengi de var. Yangından önce tarihi eserler ve tablolar Nevzat Ak’ın bürosuna götürüldü. Oradan da Ak aracılığıyla ABD’ye kaçırıldı. Ben Mali Şube’ye haber verdim. Ak’ın bürosunu bastılar, ama çok sonra bastılar. Onlara içerden tüyo veren de vardır’’ ifadelerini kullandı.

‘YALI ÇETESİ’
Nevzat Ak ismini ise sadece Mehmet Seven gündeme taşımadı. 1996 yılında dönemin İşçi Partisi, bugünün Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, kamuoyunu yeni bir ifadeyle tanıştırdı: ‘’Yalı Çetesi’’.
Perinçek, ”Çiller Özel Örgütü” kitabında bu gruplaşmadan şöyle bahsetti: ‘’Yeniköy, İstanbul’un en güzel semtlerinden biri. Yalılarıyla meşhur. Tansu-Özer Çiller çiftinin evleri de bu semtte. Komşuları, Nazlı-Kemal Ilıcak. 10 yıllık dostlukları var. Müteahhit Nevzat Ak da bu iki ailenin yakın dostu. Özer Çiller, Kemal Ilıcak ve Nevzat Ak, sabahları beraber koşuyorlar. İstanbullu iş adamlarının bu üçlüye taktığı isim Ankara’da tuttu. Ekibin İstanbul’daki merkezi, Özer Çiller’in Kâğıthane’deki iş yeri.”
Perinçek’in o dönem ”yalı çetesi” diyerek yaptığı açıklamada yer alan bir diğer ilginç isim ise Nazlı Ilıcak. Çünkü Nazlı Ilıcak’ın oğlu Kemal Ilıcak, yangından önceki senelerde uzun bir müddet yalıyı gece kulübü olarak işleten isimler arasında yer aldı.
ALAATTİN ÇAKICI’NIN YALI ÇETESİ SÖZLERİ
Organize suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı ise o dönemde Flash TV canlı yayınına telefonla bağlanarak, ”1996 yılında Kanal 6 televizyonunu almamız ve iktidar yanlısı yayın yapmamız dahilinde Türk Ticaret Bankası bize satılacaktı” ifadelerini kullandı. Çakıcı, canlı yayında sarf ettiği sözlerin ardından bu olaylarla bağlantılı olarak, Çiller’in yalı komşusu Mehmet Üstünkaya’yı kastederek ‘‘Yalı çetesini yok edeceğim” ifadelerini kullanmıştı. Böylece ”Yalı Çetesi’ Türkiye siyasetinde yeni bir tanım olarak kayıtlara geçti.

https://youtu.be/pKb58t5fseY

CUMHURİYET360, SAİT HALİM PAŞA DOSYASINI YENİDEN AÇIYOR
BÖLÜM 1: ‘KESİN YAKILDI’
Cumhuriyet.com.tr’nin yeni nesil hikâye anlatıcılığı stüdyosu Cumhuriyet360, dönemin tanıklıklarını da içine alarak, Sait Halim Paşa dosyasını yeniden açtı. İki bölüm hâlinde bir belgesel planıyla hareket eden stüdyo, konunun fikritakibi için de döneme tanık olan kişilerle yeniden konuştu.
Eski Kültür ve Turizm Bakanı Fikri Sağlar, Cumhuriyet360’ın olaylar hakkındaki fikritakip sürecini gösterdiği belgeselin ilk bölümü için yaptığı açıklamada, ”Tansu Hanım, kültür varlıklarına kaynak aktarmıyordu. Çiller döneminde kültür varlıklarının tehlikede olduğu açıkça söyleniyordu. Yalı yandıktan sonra bizim çok talep etmemize rağmen, hükümeti yöneten başbakan envanteri vermedi. Ben de başbakanın bu olaya ciddi olarak bakmamış olmasından kaynaklı, sonucun müsebbibin Tansu Çiller olduğu yönünde açıklamalar yapmıştım” ifadelerini kullandı.
Yıllar sonra olay hakkında konuşan Mehmet Seven ise Cumhuriyet360 ekibine yaptığı açıklamada, Sait Halim Paşa yalısı ile ilgili iddiaların hâlâ arkasında olduğunu belirten söylemlerde bulundu. Seven olaya ilişkin, ”Çok değerli eserlerin olduğu bir yalıydı. Yalı kesin yakıldı. Başın haberi olmadan bu işler olur mu? Sen bu işin başısın, bu olayı araştırmıyorsan, bu işin peşine düşmüyorsan, sen de bu işin içindesin. Bir yerde onu da kocası yönetiyordu” şeklinde konuştu.
SAİD HALİM PAŞA YALISI’NIN TARİHİ
Yalının sahibi olan ve 1. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı sadrazamı olan Said Halim Paşa, Avrupa’da eğitim almış, dört dil bilen oldukça entelektüel ve bilgili bir kişi olarak tanınıyordu. Said Halim Paşa’nın hatırat ve mektuplarından anlaşıldığı üzere Paşa, özellikle; Fransızca tezler, heykel, şiir gibi sanat dallarıyla yakından ilgiliydi. Paşanın görgüsü ve zevkiyle yalının içi, o dönem eşsiz eserlerle donatılmaya devam edilmişti.
Said Halim Paşa’nın yakın dostu ve hocası olan Rıza Tevfik’in yalıda konakladığı günlerde, yalının ne denli muazzam eserlerle dolu olduğu Tevfik’in hatıratlarında şu şekilde yer buluyor:
‘’Yalı sohbet ve meclisleri kadar titizlikle toplanmış¸ antika eşyası, resim tabloları ve hat levhaları, çinileri, halıları, mobilyaları, heykelleri, yazma eserler ve hususi ciltlenmiş¸ kitaplarla dolu kütüphanesi, iç¸ tasarımı, üst seviyede zevki ve zenginliği itibariyle de başka şahitliklere konu olmuştur. Ev sahibi bu sanatların ve alanların hemen hepsinde bilgi, zevk ve maharet sahibidir.’’
MUSTAFA KEMAL’E YARDIM EDECEĞİ İÇİN ÖLÜMÜ HIZLANDIRILDI
Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı; tüm Ortadoğu, Arabistan, Avrupa ve Kuzey Afrika’daki topraklarını kaybetti. Sait Halim Paşa ise 1919’da İstanbul’da savaş suçlusu olarak yargılandı. İngilizlerin isteği üzerine Malta’ya sürgüne gönderildi.
Sait Halim Paşa, hakkındaki kararın kaldırılmasını beklerken Roma’da, 6 Aralık 1921’de Ermeni komitacı Arşavir Şıracıyan tarafından kaldığı evin önünde öldürüldü ve cenazesi İstanbul’a, yalısına getirildi.
Katil Şıracıyan’ın itiraflarına göre; Said Halim Paşa, İtalyan Milli Bankaları’ndan 2 milyon sterlin borç para bularak, Mustafa Kemal’e sevk edilmek üzere silah alacaktı. Said Halim Paşa bu konuda İtalyan bankalarıyla 6 Aralık 1921’de kontrat imzalayacağından, Şıracıyan acele davranarak bir gün öncesinde Paşa’yı öldürdüğünü açıklamaktadır.

