BELLEK DÜRTÜCÜ * SİZ UYURKEN TÜRKİYE’NİN HÜKÜMRANLIK HAKLARI NASIL TESLİM EDİLDİ? * GİZLİ MUTABAKATLAR…

29 Temmuz 2004   Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na   Ankara
Konu : Anayasa’nın 68/4. maddesine aykırı eylemlerin odağı haline gelen AKP’nin kapatılması için dava açılması istemidir.
Olaylar :
    1. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’e özel kurye ile gönderdiği mektup:
Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 4 Kasım 2002 tarihinde, ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’e özel kurye ile aşağıdaki mektubu göndermiştir:
“Dr. Paul Wolfowitz
Savunma Bakan Vekili  Pentagon  Washington DC, 20301  Ford
Değerli Dr. Wolfowitz,
Ülkelerimiz arasındaki tarihsel ortaklık ve dostluğun gelecekte de sürmesi ümidimi paylaşmak için, bu mesajımı ortak dostlar aracılığı ile doğrudan size ulaştırmak isterim.
Seçim sonuçlarının bizim Genelkurmay saflarında biraz rahatsızlık yaratmış olabileceğinden, resmi konumunuz gereği, hiç kuşkusuz haberdarsınızdır. Bilmenizi isterim ki, onların Türkiye’nin müreffeh, seküler (çağdaş) ve birinci dünya topluluğunun güvenilir bir üyesi olması ümitlerini partim ve ben de paylaşıyoruz, Ve geçmişte hiç olmadığı kadar birleşmiş olan ülkemizin çıkarları için en iyisi olacak şekilde birlikte çalışabileceğimiz kanaatindeyim.
Bu amaçla, Org. Özkök ile mümkün olduğu kadar kısa sürede mahrem, özel bir toplantı yapabilmeyi ümit ediyorum. Özel cep numaram şudur: 0533 7…
Bu yardım ve ülkemize geçmişte gösterdiğiniz dostluk için çok teşekkürler.
Sizinle kişisel olarak görüşmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
Samimiyetle sizin olan,
Recep Tayyip Erdoğan,
Genel Başkan”

Bu mektup, 17 Ocak 2004 günlü Star Gazetesinde Hayrullah Mahmut’un köşesinde yayımlanmış, fakat bugüne kadar yalanlanmamıştır.
Mektup, içeriğinden de anlaşılabileceği gibi, gizlidir ve “ortak dostlar” olarak tanımlanan kurye kullanılarak ulaştırılmıştır. İlişkinin Türkiye halkının ve yetkililerinin bilgisi dışında yürütülebilmesi için özel cep telefon numarası da verilmektedir.
Mektupta, Türkiye Genelkurmayı, 3 Kasım 2002 seçim sonuçlarından rahatsız olduğu gerekçesiyle, ABD Savunma bakan Yardımcısına şikayet edilmektedir. ABD Savunma Bakan Yardımcısından, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı ile kendisi arasında arabuluculuk yapması istenmektedir.
Mektup dikkatle incelendiğinde amir – memur ilişkisini yansıttığı görülmektedir. Mektubu yazan AKP Genel Başkanı, memur konumunu benimsemiştir ve hitap ettiği ABD Savunma Bakan Yardımcısını amiri olarak görmektedir. Muhatabına açıkça sadakat sözü vermektedir.
Seçimlerden en yüksek oyu alarak çıkan bir siyasi parti liderinin, kendi ülkesinin Genelkurmay Başkanı ile görüşebilmesi için yabancı bir ülkenin Savunma Bakan Yardımcısının yardımını istemesi, yabancı bir devleti ve onun yetkililerini, Türkiye’nin iç işlerine müdahaleye çağırmaktır. Türkiye Devletinin egemenlik hakkının, dış müdahale ile zayıflamasına fırsat vermektir.
AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendi ülkesinin Genelkurmay Başkanı ile “mahrem” bir toplantı yapmak istemektedir. Ancak bu toplantı, kendi ülkesinin halkına ve yöneticilerine gizli, ABD Savunma Bakan Yardımcısına aşikardır. Bunun, ulusal güvenlik ve bağımsızlıkla bağdaştırılması mümkün değildir.
AKP Genel Başkanı, eyleminin bu sonuçlara yol açtığını biliyor olmalıdır ki, mektubunu “ortak dostlar” diye nitelendirdiği özel kurye aracılığıyla ve gizlice göndermektedir.
Bu eylem, Türk Ceza Yasası’nın 125. maddesinde düzenlenen “Devletin istiklalini tenkis” (Devletin bağımsızlığını azaltmak) suçuna karşılık gelmektedir.
Üstelik bu eylem “Genel Başkan” sıfatıyla işlenmiştir. 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 13. maddesine göre Genel Başkan, siyasi partilerin “merkez organlarındandır ve 15. madde uyarınca “Partiyi temsil yetkisi Genel Başkana aittir”. Dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın “Genel Başkan” sıfatıyla gerçekleştirdiği bu eylem tüm partiyi bağlar.
Recep Tayyip Erdoğan açısından aynı zamanda kişisel suç oluşturan bu eylem, kendisinin halen Başbakanlık koltuğunu işgal etmesi nedeniyle –ekte bir örneği sunulan Ankara DGM C. Başsavcılığı’nın 10.02.2003 tarih ve Hz. 2004/30, K.2004/11 sayılı kararıyla- “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 100. maddesi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü’nün 107. maddesine göre, Başbakan hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının en az onda birinin vereceği önerge ile soruşturma açılması istenebileceğinden” ve DGM C. Başsavcılığı’nın “soruşturma yetkisi olmadığından” soruşturulamamıştır. Bu nedenle görev, Başsavcılığınıza düşmektedir.

    1. AKP Hükümetinin ABD ile yaptığı 14 maddelik gizli mutabakat:
İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek 13 Temmuz 2003 günü düzenlediği basın toplantısında AKP Hükümetinin ABD ile yaptığı gizli mutabakatı açıklamıştı. Doğu Perinçek bu gizli mutabakatın hazırlanışını ve gelişmeleri şöyle açıklıyordu: “Uzun süredir Türkiye’ye dayatılan mutabakat, ABD Dışişleri Bakanı Powell ile Abdullah Gül arasındaki görüşmelerde iki sayfalık ve dokuz maddelik bir metin halinde kabul edilmiştir. Abdullah Gül, bu gizli anlaşmayı Sedat Sertoğlu’na itiraf etmiştir (Bkz. Vatan, 24 Mayıs 2003). Dışişleri Bakanı Müsteşarı Uğur Ziyal’ın 15-19 Haziran 2003 tarihleri arasında Washington temasları ‘Gizli Mutabakat’ zemininde yürütülmüştür. Ziyal’ın temaslarından sonra Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan özel toplantıda verdiği bilgiler de ‘Gizli Mutabakat’ ile aynı yöndedir. ‘Gizli Mutabakat’, en son geçen hafta (yani, 2003 Haziran ayı sonunda) AKP Hükümeti ile ABD üst düzey yetkilileri arasında yapılan gizli görüşmelerde sonuca bağlanmıştır”.
Açıklanan bu 14 maddelik “Gizli Mutabakat” özetle şöyledir:
      1. Irak’ın kuzeyinde bulunan bütün Türk birlikleri ve Türk ordusuna bağlı özel kuvvetler, aşamalı olarak Türkiye sınırları içine çekilecek.
      2. Türk ordusu bundan böyle hangi gerekçeyle olursa olsun, sınır ötesi harekâtlarda bulunmayacak. PKK/KADEK’in Türkiye’nin egemenlik alanı dışında takip ve bastırılması harekatlarına da son verilecek.
      3. PKK/KADEK’e karşı Türkiye devletinin egemenlik alanı içinde yapılacak askeri harekâtlar için, ABD askeri makamlarına haber ve bilgi verilecek, izin alınacak.
      4. Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK/KADEK’e karşı ABD askeri makamlarına bilgi vermeden ve izin almadan harekât yapacak olursa, ABD Hükümeti, ‘Kürt halkına karşı şiddet kullandığı ve soykırım uygulandığı’ çerçevesi içinde uyarıda bulunma hakkını kullanabilecek. Bu durumda ABD gerekli gördüğü ambargo ve silahlı müdahale gibi siyasal ve askeri yaptırımları saklı tutacak.
      5. Türkiye, ABD’nin İran’a ve diğer Ortadoğu ülkelerine karşı uygulayacağı sınırlı askeri harekâtlara, ABD’nin talep etmesi halinde şartsız olarak üs ve taşıma kolaylıkları sağlayacak, askeri birlik verecek. Türk birliklerinin komuta yetkisi, ABD komutanlığında olacak.
      6. Türk ordusunun asker sayısı ve silah kuvveti, ABD’nin uygun bulduğu sayı ve kabiliyete indirilecek, özellikle tank ve ağır silahların miktarı düşürülecek, savaş uçağı sayısı sınırlanacak, bütün silah ve cephane bundan sonra ağırlıklı olarak kısa menzilli taktik savunma kavramına göre ayarlanacak, Türkiye’de bulunan ABD ve NATO irtibat subaylarının görev alanları ve yetkileri genişletilecek.
      7. Irak’ın kuzeyinde kurulmuş olan ve ‘Kürdistan’ adı verilen devlet resmen ilan edildikten sonra Türkiye tarafından da resmen tanınacak. Türk devletinin böyle bir devletin kuruluşunu ‘savaş nedeni’ sayan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve bu yöndeki politika ve kararları kaldırılacak.
      8. Abdullah Öcalan ve diğer dört lideri dışında bütün PKK/KADEK yönetici ve elemanlarına geniş kapsamlı af çıkarılacak.
      9. Etnik grupların yasal siyasete katılmaları önündeki bütün yasal kısıtlamalar ve engeller kaldırılacak. Af yasası ile bağlantılı olarak, PKK/KADEK’e yasal siyaset düzleminde yer alma olanağı sağlanacak, hapiste veya dağda bulunan yöneticilerin siyasal mücadeleye katılmaları için gerekli hukuki ve siyasal önlemler alınacak ve uygulanacak.
      10. Kamu Reformu Yasası ve Yeni Yerel Yönetim Yasaları hızla çıkartılacak, Tüdrkiye’deki Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı şehir ve kasabaların belediyelerinin özerkleşmesi süreci kararlı olarak yürütülecek.
      11. Türkiye, dört yıl içinde uygulanacak bir planla, üniter devlet yapısını terk ederek, federasyona geçecek.
      12. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, ‘Arafat modeli’ denen uygulamayla devre dışı bırakılacak, Kıbrıs’ta Annan Planı bazı küçük değişikliklerle hayata geçirilecek.
      13. Ege kıta sahanlığı konusunda Türkiye, Yunan doktrinine daha esnek davranacak, Türk jetlerinin uçuş alanı daraltılacak, sık sık ortaya çıkan ‘it dalaşı’ sorunu Yunanistan rahatsız edilmeden çözülecek.
      14. Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkileri normalleştirilecek ve iyileştirilecek, sınır ticaretinde Ermeniler lehinde düzenlemeler yapılacak, Ermenilerin Türkiye’ye gezilerindeki bazı sınırlamalar kaldırılacak.

Bu “Gizli Mutabakat”ın ilk adımının, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell 2 Nisan 2003 tarihinde Türkiye’ye geldiğinde, Abdullah Gül ile yaptığı özel görüşmede hazırlanan 9 maddelik bir planla atıldığı anlaşılmaktadır.
Abdullah Gül, Powell’la yaptığı bu görüşmenin perde arkasını, görüşmeden yaklaşık bir ay sonra Vatan Gazetesi yazarı Sedat Sertoğlu’na anlatmıştır. 24 Mayıs 2003 tarihli Vatan Gazetesinde de aktarıldığı gibi Abdullah Gül, Sedat Sertoğlu’na şunları söylemiştir: “Ben bu gezileri yapmadan önce, şimdi senin oturduğun koltukta (eliyle koltuğa vurarak) ABD Dışişleri Bakanı Powell oturuyordu. Onunla 2 sayfalık 9 maddelik bir plan üzerinde anlaştık. Ama ben her yaptığımı kalkıp açıklayamam ki. Powell, Suriye’ye giderken de benimle konuştu. Gizli olan bir sürü gelişme var”.
Aslında, gerek ülkemizde ve gerekse bölgemizde daha sonra yaşanan gelişmeler de dikkatle incelendiğinde –Abdullah Gül tarafından da zımnen itiraf edilen- bu plan ve mutabakatın, adım adım uygulanmakta olduğunu saptamak mümkündür.
Bireysel olarak, Türk Ceza Yasası’nın, “Devletin Şahsiyetine karşı Cürümler” bölümünde düzenlenen 125, 127 ve 146. maddelerinde yazılı suçları oluşturan ve ağır cezaları gerektiren bu eylemin, örgütsel anlamda parti kapatma nedeni olacağı ise açıktır.

III. Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam” konulu sempozyumda yaptığı konuşma:
Belirtilen bu “Gizli Mutabakat”ın 10 ve 11. maddelerinde yer alan, “belediyelere özerklik” ve “aşamalı olarak federasyona geçiş” taahhütleri, Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer tarafından hazırlandığı açıklanan “Kamu Yönetimi Temel Kanunu” ve “Yerel Yönetimler Kanunu” girişimleri ile yerine getirilmeye çalışılmaktadır.
Bugün de aynı görüşleri savunduğunu açıkça ifade eden Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in, 19-21 Mayıs 1995 tarihinde Sivas’ta düzenlenen “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam” konulu sempozyumda yaptığı konuşma, “Bilgi ve Hikmet Dergisi”nin Güz-1995 tarihli 12. sayısında yayımlanmıştır.
Bu yazıda/konuşmada; İslam’ın bir “hayat tarzı” ve hayatın (siyasi, sosyal, kültürel, iktisadi…) tüm yönlerini kapsayan bir “sistem” olduğu vurgulandıktan sonra, “bürokratik devlet” ve “modern devlet” olarak nitelenen Cumhuriyet’in, çağdaşlaşma çabaları eleştirilmiş ve şöyle denilmiştir:
“O dönemden bugüne kadar geçen süreç içerisinde gerçekte İslam’a yönelik olarak modern devletin bizlere birtakım dayatmaları da olmuştur. Şeriata karşı olmak ama müslüman kalmak bunun en önemli boyutlarından bir tanesidir. Bu arada ifade edilen şey, gerçekte İslam’ın kültürel bir hareket olduğunun vurgulanması ve ondan ibaret kalması şeklindedir. Eğer siz karar verme hakkını talep etmeyecekseniz yaşama hakkına sahipsiniz”.
“Modern devlet”in (Cumhuriyet’in) “İslam’a tercüme edilerek” kullanılamayacağını vurgulayan Dinçer, konuşmasına şöyle devam ediyor:
“Modern devletin İslam’a tercüme edilerek kullanılması bizim açımızdan önemli mahzurlar doğuracaktır. Çünkü, bugünkü bürokratik mekanizma, doğrudan doğruya dayatmacı bir mekanizmadır…Öyleyse Türkiye’deki siyasi harekete öncelik veren İslami grupların nasıl bir devlet ve toplum yapısını ortaya koyabileceklerini bir an önce ve iktidara gelmeden önce tanımlamaları gerekmektedir. Bunun ötesinde, şayet bu toplum içerisinde devleti yapısal olarak yeniden tanımlamadan iktidara gelinecek olursa önemli sıkıntıların yaşanacağından endişe duyuyorum”.
“Günümüzde inananların kararlara katılma ihtiyacı daha çok artmıştır” diyerek İslami temelde bir siyasal iktidar hedefi açıklayan Dinçer, “1900’lü yılların başlarında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri”nin zayıfladığı ve etkisinin kaybolduğu tespitini yaparak “devletin fonksiyonlarının yeniden tanımlandığı adem-i merkezi bir yapı” önermektedir.
Ömer Dinçer, konuşmasında/yazısında bununla da yetinmemiş; “Yine başlangıçta kurulurken ortaya atılan Cumhuriyet ilkesinin de zayıfladığı ve işlevini kaybettiğini görüyorum. Halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen Cumhuriyet kavramının aslında bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür” demiştir.
Ülkemizde “mahalli kültürün İslam olduğunu belirten Dinçer, “globalleşme ne kadar artarsa İslamlaşma da o kadar artacaktır” dedikten sonra, Cumhuriyet’in temel ilkelerine açıkça karşı çıkarak şunları söylemektedir:
“Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerine İslam’la bütünleşmesinin gerekli olduğu inancını taşıyorum. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin; laiklik, Cumhuriyet ve milliyetçilik gibi bir çok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha adem-i merkezi, daha çok müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum”.
Dinçer, Türkiye ve dünyadaki İslami hareketleri de ele aldığı konuşmasında, “Tebliğ Cemaati” ve “Cemaat-i İslami” hareketlerinin faaliyetlerini değerlendirip “(bunlar) bizim için ders alınması gerekli bir gelişmedir” demiş, konuşmasını “İran’ın, Malezya’nın ve Sudan’ın ise umutla beklediğimiz ama belirsizlik ifade eden bir yapısı vardır” şeklinde sürdürerek amaçladıkları devlet modelini belirtmiştir.
Konuşmasının sonunda iktidarı ele geçirmek için izleyecekleri programlarını açıklanmaktadır. Buna göre;
-Önce kafalarındaki devlet ve toplum tanımını açıklayacaklardır (Dinçer, bunu konuşmasında şöyle ifade ediyor: “Bugün nasıl bir devlet ve toplum istediğimizin çok net ve açık bir tanımını yapmak zorundayız. Bu tanımlamanın aslında kafamızda çok net ve açık olduğunu ve bunun için az çok hazırlıklı olduğumuzu biliyorum, ama topluma yansıtma konusunda eksikliklerimiz olduğu kanaatini taşıyorum. Öyleyse bunu topluma duyuracak mekanizma oluşturulmalıdır”).
-İkinci olarak, Türkiye’deki İslami hareketler birleştirilecektir (Dinçer, eğer kültürel öncelikli İslami hareketler, siyasi öncelikli İslami hareketlerle birleştirilebilirse “Türkiye’de İslam’ın hiçbir ülkede görülmemiş bir şekilde sağlam bir temel üzerinde gelecek vaadettiğini ifade edebiliriz”diyor).
-Üçüncü olarak da, diğer bölge ülkelerindeki İslami hareketlerle işbirliği yapılacaktır.
Bu yolla iktidara geleceklerini açıklayan Başbakanlık Müsteşarı, daha sonra şöyle diyor:
“Ancak, iktidara gelmek yolun sonu değildir. Yeni bir başlangıçtır…İktidara gelince de, tüm dünya müslüman olsa da, düşmanlara karşı üstünlük sağlansa da, müslümanın kavgası münküre (inkar edene), harama ve kötüye karşı devam eder”.
Görüldüğü gibi, bugün Başbakanlık Müsteşarı olarak görev yapan Ömer Dinçer, Anayasa’nın 1. maddesinde yer alan ve Devletin şeklini tanımlayan “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” ilkesini ve 2. maddesinde belirtilen -başta laiklik olmak üzere- Cumhuriyet’in temel niteliklerini değiştirmek üzere bir kalkışma içinde olduklarını açıkça ifade etmiştir. Keza, “adem-i merkeziyet” adı altında üniter devleti açıkça hedef aldığı konuşmasında, Anayasa’nın 3. maddesiyle güvence altına alınan “Devletin bütünlüğü”nü parçalamak iradelerini açıklamıştır.
Oysa, bilindiği gibi Anayasa’nın 4. maddesinde Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu, Cumhuriyet’in temel nitelikleri ve Devletin bütünlüğüne ilişkin bu hükümlerin değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği öngörülmüştür. 
Üstelik, konuşmanın son bölümünde; “İktidara gelince de, tüm dünya müslüman olsa da, düşmanlara karşı üstünlük sağlansa da, müslümanın kavgası münküre, harama ve kötüye karşı devam eder” denilmesi, bu tehlikeyi daha da artırmaktadır.
Başbakanlık Müsteşarlığı, en üst düzeyde kamu görevlisidir. Bu makam, kilit bir mevkidir. Bu bir makama, tüm uyarılara ve eleştirilere rağmen bu kişinin atanması ve görevinin ısrarla sürdürülmesi, AKP Genel Başkanı ve merkez yöneticilerinin icraatıdır ve AKP’nin gerçekleştirmek istediği hedefi ortaya koymaktadır.

    1. AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile AKP Hükümetinde görevli bakanların tarikatlarla ilişkileri:
3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra kurulan 58. AKP Hükümetinin bakanlarına Aydınlık Dergisi tarafından şu sorular yöneltildi:
1) Nakşibendi – Nur tarikatına ne zaman girdiniz?
2) Bu tarikat içindeki sorumluluklarınız ve yükümlülükleriniz nelerdir?
3) Mensubu bulunduğunuz tarikatın topluma yararları nelerdir?
Başbakan ve bakanlardan hiçbiri bu soruları yanıtlamadılar. Bunun üzerine Aydınlık Dergisi, yaptığı araştırma sonuçlarını 24 Kasım 2002 tarihli sayısında yayımladı. Bu araştırmada:
O tarihte fiili Başbakan konumunda bulunan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Nakşibendi tarikatının İskenderpaşa dergahından;
Başbakan Abdullah Gül’ün, Nakşibendi tarikatının İskenderpaşa dergahına yakın;
Başbakan Yardımcısı M.Ali Şahin’in, Nakşibendi tarikatından;
Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in, Eski Humeynicilerden;
Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın, Nakşibendi tarikatından;
Devlet Bakanı Ali Babacan’ın, Nakşibendi tarikatından;
Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın, Fethullahçılardan;
Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in, Yeniden Milli Mücadelecilerden;
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, Nakşibendi tarikatından,
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun, Nakşibendi tarikatından;
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın, Nakşibendi tarikatından;
Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu’nun, Fethullahçılardan;
Bayındırlık ve İskan Bakanı Zeki Ergezen’in, Nakşibendi tarikatından;
Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın, Nakşibendi tarikatından;
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın, Nakşibendi tarikatından;
Tarım ve Köy İşleri Bakanı Sami Güçlü, Nakşibendi tarikatından;
Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu’nun, Nur tarikatından;
Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun’un, Nakşibendi tarikatından;
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler’in, Nakşibendi tarikatından;
Kültür Bakanı Hüseyin Çelik’in, Nur tarikatından; oldukları açıklandı.
Daha sonra bunlardan yalnızca, halen Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül, Milli Savunma Bakını Vecdi Gönül ile İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu itirazda bulunarak tarikat ilişkilerini reddettiler. Diğerlerinin açıklanan belge ve bilgiler ışığında ortaya çıkan tarikat ilişkilerine bir itirazları olmadı.
Ekte sunulan bu araştırmada AKP ileri gelenlerinin bu tarikat ilişkileri ile ilgili bilgiler detaylarıyla açıklanmaktadır. Bugüne değin bu açıklamaların hiçbiri yalanlanmadığı gibi, ortaya çıkan diğer olgular da bu tarikat ilişkilerini doğrulayıcı yönde olmuştur.
Nitekim 15 Mart 2004 günü Nevşehir’de Rufai Şeyhinin cenazesi Cumhuriyet yıkıcısı bir gösteriye dönüştürülürken, bu eylemde de yine başrolü AKP oynadı. AKP, Nevşehir milletvekilleri Rıdvan Köybaşı ve Osman Seyfi’nin de katıldığı kavuklu – sarıklı tarikat töreninin ön safındaydı.
29 Aralık 2003 günü Fatih Camisi avlusunda Nakşibendi Şeyhi’nin cenazesinde de benzer manzaraları görmüştük.
Bilindiği gibi tekkeler, zaviyeler, tarikatlar Cumhuriyetin Devrim Kanunlarıyla tasfiye edilmiştir. Tekke ve zaviyeler, 2 Eylül 1925 tarih ve 2413 sayılı “Tekâya ve Zevâya Hakkındaki Kararname” başlığını taşıyan Hükümet Kararnamesiyle kapatılmışlardır. Hükümetin bu kararnameyi kabul ettiği toplantıya Mustafa Kemal Atatürk başkanlık etmiştir. Kararnamenin 4. maddesinde, kapatılan tarikatların binalarından “okul olarak kullanılmaya elverişli olanların okul yapılması” öngörülüyordu.
Hükümet Kararnamesinden üç ay sonra, 13 Aralık 1925 günü Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması Hakkındaki Kanun yürürlüğe girdi. Kanun, Kararnameyle hemen hemen aynı hükümleri içeriyordu. Kanunun gerekçesinde, tekke ve zaviyelerin “Ortaçağa ait hadise ve kurumlar” olduğu saptanarak, “asri ve medeni muhitlerin hiçbirinde bu kurumlara tahammül edilemediği” belirtilmekteydi.
Adliye Encümeni’nin bu kanuna ilişkin 26 Temmuz 1341 (1925) tarihli mazbatasında ise şöyle denilmektedir: “Medeni hayatın bütün icaplarına emeğini vermeyi hayat şiarı kabul etmiş olan Türk milletinin emek adımları ve sürekli çalışması önünde, bu köhne kurumların ne büyük engeller, ne kadar korkunç uçurumlar oluşturduğu tarihten birçok emsaliyle ve son isyan vakasıyla (Şeyh Sait İsyanı kastediliyor) doğrulanmış olduğunda, teklife saik olan sebepler encümenimizce de uygun görülmüştür”.
İşte bugün Türkiye, tekrar aynı yere getirilmek istenmektedir. Cumhuriyet’in tasfiye ettiği bu tarikatlar, şimdi dışarıdan güdümlü bir operasyonla oluşturulan AKP iktidarı eliyle Cumhuriyet’in tepesine oturtulmuş bulunuyor.
    1. AKP Niğde – Ulukışla örgütünün propaganda minibüsü üzerine “İktidarla El Ele, 84 Yıllık Karanlığa Son” yazılarak sürdürülen Cumhuriyet karşıtı propaganda ve Samandağ’da AKP seçim otobüsünden Atatürk posterinin yere atılıp parçalanması olayı :
12 Mart 2003 tarihli gazete haberlerine göre, AKP’nin Niğde – Ulukışla örgütünün propaganda minibüsünün üzerine “İktidarla El Ele, 84 Yıllık Karanlığa Son” yazılmıştır. AKP örgütü, bu minibüsle propaganda çalışması yapmıştır. Bu konuda -ekteki iddianameden de anlaşılacağı gibi- AKP’nin yerel yöneticilerinin cezalandırılması istemiyle kamu davası açılmış bulunmaktadır.
Büyük önder Atatürk’ün de vurguladığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti fiilen 23 Nisan 1920 günü yani bundan tam 84 yıl önce kurulmuştur. AKP, bu propagandası ile Cumhuriyet dönemini “karanlık” bir dönem olarak nitelendirmekte ve 84 yıllık Cumhuriyeti yıkma programını açıklamaktadır.
Söz konusu eylem münferit bir olay değildir. Nitekim aynı gün, yani 12 Mart 2003 tarihinde Hatay’ın Samandağ ilçesinde AKP seçim otobüsünden camlı-çerçeveli Atatürk posteri fırlatılıp yere atılarak parçalanmıştır. Ekte belgelerini sunduğumuz bu olay hakkında Samandağ C. Başsavcılığı’nca Hz.2004/396 sayı ile soruşturma açılmış bulunmaktadır.
    1. AKP Isparta Milletvekili Recep Özel’in, Isparta’da AKP İl Genel Meclisi üyeleri ile birlikte köy ziyaretinde yaptığı “80 yıllık pisliği temizliyoruz” şeklindeki açıklama:
Ekte örneği sunulu gazete haberlerine göre, AKP Isparta Milletvekili Recep Özel, yaptığı konuşmada “80 yıllık pisliği temizliyoruz” diyerek doğrudan Cumhuriyeti hedef aldıklarını açıklamıştır.
Anayasa’nın “Başlangıç” bölümünde; “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” belirtilmiştir. Anayasa’nın 1. maddesinde “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” denilmiş ve 2. maddesiyle “Türkiye Cumhuriyeti(nin)…Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu vurgulanmıştır. 4. maddeye göre de, yönetim şekli ve Cumhuriyetin nitelikleri ile ilgili hükümler değiştirilemez ve bunların değiştirilmesi teklif dahi edilemez.
İşte AKP, bu temel ilkelere dayalı 80 yıllık Cumhuriyeti, “karanlık” dönem, Cumhuriyet’in temel değerlerini “pislik” olarak kabul edip, bu Cumhuriyeti “iktidarla el ele” yıkacağını, buna “son” vereceğini pervasızca ilan etmektedir.
Tek başına bu olgu dahi göstermektedir ki, AKP, Cumhuriyet yıkıcısı faaliyetlerin mihrakı haline gelmiştir.
Bu amaçla bir siyasal parti kurulması, bu yolda propaganda yapılması Anayasal açıdan mümkün değildir. Bir siyasi partinin böyle bir programı olamaz. Bu durum kapatma nedenidir.
Açıklamalar :
Anayasa’nın 68/4. maddesine göre; “Siyasi partilerin…eylemleri, Devletin bağımsızlığına…Millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz”
2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 4. maddesine göre de siyasi partiler, “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olarak çalışırlar”, “faaliyetleri ve kararları Anayasa’da nitelikleri belirtilen demokrasi esaslarına aykırı olamaz”
Siyasi Partiler Yasası’nın 101. maddesinde de bunun yaptırımı düzenlenmektedir. Anılan maddenin (b) bendine göre; “Bir siyasi partinin, Anayasa’nın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi’nce tespiti” halinde temelli kapatılmasına karar verilir.AKP’nin Meclis çoğunluğunu ele geçirmiş olması, Hükümette bulunması ona bir imtiyaz bahşetmez. Aksine Cumhuriyet’e yönelik tehlikenin büyüklüğünü gösterir.
Konunun kovuşturulması ve takibi Anayasa’nın 98. maddesi gereği, Cumhuriyet adına Başsavcılığınızın görev ve yetkisi dahilindedir.

