KARAkatür * SESSİZ, SÖZSÜZ…

Posted in KARİKATÜR | Leave a comment

SARAYIN PATATESLERİ * Erdoğan, rantçılardan fedakârlık isteyeceğine, halkın yastık altında kefenlik olarak sakladığı altınına göz dikiyor

SARAYIN PATATESLERİ

Can Dündar

……………………….
İnsan açlıkla baş edebilir belki de, açlığıyla alay edilmesine dayanamaz. Elindeki para pula dönen, gün be gün açlığa mahkûm edilen emekliye, “Tarihinizin en iyi gelir seviyesine sahipsiniz” demek açıkça alay etmektir.
Erdoğan’ın bu yalanını sadece emeklinin cebi değil, istatistikler de yalanlıyor: AKP iktidara geldiğinde en düşük maaşla 7 çeyrek altın alabilen emekli, şimdi 2 çeyrek alabiliyor. Hesap bu kadar basit… 19 yılda emeklinin alım gücü erirken Sultan’ın sermayedarları servetine servet katmış. Halen ülkede en zengin yüzde 10, servetin yaklaşık yüzde 80’ine sahip… 19 yıl önce bu oran yüzde 66 idi… Yani Sarayın iktidarında yoksul daha da fakirleşirken, zengin, daha da semirmiş. AKP, fakirden alıp zengine vermiş. Zenginle yoksul arasındaki uçurum hepten derinleşmiş.
Tablo buyken, Erdoğan, rantçılardan fedakârlık isteyeceğine, halkın yastık altında kefenlik olarak sakladığı altınına göz dikiyor. Bir de Ecevit’e yazar kasa atıldığı günleri hatırlatıyor. Bu polis ordusu sarayın önünden çekilse, kendisine neler atılacağını iyi biliyor oysa…
Ramazan’ı, Diyanet İşleri Başkanı’nın bir vecizesiyle karşılayalım: “Yaşadığımız tüm sıkıntılar imtihan vesilesi” demiş Ali Erbaş… Bir defa siz, o sıkıntıyı yaşayan değil, yaşatansınız. İkincisi, halka yaşatılan sıkıntı, imtihan vesilesi değil, açıkça isyan vesilesi… Siz de halkı isyan ettirecek o sıkıntıları “imtihan”, sömürüyü “mukadderat” diye yutturmanız için maaş alıyorsunuz.

Can Dündar ile Günün Yorumu – Saray’ın Patatesleri – YouTube
Posted in Ekonomi, Politika ve Gundem, YOLSUZLUKLAR, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment

AKIL FİKİR YAZILARI * Amirallerin duyarlılığı ve ‘mugalata’ * Arapçada mugalata, “galat” kökünden gelir ve herkesin doğru bildiği yanlışa da “galatı meşhur” denir. Mantık hileleri kullanıp, dil cambazlığı yaparak halkı aldatma sanatıdır

Amirallerin duyarlılığı ve ‘mugalata’