Hikâye: Kardelen İnce
Kurgu-Animasyon: Anıl Basat
Asistan: Aleyna Koska
Seslendirme: Berrin Karadeniz
Grafik: Emre Öz
Kreatif Direktör: Ilgaz Fakıoğlu

Yararlanılan Kaynaklar:
Meclis Araştırma Komisyonu (MAK), istanbul Milletvekili Halit Dumankaya ve 15 Arkadaşının, Sait Halim Paşa Yalısında Meydana Gelen Yangının Nedenlerini ve Turban Genel Müdürlüğüyle İlgili Yolsuzluk İddialarını Araştırmak Amacıyla Anayasanın 98 inci, İçtüzüğün 104 ve 105 inci Maddeleri Uyarınca Bir Meclis Araştır-ması Açılmasına ilişkin Önergesi ve (10/2) Esas Numaralı Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, (Ankara: TBMM, 1996, Dönem: 20 Yasama Yılı: 2), 139-173.
İhsan Yılmaz, ‘’Konuşursa Çiller zorda kalır’’, milliyet.com.tr (14.03.2001), https://www.milliyet.com.tr/siyaset/konusursa-ciller-zorda-kalir-5288147
Uğur Dündar, ‘’Paris’teki komşular’’, hürriyet.com.tr (23.01.2000), https://www.hurriyet.com.tr/ugur-dundar-paristeki-komsular-39128121
Timur Soykan, Küllerinden doğan yalı, Radikal (10.07.2004), https://v3.arkitera.com/v1/haberler/2004/07/19/yali2.htm
İnci Döndaş, ‘’Bu hazine sır oldu’’, sabah.com.tr (01.05.2005), http://arsiv.sabah.com.tr/2005/01/05/gnd101.html
Beşir Ayvazoğlu, ‘Çölde Av’ ve Said Halim Paşa’, karar.com.tr (02.02.2019), https://www.karar.com/yazarlar/besir-ayvazoglu/colde-av-ve-said-halim-pasa-9133
YILDIZ, G., & KARA, İ., (2020). Rıza Tevfik’le Said Halim Paşa Arasında Teati Edilmiş Fransızca Birkaç Felsefî Mektup. Âkif Salnâmesi (pp.69-99), İstanbul: Mahya Yayınları.
Mehmet Çelik, ‘’Sait Halim Paşa’nın ve yalısının hazin öyküsü’’, posta.com.tr (07.10.2012), https://www.posta.com.tr/yasam/sait-halim-pasanin-ve-yalisinin-hazin-oykusu-142582
Abdurrahman Kılıç, ‘’Sait Halim Paşa Yalısı ve Yangın’’, http://www.yangin.org/dosyalar/sait_halim_pasa_yalisi_ve_yangin.pdf

https://www.cumhuriyet.com.tr/cumhuriyet360/sait-halim-pasa-yalisindan-kim-ne-istedi-kesin-yakildi-2009834
Posted in PERDE ARKASI, SUÇ DOSYALARI, YANGINLAR-DOĞAL AFETLER, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | 1 Comment

Atatürkçülük “Şucu-bucu”luk mu Oluyor?!

Atatürkçülük “Şucu-bucu”luk mu Oluyor?!