İstem :
Bu nedenle anılan olgular ve eylemler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Anayasa’nın 68/4. maddesine aykırı eylemlerin odağı haline gelen AKP hakkında gerekli kovuşturma yapılarak, temelli kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açılmasını talep ediyoruz.
Saygılarımızla.
“Mehmet Bedri Gültekin
İşçi Partisi / Genel Sekreteri
Posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, BOP, İHANET VE YABANCI YANDAŞLAR | Leave a comment

Kıbrıs Barış Harekatı  Sonucunda Doğan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti İlelebet Yaşayacaktır

Kıbrıs Barış Harekatı  Sonucunda Doğan
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti İlelebet Yaşayacaktır

Sadık Rıdvan Karluk- 20 Temmuz 2024

Yunanistan’ın desteklediği  EOKA terör  örgütünün 21 Aralık 1963  tarihinde Kıbrıslı Türklere  karşı başlattığı silahlı saldırılarda  24 Aralık 1963 Noel gecesi, 1960 Antlaşmalarına göre adada bulunan Kıbrıs Türk Alayı’nın Baştabibi Dr. Nihat İlhan’ın eşi Mürüvvet hanımı ile oğulları 6 yaşındaki Murat’ı, 4 yaşındaki Kutsi’yi ve henüz kundaktaki 6 aylık bebek Hakan’ı sığındıkları evin banyo küvetinde katlettikleri tarihtir.   Bu, bir dönüm noktasıdır.
Ada’da 15 Temmuz 1974 tarihindeki “Enosis” darbesini  yapanlar, Yunanistan ve  Kıbrıslı Rumlardır. Yunanca Enosis sözcüğü, birleşme anlamına gelir. Enosis 1930’lu yıllarda Birleşik Krallık idaresinde bulunan Kıbrıs adasının “Yunanistan’a bağlanması” anlamında kullanılmıştır. Genel anlamı ise politika açısından “bir ülkenin sınırlarına dahil olma, birleşme” anlamına gelmektedir.
Andreas Papandreou, 1971 yılında yayınlanan “Democracy at Gunpoint: the Greek front başlıklı hatıratında, babası Başbakan George Papandreou’nun sivil kıyafet giydirilmiş  20 bin  Yunan askerinin tam teçhizatlı olarak 1964 Haziran’ında gizlice Kıbrıs’a çıkarılması emrini verdiğini  açıklamıştır.
1963 yılında Ada’da yaşayan Türklere saldırılar  başladığında  1971 yılında Enosis’i gerçekleştirmek için Yeoryos Grivas tarafından  EOKA (Ethniki Organosis Kiprion Agoniston) Birliği kurulmuştur.  Yunan İç Savaşı’nda Yunanlı komünistlere karşı mücadele eden Grivas, 1951 yılında adadan gönüllüler toplayarak Yunanistan’a eğitime götürmüştür. 1954 yılında eğitimi alan savaşçılar ile Kıbrıs’a geri dönmüştür. EOKA, 1 Nisan 1955 tarihinde ilk sabotaj eylemini gerçekleştirmiştir. EOKA, 20 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs Türklerine karşı silahlı saldırılar başlatmış, olaylarda toplam 363 Kıbrıslı Türk hayatını kaybetmiştir.
EOKA’nın kurucusu ve siyasi lideri, Kıbrıs Ortodoks Kilisesi başpiskoposu ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olan Makarios, 1968 yılında Enosisçiler karşısında “Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti” sloganıyla seçime girmiş, 19 Temmuz 1974  tarihinde BMGK’de yaptığı konuşmada  gerçekleri açıklamıştır: “…the critical situation created in Cyprus after the coup which was organized by Greece and was put into effect by the Greek officers serving in and commanding the Cyprus National Guard.”  Yunanistan tarafından planlanan ve Kıbrıs Ulusal Muhafız Teşkilatı’nda görev yapan ve Kuvvet’e komuta eden Yunan subaylar tarafından icra edilen darbe sonrası Kıbrıs’ta yaratılan kritik durum.
“Greece has callously violated the independence of Cyprus, without a trace of respect for the democratic rights of the Cypriot people, without a trace of respect for the independence and sovereignty of…Republic of Cyprus.” Yunanistan, Kıbrıs halkının demokratik haklarına, Kıbrıs’ın bağımsızlığına ve egemenliğine saygı duymaksızın Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını insafsızca ihlal etmiştir.
 “I am afraid that the number of casualties is large and that the material destruction is heavy.” Can kaybının yüksek ve maddi zararın ağır olmasından korkmaktayım.  “The so-called coup was the work of the Greek officers staffing and commanding the National Guard.” Sözde darbe, Ulusal Muhafızları oluşturan ve komuta eden Yunan subaylarının işidir.
 “I must also underline the fact that the Greek contingent composed of 950 officers and men stationed in Cyprus by virtue of the Treaty of Alliance, played a predominant role in this aggressive affair against Cyprus.” Kıbrıs’a yönelik bu tecavüz hareketinde, İttifak Antlaşması gereği Kıbrıs’ta görev yapan 950 subay ve erden oluşan Yunan birliğinin ön planda rol oynadığının da altını çizmek istiyorum.
 “…the events in Cyprus do not constitute an internal matter of the Greeks of Cyprus. The Turks of Cyprus are also affected.” …Kıbrıs’taki olaylar Kıbrıs Rumlarının bir iç meselesi değildir. Kıbrıs Türkleri de etkilenmiştir. “The coup of the Greek junta is an invasion, and from its consequences the whole people of Cyprus suffers, both Greeks and Turks.” Yunan cuntasının darbesi bir istiladır ve sonuçlarından Rum olsun Türk olsun bütün Kıbrıs halkı zarar görmektedir.
“I considered the danger from Turkey of a lesser degree than the danger from them. And it was proved that my fears were justified.” Türkiye’den gelebilecek bir tehlikenin onlardan (Ada’daki Yunan subaylardan) gelebilecek  tehlikeden daha az olduğunu hep düşünmüşümdür. Ve korkularımda haklı olduğum böylece kanıtlanmıştır.
1964 yılında  20 bin  Yunan askerinin adaya çıkması emrini veren kişi Yunanistan Başbakanı  Georgios Papandreou’dur.  Sonradan Başbakan olan Andreas Papandreou‘nun babasıdır. Federal çözümü ve federal bir devlet olarak AB’ye katılmayı 24 Nisan 2004 tarihinde yapılan referandumda verdikleri oylarla reddedenler, Kıbrıs Türk halkı değil, Kıbrıslı Rumlardır. Kofi Annan, Rumların “bir taslağı, metni değil çözümün kendisini reddettiklerini” açıklamıştır.
Bundan böyle Kıbrıs uyuşmazlığı için çözüm  aramak   gereksiz bir girişimdir.  Çünkü, Ada’da ateşkese dayalı statüko, uyuşmazlığın doğal ve yasal çözüm şekli olmuştur.
Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkan ve 1960 Antlaşmalarını ihlal eden taraf  Yunanistan’dır.  Kıbrıs’taki BM Barış Gücü (UNFICYP) 1964 Mart ayı içinde Ada’da konuşlandırılmıştır. Ada’da 1974’ten  sonra   çatışmasızlığı istikrarlı biçimde sağlayan Türkiye’nin askeri varlığıdır.
Başbakan Bülent Ecevit, 20 Temmuz 1974 sabahı saat 06.20’de, “Biz savaş için değil, barış için ve yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz” diyerek harekatın başladığını açıklamıştır. Bugün KKTC  ve Türk toplumu varsa, bunun mimarları Bülent Ecevit, Fazıl Küçük, Rauf Denktaş ve Mehmetçiktir.
Barış harekatının parolası ‘Ayşe Tatile Çıksın’ olarak belirlenmiştir.  Ayşe, dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Turan Güneş’in kızı Ayşe Ayata’dır. Rahmetli Turan Güneş SBF’den benim hocamdı. Çok iyi hatırlıyorum, SBF küçük amfisinde kürsüye dayanır, ayakta akıcı bir üslupla ders anlatırdı. O tarihte kadife ceket ve pantolonu ile çok şıktı.
İki ayrı harekat ile KKTC’nin bugünkü sınırları çizilmiş, 498 asker, 70 mücahit, 1672 sivil vatandaş şehit olmuştur.  BMGS’nin   çözüm Antlaşma’sını 24 Nisan 2004 referandumlarında KKTC kabul ederken, Kıbrıs Rumlar tarafından  kabul edilmemesi   unutulmamalıdır. Çözüm, Ada’da var olan iki Devlet’in arasında imzalanacak olan “Dostluk, İyi Komşuluk, İşbirliği ve Çatışmasızlık Antlaşması” olmalıdır.
Bu kapsamda bir anımı da paylaşmak isterim. 20 Temmuz 1974 tarihinden bu yana toplam 49 yıl 360 gün geçmiş. Fakat benim için bu tarih çok önelidir. 20 Temmuz 1974 Cumartesi günü Eskişehir İTİA boş olan Akademi Başkanı Lojmanında doktora tezimin son tashihlerini yapmakta idim. Bir ara gök gürültüsü ile dışarı çıktım. Eskişehir Hava Üssünden kalkan Türk jetlerinin güneye yöneldiklerini gördüm ve bir anlam veremedim. Akşam eve gelince Kıbrıs’a gittiklerin  öğrendim.
8 Ağustos 1964 tarihinde Kıbrıs Harekatı sırasında Eskişehir‘den Kıbrıs’a, dörtlü kol komutanı olarak gönderilen Cengiz Topel‘in F-100 uçağı yerden isabet alarak düşürülmüştür. Uçak alev aldığında  pilot Topel, uçaktan paraşütle atlamış, fakat Rumlar tarafından esir alınmıştır. Uluslararası savaş hukukunun esirleri kapsayan maddelerine aykırı olarak yapılan işkenceler sonucu  29 yaşında şehit olmuştur.
Cengiz Topel’in naaşı, Türkiye’nin girişimleri sonucu 12 Ağustos 1964’te Rumlardan alınarak, 14 Ağustos 1964 tarihinde Edirnekapı’daki Sakızağacı Hava Şehitliği’nde toprağa verilmiştir. Heykeli Eskişehir’dedir.
KKTC’deki 20 Temmuz Barış ve Özgürlük Bayramı, Türkiye’den geniş katılımla kutlanmıştır. Törene Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanı sıra TBMM Başkanı Kurtulmuş, CHP Genel Başkanı Özel, MHP Genel Başkanı Bahçeli, İYİ Parti Genel Başkanı Dervişoğlu, BBP Genel Başkanı Destici, DSP Genel Başkanı Aksakal, Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Erbakan ve HÜDA PAR Genel Sekreteri Demir ile çok sayıda bakan, siyasi parti temsilcisi ve milletvekilleri katılmıştır.
Kasım 2002’de Birleşmiş Milletler  Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından taraflara gönderilen “Kıbrıs’ta Kapsamlı Çözüm Anlaşmasının Temeli” başlıklı metin üzerinde yürütülen görüşmeler sonucunda Annan Planı kabul edilerek  halkoylamasına sunulmuştur ama Rumlar Plan’ı kabul etmemişlerdir. Rumların tutumu nedeniyle ortaya çıkan çözümsüzlük durumuna rağmen Kıbrıs, bir bütün olarak 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye  üye olarak kabul edilmiştir. Bu durum, Batı’nın  çifte standardıdır. Buna ben “BOBON KRİTERLERİ” diyorum. BO: Bizden Olanlar, BON: Bizden OlmayaNlar.
Cumhurbaşkanı  Erdoğan törenlere katılmış, “Bütün çabamız Ada’ya 1974’te getirdiğimiz barışın kalıcı olmasını temin etmektir. Biz, adil ve yaşayabilir bir çözüm arzu ediyoruz” demiş, Anıt Özel Defteri’ne şunları yazmıştır: “Aziz Atatürk, kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs Türk Halkı ile güç ve gönül birliği içerisinde gerçekleştirdiği 20 Temmuz Barış Harekatı’nın 49’uncu yıl dönümüne ulaşmanın heyecan ve gururunu yaşıyoruz. Bu vesileyle Anavatan, garantör Türkiye’nin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne olan sarsılmaz desteğinin altını tekraren çiziyoruz. Kıbrıs Türkü kardeşlerimizin hakkını, hukukunu ve egemenliğini her platformda savunmaya devam edeceğiz. Ruhun şad olsun.”
Son  söz. Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır.”
Posted in DIŞ POLİTİKA, KIBRIS, YUNANİSTAN - EGE SORUNU | Leave a comment

Taş Kafalılara Atatürk Dersi

Taş Kafalılara Atatürk Dersi

CUMHURİYET – Işık Kansu – 13 Temmuz 2024

Taş kafalı, ne yaparsa yapsın, ömür boyu hödük kalır.
Dünyaya, olaylara, çevresinde akıp gidenlere aklıyla baktığını sansa da çevresinde olup bitenlere karşı duyarlı bir ince düşünme gücü ve çözümleme yoluyla değerlendirme yapmaktan hep yoksundur.
Kafasının kalınlığı, kişilik yapısına yansımıştır. Üstten üstten, büyüklene büyüklene, bağıra çağıra, böbürlene böbürlene konuşur. Ben bildimcidir. Yalınkat düşünür, durup dururken dayanıksız savlar ileri sürer, tartmadan karar verir. Kafası basmadığından çoğu kez uydurur. Kaba sabadır, boş cesaretle öne atılır, başından büyük işlere kalkışır. İçten pazarlıklıdır, alıklığını örtmek için bilgiçlik taslar.
Anlayışı kıttır, bina okur, döner döner yine okur. Bir yere baş olma ihtirası içinde kıvranır. Unvan için, san için araya aracılar koyar, iktidarlara yanaşma olur.
Geçtiğimiz günlerde bir futbolcunun gol attıktan sonra eliyle bozkurt işareti yapması üzerine taş kafalılar çeşitli ortamlarda boy gösterdiler. Tartışmaya Atatürk’ü bile katmaya kalktılar, onun da bir bozkurt olduğunu ileri sürdüler.
Oysa Prof. Dr. Afet İnan’ın “M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım” kitabında Atatürk’ün bu konuda ne düşündüğü açık seçik yazılıyordu.
Devlet arması için çizilen kurt başlı simgelere Atatürk, “Bunların hiçbiri bugünkü dünyamızın içinde kurulan yeni bir devletin arması olamaz” diye karşı çıkmıştı. “Masalları bırakınız. Her şeyin kaynağı insan zekâsıdır. Siz bana zekânın simgesini, zekânın armasını arayınız” demiş ve eklemişti:
“Devlet armasını, sembolik bir insan başı olarak temsil etmeli. Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şey tasavvur edemiyorum.  İnsan bütün tarih boyunca tabiatın bazen esiri, bazen de hâkimi olmuş ve bu hal insan cemiyetlerinin medeniyette ilerlemeleri nispetinde gelişmiştir.”
Atatürk’ün bu sözleri taş kafalara dank etmiş midir?
Etmemiştir.
Adı üstünde, nato kafa, nato mermer.
Posted in İrtica, SİYASAL İSLAM, YOBAZLIK - GERİCİLİK | Leave a comment

KORKMAYIN, CESUR OLUN, 1500 POLİSLE DOLAŞIN MESELA!!!

Yılmaz Özdil

Posted in FAŞİZM, Politika ve Gundem, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

BELLEK DÜRTÜCÜ * DERSİMİZ UÇAKLAR * EL İNSAF, EL VİCDAN!!! EĞER ZERRESİ KALDI İSE?