Cumhuriyet – Gani AŞIK – 14 Nisan 2021 Çarşamba

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 104 emekli amiralin yayınladıkları duyuruya ilişkin soruşturmasında 14 amiral hakkında adli kontrolle serbest bırakılma kararı verdi.
Arapçada mugalata, “galat” kökünden gelir ve herkesin doğru bildiği yanlışa da “galatı meşhur” denir. Mantık hileleri kullanıp, dil cambazlığı yaparak halkı aldatma sanatıdır. Eski Yunan’da sofistler ücretle bunun dersini verirlerdi. Sokrat, Eflatun ve Aristo, söz cambazlığı ve kelime düzenbazlığının, halkın gerçekleri öğrenmesine engel olacağını düşünerek 2500 yıl önce bu akıma karşı felsefi ve ahlaki mücadele başlattılar.
PEYGAMBER OCAĞINDAKİ KAYGI
ABD’nin başını çektiği emperyalizm “Karadeniz’in NATO gölü olması”, TSK ise Türkiye’nin yaşamsal çıkarları ve bekası açısından “kıyıdaş ülkelerin kontrolünde kalması” taraftarıdır. TSK’nin bu tercihinin temeli, tarihte yaşanan büyük acılara ve tecrübelere dayanır. Değişik nitelikteki kumpaslarla TSK’nin omurgasının kırılması, emperyalizmin beklentileri, bir yönüyle de Karadeniz gerçeğiyle ilgilidir. Emekli amirallerin uzmanlık alanları olan Möntrö Sözleşmesi ve sarıklı amiralle (!) ilgili duyarlılıkları, asla yurtseverlikten öte bir anlam taşımaz, çok da masumanedir ve koparılan yaygara temelsizdir. FETÖ kalkışmasını “Allah’ın lütfu” kabul edip sivil darbelerle Cumhuriyeti, demokrasiyi ve hukuk devletini nakavt olmuş boksöre çeviren iktidarın, emekli amirallerin açıklamasında darbe izi araması, mugalatanın şaheser örneğidir. Millet olarak asıl talihsizliğimiz hukuka, demokrasiye ve Türklüğün Kurtuluş Savaşı ile yeniden doğmasına inanmayan ve ABD projesi olarak kurulan, İhvan/ Ortaçağ çizgisindeki bir partinin iç yüzünü uzun yıllardır saklayabilmesindedir. Bu başarıda, iktidarın mugalata sanatındaki ustalığı yanında, Anadolu’yu boydan boya resmi ve gayri resmi medreselerle donatmış olmalarının da rolü büyüktür.
Şifreli “davaları”, Cumhuriyeti tüm birikim ve değerleri ile ortadan kaldırmak, Anıtkabir’e dozer göndermek olsa da bunu asla yapamayacaklar. Cumhuriyet gökten inmedi ama Kurtuluş Savaşı şehitlerinin mübarek kanı ve gazilerinin cennet kokan alınteri ile bedeller ödenerek kurulduğu için yerden, bu kutsal topraklardan fışkırdı denilebilir. Bir Yargıtay üyesi ile Yargıtay ve Danıştay başkanlarının saray korosuna katılarak ihsası reyde bulunmaları, adalet adına utancımızdır. Hukukla ilgisi olmayan, din eğitimli benim tepkim de onların utancı olmalıdır. İstisnalar dışında, yargının Saray’a diz çöktüğü biliniyorken Adalet Bakanı’nın “Hâkimler ve savcılar kimseye önünü kapatmaz” sözü, mugalatanın imbikten süzülmüş halidir. Bu koroya Jandarma ve Deniz Kuvvetlerinden bir birimin de katılması, hezimetle sonuçlanan Balkan Savaşlarındaki Osmanlı ordusunu hatırlatıyor. O halde soralım: TSK nereye, yargı nereye hatta devlet nereye?
DEVLET ÇÖKERTİLİYOR
Merhum Sakıp Sabancı, futbola ilgisiz olduğu halde, dostlarınca Adana ve komşu il takımlarının maçına götürülür. Adana takımının gol atması ile ortalık yıkılır ama Sakıp Bey’in donuk gözleri bir noktaya sabitlenir. “Ağa, sen niye sevinmiyorsun” diyenlere, “Gardaşım, bu gol, ekonomiye ne gattı?” der. Nakşiliğin 11 ilkesinden birisi de kalbi, dünyevi düşüncelerden korumaktır da buna uyan kim? 40 ana akım ve 200’den fazla kola ayrılan, yurt genelinde örgütlenen, iktidarla devleti paylaşan, şeyhleri yalılarda yaşayan tarikatlar, ilim ve fen adına ne üretiyor, ekonomiye ne katıyor? Pırıltılı beyinleri çürütmek, sadece genç nesli değil, ilahiyatçıları bile deist yapmak, ülkeyi terke zorlamak, yoksul halkı ve Cumhuriyeti kemirmekten başka ne yapıyor? 550 yıl önce, müneccimbaşı Takiyyüddin’in, 3. Murat’ı ikna ederek inşa ettiği rasathaneyi “Ay’daki meleklerin bacaklarını dikizliyor” gerekçesiyle (!) yıktıran kafa bugün de aynı ama gökteki ruhani meleklerin iffetini korurken (!) yerdeki cismani meleklere pek düşkünler. Yüz yıllık rüyası büyük ölçüde gerçekleşen bir ideolojinin artık “tramvaydan ineceği” ve –olabilirse– “gitmeme” hazırlıkları yaptığı kaygısı taşımaktayım.
GANİ AŞIK – ESKİ CHP KAYSERİ MİLLETVEKİLİ MÜFTÜ

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/amirallerin-duyarliligi-ve-mugalata-gani-asik-1827961
Posted in AKIL FİKİR YAZILARI | Leave a comment

TAŞLAMA * GÜN GELİR; ‘Piyon’ deyip geçme, gün gelir şah olur. Şaha da fazla güvenme… Gün gelir mat olur.