Tuzla Piyade Okulu’ndaki 10 Kasım Atatürk’ü Anma Töreni’nde bir teğmenin yakasına Atatürk’ün fotoğrafını takmaması üzerine yaşanan olaylar ve sonrasında gündeme gelen  tarikat iddialarının ardından iktidar ve medyası hariç herkes, 15 Temmuz’u hatırlatıp, “Ders çıkarılmadı mı?” diye sordu.
Bizce çok yanlış bir soru.
Alnı secdeye değenden zarar gelmez.” anlayışıyla, ne istedilerse verenler, bağıra bağıra gelen 15 Temmuz için tedbir almayanlar ve nihayetinde 15 Temmuz’un “Allah’ın bir lütfu” olduğunu   söyleyenlerden ders çıkarması beklenir mi?
Tuzla Piyade Okulu örneği üzerinden konuşmamız gereken çok temel konular var. Yarın omuz omuza savaşması gerekenler nasıl oldu da böylesine karşı karşıya geldi? Komutanları ne yapıyor ya da yapmıyordu? 15 Temmuz gerekçesiyle, TSK’yı TSK yapan emir-komuta sistemini yıkanların olanlarda ve olacaklarda hiç mi sorumluluğu yok?
Yeni TSK” Kimin Eseri?
Bu topraklardaki yegâne güvencemiz TSK’nın, ABD-AB operasyonu olan “FETÖ” kumpaslarıyla alt üst edilmesini geçelim.
“Yeni Türkiye”nin “Yeni TSK”sının yol haritasını belirleyen kim/kimlerdi?
Görüşleri malûm olan ve TSK’dan kadrosuzluk gerekçesiyle emekli edilen, emeklilik hayatında SADAT (Uluslararası Savunma Danışmanlık Şirketi), ASSAM (Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi) ve ASDER (Adaleti Savunanlar Derneği)’i kurup, İktidarın politikalarına yön veren, nihayetinde yeni rejime geçildiğinde Erdoğan’ın güvenlik başdanışmanlığını yapan, emekli general Adnan Tanrıverdi değil miydi? Yapılan tüm düzenlemeleri de, “Taşlar yerine oturmuştur.” diye sahiplenmedi mi?
Tanrıverdi ve arkadaşları, ASRİKA İslâm Devletleri Birliği’ni savunurken Türkiye’nin yeni anayasasında, “resmi ideoloji” yani Atatürkçülük’ün olmamasını, “değişmez ve değiştirilmesi teklif edilen maddelerin” yer almamasını, keza laiklik ilkesinin kaldırılmasını istemiyor muydu?
Aynı ekip ki; 28 Şubat kumpas davasının öncülüğünü yapmadı mı?.. “Montrö’ye sahip çıkılsın, TSK’da yeni tarikat yapılanmalarına izin verilmesin” diyen 103 emekli amirale “darbeci” yaftasını vurup nasıl cezalandırılmaları gerektiğini bir bir sıralamadı mı?
2021’de Cübbeli amiral skandalı yaşandığında ise; Erdoğan bile, “TSK’nın disiplin anlayışıyla bağdaşmayacak fotoğraf veren askere olumlu bakmadık, bakmayız.” dediği  halde onlar, “Atatürkçülük, Kemalizm, Laiklik, Demokratik anlayış söylemleri kesinlikle İslâm düşmanlığının örtülü gerekçesidir.” iddiasında bulunarak, cübbeli amirali “kutlu”  ilan edip, kendisine “Dik dur eğilme, bu millet seninle” sloganı atmadı mı?
Sonucu biliyorsunuz; TSK idari soruşturma başlattı. Ancak cübbeli amiral hiçbir cezaya çarptırılmadan paşa paşa emekli olurken, onun fotoğrafını sızdırdığı öne sürülen bir yarbay açığa alındı, bu sene de emekli edildi.
15 Temmuz’dan sonra TSK’da büyük bir “FETÖ mücadelesi” başlatıldı, değil mi? İyi de 2020’de YAŞ kararıyla general yapılan, ardından Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na atanan Serdar Atasoy’un teğmen rütbesini Fetullah Gülen’in taktığı ortaya çıkmadı mı? Peki, bu ismin referanslarını, YAŞ’ta terfi teklifini kimin yaptığını soran/sorgulayan oldu mu?
Unutulmaması gereken bir konu daha var.
23 Mart 2021’de Harp Okulları ve Astsubay Yüksekokulları’na giriş yönetmeliğinde yapılan değişiklikle; “irtica” ifadesi çıkarılıp bunun yerine “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulu’nca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti, iltisakı ya da bunlarla irtibatı olmama” hükmü konmadı mı?
Böylece, “FETÖ”cüler hariç, TSK’nın kapısı tüm tarikat ve cemaatlere açılmış olmadı mı?
Bu durumda, Tuzla Piyade Okulu’nda Atatürk fotoğrafını asmayan teğmenler tarikatçı veya değil; neyin hesabı sorulabilir ki?!
Tanrıverdi Ekibi Şimdi Kimleri Hedef Aldı?
Adnan Tanrıverdi, SADAT, ASSAM, ASDER dedik… Yönetim kademelerinde “irticadan”  dolayı TSK’dan ihraç edilen veya emekli olmak zorunda kalan çok sayıda isim var.