BELLEK DÜRTÜCÜ

Naci Kaptan – 20.07.2024

Açlıktan nefesi kokan, aldığı asgari ücretin 2 katı kira istenen, cebi, cepkeni delik, içi boş kırık buzdolabı bile icraya giden gariban vatandaşım. Sen yoksulluktan, işsizlikten, açlıktan, pahalılıktan, uzaya giden enflasyondan kırılırken bu ülkede türeyen arap severler, doğa, akarsu, ağaç düşmanı vicdansızlar, paralarını harcayacak yer bulamıyorlar. Galaksi imparatoru ulu hakan onlara 3-5-7 maaş ödeyerek çevresinde “etten” koruma kalkanı örüyor.
Çok acımasız ve vicdansızlar. Ormanları keserek, yakarak yok ediyorlar. Binlerce yıldır akmakta olan akarsuları kurutarak yok ediyorlar. Tüm yeraltı kaynaklarımızı uluslararası VAHŞİ MADENCİLİĞE açarak yüz binlerce dönüm cennet alanlarımızı siyanürleyerek öldürüyorlar. Yeraltı sularımızı zehirliyorlar. Türkiye’yi yaşanamaz hale getiriyorlar.
Aydın kırımı yapıyorlar… Muhalifler hapishanelerde… Son 10 senede yurt dışına giden doktor sayısı ONBEŞ BİN…İyi eğitimliler, topluma lokomotif olacak gençlerimiz yurt dışına kaçıyorlar. Onların yerini, ne olduğu bilinmeyen, eğitimsiz, mesleksiz, cahil sığınmacılar alıyor. Dünyada hiç bir ülkede olmadığı kadar PLANLI demografik işgale UĞRATILDIK. Yaşasın BOP EŞBAŞKANI! !!
Dinleri islam değil, PARA!!! Kıbleleri ABD ve USD…
Türkiye bu TAŞARONLAR eli ile gizli bir işgal altında. Tüm kurumlar işgal edildi. Vatan bir halı gibi ayaklarının altından çekildi. Sanıyorsun ki; Laik Demokratik Cumhuriyet devam ediyor!!! Tarikatlar, cemaatler tüm aydınlanma değerlerine saldırıyorlar. Taşaronlar küresel hırsızlarla birlikte. el birliği ile tüm ulusal varlıklarımızı talan ederek aldılar. Ekonomi çöktü. Borçların faizlerini bile ödeyemiyoruz. Seni, ülkeyi koruyacak Milli Ordumuzu bile melezlediler, böldüler.
Rus düşünür, Putin’in danışmanı Alexandr DUGİN diyor ki; “Batı ülkeleri Türkiye’yi masada pay ediyorlar. Rusya da bundan düşen payını alacaktır”
Satıldık ey halkım!!!… Satıldık ey halkım!!!…
Çok saygın, çok itibarlı yöneticimiz var. Kendisine Dünya lideri diyorlar!!! Bazı yavşaklara göre “O’na dokunmak  ibadet” başka bir yavşağın “ayakkabısının altını öptüğü”, bir başkasının “Dötünün kılı olduğu” ulu hakanımız meydanlarda şöyle der; “Biz kefenimizle geldik”… Kefenle gelen binlerce polisle dolaşır mı? Halkın içine girmekten kaçar mı? Gittiği her yere zırhlı arabasını, yemek yapması için aşçısını götürür mü?
Ortadoğu’da şöyle bir söz var; “Araplar kadar güzel masal uyduran, Acemler kadar güzel masal anlatan, Türkler gibi anlatılan her masala inanan toplum yoktur”
SÖZCÜ gazetesinde Murat Muratoğlu “Beş uçakla Amerika” başlıklı bir yazı yazdı. Yokluğun, yoksulluğun, enflasyonun, pahalılığın tüm toplumu sarmaladığı bu dönemde toplumdan tasarruf isteyen Dünya liderimiz Türkiye’mizin tüm varlıklarını acımasızca adeta bir harman gibi savurarak yok etmektedir. Açlıktan kıvrananlar O’nun için bir sorun değildir.
Bu günlerin yönetim sorumluluğu sadece Dünya liderimizin değildir. Sorumluluk “BU YOK EDİCİ SİSTEMİ DESTEKLEYEN, BÜYÜTEN” tüm siyasetçilere ve kamu yöneticilerine aittir. Onlar da SUÇLUDUR… Elbet gerçek hukuk devleti geri dönecek ve bu dönemin hesabı bağımsız yargıçlar ve yüce divan tarafından sorulacaktır.

Muratoğlu’nun geçmişe tarih düşen UÇAK yazısını paylaşmadan önce 2010 yılında devletin uçağı ile Katar’a düğüne giden Emine Hanımın haberini hatırlatmak isterim.
02.04.2010 tarihli haber şöyle;
Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan, Katar Emiri Şeyh Hamid bin Halife Al Thani’nin kızının düğününe özel davetlisi olarak Doha’ya gitti.
Ata uçağı ile dün Doha’ya giden Emine Erdoğan’a , Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, AK Parti Gaziantep Milletvekili Fatman Şahin, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun eşi Dr. Sare Davutoğlu eşlik ediyor.
Hediye olarak gümüşten el yapımı takı götüren Emine Erdoğan, kına gecesine ve bu akşam Katar Emiri’nin sarayında yapılacak düğüne katıldıktan sonra yarın Türkiye’ye dönecek.

Haberde görüldüğü gibi hiç bir resmi sıfatı olmayan Emine hanım  arkadaşları ile birlikte  devletin uçağına binerek Katar’a gidiyor, uçak 24 saat hanımefendiyi bekliyor ve geri getiriyor. Çağdaş, medeni hiç bir ülkede böylesi bir tutum göremezsiniz…
AKP’nin iktidara gelinceye kadar devlete ait resmi araçlar kesinlikle özel hizmet için kullanılmazdı. Kullanan olursa gazeteler haber olur, aracın tahsis edildiği kamu görevlisi cezalandırılırdı. Kamu araçlarının kapıları üzerinde “Resmi araç” yazısı olurdu. Bu araçlarda kadın, çocuk görüldüğünde halk yuhalar ve protesto ederdi.

Beş uçakla Amerika

SÖZCÜ – Murat Muratoğlu – 12 Temmuz 2024
Erdoğan 2019 yılında çok ağır konuşmuş, “İskandinav ülkelerinin hepsi battı” demişti. Yıllar sonra haklılığı tescillendi… İleri görüşlü olmak böyle bir şey demek ki!
Öyle büyük bir rezalet yaşattılar ki halklarına, keşke bu ülkeler yer yarılsa da bir daha batsa! Vatandaşı olsam çıkamazdım sokaklara…
İsveç ve Finlandiya… Daha yeni kabul edildiler NATO’ya… Ne yaptılar? Küçücük bir uçakla iki başbakan beraber gittiler Amerika’ya… Şaka mı bu ya?
Erdoğan da gitti. Alem itibar nasıl bir şey ondan öğrendi… Beş koca uçak pistlere adeta bir kartal edasıyla indi. Şov yaptık, herkes imrendi.
Hayır yani tasarruf tedbirlerimiz olmasa 12 uçakla da gidebilirdik aslında… Dua etsinler masraflardan kısıyoruz bu ara…
Biri dünya lideri içindi… Hani Katar’dan aldığımız. Bir diğeri heyeti içindi… Ötekisi diğer bir heyeti içindi… Bir adet de askeri kargo uçağı vardı tabii… Orada araba mı kiralasın? Başka türlü zırhlı Mercedesleri nasıl götürecekti?
Ya beşincisi? Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş için tahsis edilmişti. Önceden Amerika’ya gidecek ve uçağın kapısında Erdoğan’ı karşılayacaktı.
O kadar yolu tepmişsin. Neden Amerikalılar karşılamadı bizi?
Sonradan anladım o ince hesabı…
Bir keresinde, galiba yıl 2016… Bir onbaşı karşıladı Erdoğan’ı… Bir kere yeriz o numarayı… Sonuçta Numan Kurtulmuş askerliğini asteğmen olarak yaptı. Gelelim sefil o iki ülkeye… İskandinav ülkeleri ikisi de… Hangileri var başka? Norveç, Danimarka zorlarsan bir de İzlanda… Ders aldılar mı bilmiyorum ama nedir iki kişi bir uçakta?
Kişi başı yıllık gelirleri; Norveç 83 bin dolar, Danimarka 60 bin dolar, İsveç 58 bin dolar, Finlandiya 50 bin dolar, İzlanda 75 bin dolar… Türkiye’de kişi başı gelir onların küsuratı kadar ama belli ki para her şey değil!
Bu durum aynı zamanda “para mutluluk getirir mi?” sorusunun cevabı gibi… Araştırmalara göre dünyanın en mutlu ülkesi Finlandiya… Danimarka ikinci, İzlanda üçüncü sırada… İsveç dördüncü, gariban Norveç yedinci sırada…
Türkiye bu mutluluğun neresinde? Listeden aşağı iniyorum iniyorum yok! Kaçırdım mı diye başa dönüp bir daha bakıyorum, bulamıyorum. Meğer ilk yetmiş beş içerisinde arıyormuşum. Mutluluğumuz artmış 98’inci sıraya çıkmışız.
Peki bu ülke insanları neden bu kadar mutlu? Çok saçma değil mi? Ne dünyanın
en büyük adalet saraylarına sahipler ne 100 korumalı Cumhurbaşkanlığı konvoyuna… Kaç saray var İzlanda’da Allah aşkına…
Hele Norveç… Üzülüyorum gerçekten. Norveç’in Varlık Fon’u var. İçerisinde 1.5 trilyon dolardan fazla para… Boş duruyor, kullanmıyorlar! Belli ki harcamayı bilmiyorlar.
Yapsana dünyanın en büyük havalimanını… Şehir hastanesi falan yap bari… Ne bileyim yeni uçaklar al, köprü kondur… Vakıf kur, paraları ona aktar dur… Mutluluk budur!
Posted in Uncategorized, YOLSUZLUKLAR, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

FEYM Grubu ve AYAcademy Bilgilendirme Bülteni (19 Temmuz 2024)

FEYM Grubu ve AYAcademy
Bilgilendirme Bülteni
(19 Temmuz 2024)


1. Ermeni Meselesi / Ermeni Haberlerindeki İddialar / Azerbaycan ile İlgili Gelişmeler:

a.  13-16 Temmuz tarihleri arasında Ermenistan’da bulunan ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Sivil Güvenlik, Demokrasi ve İnsan Haklarından Sorumlu Müsteşarı Uzra Zeya, ABD Ordusu bir daimi danışmanın Ermenistan Savunma Bakanlığı’na bağlı olarak Bakanlık bünyesinde bulunacağına dair basında çıkan haberleri doğruladı.  https://www.panorama.am/en/news/2024/07/18/US-Armenia/3030451

b.  Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Fransa’nın Ermenistan’a yaptığı silah tedariğini savundu ve bunun savaşı önlemeyi amaçladığını belirtti. Macron basın toplantısında; “Son 10 yıla bakıldığında Azerbaycan’ın Ermenistan’dan çok daha fazla donanıma sahip olduğu görülüyor. Eğer hafızam doğruysa, yanılıyorsam düzeltin, Azerbaycan 2020’de korkunç bir savaş başlattı. Başka bir ülke tarafından saldırıya uğrayabileceğini hisseden ve kendini donatmak isteyen egemen bir ülkenin isteğine cevap vermek normaldir.” dedi. https://en.armradio.am/2024/07/19/macron-defends-arms-supply-to-armenia/

c.  Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan Londra’ya hareket etti. Paşinyan 17-20 Temmuz’da 4. Avrupa Siyasi Topluluğu Zirvesi’ne katılacak. Etkinliğin oturum aralarında bir dizi uluslararası partnerle ikili görüşmeler yapılması bekleniyor.  https://en.armradio.am/2024/07/17/armenian-pm-to-attend-4th-european-political-community-summit-in-london/

ç.  ABD’li yetkililerin sık sık Ermenistan’a yaptığı ziyaretlere ilişkin yorum yapan Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Maria Zaharova, bunların ABD’nin Ermenistan’ın ve halkının refahını önemsediği yanılsamasını yarattığını söyledi. Zaharova basın toplantısındaki sözlerinde: “Aslında Sovyet sonrası ülkeleri Rusya karşıtı kampanya ve komplolara sürüklüyorlar ve bunu yaparak bize değil, bu ülkelerin ekonomilerine ve insani politikalarına zarar veriyorlar.” ifadelerini kullandı.  https://massispost.com/2024/07/zakharova-warns-armenia-against-rapprochement-with-the-west/

d.  Azerbaycan ve Suudi Arabistan mayın temizleme alanında işbirliğini araştırıyor. Azerbaycan’ın Suudi Arabistan Büyükelçisi Shahin Abdullayev, Kraliyet Mahkemesi Danışmanı ve Kral Salman İnsani Yardım Genel Danışmanı Abdullah bin Abdulaziz Al Rabeeah ile yaptığı görüşmede, “Azerbaycan ve Suudi Arabistan Krallığı, mayın temizleme alanında işbirliği konusunda geniş bir potansiyele sahip” dedi. Görüşmede Azerbaycan Büyükelçisi, Ermenistan’ın işgal altındaki topraklarda 30 yıldır gerçekleştirdiği mayın terörüne ve Karabağ bölgesinde devam eden mayın temizleme operasyonlarına değindi. Kral Salman ise Suudi Arabistan İnsani Yardım Merkezi’nin dünyanın farklı bölgelerindeki mayın temizleme faaliyetlerine verdiği desteğin altını çizdi.  https://www.azernews.az/nation/228854.html

e.  Avrupa Birliği, müzakerelerin ardından, üye devletlerin büyükelçileri düzeyinde, Avrupa Komisyonu’nun Ermenistan ile vize serbestisi müzakerelerine başlama önerisini onayladı. Şimdi, 27 üye devletin onayının ardından, konu resmi onay için AB Konseyi’ne sunulacak ve ardından müzakerelerin ne zaman başlayacağını ve Erivan’a hangi eylem planını sunacağını ilan edecek olan Avrupa Komisyonu’na devredilecek.  https://armenpress.am/tr/article/1195901

2.  Yunan Sorunları / Yunan Haberlerindeki İddialar “” işareti içinde gösterilmiştir / Kıbrıs ile İlgili Gelişmeler:

a.  Türkiye ve Yavru Vatan iş birliğini geliştirme yolunda. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) arasında 5 Haziran 2024 tarihinde imzalanan milletlerarası anlaşmada; ortak tarih, kültür, köken, dil, din, manevi değerlerden kaynaklanan bağlarının her alanda güçlendirilmesi, sürdürülebilir ekonomik ve sosyal kalkınmayı sağlamak ve savunma, güvenlik, dış politika alanlarında iş birliğini güçlendirmek ve sürdürmek ortak vizyon olarak belirlendi. Anlaşma içerisinde ise iş birliği alanları olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin KKTC’nin güvenliğini sağlamaya devam etmesi, iç güvenlik alanında somut iş birlikleri yapılması, KKTC’nin enerji arz güvenliğinin sağlanması ve yenilenebilir enerjiye erişimin sağlanması, işgücü piyasasının güçlendirilmesi, ekonomi, sanayi ve ticaretin geliştirilmesi, küçük esnaf ve zanaatkarların desteklenmesi, insan kaynağının ve teknik alt yapının iyileştirilmesi gibi konular belirlendi.  https://www.qha.com.tr/gundem/kirimoglu-tobb-baskani-hisarciklioglu-ile-gorustu-491674

b.  Yunan Haberleri: “Türkiye provokasyonlarına devam ediyor: Kıbrıs’ı yeni bir ‘Attila’ ile tehdit ediyor. Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgalinin 50. yıl dönümünde Türk Milli Savunma Bakanlığı, ‘Bir gece ansızın gelebiliriz’ paylaşımıyla ülkenin askeri güçlerini tanıtan bir video yayınladı.”  https://www.pentapostagma.gr/ethnika-themata/kypriako/7253827_synehizei-tis-prokliseis-i-toyrkia-apeilei-tin-kypro-me-neo-attila