Nilgün Bodur:

GÜN GELİR


Hayat ilginç…
Gün gelir, iç oğlanlar, padişah olur.
Hırsızlar zengin, metresler eş, eşekler adam olur.
Odundan kapı, taştan saray olur.
Gün gelir, Kezbanlar destan, onları destan yapanlar, mestan olur.
Gün gelir, hadsizlik özgüven, saygı yalan, sevgi ise dolan olur.
Gün gelir, çivisi çıkar dünyanın…
Konuşamayanlar hatip, şifa veremeyenler tabip, yazamayanlar katip olur.
Ama yine öyle bir gün gelir ki…
Verenler alır, gidenler uslanır, dönenler yalvarır…
Merdiveni koşarak çıkanların, gün gelir ayağı takılır.
Sevgisini vermeyen, gün gelir kimsesiz kalır.
Aldatan bir gün sadakat için, çalan bir gün adalet için,
döven bir gün şefkat için yalvarır.
‘Piyon’ deyip geçme, gün gelir şah olur.
Şaha da fazla güvenme… Gün gelir mat olur.
Öyle bir gün gelir ki, sen bakmazken her şey hallolur…”
Posted in GEDİĞE TAŞ KOYMAK, VİDEOLAR | Leave a comment

AMCANIN DERDİ * EVDE AVRAT DIŞARDA VİRÜS VAR…

Posted in MİZAH, VİDEOLAR | Leave a comment

Montrö Sözleşmesi Hakkında Az Bilinenler…

Amerikan savaş gemisi boğaz geçişinde

Montrö Sözleşmesi Hakkında Az Bilinenler…

Cumhuriyet – Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV – 13 Nisan 2021 Salı

Türkiye Cumhuriyeti’nin dış ilişkilerinin temel metinlerinden biri olan bu yazılı antlaşma üstüne 1936’dan bu yana çok yayın yapıldı. Benim de Türk dış siyaseti konusunda 400 sayfalık henüz basılmamış İngilizce bir araştırmam vardı. Çok sayıda öteki tezlerim, yazanaklarım, ABD’de tümünden tam numara aldığım bütün sınav kâğıtlarım ve birçok kitaplarımla birlikte 1972’de Mülkiye’de (SBF) odamdan ve evimden güvenlikçilerce alındı ve hiçbiri geri gelmedi. Az bilinen kimi Montrö bağlantılarını bu yazıda belleğimden özetleyeyim.
Önce şu önemli gerçek bilinmeli: 1920-30’larda Almanya, İtalya, Fransa, Japonya ve birkaç devlet daha, ilgilileri önce inandırma ve yazılı antlaşma seçeneğini önemsemeyerek başkalarının topraklarına askerleriyle girdiler. Bu örneklere bakarak Ankara’daki karar vericilere, 1936’da Türk boğazlarına kendi askerlerimizi sokup egemenliği de tek başımıza üstlenmeyi Britanya gibi birkaç devlet önerdi. Hakkınızdır, kimse engelleyemez” dediler. Ankara hukuk, yazılı metin ve katılanların tümünün onayından yanaydı. Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışan da herkes için bağlayıcı olan da buydu.
SEÇKİN ÖNCÜLER
Oysa Fransa daha 1923’te, Belçika askeriyle birlikte, Ruhr’u, yine Fransa tek başına 1925’te Düsseldorf, Duisberg ve Ruhrort’u ele geçirmişti. Uzakdoğu’da Japonya Şanhayguan’a el koyunca tüm Güney Mançurya’yı almış oldu. Almanya’da Hitler Polonya’nın berisinde kalmış olan Doğu Prusya’ya ulaşacak bir koridor” peşindeydi. Koridor diye başlayıp Polonya’nın tüm batısını aldı. 1935’in Mart ayında, Versay Antlaşması’ndaki silahsızlanmayla ilgili maddeleri uygulamayacağını resmen açıkladı. Aynı yıl Eylül’de Mussolini Habeşistan bunalımını başlattı. Montrö’nün imzalandığı 1936’da Almanya Rhineland’a zorla girdi. İtalya da Addis Ababa’da egemen olmuştu.
Akdeniz’de kimi denizaltılar korsanlık yaparken TC, Nyon Konferansı’nın seçkin öncüsüydü. Bulgaristan ile Arnavutluk, Türkiye’nin başını çektiği Balkan Paktı’na katılmış olsalardı, Alman faşizmi güneydoğu Avrupa’ya belki uzanamayacaktı. Hiç değilse Sadabad Paktı sayesinde doğu komşularımız savaş cehennemini yaşamadılar. Ama çevremiz altı yıl yangın yeriyken gerçek barış, dinginlik, rahat ve cennet bölgesel güvenlik sözcüsü Türkiye’deydi. Deneyimli ve uzak görüşlü Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü tarihten gereken dersleri çıkarmışlardı. Osmanlı 1914-18 Dünya Savaşı’na itildiğinde, bağlaşığı Almanya, 1903 tarihli Schlieffen Planı’na göre, zaten yenik durumdaydı. O zaman, Karadeniz’e geçen Alman Amirali Souchon başlarına fes taktırdığı kendi Goeben zırhlısı denizcileriyle Odesa, Sivastopol ve Theodosya Rus limanlarını bombalayınca Osmanlı da kendini ateşin içinde ve daha ilk gün yenik safta buldu.
ÜLKEMİZİN GÜVENCESİ
Montrö 1939-45 Dünya Savaşı’nda da bugün de ülkemizin güvencesidir. Bunu bilen İnönü ve büyükelçilerimiz uygulamada içtenlikli ve titizdiler. Güvenliğin değerini bilen halkımız yurtsever aydınlarımızın duyarlılığını anlayacaktır. 1939-45 yıllarında birkaç Alman, bir de İtalyan gemisi boğazlarımızın yakınına ulaştılar. Denetlendiklerinde bu ufak Alman teknelerinde top, mitralyöz, bomba, fişek ve hiçbir silah bulunmadı. Bu durumda ancak ticaret gemisi olabilirlerdi.
SAHTE KİMLİKLİ GEMİLER
Hemen eklemeliyim. Görüntüleri bir yana, gerçekte savaş gemileriydiler. Silahlarını söküp Akdeniz’de Alman denetimindeki Brindisi Limanı’nda bırakıyorlar, boğazlarımızdan geçtikten sonra Romanya’da Köstence’ye gidip sökülen topları yerlerine takarak Sovyet gemilerine saldırıp batırmayı tasarlıyorlardı. Britanya belgeleri incelendiğinde, denize ilk indirildiklerinde Kriegs transport” (Savaş ulaşımı) göreviyle savaş gemisi” konumunda sınıflandırıldıkları görüldü.
Mussolini İtalyası’ndan gelen Tarvisio” adlı gemi de böyleydi. Gerçek kimlikleri anlaşılınca, Türk boğazlarından geçmelerine izin verilmedi. Ankara’daki ilgili görevliler bu konuda son derece ciddi, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne bağlı ve kuşkusuz vatanın yüce çıkarlarının ve haklarının hizmetindeydiler. Bu konuda duyarlı olmak bir yurttaşlık görevi, yabancıların oyununa gelmeme istenci ve olası çatışmalara yol açmama dikkatidir.