Tuzla Piyade Okulu meselesine onlar da dahil oldu. Örneğin bunlardan birisi, “Yeni Askeri Darbe Hazırlığı” başlıklı  yazısında“darbe hazırlıklarının son sürat devam ettiğini” öne sürerken, başta Erdoğan olmak üzere, bakın kimleri nasıl suçladı:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tuzla Piyade Okulu’nda dindar subayların dövülmesi rezaletinde aradan bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen seyirci kalmıştır… Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, TSK’da meydana gelen ve yüze yakın subayın karıştığı çirkin olaylara rağmen görevli komutanları görevden almayarak daha büyük bir skandala imza atmıştır… Hükümet sadece olayların üstünü örtmeye çalışmıştır… Başta Okul Komutanı Tümgeneral Aydın Cihan Üzüm’ün görevden alınması gerekirdi… Disiplinsizliği apaçık görülen okul komutanı ve yöneticileri hakkında aciz kalıp müdahale etmeyerek olayların büyümesine sebep olan diğer bir kişi de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak’tır. Hesap sorulması gereken başka bir komutan ise Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanı Korgeneral Zorlu Topaloğlu’dur. Bahse konu komutanlar hala darbe döneminde yaşadığımızı zannetmekte ve TSK yönetimini eşkıyalık yapan birkaç tane subaya teslim edecek derecede acziyet içinde bulunmaktadırlar… Erdoğan, kalfalık dönemini geçtiğini ve şu anda ustalık döneminde olduğunu söylemektedir. Fakat canımız ciğerimiz olan TSK’da yaşanan olaylara seyirci kalarak ne derece hata ettiğini bilmek zorundadır…”
Bir diğeri, “Cuntacı Teğmenler Meselesi” başlıklı yazısında Erdoğan’a, 15 Temmuz’dan sonra Harp Okulları’nda ders veren öğretim görevlilerinin araştırılması için talimat vermesi çağrısında bulunurken, bunların “kripto FETÖ”cü ve “darbeci zihniyeti taşıyan muvazzaf ve emekli subaylar” olabileceği imasında bulundu. Ayrıca harp okulları müfredatına, “demokrasi, darbeler tarihi, insan hakları” gibi derslerin konulmasını istedi.
Erhan Afyoncu da Listede
Bir başkası ise, “Tuzla’nın Cuntacı Teğmenlerinin Atatürk’ü…!” başlığını taşıyan yazısında, Atatürk fotoğrafı takılmamasına tepki gösteren teğmenler için, “Atatürk’ün adını kullanan hainler” nitelemesinde bulunup, “Nedir ulan bu ülkenin bu sahte Atatürkçülerden çektiği? İçinizdeki iman ve İslam düşmanlığına, Atatürk’ü maske yapmaktan ne zaman vazgeçeceksiniz? Siz hiç uslanıp akıllanmayacak mısınız?” dedi.
Ardından da Harp Okulları ve Milli Savunma Üniversitesi Rektörü Erhan Afyoncu’yu şu ifadelerle hedefe oturttu:
Bu teğmen bozuntuları yerden bitmedi. Onları bu hale getiren bir ortam mevcut. Onları bu şeklide yetiştiren ve cesaretlendiren Harp Okullarındaki eğitim sistemidir. Oralarda yuvalanan darbeci kadrolardır. Atatürkçülüğü, bu milletin dinine ve tüm mukaddes değerlerine küfretmek olarak öğreten hainlerdir. Olayı, sadece resmi astıydı asmadıydı kavgası gibi algılayıp ört bas ederseniz ileride başımıza geleceklere şimdiden hazır olun…! 15 Temmuz’dan alınan ders üzerine MSÜ kuruldu. Bir daha bu ülkede darbe olmasın, artık Harbiyelerden darbeci değil subay yetişsin diye değil mi sayın Rektörüm…! Eserinizle övünüyor musunuz? Yoksa 7 teğmeni hedefe koyup hesabı kapatıyor musunuz…? Bunun müsebbibi sizin de başında olduğunuz kadrolardır. Bataklık kurutulmadı, hala sivrisinek üretiyor. Pislikleri halı altına süpürmeye devam edin…!”
Kemalizm “FETÖ”cülük mü?
Tuzla Piyade Okulu’ndaki teğmenlere “cuntacı” suçlamasında bulunan ilk Yeni Şafak olmuştu. Dün Yeni Şafak’tan bir ses daha yükseldi. Yıllarca Erdoğan’ın konuşma metinlerini kaleme alan, AKP’den milletvekili olan, halen de Yeni Şafak’ta yazan Aydın Ünal, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, “FETÖ’den hiç ders almadınız mı?” sözlerine cevap verirken, “Kemalizm ve FETÖ arasında fark yoktur.” dedi.
“Kemalizm”in bir diğer anlamı “Atatürkçülük” olduğuna göre, işin nerelere vardırıldığını görüyor musunuz?
Ne alâkâysa, Filistin-İsrail savaşı başladığında da Aydın Ünal, “Tarih boyunca bölgenin en dinamik gücü Türk-Kürt ittifakı olmuştur. Kemalizm bu ittifakı bozamadı; Siyonizm de bozamayacaktır. Geçmişte olduğu gibi yarın da Türk-Kürt ittifakı bölgeye zaferi ve barışı getirecektir.” gibi bir iddiada bulunmuştu.
Bir vakitler Türkiye’nin “amiral gemisi” iken artık iktidara demirleyen gazetenin temsilcisinin bugünkü yazısıyla bitirelim. Tuzla Piyade Okulu’nda yaşananları ve MSB’nin tavrını değerlendirirken şöyle bir yorumda bulundu:
Disiplin üzerine kurulu bir yapıda ‘Şucu-bucu’ gibi çeşitli isimlerdeki yapıların örgütlenmesine asla müsaade edilmemelidir. Türk Silahlı Kuvvetleri fikir yayma ve örgütleme platformu değildir.”
Biz de yukarıda anlattıklarımızdan hareketle soralım:
Hayırdır; ilk ders olarak Atatürkçülüğün okutulduğu TSK’da artık Atatürkçülüğün, “şucu-bucu”luk olarak görülmesi evresine mi geçiliyor?!