3.  AYAcademy Bülteni

“Mavi Vatan Başarı Testi (Mvbt) Geliştirilmesi: Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması” başlığı ile yayınlanan akademik makaleye ilişkin bilgiler ve erişim linki AYAcademy’nin aşağıdaki sosyal medya kanal linklerinde yayınlanmaktadır.

https://www.instagram.com/ayacademy.org.tr/
https://www.facebook.com/ayacademy.org.tr/
https://www.linkedin.com/company/ayacademy/
https://www.threads.net/@ayacademy.org.tr
https://www.tiktok.com/@ayacademy.org.tr
https://twitter.com/ayacademy_tr
https://t.me/AYAcademyTelegram
https://www.youtube.com/@AYAcademy_TR

Saygılarımla,

Serkan KORKMAZ

Posted in ERMENİ SORUNU, FEYM GRUBU ÇALIŞMALARI | Leave a comment

YAKIŞIR DÜNYA LİDERİNE!!! * İTİBAR ŞOVU

Erdoğan, Amerika’ya uçak konvoyuyla gitti

SÖZCÜ – 12 Temmuz 2024

İhtişamlı araç konvoyları haberlere konu olan Erdoğan’ın, ABD’de yapılan NATO zirvesine heyetiyle birlikte 5 uçakla gittiği ortaya çıktı. NATO’nun devlet ve hükümet başkanları toplantısı ABD’nin başkenti Washington DC’de yapıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı zirveden 3 gün önce de Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş NATO Parlamento Başkanları Zirvesi’ne katılmak üzere beraberindeki heyetle birlikte özel uçakla ABD’ye gitti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, toplantıya TC-TUR adlı Airbus 330-200 tipi özel uçakla giderken, geziye 4 uçak daha eşlik etti.
Ziyareti kamuoyuna duyuran İYİ Parti Grup Başkanvekili Turhan Çömez, “Biri kendisi için, biri heyeti için, biri kadrosu ve ekipmanlar için, biri de zırhlı araçları için. Bir tane daha var, o da önceden gitti, karşılamak için. Bu kez havada konvoy yaptılar’’ dedi. Çömez, NATO’nun yeni iki üyesi İsveç ve Finlandiya liderlerinin ise aynı uçakla ABD’ye gittiğini belirterek, ’’Birbirine komşu olan İsveç ve Finlandiya liderleri, daha az masraf yapmak için küçük bir uçakla birlikte ABD’ye gitti. Ama bizim Cumhurbaşkanı, 5 uçakla gidiyor. Eee dünya lideri olmak kolay değil…” açıklamasını yaptı.

İtibar şovu!

Rahmi Turan – 13 Temmuz 2024

Helal olsun! Amerika’da itibarımız bir attı,
bir arttı ki, sormayın!
Böyle bir itibar her ülkeye nasip olmaz!
NATO zirvesine giden Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kafilesi Washington Andrews Askeri Hava Üssü’ne 4 kocaman uçakla indi. Bir uçak da daha önce Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’u getirmişti…Kurtulmuş’un görevi, havaalanında Erdoğan’ı karşılamaktı…
Lüks uçaklardan inen kalabalık kafileyi ve kargo uçağından indirilen zırhlı makam otomobillerini gören Amerikalılar “Bu ne muhteşem manzara” diye kıskançlıktan çatlayacak gibi oldular!
Ekonomik krizle boğuşan millet tasarruf edip kemerleri daha da sıkmalı ama…
“İtibardan tasarruf etmek olmaz!” diye şatafat elden bırakılmamalı! Bizim yönetimin tasarruf anlayışı bu!
Washington’da bizi kıskanan sadece Amerikalılar değildi. İsveç Başbakanı Ulf Kristersson ve Finlandiya Devlet Başkanı Alexander Stubb’un da gözleri kıskançlıktan kocaman kocaman açılmıştı.
5 uçaklık kalabalık Türk konvoyunu ve kargo uçağından inen lüks makam araçlarını görünce garipler mutlaka “Bu ne ihtişam, bu ne zenginlik!” diye hayran kalmışlardır!
Oysa onlar bizden en az 5 kat daha zengin! İsveç ve Finlandiya’da kişi başına yıllık milli gelir 50 bin doların üstünde, Türkiye’de ise 10 bin dolar civarında…
Buna rağmen iki ülkenin lideri de “Lüzumsuz masraf yapmayalım” diyerek aralarında anlaşıp aynı uçakla ve küçük bir kafileyle NATO zirvesine gelmişlerdi.
İtibardan tasarruf etmiyoruz, NATO zirvesine 5 uçakla ve çok geniş bir kafileyle gidiyoruz. Hani, nerede uygulanacağı söylenen tasarruf tedbirleri? Tasarrufu sadece vatandaş mı yapacak? Semer hep bizim sırtımızda mı kalacak?
Posted in YOLSUZLUKLAR, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | 1 Comment

Günümüzde diplomasi kabuk değiştiriyor: Biz ne yapmalıyız?

Günümüzde diplomasi kabuk değiştiriyor:
Biz ne yapmalıyız?