Müyesser YILDIZ
22 Aralık 2023
12punto link: https://12punto.com.tr/yazarlar/muyesser-yildiz/ataturkculuk-sucu-buculuk-mu-oluyor-12146
Posted in Uncategorized | Leave a comment

Türk halkı İslami bir siyasi rejim seçebilir mi? *

CUMHURİYET – Prof. Dr. Doğan SOYASLAN – 29.12.2023

Türk halkı İslami bir siyasi rejim seçebilir mi?


İslama inananlar kişisel huzur ve güvenlik içinde yaşarlar. Allah inançları onlara umut verir. Zayıf anlarında zorluk içinde oldukları zaman Allah’ın kendilerine yardım edeceğine inanırlar. İnançları kendilerine güç verir. Yıkımlardan Allah’ın koruyacağına, vicdanlarını rahatsız eden şeylerden dolayı kendilerini bağışlayacağına inanırlar.
VII. yüzyılın birinci yarısında Mekke’de doğan İslam dini aynı zamanda Kureyş kabilesinin öncülüğünde kısa zamanda devletleşmiştir. Hz. Muhammed ilahi emirler doğrultusunda devlet idare etmiştir. Hayatın her alanında İslami emirler uygulanmıştır. İnsana düşünüp değerlendirme ve özgürlük alanı bırakmamıştır. Arap orduları VII-VIII. yüzyıllarda İslamı Doğu’da Orta Asya içlerine, Batı’da Kuzey Afrika ve tüm İspanya’ya kadar egemen kılmışlardır.
İslam ve Kuranıkerim’in dili, Araplar arasında birlik sağlanmasının nedeni olmuştur. Bilimsel buluşlarıyla Araplar o zaman ileri bir uygarlık kurmuşlardır. Bu uygarlığın kurulmasında Arap imparatorluğunun insanlarda doğurduğu özgüvenin payı olmalıdır.
Türkler VIII. yüzyılın birinci yarısında İslamı tanımışlar, XII. yüzyıla kadar İran üzerinden İslamlaşarak aşiretler halinde Anadolu topraklarına yayılmışlar, Selçuklu-Osmanlı imparatorluklarını kurmuşlar, İslamı yaymak, devletin güvenliğini sağlamak için Ortadoğu’ya Kuzey Afrika’ya, Orta Avrupa’ya kadar egemen olmuşlardır.
ÜRETİM GELİŞTİRİR
Gerek Arap imparatorluklarını gerekse Türk imparatorluklarını aşiretler kurmuşlardır. Yönetici bürokrasi kan bağına dayanmıştır. Her ikisinin de amacı İslamı yaymak ve egemenlik alanını genişletmektir. Her ikisi de yabancı topraklara topluluk olarak ve birey olmayarak İslamı yaymak ve devletlerinin geleceğini güvence altına almak için ümmet olarak gitmişler, üretim amaçlı gitmemişler, daha ziyade askeri amaçlı gitmişlerdir.
Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaşı olan Batılı imparatorluklar, gittikleri yerlere üretim amacıyla, madenleri çıkarmak, toprakları işleyip anavatana veya diğer ülkelere satmak amacıyla gitmişlerdir. Osmanlı’dan hammadde alıp mamul madde satmak için (kapitülasyonlar) kıyasıya yarışmışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucu asli unsuru olan halktan bir tüccar, esnaf, girişimci sınıf oluşmamıştır. Çiftçi ve asker olarak gelmiş ve öylece kalmışlardır. Ticaret ve esnaflık gayrimüslimlerin işi olmuştur. Otoriter kurucu aile asırlar içinde imparatorluğa dönüşmüştür. Ancak aile yapısı asırlarca imparatorluğa egemen olmuştur. İmparatorlukta kamu düzeninin bozulmaması için farklı düşüncelerin açıklanmasına ve yayılmasına izin verilmemiştir. Eğitim metafizik düşünceyi kıramamıştır. İmparatorluk Allah’ın emirlerine uygun hareket ettiğini düşünerek asırlarca dünyadan habersiz olarak kendisini de tebaasını da adeta uyutmuştur.
İslam kültürü insana güvenmeyen, kadını sosyoekonomik yaşama sokmayan, yaşamın her alanını ilahi emir olarak düzenleyen bir kültürdür. Bu nedenle insana özgürlük alanı bırakmamıştır. Özgürlükçü olmadığı gibi kaderci, şükürcü, insanı aciz sayan, yaşamı olduğu gibi kabul eden, bu nedenle insanı pasifleştiren, bir anlamda tembelliği teşvik eden bir kültürdür. Kadercilik, şükürcülük, acizlik, yaşama karşı teslimiyet, merak etmeyi, sorgulamayı önler. Oysa bilimsel buluşların ve yenilenmenin temelinde merak ve sorgulama vardır. Müslüman toplumlar bundan mahrumdurlar. Nitekim hiçbir İslam devletinin bilimsel ve teknolojik bir icadı yoktur.
Paradan para kazanmanın haram olması da Müslüman toplumlar önünde bir engeldir. İnsanlar getirisi olmayan parayı bankaya yatırmazlar. Bunun sonucu sermaye birikmez, yatırım yapılamaz. Ayrıca İslam üretimden ziyade ticareti öğütler. Oysa üretim insan yeteneklerini de geliştirir.
YAŞAM DEĞİŞİYOR
Batı’nın çok gerisinde kaldığını anlayan Osmanlı İmparatorluğu, Batı gibi olmayı düşünmüş, Tanzimat ile beraber kullarına can ve mal güvenliği, özgürlükler vermiş ancak I. Dünya ve Varoluş Savaşlarının sonunda yıkılmaktan kurtulamamıştır. Yerine yurttaşlarına özgürlük, sorumluluk ve iktidar sahipliği veren Cumhuriyet kurulmuştur. Türk halkı tarih boyunca özgür ve sorumlu, özgüvenli, ruhu sonsuza yönelik ve dimdik olmadığı için uluslararası yarışta gerilerde kalmıştır. Açılan mesafeyi kapatmanın ve ilerlemenin tek şartı özgür, özgüvenli, girişimci, sorgulayıcı, sorumlu, doğaya karşı dimdik insanlar olmaktır. Bu nedenlerle hiç kimsenin ilerlemenin kaynağı olan özgürlükçü rejimden vazgeçmek ve İslami rejim istemek hakkı yoktur. Ortadoğu’da onur kırıcı çaresizlik Müslümanların hayata bakışlarını değiştirmeleri gereğini ortaya koymaktadır.
Doğru olanı insanların özgürce inanç ve ibadetlerinin gereğini yapmaları ancak dinin siyasete sokulmamasıdır. Çünkü İslam değişmez Tanrı emridir. Bildirildiği çağın sosyoekonomik şartlarına bağlıdır. Oysa yaşam değişmektedir.
Posted in Uncategorized | Leave a comment

DİYANETTEN ŞERİAT AÇIKLAMALARI

Posted in Uncategorized | Leave a comment

“Taşra Üniversiteleri: AK Parti’nin Arka Kampüsü” * Akademik iflas: Türkiye’de yükseköğretimde değer erozyonu

Tuğba Tekerek, “Taşra Üniversiteleri: AK Parti’nin Arka Kampüsü” adlı eseriyle 47. Sedat Simavi Ödülleri’nde, sosyal bilimler dalında övgüye değer bulundu. Tekerek Türkiye’deki akademik arenadaki erozyonu, Antroposen Sohpetler programında anlattı.