Mehmet Öğütçü / 14 Temmuz 2024

Şöyle bir silkinip kendisini yeniden tanımlamaz, günümüzün ve geleceğin beklentilerine uygun yeni misyonlar üstlenmezse, diplomasi için gerileme devri ne yazık ki süratlenerek devam edecek gibi gözüküyor. Sadece Türkiye’de değil bu güç, etki, prestij ve kan kaybetme süreci; başka ülkelerde de bariz şekilde kendisini gösteriyor.
Yapay zeka teknolojisi, iklim değişikliğinin giderek azmanlaşması, yeni hibrit savaş türleri, küreselleşmenin geriye çevrilmesi, kültür ve sanatın, sivil toplumun seferberliği, uluslararası terör, dünyanın yeniden kutuplara bölünmesi gibi dinamikler bizi bambaşka bir dünyaya doğru sevk ediyor.
Böyle bir dünyada nasıl ki savaş askerlere bırakılmayacak kadar önemlidir aynı şekilde diplomasi de diplomatlara bırakılmayacak kadar karmaşıklaşıyor, genişliyor, yeni işlevler kazanıyor. Geleneksel diplomasi ve diplomat tanımlarını yeniden yapmak, sahneyi yeni aktörlerle paylaşmak zorundayız.
Günümüzde sıklıkla sert konuşmalar, karşılıklı tehditler ve yaptırımlar ile gündeme gelen uluslararası ilişkilerde eskiden beri en kibar temaslar devletlerin diplomatları arasında cereyan etmekteydi.
O kadar ki, iki ülke savaş halinde olsa bile, diplomatlar kapalı kapılar ardında birbiriyle görüşmeye devam ederler, hatta sıklıkla konuşmaya mon cher (Türkçeye aktarılmış haliyle ‘monşer’) diye başlayıp öyle devam ederlerdi.
Elçi’ye zeval olmazdı
Günümüzde dünyayı tamamen hakimiyeti altına alan piyasa ekonomisinin acımasızlığı, değişen dünya düzeninde ülkelerin nispeten daha saldırgan tavırları, istihbarat servislerinin ve siber saldırıların ‘diplomatik oyun’u değiştirmeleri bu klasik diplomatik ilişkiler düzenini bozdu, aşındırdı.
Devlet adamlarının, diplomatların artık birbirlerine karşı zaman zaman argoya kadar varan sertlikte davranmakta mahzur görmemeleri, uluslararası ilişkilerde nezakete, uzlaşıya dayalı ‘monşer diplomasisi’ ile ilişkileri yürütme, menfaatleri savunma, ilerletme sürecinin artık sonuna gelinmekte olduğuna işaret ediyor.
Monşer bildiğiniz gibi değil
Türkiye’de geniş kesimlerce anlamı yanlış bilinen ‘monşer’ ifadesi, artık galat-ı meşhur olmuş bir şekilde, Türk Dil Kurumu sözlüğünce dahi “davranışlarında Batı özentisi içinde bulunanlar” şeklinde tanımlanıyor.
Oysa Fransızca, İngilizce’deki “my dear” hitabının karşılığına denk gelen bir hitap kelimesi olarak “Mon Cher” “sevgili” anlamına gelen bu ifade, eskiden Türkiye’de diplomatlar arasında bile sıklıkla birbirlerine karşı ‘çıtkırıldım’ anlamında kullanılırdı.
Gündelik dilde ise monşer, konuşma ve tavırlarında ‘kibarlık budalası’ tipleri adlandırmak için sarf ediliyor.
Her ne anlamda kullanılırsa kullanılsın, şurası gerçek ki, Türkiye’de son yıllarda ‘klasik’ diplomasi uygulamalarında ısrar eden ‘eski usul’ diplomatları olumsuzlaştırmak amacıyla kullanımı pek revaçta.
Diplomasi tozpembe değildi eskiden de
Elbette ki geçmişe nostaljik bir tutkuyla bağlı değilim, eskinin diplomasisinin kusursuz olduğunu da söylemiyorum ama ‘eski Türkiye’ dış politikasını eleştirmek için sürekli monşerlere çatılması, doğrusunu isterseniz, Uygurların deyişiyle ‘köhne’ bir diplomat olarak benim kanıma dokunuyor.
Bizim neslin Mülkiye’de sonradan Uluslararası İlişkiler Bölümü adını alacak Siyasi Şube’de okumamızın amacı ‘monşer’ ordusuna idealist bir nefer olarak katılmaktı. Şimdi geriye dönüp baktığımda, ne yazık ki o zamanki eğitimin kapsamının dört dörtlük, uluslararası çapta diplomat yetiştirmek için yeterli olmadığını görüyorum.
Örneğin, Kara Afrika okuyoruz Türkkaya Ataöv’ün dersinde. Latin Amerika, ABD anayasa modeli, Avrupa, Siyasi Tarih hepsi var. Velakin, komşumuz Sovyetler Birliği’ni büyük ölçüde eş geçiyoruz; çünkü Soğuk Savaş dönemindeyiz ve Sovyetler Birliği’ni öğrenirken Marksist-Leninist ideolojiye atıfta bulunma, kazaen komünizmi de öğrenme riski (!) var.
Sistemin yüklediklerini öğrenmek zorundaydık
Daha Abhazya, Güney Osetya, Fergana Vadisi, Yakutya nerede bilmiyoruz. Musul, Tebriz, Kaşgar, Saraybosna çok uzağımızda. Bizim için önemli olanları değil, ders kitaplarının, hocalarımızın, sistemin yüklediklerini öğrenmek zorundayız.
Bugünkü gibi internet üzerinden erişimi kolay muazzam bilgi kaynakları da yok henüz. O zamanlar daha ‘Google hazretleri’ olmadığı için sanal alemde kendi kendimizin hocası olmak da kolay değil. Harvard henüz sanal olarak Urga’ya gelmemişti:)
Yine de, 1983’de bu sistemden mezun olmayı başarıp, genç yaşta hem dünyayı ‘Hariciyeci’ kimliğimle arşınlamaya başladım, hem de devletin, özel sektörün, uluslararası kuruluşların zirvesindeki liderler ve yöneticilerle tanışma, iş yapma imkanı buldum, iş başında piştim.
Vücuduma, ruhuma seyahat virüsü girmesinin, orada tedavi edilmeksizin bugüne kadar ayakta kalmasının en önemli müsebbibi Dışişleri’dir. Uluslararası arenada klasik diplomasiyi, çok taraflı diplomasiyi, iş diplomasisini, enerji diplomasisini ve de kamu diplomasisini Dışişleri sayesinde kavradım, şimdi bambaşka küresel alanlarda etkin şekilde icra ediyorum.
Zevk-ü sefa içinde yaşamıyorlar
Diplomat, dışarıdan bakılınca rahat bir bohem hayat yaşayan, dünyanın dört bir tarafında mekik diplomasisi yürüten, elinde şampanya bardağı kokteyllerde şık giysileriyle boy gösteren, hafta sonları yabancı meslektaşları ile tenis oynayan, malumatfuruş, çok dil bilen kişi izlenimi veriyor.
Oysa ne o kadar kolay ve keyifli bir meslek, ne de tüm diplomatlar aynı torna makinesinden geçmiş tek tip insanlar. Hayatını tırnaklarıyla kazıyarak yükselmiş, devlet okullarında okumuş, ailesinden kimse Edirne’nin ötesini bile görmemiş gençlerdik çoğumuz.
Maalesef Türkiye’de farklı dönemlerde siyasiler, diplomatlarımızı, sanki başka bir ülkenin toplumdan kopmuş, zevk-u sefa içinde yaşayan, ülke menfaatlerini savunmaktan bihaber, burunları havada yaratıklar olarak takdim etme eğiliminde oldular. Ve böyle kabul gördü, kıskançlık, hınç karışımı bir duygu ile bakıldı onlara.
Kol kırılır yen içinde kalır
Keşke ‘kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışına bu kadar sadık kalmadan nasıl zorlu koşullarda çalıştığımızı, çocuklarımızın sürekli yer değiştirmekten dengelerinin bozulduğunu, sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni gururla temsil ettikleri için 1973’den bu yana terörizme 42 şehit verdiğimizi, politikacıların teşrifatçısı gibi görüldüğümüzü, yurt dışındaki milyonlarca vatandaşımızın hak ve menfaatlerini koruduğumuzu, gün ışığı görmeyen nice krizleri çözüme kavuşturduğumuzu daha iyi anlatabilseydik.
Hemen her konuda uzmanlaşmak zorunda kaldığımızı da…
Bir gün Gümrük Birliği müzakerelerine girerken, başka bir gün tütünlerimizde Çökerten hastalığı olmadığını Çinlilere anlatmak, Amerikan donanmasının Karadeniz’e çıkmaması için önlemler geliştirmek, Rusya ile vizesiz seyahati müzakere etmek, Somali’de askeri üs için zemin hazırlamak, Kavala davasını inanmasan da muhataplar nezdinde “mahkemelere müdahale edemeyiz” diyerek savunmak gibi onlarca konuda sanki derin uzmanmış gibi hareket etme becerisi gerektiriyor bu ülkede diplomat olmak.
Ailelerimize bile anlatamayız çoğu zaman neler yaptığımızı, hangi risklerle karşılaştığımızı. Mahremiyet biraz da işin gereği.
Etkisi giderek azalıyor mu?
Aksine ne söylenirse söylensin, içinde yaşadığımız karmaşık, risklerle yüklü dünyada geleceğimizi temelden etkileyecek gelişmeler karşısında dış politika, uluslararası ekonomik ilişkiler, enerji, su, gıda, teknoloji, savunma ve güvenlik alanlarında Dışişleri Bakanlığı’nın ülkemizin stratejik beyni ve icra kurumu olması bir zorunluluk.
Sadece değişik yerlerde çıkan yangınları söndürmeye çalışan değil, onları zamanında öngören, yeni denklemler oluşturabilen, müttefik ve ortaklarımızı belli bir çizgiye sürükleyebilen modern çağın gereklerine uygun yaratıcı ve dinamik bir diplomasi kurumu olması gerekiyor.
Daha önemlisi, milli menfaatlerimizin ne olduğunun, nasıl savunulacağının yeniden tanımlanmasında da başat bir rol oynaması elzem.
Böylesine merkezi bir rol üstlenmesi bir yana, Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçiş ile birlikte Dışişleri’nin etkisi, kaldıraç gücü son yıllarda daha da azaldı, bir çok yetkisi tırpanlandı, diplomatik yetenekleri kifayetsiz kurum ve kişilere aktarıldı. Hem kurumsal yapıda, hem de diplomat kadrolarında kalite düşmeye başladı.
Yıllardır reform sözcüğü kozmetik değişiklikleri tanımlamak için yanlış kullanıldığı için ne zaman yeni Dışişleri reformundan söz edilse, ne yazık ki sonuçta sadece merkeze dönecek -ama verilecek görev bulunamayan- kıdemli büyükelçiler için mevcut teşkilat şemasını değiştirmek ya da ufak tefek birkaç değişiklik dışında fazla bir şey çıkmıyor.
Hakan Fidan’ın Cumhurbaşkanı ile yakın ve mahrem ilişkisi, silahlı kuvvetlerde askeri, TIKA’da kalkınma, MİT’de istihbarat diplomasi alanlarında pişmiş olması sayesinde Dışişleri yeniden merkezi bir konuma doğru yönelebilir.
Yeni diplomasi anlayışı
Uluslararası ilişkilerin Soğuk Savaş sonrasında ve özellikle de 11 Eylül saldırılarının ardından yeniden şekillendiği, BRİCS olarak da adlandırılan Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya’nın 21’inci yüzyılın yeni ağır topları olarak yükseldiği, ekonomi diplomasisinin, enerji güvenliğinin ve yeni güvenlik mimarisinin ‘olmazsa olmaz’ hale geldiği günümüzde, Dışişleri Bakanlıkları sadece bizde değil hemen her ülkede en acil ve kapsamlı reform ihtiyacı içinde.
Bu reform hem teşkilat yapıları, hem zihinlerin yeniden ayarı, hem önceliklerin gözden geçirilmesi, hem mesleki eğitim, hem teknoloji, hem kamu diplomasisi, hem de kaynaklarının güçlendirilmesi bakımlarından zorunlu.
Nitekim belli başlı güçlerin çoğu değişen başarı derecelerinde Dışişleri reform süreçlerine başladılar, bazıları tamamladılar. Nereye giderseniz gidin henüz berrak şekilde tanımlanmamış yeni diplomasi anlayışı artık geçer akçe. Ve ona uygun dinamik, yaratıcı, becerikli diplomat profili.
Dönüşümcü diplomasiye geçiş
ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, ABD Dışişleri’nin ‘dönüşümcü diplomasi’ diye adlandırdığı bir sürece girmesi için neler yapacağını 2006’da Georgetown Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada ana hatlarıyla ortaya koymuştu. Özellikle de güvenliğe en büyük tehdidin devletler arasındaki çatışmalardan değil, devletler içinden geldiğine ve “günümüzde rejimlerin temel karakterinin uluslararası güç dağılımından daha önemli” olduğuna vurgu yaparak.
Bu nedenle, sadece başkentlerde yapılan kapalı devre diplomasi yerine, ABD’nin resmi diplomatik mevcudiyetinin olmadığı, dünyadaki nüfusu bir milyonun üzerindeki 200 kentte insanlara ‘bir diplomat’ ve ‘sanal diplomatik post’ yöntemiyle ulaşmayı hedefliyordu.
Rice ayrıca ülkelerin dünyadaki değişen önemlerine göre ülkesinin diplomat sayısı ve dağılımını değiştirme arzusundaydı. Nitekim ABD çalıştırdığı 6.400 diplomatından üçte birini önümüzdeki birkaç yıl içinde Avrupa ve Washington’daki nispeten ‘rahat’ mekanlardan, Ortadoğu, Asya ve Afrika’ya kaydırmayı öngörüyordu. Sadece bir yıl içinde 100 makamın Çin, Hindistan, Nijerya ve Lübnan’a nakledilmesi kararını aldılar.
Almanya ile Hindistan aynı sayıda diplomat
Aynı konuşmasında 83 milyonluk Almanya ile 1,3 milyarlık Hindistan’ın aynı sayıda diplomat çalıştırmasını izah etmenin güç olduğunun altını çizen Rice, kendi bakanlığı için tehlikeli bölgelerde görev yapmayan, en az iki dil konuşmayan diplomatların mesleki ilerlemesinin zor olacağı uyarısında bulunmayı da ihmal etmemişti.
Bir de Amerikan diplomatlarının ev sahibi ülkelerde sadece resmi yetkililer nezdinde girişim yapma, masa başında gelişmeleri izleyip merkeze bildirme gibi geleneksel görevlere daha az zaman ayırarak başkentlerin dışına çıkmaları, sivil toplum ve özel sektör kuruluşları ile daha yakın bağlantı kurmaları, giderek yayılan Amerikan karşıtlığı dalgasını geriye çevirmek için ABD politikalarının kamu diplomasisi yoluyla daha etkili şekilde anlatılması çağrısında bulunmuştu.
Bu ‘dönüşümcü diplomasi’ girişiminin doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana, böylesi kapsamlı bir çabanın büyükelçilik ya da konsoloslukların kapatıldığı, başkentler arası doğrudan diplomasi yüzünden büyükelçiliklerin etkinliğinin aşındığı, maaş ve yan gelirlerin azaldığı bir dönemde gelmesi, küresel diplomasi için bir ‘yaşam öpücüğü’ olarak görüldü.
Hızlı iletişim çağında kan kaybı durdurulabilir mi?
Bugün dünyada 195 ülke var; Vatikan ve Filistin Devleti dışındakiler Birleşmiş Milletlere üye. Uluslararası tanınmayan devletler ile ayrılıkçı bölgeler de eksik değil diplomasi coğrafyasında. Dahası, çok taraflı ya da bölgesel kuruluşlarda binlerce diplomat görev yapıyor. Çokuluslu şirketlerde geçici görevlendirilmiş diplomatlarla da karşılaştım.
Tanınmaz hale gelen, asimetrik risklerin ve çatışmaların çoğaldığı, ticaret, kur, teknoloji, yapay zekâ, enerji ve su savaşlarının kızıştığı, uzay ve okyanus rekabetinin yoğunlaştığı bir dünyada diplomatlara daha çok ihtiyaç olacağı aşikâr.
Çoğu zaman ulusal menfaatlerin hizmetinde ve gizlilik perdesi arkasında fedakârca ve özveriyle çalışmalarına rağmen yeterince anlaşılamayan, önyargılı klişelere hapsedilen, fazla haksızlık yapılan ve siyasi patronları tarafından yeterince savunulmayan, takdir edilmeyen insanların başında geliyor diplomatlar.
Hızlı iletişim ve ulaşım imkanları bir zamanlar sadece diplomatların inhisarında olan birçok işlevi onların elinde alınca, eski cazip maddi olanaklar buharlaşınca ve Hariciye dışında birçok bakımdan tatminkâr yeni meslekler ortaya çıkınca, bu meslek kaçınılmaz olarak aşınma sürecine girdi. Bugün yeni yetenek çekmekte, elde tutmakta ciddi güçlük çekiliyor.
Diplomasinin gerileme devri
Eğer iki kişi internet üzerinden istedikleri saatte, istedikleri kadar, üstelik neredeyse sıfır maliyetle görüntülü görüşebiliyorlarsa iletişim kanallarının hâkimi konumunda olan diplomasiyi sorgulama zamanı çoktan gelmiş demektir.
Şöyle bir silkinip kendisini yeniden tanımlamaz, günümüzün ve geleceğin beklentilerine uygun yeni misyonlar üstlenmezse, diplomasinin gerileme devri ne yazık ki süratlenerek devam edecek gibi gözüküyor. Sadece Türkiye’de değil bu güç, etki, prestij ve kan kaybetme süreci; başka ülkelerde de bariz şekilde kendisini gösteriyor.
Bir İngiliz diplomat dostum bana şöyle diyordu: “Neredeyse dışarıdan hiçbir denetim yok üzerimizde; buna rağmen özeleştiri yapmaktan hep kaçınıyoruz. Bakanlık’ta eğitim programına adım attığım günden New York’taki İngiltere Misyonundaki son görevimden ayrıldığım zamana kadar ‘dünyaya biz ne öneriyorsak her zaman iyidir’ yaklaşımının havasını soludum, çevremize yaydım. Mesajlarımız aynıydı; Herkesin ulaşmak için can attığı dünyadaki en eski parlamenter demokrasi, başarılı serbest piyasa ekonomisi, değerler, hukuk, eski bir kültür”.
Şimdi üzerinde güneşin battığı, dalgalara hükmedemeyen, Avrupa Birliği’nden çıkıp kendisine yeni bir yön arayışında olan İngiltere’nin mesajları farklılık arz ediyor.
Oyuncu sayısı artıyor
1648 ya da 1945’de uygun sayılabilecek geleneksel diplomasi işlevlerinin çoğu, imtiyaz ve bağışıklıkları bugün geçerli değil.
Oyuncu sayısı katlanarak artıyor.
Diplomatların, bilgisi, yabancı dilleri, protokol, müzakere becerileri, sorun çözücü yetenekleri tartışmasız, ama artık hükümetlerin elindeki çok sayıdaki oyunculardan sadece birisi. Bu gerçek diplomatlara ürkütücü geliyor biraz, hala tam kabullenemiyorlar.
İklim değişikliği, ebola, kuş gribi, terörizm, siber saldırılar, silahlanma, ticaret müzakereleri, enerji çeşitlendirmesi, sivil toplumun vicdanı gibi konular hem nedenleri hem sonuçları hem de ulus-ötesi eylem gerektiren nitelikleriyle diplomatların avucundan kayıyor.
Kontrolü başka bürokratik organlara, özel sektör oyuncularına ve uluslar-üstü/çok-taraflı kuruluşlara kaptırıyorlar.
Diplomasinin geleceği
Daha radikal bir görüş açısı ile diplomasinin geleceğine bakanlar, niye artık dünyada hariciyecilere ayrılan yerin daraldığını şu gerekçelerle izah ediyorlar:
• Diplomatların mevcudiyeti, diplomasi ve uluslararası ilişkilerin aslında birbiri ile ayrılmaz şekilde kenetlenmiş diğer politika alanlarından ayrı olduğunu teyit ediyor.
• Dünyamızı kavrayan ticaretten küresel ısınmaya ve terörizme kadar uzanan konuların karmaşıklığı karşısında diplomatlar ‘genelci’ kalıyorlar; yeterince odaklı beceriye sahip değiller.
• Bütün bir ülkenin gereksinimlerinin tek bir diplomat, büyükelçilik ya da büyükelçide vücut bulabileceğini düşünmek pek akıl karı gözükmüyor.
• Diplomatlar, kendi gizemli statülerini korumak için ‘gizli diplomasi’ sürdürmeyi varlık nedeni görüyorlar. Çoğu zaman yerli yersiz bilgiye ‘kısıtlı dağıtım’, ‘mahrem’ ya da ‘çok gizli’ gibi damgalar vuruyorlar. Bilgi, istihbarat ve değerlendirmeler tüm ihtiyacı olanlarla paylaşılmak yerine, ya sadece birkaç kişinin beyninde ve dosyasında ya da tozlu raflarda kalıyor.
• Her şeyi devlet odaklı gören realist düşünce tarzı, bunu savunan ve uygulayanların kendi ahlaki değerlerini, kimi zaman devletin doğası gereği ‘ahlak-ötesi’ olması gereken değerlerinin yerine koymaları sonucunu doğuruyor. İnsanların acılarını azaltma, yaralarını sarma, uyuşmazlıkları uzatmadan çözüme kavuşturma gibi konularda realist bakış açısı sıklıkla idealist ve daha insanı yaklaşımın yeri alıyor. Bunlar da genellikle çok iyi tanımlanmamış milli menfaatlerin ardına saklanılarak yapılıyor.
Büyük resim içinde kimler var?
Diplomatların merkeze ilettikleri telgrafların, kriptoların büyük kısmı şu ya da bu dünya sorununun, dış politika meydan okumasının nasıl çözümleneceğine dair basit ama ‘büyük’ beyanlarla dolu. Kendilerini piramidin tepesinde görmeleri diğer yükselen aktörlerin önünü kesiyor, onları oyun dışına çıkmaya zorluyor. Oysa, ‘büyük resim’ içinde yer alan diğer aktörlere ihtiyaçları her geçen gün daha da artıyor. Ancak onlarla işbirliği yapar, yeni sinerjiler doğururlarsa ayakta kalacaklarının bilincinde olmalılar.
Öyle bir dünyada yaşar hale geldik ki artık her birey, her kuruluş, her şirket kendi başına birer diplomat oldu. Yine de diplomasiye eskisinden çok daha fazla ihtiyaç var. Zira, diplomatların klasik ‘iki ülke arasındaki ilişkileri yürütmek’ görev tanımı bugün ‘iki ülke ilişkilerinin geleceğini önceden görmek, stratejik yönetimini sağlamak, çok sayıdaki aktörü devreye sokmak’ olarak değişti. Bunu da hala en iyi bu iş için eğitilecek diplomatların yapabileceğini söylemek mümkün.
Diplomasi tamamen kamunun “inhisarında” değil
Tabii ki diplomasi artık tamamen kamunun ‘inhisarında’ değil. Sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, gazeteciler, bilim adamları, istihbaratçılar, askerler ve iş insanları diplomasinin ana aktörleri arasındaki yerlerini aldılar.
1999 depreminden sonra Yunanistan ile başlatılan ‘deprem diplomasisi’ süreci büyük ölçüde Dışişleri Bakanlığı’nın kontrolü dışında gelişmişti.
ABD’deki Yahudi lobisi ile ilişkileri rahmetli Jak Kamhi yürütüyordu.
Yine Şarık Tara, Rahmi Koç, Aldo Kaslowski, Cavit Çağlar, Ahmet Çalık gibi iş insanlarının kurduğu ve yıllar içinde sıcak tuttuğu sınır aşan ilişkiler Avrupa Birliği, ABD, Rusya, Orta Asya ve Ortadoğu ile ilişkilere güçlü bir şekilde damgasını vurdu.
Son dönemde Millî İstihbarat Teşkilâtı ve TİKA özellikle ‘al gülüm ver gülüm’ ağırlıklı konularda diplomasiden epey rol çaldı. Başka bir açıdan bakılırsa bütün bunlar aslında günümüz diplomatının işini kolaylaştırıyor diye de düşünülebilir.
Bu anlamda Savunma, Ekonomi ve Hazine, Ticaret, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Tarım, Çevre ve Şehircilik, Sanayi ve Teknoloji Bakanlıkları, TÜBİTAK, TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, AFAD gibi sayısız kuruluş da diplomat ordusuna eşit düzeyde üyeler olarak katılıyor, beraberinde çekişmeleri, eşgüdüm zorluklarını da getirerek.
Gidişat nereye doğru?
Yeni diplomasi üzerine ne söylenirse söylensin devletlerin dış politikaları stratejik düzeyde hala büyük ölçüde ülkenin jeopolitik konumunun dikte ettiği çerçevede, milli menfaatler doğrultusunda belirleniyor. Bu, binlerce yıldır böyle oldu, öyle görünüyor ki ulus-devlet yaşadığı sürece de böyle kalmaya devam edecek.
Onun için çağımızda diplomatlar, artık basitçe diğer devletlerle geleneksel ilişkileri yürüten kişiler olmaktan tedricen çıkıp, gelecek eğilimleri öngören, bunlardan ülke menfaatleri için sonuçlar çıkartan, vatandaşlarını koruyan, ihracatı, teknoloji transferini kolaylaştıran, ülkeye uluslararası camiada prestijli konum kazandıran devlet görevlilerine dönüşmek zorunda.
Onun için diyorum ki;
Ey dünya diplomatları, çok geç olmadan birleşin, kafa kafaya verin ve nesli tükenen bir mesleğin temsilcileri olmamak için şimdiden ön alıcı bir şekilde kendinizi, işlevlerinizi değişen koşullara göre yeniden tanımlayın, kendinizi yeni teknolojilerle donatın, sadece devletin değil toplumun her kesimin sesi olacak politikalar, enstrümanlar, kaliteli insan sermayesi geliştirin.
Ülkenize, uluslararası sisteme ve en önemlisi de kendi insanlarınıza katma değerinizi nasıl azamileştireceğiniz konusuna kafa yorun.
Yoksa gidişat size iyi haberler sunmuyor.
Posted in DIŞ POLİTİKA, Politika ve Gundem | Leave a comment

OSMANLI DÖNEMİNDE KİMLER ASKERE GİTMEZDİ? * Bedelli askerlik, bedelsiz yurtseverlik

II. Mahmut’un kurduğu Asakir-i Mansure-i Muhammediye Ordusu.

Bedelli askerlik, bedelsiz yurtseverlik

Osmanlı’da saray mensupları ve saray görevlileri, zenginler, soylular, tekke, tarikat şeyhleri, din adamları, medrese öğrencileri, Müslüman olmayanlar ve İstanbul halkı hep askerlikten muaftı. Balkan halkı, Arap coğrafyasında ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayanlar da zorunlu askerliğe sıcak bakmayınca askerlik görevi, fakir Anadolu delikanlılarının, Türk köylü çocuklarının omuzuna yüklendi.