Akademik iflas:
Türkiye’de yükseköğretimde değer erozyonu

Yazar: Utku Perktaş / 24 Aralık 2023, Pazar

Türkiye’de üniversite var-dı. ‘Dı’ diyorum, çünkü artık Türkiye’de değerini yitirmiş ve amacından sapmış bir kurum olarak üniversite var. Açık Radyo’da hazırladığım Antroposen Sohbetler programının son bölümünde gazeteci Tuğba Tekerek’i ağırladım. Söyleşide odak noktamız, genellikle karmaşık bir konu olarak algılanan ve Türkiye’de değerini yitirdiğini düşündüğüm üniversitelerdi.
Tuğba Tekerek’in 2023’te yayımlanan “Taşra Üniversiteleri – AK Parti’nin Arka Kampüsü” başlıklı kitabı, günümüzde yaşadığımız üniversite enflasyonunu “değersizleştirme” ekseninde sorguluyor ve bu bağlamda derslerden öğrenci kulüplerine, yurtlardan kampüs camilerine kadar taşradaki üniversitelerin geniş bir perspektifini çiziyor. Söyleşi sırasında ele aldığımız konuların ana fikrini, bu metinde farklı başlıklar altında sizlere sunmaya çalıştım. Ancak önce, üniversite evrensel anlamda ne ifade ediyor, bu sorunun yanıtını vermeliyim.
Üniversite nedir?
Üniversite, kendi başına oldukça önemli ve karmaşıklığı ile dikkat çeken bir konu ve bu konu ülkemizde artık daha da karmaşık bir halde. Bu sebeple, tanımını ve Türkiye’deki üniversite algısını basitçe özetlemek pek mümkün olmayabilir. Genel olarak, üniversite çağdaş toplumların en değerli kurumlarından biridir, çünkü bilgi üretimi konusunda kadrolarıyla ve yapılanmasıyla önemli bir misyon taşır. Üniversite, esasen çeşitli fakülteler, enstitüler, yüksekokullar ve benzeri araştırma birimlerini içeren bir öğretim kurumunu ifade eder. Bu kurum, sadece ileri düzeyde öğretim faaliyetleri yürütmekle kalmaz, aynı zamanda bilimsel araştırmalar yaparak yeni bilgi üretir. Üstelik, “bilimsel özerkliğe” ve kamu tüzel kişiliğine sahiptir. Türkiye’de 1933 yılında gerçekleşen üniversite reformu, bu karmaşık konuyu ülkemizde de derinlemesine idrak etmemiz için bir başlangıç noktası olmuştur. Reform öncesi hazırlıklar, 1932’de Türkiye’ye davet edilen ve Darülfünunu analiz eden Profesör Albert Malche’nin gözlemleriyle başlar ve reformun ilk adımlarını anlamak ve bugün geldiğimiz noktayı değerlendirmek için bu gözlemlere odaklanmak yerinde olur.
Tüccar Profesör, Tercüman Profesör, akademik kadrolar
Prof. Albert Malche Cenevre Üniversitesi pedagoji profesörüdür. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte inkılaplara ayak uyduramadığı ve yeni Türkiye’nin gelişimine katkıda bulunamadığı düşünülen Darülfünun’da incelemeler yapıp bir rapor hazırlaması için ülkemize davet edilmiş bir bilim insanı. Kendisinin gözlemleri oldukça ilginç sonuçları ortaya koymuş.
O dönemde, Türkiye’de, Darülfünun’da yaklaşık 250 akademisyen olduğu biliniyor. Ancak Malche, Türkiye’de dünyanın başka hiçbir yerinde görmediğimiz bir şeyi vurguluyor: Muallim ve müderrislerin (yani öğretmenler) Darülfünun’un bir parçası olması. Buna ek olarak bilimsel yayınların eksikliğinden, üniversitede çalışan akademisyenlerin ek işler yapmak zorunda kalmasından, öğrencilerin yabancı dil bilmemelerinden bahsederken, hazırladığı raporda Darülfünun’un Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olmasının özerklikle bağdaşmadığından da bahsediyor. Ülkesine dönmesinden sonra hazırladığı ikinci raporda ise Darülfünun sonrası kurulacak üniversitede “tüccar prof.” (bilimden çok ticaretle uğraşan) veya “tercüman prof.” (kitaplardan çeviri yaparak ders veren) kadrolarına da yer verilmemesini istemiş.
Atatürk’ün Darülfünun değerlendirmesi
29 Mayıs 1932 tarihli Malche Raporu’nu inceleyen Atatürk, Darülfünun’daki öğretim üyesi sayısını fazla, nitelik olarak da yetersiz bulmuş ve şu notu düşmüş: “Şahsi mütalaa ve araştırmaya sevk eden tarzda tedris yok. Ansiklopedik malumat veriliyor.” Böylece o dönemde Atatürk geçici olarak özerkliğin kalkmasını ve hızlı bir tasfiye yapılmasını desteklemiş. Sonuçta İstanbul Üniversitesi’nin ilk kadrosu, Darülfünun’dan kalanlar, Avrupa’da eğitim görmüş gençler ve yabancı (Almanya’dan ülkemize davet edilen) profesörlerden kuruldu. Böylece Milli Eğitim Bakanlığı üniversite ve Cumhuriyet devrimleri arasında sıkı işbirliği oluşturmayı hedeflemişti. Aynı zamanda da üniversiteyi ülke sorunlarının çözümlerine ortak etmek istemişti. Çağdaş bilime yönelişin ilk adımları 1933 yılında atılmıştır. Yani, yükseköğretimde düşünce ve bilgi üretimi yaratıcılığını geliştiren bir sisteme geçilmiştir.
1933’lerden bugünlere Akademik personel: 250’den 200 Bine…