Sinan Meydan –  30 Temmuz 2018
“Kent ve kasabalarda oturan Müslüman ve Hristiyan halkın büyük bir bölümü karşılık (bedel) ödeyerek askerlik görevinden kurtulma olanağına sahipken, yoksul köylü, özellikle Türk köylüsü böyle bir olanaktan yararlanamıyor. Demek ki askerlik yoksul köylüye düşüyor. Yoksul Türk köylüsüne…” (Parvus Efendi, Türk Yurdu, 8 Mart 1912)
Bedelli askerlik teklifi geçtiğimiz hafta TBMM’den geçerek yasalaştı. 1 Ocak 1994 öncesinde doğanlar, 15 bin Türk Lirası ödeyip 21 gün temel askerlik eğitimi alarak bedelli askerlikten yararlanacak. İşin özeti şu: Parası olan bedel ödeyerek askerlik yapmayacak, parası olmayan askerlik yapacak. Tıpkı 172 yıl önce Osmanlı’da olduğu gibi…¨Nasıl mı? Şöyle:

OSMANLI’DA ZORUNLU ASKERLİK
1826’da II. Mahmut Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdı, onun yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni bir ordu kurdu. Hazırlanan kanunnameye göre mühtedi (dönme) olmayan, Türkçe konuşan Müslümanlardan ahlaklı ve sağlıklı olanlar bu yeni orduya yazılacaktı. Asker olma yaşı 15 ile 35 yaş arasındaydı. Askerlik 12 yıl olacaktı. Askerlere her yıl bir kez, 6 ile 8 ay arasında izin verilecekti. 12 yıl askerlik yapanlar emekli olup maaş alabilecekti. Askerlikte “hüsn-i rıza” yani “gönüllük” esastı. Ancak uygulamada bu “gönüllük” pek de geçerli değildi. Valilerin atadığı memurlar, halk içinden istedikleri kişileri asker olarak seçme hakkına sahipti. Bu memurlar, gençleri zorla alıp götürüyordu.
Örneğin Abdülmecit döneminde Osmanlı’da görevli bir İngiliz subayı bakın neler anlatıyor: “Yeniçerilik yerine kullanılan nizamiye askeri teşkilatı daha baştan beri halka çirkin ve ağır görünüyordu. Çok cahilce uygulanan baskı ve şiddet yöntemi halkta bu nefreti ve çekingenliği doğurmuştu. Evli olsun, bekâr olsun, milletin gençleri vilayetlerde yakalanıp elleri kelepçeleniyor ve en yakın kasabaya sürükleniyorlar; orada epey bir süre başkalarının da toplanmasını bekleyerek bit ve pislik içinde hapis kalıyorlardı. (…) Bu yeni askere verilen yemek kötü idi. Gördükleri muamele hayvanca idi.” (Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. VI, s.158).
1840’larda bu ordunun mevcudu ancak 118.400 kişiye ulaşabildi. Bu ordu, Osmanlı-Rus Savaşı’nda ve Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa karşısında yenildi. 12 yıl askerlik çok uzundu. Gençlerin, 12 yıl evinden, barkından, çiftinden, çubuğundan uzak kalması özellikle Türk köylüsüne çok zarar veriyordu. Askerlik işlerini yeniden düzene koymaktan başka çare yoktu.

KURA SİSTEMİ
1798’de Fransa’da başlayan zorunlu askerlik,1820’lerde Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından başarıyla uygulandı. Osmanlı’da da 1839 Tanzimat Fermanı ile askerliğin, Müslüman ve Müslüman olmayan herkesin yerine getirmesi gereken “zorunlu bir yükümlülük” olduğu ve askerlik süresinin kısaltılacağı belirtildi.
“Vatan deyince herkesin kendi evini ve köyünü anladığı” bir ortamda askerliğin bir “vatan görevi” olduğunu anlatmak kolay değildi. (Karal, s. 161).
Osmanlı’da zorunlu askerliğe Balkanlar’da, Arabistan’da ve Güney Doğu Anadolu’da tepki gösterildi. Zorunlu askerliğe yönelik genel direnci kırmak için kura sistemine geçildi.
Osmanlı, 1843, 1846, 1870 ve 1886’da kura  kanunnameleri hazırladı… 1846 ve 1870 Kura Kanunnamelerine göre kuraya 20-25 yaş arasındaki Müslümanlar katılacaktı. Kura sonucu asker olanlar, 5-6 yıl nizamiyede askerlik yapacaklar, 6-7 yıl boyunca da yılda bir defa redif birliklerinde askeri eğitim göreceklerdi. Böylece daha önce 12 yıl olan nizami askerlik, 5-6 yıla indirilmiş oldu.
Aslında kura çekimine katılan herkes askerlik yapacaktı. Kurada adı çıkanlar, “tertib-i evveller” normal sürede askerlik yaparken, kurada çıkmayanlar, “tertbi-i saniler” devletin belirleyeceği daha kısa bir süre askerlik yapacaklardı. Ancak kura sistemi de Osmanlı’nın asker ihtiyacını karşılamaya yetmedi. Yaşını küçük göstererek, köylerini terk edip dağlara kaçarak, kendilerini sakatlayarak veya memurlara rüşvet vererek askerlikten yırtmaya çalışanların sayısı gittikçe arttı. Bazı bölgelerde kuraya katılmak istemeyenler isyan bile ettiler.

OSMANLI’DA BEDELLİ ASKERLİK
1839’da askerliğin tüm Müslümanlar için zorunlu olması, Osmanlı’nın ayrıcalıklı sınıflarını rahatsız etti. Zenginler için 1846’da “Bedel-i Şahsi” uygulamasına geçildi. Kura çıkıp 5 yıllık zorunlu askerlik yapmak istemeyenler kendilerinin yerine bir başkasını askere gönderebilecekti. Araplar değil, yalnız beyazlar “bedel” olabilecekti. Bedel olacak “beyaz kölenin”, doktor muayenesinden geçirilerek askerliğe uygun olup olmadığı belirlenecekti. Kendi yerine başka birini bedel olarak 5 yıl zorunlu askerliğe gönderenler, sadece 7 yılda bir redif birliklerinde askeri eğitim göreceklerdi. Bedele verilen para 6 taksitle ödenecekti. Fakat zamanla bedel komisyoncuları ortaya çıktı. Bedelciler bedel veren ve alan kişilerden yüklü paralar aldılar.
1865’te Bedel-i Şahsi kaldırıldı. Onun yerine “Bedel-i Nakdî”ye geçildi. Böylece zorunlu askerlikten kurtulmak isteyen zenginlerden “bedel akçesi” alınmaya başlandı. 1870 Kanunnamesi’ne göre askere gitmek istemeyen zenginler, 15.000 kuruş (150 lira) bedel-i nakdi ödeyeceklerdi. 1872’de bu miktar 100 Osmanlı lirasına, 1886’da 50 Osmanlı lirasına, 1911’de 30 Osmanlı lirasına indirildi. Bedel-i Nakdi verenler, bulundukları bölgedeki askeri kıtalarda 3-5 ay askerlik yapacaklardı.
Şahsi ve Nakdi bedel verenler bağ, bahçe, ev, arsa satmadan bedeli karşılayacak kadar gelire sahip olduklarını belgelemek zorundaydılar. 1856 Islahat Fermanı’nda Hristiyanların da askerlik yapması kabul edilmekle birlikte Hristiyanlar “cizye” yerine “bedel” ödeyerek askerlikten muaf olmaya devam ettiler.
Osmanlı’da askerlik yapmayanlar
1846 Kanunnamesi’nde askerliğin “bütün Müslümanlara farz” olduğu belirtilmekle birlikte Osmanlı’da hiçbir zaman bütün Müslümanlar askerlik yapmadı. Osmanlı’da askerlik konusunda hep bir eşitsizlik ve adaletsizlik vardı.
Örneğin, Anadolu’da fakir Türk çocukları önce 12, sonra 5-6 yıl askerlik yaparken Hicaz ve Yemen’dekiler 2 yıl, Trablusgarp ve Fizan’dakiler 1 yıl askerlik yapardı. Başkent İstanbul halkı (Galata, Eyüp ve Üsküdar’da yaşayanlar) askerlikten muaftı. Başka yerlerden İstanbul’a göç edenlerin burada doğan çocukları da askerlikten muaftı. 1876 tarihli Kanuni Esasi’de İstanbul halkının sadece seferberlik dönemlerinde -üstelik İstanbul’un içinde bir kışlada- 6 ay bir askeri eğitimden geçirilmelerine karar verildi. Sisam ve Girit’te yaşayan Müslümanlar da askerlikten muaftı. Yalnızca Girit’teki Müslümanlar ada içinde sadece 6 ay askerlik yapıyordu. Suriye, Irak ve Doğu Anadolu’daki çok sayıda aşiret de fiilen askerlikten muaftı.

Aşiretler devlete asker vermeyi reddetmişti.
Haneden mensupları, padişahın özel korumaları, padişahın özel hizmetçileri ve Mızıkayı Humayun mensupları, saraydaki Hazine-i Hassa görevlileri, padişahın özel ferman çıkararak “askerlikten muaftır” dediği kişiler; Mevlana Celaleddin Rumi’nin, Abdülkadir Geylani’nin, Ahmed Rufai’nin soyundan gelenler, zayıflar, körler, topallar ve hastalar, evine tek başına bakmakla yükümlü “yalnızlar”, kalemiye, mülkiye görevlileri, Divanı Hümayun görevlileri, hâkimler, kadı okulu öğrencileri ve kadılar, müftüler, tekke sahibi tarikatların şeyhleri, cami imam-hatipleri, müezzinler, hocalar, diğer cami görevlileri, mollalar, tıbbiye öğrencileri ve doktorlar, çoğu tarikat mensubu ayrıcalıklı aileler, Hz.Muhammed’in türbedarlığını yapan kişiler, aynı zamanda yabancı ülke vatandaşı olup da Osmanlı’da ikamet eden yabancıların çocukları, sonradan Müslüman olan mühtediler, beş yıldan fazla pranga cezası alan katiller, memurlar, devletin yaptığı sınavda başarılı olan medrese öğrencileri ve müderrisler askerlikten muaftı. (Rıdvan Ayaydın, Osmanlı Devleti’nde Askeri Yükümlülükler ve Muafiyetler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2011).
Özetle Osmanlı’da saray mensupları ve saray görevlileri, zenginler, soylular, tekke, tarikat şeyhleri, din adamları, medrese öğrencileri, Müslüman olmayanlar ve İstanbul halkı hep askerlikten muaftı. Balkan halkı, Arap coğrafyasında ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayanlar da zorunlu askerliğe sıcak bakmayınca askerlik görevi, fakir Anadolu delikanlılarının, Türk köylü çocuklarının omzuna yüklendi.
Atatürk, Türk askerinin büyük fedakarlığının ve kahramanlığının en yakın tanıklarından biriydi. 
Yoksul halk çocuklarının zaferi
23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. 1909’da Kanuni Esasi’de yapılan değişikliklerle padişahın yetkileri kısıtlandı. 1909’da yeni bir askere alma kanunu çıkarıldı. Bu kanunla İstanbul halkının; Galata, Eyüp Üsküdar’da yaşayanların ve Müslüman olmayanların askerlik yapmaları zorunlu hale getirildi.
1914 Mart’ında asker alma kanunu değiştirildi. Osmanlı hanedanı dışında, 18 yaşını dolduran her erkeğin askerlik yapmakla yükümlü olduğu belirtildi. Askerlik süresi ise 17 ile 25 yıl olarak belirlendi. Fakat Bedelli Askerlik uygulaması yine devam etti.914’te Osmanlı I. Dünya Savaşı’na girince “genel seferberlik” ilan edildi.
Sonrası malum!
1914-1918 arasındaki I. Dünya Savaşı’nda 13-15 yaşında çocuklar bile askere alındı. Liseler mezun veremedi. Galiçya’dan Yemen’e yüz binlerce Mehmetçik şehit oldu. 1. Dünya Savaşı sonrası işgalci İngilizler, düzenli ordumuzu dağıttılar. 1919’da Atatürk Milli Mücadele’yi örgütlerken düzenli ordumuz yoktu.
1920’de hazırlanan Sevr Antlaşması’nda askeri okulların kapatılacağı, zorunlu askerliğin kaldırılacağı, ordunun ağır silahlarının olmayacağı belirtiliyordu. Atatürk Anadolu’da fakir halk çocuklarından yeniden bir ordu kurdu. Eli silah tutan herkesin asker olduğu bir orduydu bu…
Ebedi Başkomutan Atatürk, fakir halk çocuklarından kurulu bu orduyla Sakarya’da, Dumlupınar’da emperyalizme karşı kazandığı zaferlerle bu toprakları yeniden vatan yaptı. Bu vatan bize, “bedelli askerlik” yapan zengin Osmanlı kodamanlarından değil, Anadolu’nun “bedelsiz yurtsever” fakir halk çocuklarından miras kaldı.