Malche, akademisyen sayısını azaltmanın ve odak noktasını araştırmaya kaydırmanın gerekliliğini altı çizmişti, ancak bu değişikliğin önemini ifade etmesine rağmen, nasıl başarabileceğini belirtmemişti. Üniversitede öğrencilerin araştırmalara katılımını teşvik eden bir sistemin olmasını gerektiğini vurguluyor ve üniversitelerin sadece öğretmeye odaklanmadan aynı zamanda hocaların araştırmaları üzerine tartışmaların yapıldığı bir yer olması gerektiğini belirtiyordu. Tüm bunlar umut verici görünüyordu, fakat bugün baktığımız resim o dönemdeki temel amaçlardan çok farklı bir perspektife sahip.
Bugün öğretim üyesi başlığı altında akademik unvanlara sahip personel sayısının neredeyse 200 binlere ulaştığını özellikle belirtmek isterim. Yaklaşık 250 akademisyenden tasfiyelerle şekillenen akademi, sonrasında sınırlı ve nitelikli kadrolar oluşturmaya çalışırken, bugün inanması zor bir akademik personel sayısıyla şekillenen onlarca “üniversite”nin olduğu bir ülke halindeyiz. Nicelikle nitelik arasındaki ayrımı yapamayan politikalarla niceliğin niteliği ezdiği bir dönemde artık şüphesiz çürüyen bir üniversite ortamı söz konusu. Lale Akarun’un geçtiğimiz günlerde ülkemizin köklü üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’nin son durumunu gözler önüne seren yazısı bunun en güzel ve en trajik örneği niteliğinde.
Üniversite artık bir “ileri lise” (mi?)
Bugün değersizleştirme politikası altında üniversitenin bir ileri liseye dönüştüğünü de söylemek yanlış olmaz. Adeta bizler, öğretim üyeleri olarak, hemen her orta öğretim öğrencisinin üniversiteye girebileceği bir ülkede ortaöğretimin eksikliklerini kapatmaya çalışan kadrolar gibi çalışıyoruz. Dolayısıyla bugün üniversite 1933 yılındaki o büyük reformun da gerisine düşerek ülkemizde başka bir şeye evriliyor, sahip olduğu evrensel tanımdan uzaklaşıyor.
Öğrenci Başarısı ve Geçişteki Sorunlar
Taşra Üniversiteleri kitabında yazar Tuğba Tekerek Bartın’daki Moleküler Biyoloji Bölümü örneğini vermişti ve söyleşimizde de bu bölüme giren öğrencilerin Yükseköğretim Kurumları Sınavında biyoloji, kimya ve fizik testlerinden sıfır net çıkarması durumuna dikkat çekti. Tuğba Hanım programda kitapta sorduğu soruyu tekrarladı: “Peki sıfır bilgiye sahip bir öğrenciye nasıl moleküler biyoloji öğretebilirsiniz? Bu öğrenci nasıl diploma alabilir?”. Gelgelelim, bu öğrenciler gerçekten de diplomalarını alıyorlar. Tuğba Hanım, yaptığı görüşmelerden hareketle birçok öğrenci başarısız olduğunda, genellikle öğretim üyesini CİMER’e şikâyet ediyor diyor ve bu kişileri mezun etmek adına bir şekilde kolaylık sağlandığına dikkat çekiyor. Bu oldukça yaygın bir durum haline gelmiş artık. Son dönemde baraj da kaldırılınca üniversiteye girişte netler iyice düşmüş.
Eksi yedi buçuk Türkçe netiyle Türk Dili Edebiyatı Bölümü’ne girmek…
Bu yılın popüler konuları arasında Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne Türkçe’de eksi yedi buçuk net yapan bir öğrencinin girmesi olmuştu.
Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden bir profesör Tuğba Hanım’a şunları söylüyor: “Buraya geldiklerinde tek bir kitap okumamışlardı. Ben mezun ederken bir kitap okutmaya çalışıyorum, ancak çoğu zaman başaramıyorum.”
Moleküler Biyoloji profesörü ise başka bir şeyden bahsediyordu: “Bir dersi öğretebilmeniz için en önemli motivasyon, öğrencinin öğreniyor olması. Ancak öğrenci öğrenmiyorsa, öğrencinin bilgiyi absorbe etme kapasitesi yoksa, ilgisi yoksa ve ilgisi, merakı o zamana kadar tamamen körelmişse, öğretim üyesi o öğrenciye ne anlatabilir?”
Bir başka profesörün sözü: “Ders anlatıyormuş gibi davranıyoruz; öğrenciler dinliyormuş gibi yapıyor, ancak dinlemiyorlar.”
Bugün üniversitede gerçek bir öğrenme süreci yok. Öğrenci öğreniyor mu öğrenmiyor mu, bilmiyoruz. Aslında o profesörün dediği gibi, ders anlatıyormuş gibi davranmak, öğrencinin de dinliyormuş gibi yapması, aslında durumun vahametini açıkça ortaya koyuyor.
Üniversite Sayısındaki Hızlı Artış: Her Şehre Bir Üniversite?
Özellikle üniversitenin özgür bir ortam olması şart, dediğiniz gibi birçok konuyu rahatlıkla konuşabileceğimiz, öğrenebileceğimiz veya araştırabileceğimiz, özgürce işbirlikleri yapabileceğimiz bir ortam olması üniversiteyi ortaöğretimden ayıran en önemli özellikler. Ancak, bu özellikleri kazanmaya ve geliştirmeye çalışırken birden kaybetmiş gibi görünüyoruz.
Şu anda her şehre bir üniversite düşüncesi iyice kanıksanmış bir politika. Siyasi iktidarın yaklaşımıyla üniversiteler uzun zamandır ülkemizin her şehrinde ve hatta her ilçesinde açılıyor. Şu anda Türkiye’de 200’ün üzerinde üniversitemiz bulunuyor. Peki, ülkemizde her şehre bir üniversite açılmasının gerçek amacı ne olabilir? Taşra Üniversiteleri kitabından ve söyleşimizden yola çıkarak nasıl bir çıkarım yapılabilir sorusuna ekonomik bir yaklaşımla cevap vermeye çalışabileceğimizi anlıyorum.
Ekonomik Boyut…
Tuğba Hanım’a bu soruyu sorduğumda araştırmasına dayalı olarak verdiği yanıt çok çarpıcı oldu. Şöyle söylüyor:
“Bu sebebi açıklamadan önce bir şey belirtmek istiyorum. Her ile bir üniversite, her ile birkaç üniversite, hatta ilçelere üniversite açılması durumu var. Mesela, Şebinkarahisar’daki Moda Tasarımı Yüksekokulu’nu anmak isterim. Şebinkarahisar, Giresun merkeze üç saat uzaklıkta. Burası tepeler arasındaki virajlı yollardan gidilen bir yer. O zamanlar hesaplamıştım ve sanırım ilçedeki her yedi kişiden birisi öğrenciydi. Yani ilçe göç veriyor. Göçle giden nüfusu gelen öğrenciyle telafi etmeye çalışıyorlar ve burada moda tasarımı öğretecekler. Ancak öğrencilerin kumaş bulması, aksesuar bulması, sektörle bağlantı kurup staj yapması gibi şeylerin mümkün olmadığı bir yerde üniversite açılmış.
Buradan sizin sorunuza gelebilirim. Neden böyle yerlerde üniversite açılıyor? Çünkü Şebinkarahisar esnafı para kazansın diye! Sonra AK Partili siyasetçiler, ‘Bakın, size öğrenci getirdik, ilçenin ekonomisini kalkındırdık,’ desin diye. Bu durumun önemli faktörlerinden biri ilçelerde ekonomik hareketlilik sağlamak. Burada bir örneği daha belirtmek istiyorum. Bir dönem Giresun Üniversitesi üç hafta geç açılıyor ve buna itiraz eden Giresun Otelciler ve Kahveciler Odası oluyor. Diyorlar ki, ‘Bu sene fındık rekoltesi de kötüydü zaten. Şehrimizde öğrenciden başka para sirkülasyonu yoktur. Dolayısıyla, yönetimin, üniversite yönetiminin bu kararı gözden geçirmesi ve ne istediğimize dair düşünmesi gerekiyor.’ Fındık rekoltesinin yerine öğrencinin getirdiği parayı koymaya çalışıyorlar. Bu anlayış ve böyle bir sistem var. Ekonomik kısmı birincisi. Ayrıca, büyük sermaye sahiplerine inşaat ihaleleri ve para aktarma kısmı gibi ekonomik bir boyutu daha var.”
Siyasi Boyut: Dindar ve Milliyetçi Nesiller Yetiştirmek
Ayrıca, bu üniversitelerde istihdam da sağlanıyor. Tuğba Hanım söyleşimizde üniversitelere alınacak temizlik görevlileri için kura ile çekiliş yapıldığını söylüyor ve bu çekilişte, rektörün konuşma yaptığının altını çiziyor. Şöyle söylüyor:
“Yani bir üniversitede o üniversite rektörünün konuşma yaptığı bir temizlikçi alımı düşünün. Ardından şanslı adaylar mülakatla seçiliyor. Mülakatın sonucunda, siyasi iktidara yakın birisi işe alınma olasılığı daha yüksek oluyor.”
Tuğba Hanım ikinci önemli faktörün ise ülkenin her ilinde AK Parti çizgisinde konuşacak entelektüellerin, tırnak içinde “profesörlerin” olması ihtiyacına dikkat çekiyor. Bu kişiler tabii ki sahadan bilgi toplayacak, kürt meselesi ve kadın konularında bilgi toplayacak ve bu bilgileri kendi perspektiflerinin elverdiği ölçüde süzecekler. Sonra da AK Parti’ye yakın bir ideoloji çerçevesinde hareket edecekler. Bu sayede en önemli şey, dindar ve milliyetçi bir nesil yetiştirmek.
Bugünkü Sorunlar ve Gelecek İçin Çözüm Yolları
Türkiye Cumhuriyeti 90 yıl önce adım atmaya başladığı üniversite yolunda pozitif bir ivmeyle ilerleme eğilimi göstermiş olsa da, ne yazık ki bugün geldiğimiz yer bu söyleşiyle özetlemeye çalıştığım, yukarıda anlatmaya çalıştığım olaylar ve bu olayların farklı versiyonlarıdır. Bu olayların bir kısmı Aziz Nesin hikayelerine yakın ve bir kısmı da neredeyse bu hikayelerin ötesinde bir yerde. Eğitim ve öğretim kurumlarımızda çağa uygun adımlar atmamız gerekirken geldiğimiz bu noktayla cemaatlerin eğitim politikamız içindeki yerini tanımlayan ve bu toplulukları meşrulaştırmaya çalıştığımız hakikatin ötesinde bir “değersizleştirme” dönemindeyiz. Durum hiç iyi değil, peki çözüm; belki başa dönüp aynı ilkelerle bir reform daha yapmak olabilir. Ama kesin olan bir şey var ki, herşeyden önce orta öğretimde bir reform yapmak ve üniversiteye girecek öğrencilerin yükseköğretim öncesi nesnel ilkelerle eğitimine olanak sağlamak bugün çok önemli bir gereklilik.

Tuğba Hanım’la yaptığım söyleşi çok verimli bir sohbet oldu. Söyleşimiz 26 Aralık 2023 tarihinde saat 19.00’da Açık Radyo’da yayınlanacak. Bu yazı o söyleşinin bir özeti niteliğinde. Söyleşiyi dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Tabii “Taşra Üniversiteleri. – Ak Parti’nin arka kampüsü” başlıklı kitabı da bu yazıyı okuyan herkese tavsiye ediyorum.
Posted in Uncategorized | Leave a comment