Askerlik ve Türk köylüsü
“Türkiye’nin Mali Tutsaklığı” adlı eserin yazarı Parvus Efendi, II. Meşrutiyet döneminde Türk Yurdu Dergisi’nde yazdığı yazılarda askerliğin Türk köylüsünün belini büktüğünü anlatıyordu:
“Köylüler ve Devlet” başlıklı yazısında Osmanlı’da köylülerin perişanlığından söz ederek şöyle diyordu: “En çok ihmal edilenler de Türk asıllı köylülerdir. (…) Çocuğu askere giden bir köylü ailesi en sağlam bir işçiden yoksun kalıyor. Bu durum köylünün ekonomik gücünü büyük ölçüde azaltıyor. (…) Kent ve kasabalarda oturan Müslüman ve Hristiyan halkın büyük bir bölümü karşılık (bedel) ödeyerek askerlik görevinden kurtulma olanağına sahipken, yoksul köylü, özellikle Türk köylüsü böyle bir olanaktan yararlanamıyor. Demek ki askerlik yoksul köylüye düşüyor. Yoksul Türk köylüsüne…
Karşılık (bedel) yöntemi olmasaydı en aşağı 30.000 yoksul köylü asker olmaktan kurtulacaktı 30.000 yoksul Türk köylüsü, bir o denli, kentli, kasabalı ve çoğunluğu Hristiyan 50 lira karşılık ödüyor diye 3 yıl orduya hizmet etmek zorunda kalmaktadır. Bu hesapla zengin katında askerliğin günlüğü 5 kuruş değer taşıyor. Yoksul köylünün emeğiyse, günde 5 kuruş ediyor.” (Türk Yurdu, 8 Mart 1912).
Atatürk Trakya manevralarında bir Mehmetçikle konuşuyor. (17 Ağustos 1937)
Parvus Efendi, “Köylüler ve Devlet” başlıklı başka bir yazısında da şöyle diyor: “Osmanlı ordusunu biçimlendiren Anadolu köylüsü, yine son dakikada yurdu savunacak güç bulmuştur kendisinde. Osmanlı İmparatorluğu’nu bu kez de kurtaran odur. Artık savaş  (Balkan Savaşı) bitti. Asker terhis edildi. Köylü köyüne döndü. Orduya gelenlerin çoğu da geriye dönemedi. Ateş hattında koleradan ve başka bulaşıcı hastalıklardan öldü. Pek çoğu da sakat, iş göremez halde kaldı. Ordu savaşırken, köylerde tarla sürecek adam bulunamamıştır.” (Türk Yurdu, 9 Ocak 1913). Osmanlı’da yüzyıllarca sadece vergi ve asker kaynağı olarak görülen Türk köylüsünü, yüzyıllar sonra Atatürk kurtarmak istedi.
Atatürk 1922’de şöyle demişti: “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. (…) Gerçekten yedi asırdan beri dünyanın çeşitli yerlerine göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf ettiğimiz, buna karşılık daima küçük ve hor görerek muamele ettiğimiz ve bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık ve zorbalıkla uşak derecesine indirmek isteğimiz bu gerçek sahibin huzurunda tam bir utanç ve saygı ile yerimizi alalım.”
Atatürk, 16/17 Ocak 1923’te İzmit’te, İstanbul gazetecilerinin sorularını yanıtlarken de “Osmanlı’nın her zapt ettiği yere Anadolu halkını götürerek Anadolu halkını öldürdüğünü” söylemişti. Yemen’de 1.5 milyon Anadolu çocuğunun öldüğünü belirtmişti. Daha sonra “milletin üzerindeki askerlik yükünü hafifleteceğini” eklemişti. Dediğini de yaptı: Atatürk Cumhuriyeti, askerliği herkes için bir vatan görevi haline getirdi.
https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/sinan-meydan/bedelli-askerlik-bedelsiz-yurtseverlik-2547667/

Sinan Meydan – Bedelli askerlik, bedelsiz yurtseverlik – 30 Temmuz 2018
Posted in ATATURK, Tarih, TSK | Leave a comment

ERGENEKON DESTANI * BOZKURT İŞARETİ * Türklerin bu en eski sembolü ne zamandan beri bir siyasi partinin sembolü yapıldı,

Türklerin bu en eski sembolü ne zamandan beri bir siyasi
partinin sembolü yapıldı, bunu konuşuyoruz. İyi fırsat oldu.

Eğitimci yazar Mahiye MORGÜL

Yazar Yılmaz Özdil 5.7.2024 tarihli videosunda geniş geniş Kurt motifi üzerine bir tarih anlattı. Türk kavramı üzerine derinlikli bir video yaptı.

Kurt işareti ilk defa 1991’de Bakü’de Ebulfez Elçibey’in yaptığı bir milyon insanın katıldığı mitingde yapıldı. Bağımsız Azerbaycan isteyenlerin sembolü olarak ilk defa orada Elçibey tarafından yapıldı. Mitinge katılan Alparslan Türkeş bu işareti Azerbaycan’dan Türkiye’ye getirdi.
Okurlarıma bu videoyu izlemelerini öneriyorum. Yılmaz Özdil’in deyimiyle sömürge solcuları da izlemeli. Kurt işaretini MHP’nin demirbaşı zannedenlere konuşuyor. Türk kültüründe Kurt sembolü gökyüzünün, Geyik sembolü yeryüzünün sembolüdür. Daha nicesini videosunda anlatıyor.

Videoya eklediğim yorumlarda şunları da okuyacaksınız.
-Roma sembolü dişi kurt, Atina’ya kadar ordusuyla giden Sirkasya Pers kralı Serhaz (Cerkez/Kserkses) başında kurt şapkalı resmedilir, Litvanya’da Kurt avlamak yasaktır, izciye yavru kurt demek gibi daha nelerimiz var…Kurt boğazı, Sirkasyada Kurtlar Vadisi, Horasan’da Kurt dağları… Anne kurt insan yavrusuyla kendi yavrusunu eşit tutar, ırkçılık sembolü değil SÜT KARDEŞİ (Farsça Hem Şire), BACY kavramını verir.
-SİRİUS yıldızı Orta Asya’da Bozkurt’tur. “Göksel kurt” ifadesi Orta Asya Türkçe’sinde ‘gök böri’ ya da ‘bör-teçene’dir.
-Ne güzelsiniz. Çok sevdiğim sembollerle Türk tarihi, sembollerle Türk mitolojisi nihayet sayenizde insanların ilgisine girdi. Merih, Mars, Kızıl Gezegen, Sirius (Cyros/ Kuruş)… İran -Pers tarihinin de kökleri aynı kültürdür, Su-mer ile Mer-si sesdeştir, teşekkür ederken MERSİ derler. KURUŞ paramızdan buğday (bereket) sembolünü 2005 yılında yok ettik, şimdi onu geri istemeliyiz.
-Merih’in İsviçreli hanımı Haydi’nin ataları da Türk çıkar. ALP (Türkçedir) Dağlarında yaşayan Umayana /Miyana halkı Ay-Atalı halk AyİTALİA halkı İsviçre’ye de gitmiştir. Çıplak ayaklı çizgi film karakteri kız çocuğu HAYDİ Umayanalı olmakla Atatürk’ün ifadesiyle OĞUZOĞLUDUR.
-Geyik şifa sembolüdür, Dağ keçisi de geyiktir, HAcı Bektşı v<eli onu okşar, Palmira kapısında Leyla Zeynep sultanın da yanında geyik var, Efes 1.Artemisi yanında dağ keçisi, Ahi Cumhuriyetinde ANGORA keçisi milli ekonominin de sembolüydü. Kurt ve Dağ keçisi, doğru eşleştirme.
-Cumhuriyet’in ilk basılan kağıt parasında kurt resmi vardır, çift süren boğa var bir de. Ankara Operet Sahnesinin sahne üstünde bozkurt maskesi vardır.
-Dilek Börü adında bir izleyiciye şöyle yanıt verdim:
Soyadınız BÖRÜ “kurt”, Bozkurt, Gökbörü, Sirius takım yıldızıdır, değil mi? Kuruş adlı paramızın kök adı olup Roma’dan borç almayı yasaklayan Pers kralı Kuruş bizim de atamızdır.
-12 Eylül öncesi Ülkü ocaklarının logosu Bozkurt idi, bayrağı kırmızı-yeşil idi, ancak galiba Bahçeli zamanında rengi mavi-beyaz yapıldı.
5.7.2024 /Rize

Ziya Gökalp’in şiiri ilk olarak Türk Duygusu dergisinin 8 Mayıs 1913 tarihli sayısında “Türk An’anesi: Ergenekon” başlığıyla yayınlanmıştır. Aynı şiir son şekliyle Ziya Gökalp’in 1914 tarihli Kızılelma kitabında “Ergenekon” başlığıyla yer almıştır.”

ERGENEKON

Biz Türk Han’ın beş oğluyuz,
Gök Tanrı’nın öz kuluyuz,
Beş bin yıllık bir orduyuz,
Turan yurdu durağımız!
Ak ordumuz sola gitti,
Üç hakanlık tesis etti,
“Medi”, “Sümer Akad”, “Hitti”
Bu üç şanlı oymağımız!
Birincisi Azerbaycan,
İkincisi Geldanistan,
Üçüncüsü Arz-ı Kenan,
Fışkırdı üç kaynağımız!
Gök ordumuz sağa vardı,
Çin’i baştan başa sardı,
Hiyong-nular bu Hanlardı,
Set olmadı tutağımız!
Kara ordu gitti, İskit,
Ülkesinde yaptı bir çit.
“Atilla ol, Şalon’a git”,
Sözü oldu adağımız!
Kızıl ordu dağlar aştı,
Efganlarla çok savaştı,
Bir alayı Hind’e taştı,
Sind oldu bir ırmağımız.
Sarı ordu tekin durdu,
Şehir yaptı, çiftlik kurdu,
Uygurların bu iç yurdu,
Kaldı ana toprağımız!
Yüce Tanrı Oğuz Han’ı,
Göndererek Türk hakanı,
Birleştirdi beş Turan’ı,
Doğdu güneş sancağımız!
Oğuz Han’dan sonra Hanlar
Kazandılar yüce şanlar,
Bilinmek için bu boş anlar,
Şahnamedir sorağımız,
Yıllar geçti bir an geldi,
Türk Tahtına İlhan geldi,
Sağdan, soldan düşman geldi,
Kurulmuştu tuzağımız.
Verilmedi bir dem soluk,
Kanlar aktı oluk oluk,
Öldü bütün çoluk çocuk,
Han, Bey, Çeri, Uşağımız.
Yalnız Nököz ile Kıyan
İki kızı alıp yayan,
Bir sarp dağa attılar can
Bunlar oldu kaçağımız.
Dağdan dağa hep gizlice,
Yürüdüler beş-on gece,
Bir tan vaktı gayet ince,
Bir iz oldu uğrağımız!
Bu iz yolu çok uzattı,
Sonra Alageyik çattı,
Bir dik yardan bizi attı,
Kanadı her bucağımız!
Bir de baktık yeşil bir bağ
Her tarafi bir yüce dağ,
Geniş, fakat sıkı bir ağ,
Dedik ne hoş bu ağımız!
Alageyik çayır yerdi
Yavrusunu emzirirdi,
Bizi gördü meme verdi,
Oldu Ana Kucağımız!
Dörtyüz sene burda kaldık,
Geyik arttı, biz çoğaldık,
Çıkamadık İşe daldık,
Pek şenlendi konağımız!
Elma,erik çoktu yedik,
Demir bulduk, ör işledik,
“Bir gizli yol bulsak” dedik,
Dağ delerdi bıçağımız!
Kurt’tan hali iken bu yurt,
Bir gün peyda oldu bir kurt,
Bir geyiğe attı avurt,
Gördü çoban yamağımız!
Kurt bir delik buldu,gitti,
Bir demirci takip etti,
Ocak yaktı taş eritti,
Açıldı yol kapağımız!
Büyük sevinç, büyük müjde,
Bayram yaptık kentte,köyde,
Torun, oğul, baba, dede,
Büyüğümüz, ufağımız!
Demircye Bozkurt dendi
Han tanıldı,taç giyildi,
Yoldan önce kendi indi,
Sağ elinde bayrağımız!
Börteçine kurdun adı,
Ergenekon yurdun adı,
Dörtyüzsene durdun hadi,
Çık ey, yüzbin mızrağımız!
Oldu sana Kaf bu eşik,
Tarih kaldı delik,deşik,
Artık yeter bu taş beşik,
Oldu körpe yatağımız!
Uzaklarda hoş ülkeler,
Issız yurtlar seni bekler,
İşte Kıpçak, işte Kaşgar,
Ta karşıda Gökdağ’ımız!
Tarhandağı gözler seni;
Tanrı orada sözler seni,
Dört asırdır özler seni,
Tukin dağda otağımız!
Turan, eski toprak bize;
Hind, bir altın konak bize;
Çin köşkleri kışlak bize,
Tuna boyu yaylağımız!
Yunus gibi çıktık Hut’tan!
Büyük yurda küçük yurttan,
Geyik girdik, doğduk kurttan.
Kılıç oldu orağımız!
Sartlık gitti, Uygurlandık.
Soyumuzla gururlandık.
Şamanlardan uğurlandık.
Pirler oldu yardağımız!
İlk yayıldık: Beşbalık’a!
Karakurum, Elmalık’a
Çin başladı zorbalığa,
Ezdi onu tokmağımız!
Sağa sola gitti ordu;
Hind’e, Rum’a bir baş vurdu.
Altın yuta düzen kurdu.
Yine eski yasağımız!
Alplerimiz girdi harbe,
Düşmanlara attı darbe;
Şimal, cenup, şarka, garbe,
Akın etti kısrağımız!
Türk ayağı hangi yurda,
Basmışsa baş eğdi kurda!
“Gökhan orda, Akhan burada!”
Dedik gitti ayağımız!
Tümen, Çin’e akın etti.
Efrasiyab, Rum’a gitti.
Tomris adı göğe yetti.
Hüsrev oldu tutsağımız!
Teleleri, Aktürkman’ı
Toplamıştı Soğd’un Hanı,
Çapul etti Eşkân(i), yân’ı
Sevinç adlı soğdağımız!
İlhan Mokan, Bilge Kağan,
Gaznevi’den Mahmut Sultan,
Selçuklulardan Alparslan Han,
Birer şanlı koçağımız!
Askerliği gördü atsız.
Harzem Şah’ı oldu atsız.
Bugün hakan, dün bir adsız:
Böyle kayar kızağımız!
Tonguz, Çin’e hakan oldu.
Hıtay Türk’ü üryan oldu.
İlk düşünen Gür Han oldu,
“Birleşmeli ocağımız”!
Cengiz bunu tasarladı.
Dört bucağa ılgarladı.
Türk soyunu toparladı,
Turan oldu öz bağımız!
Oğuz Han’dan beri mühmel,
Kalmış idi büyük emel.
Yüce dilek uzattı el.
Ele geçti arağımız!
Gökten yüce yıldızımız!
Bir devr açtı her hızımız!
Atilla bir Kırgız’ımız!
Timurleng bir Kazak’ımız!
Fatih aldı İstanbul’u.
Babür, Hind’e eğdi yolu.
Nadir sarstı sağı solu…
Oldu bir son taslağımız!
Bundan sonra talih döndü,
Yıldızımız yine söndü,
Karşımızda Rus göründü…
Kesildi yurt otağımız!
Kırım, Kazan heder oldu!
Tuna, Kafkas beter oldu!
Türkistan’da neler oldu?
İşitmedi kulağımız!
Yurt girince yâd eline,
Ergenekon oldu yine!
Çıkmaz mı bir Börteçine?
Nurlanmaz mı çerağımız…
Posted in ERGENEKON - BALYOZ, Tarih | Leave a comment