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/montro-sozlesmesi-hakkinda-az-bilinenler-prof-dr-turkkaya-ataov-1827674
Posted in ATATURK, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, DENİZ VE DENİZCİLİK, HUKUK-YARGI-ADALET | Leave a comment

GEÇMİŞİN İÇİNDEN * “Ana biz senin Mehmedini kumarda kaybettik. ”

Değerli Konuklar

Ben Cumhuriyetle yaşıtım size anlatacaklarım yalnız duyup işittiklerim
okuyup öğrendiklerim değil aynı zamanda kendi hayat hikâyem olacaktır.

Cumhuriyet yedi büyük savaşın ardından kurulmuştur. 1856 Kırım 1877 Osmanlı Rus 1892 Yunan 1911 Trablus 1912 Balkan 1914-18 Birinci Dünya Savaşı nihayet 1920-22 Kurtuluş Savaşı. Bu savaşlardan yalnız sonuncusu zaferle bitmiştir. Ama bu zafer vatandaştan yalnız canını ve kanını istememiştir. Vatandaştan atını arabasını çorabını kağnısını keten bezini pencere demirini alarak bu savaş kazanılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na niçin girdiğimizi bugün bile bilmiyoruz. Ama kardeşlerini bu savaşa kurban veren Avşar kadını biliyor ve parmağını Alaman’a uzatıyor:
Mektup saldım da varmadı
Tel vurdum aynı gelmedi
Alamanya harbeylesin
Gayri kardaşım kalmadı.
Savaş yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisini tümden harap etmiş ekin tarlada çürümüş; toprak tohumsuz evler erkeksiz kalmıştır. Kağnıya ve sabana koşulacak hayvan çiftin sapına yapışacak erkek yokluğunda çifte hayvan yerine kadınlar koşulmuştur. Bu çöküşün en gerçekçi destanını hemşehrim Şarkışlalı Serdari yazmıştır. Bu uzun destandan dörtlükler veriyorum:
Tahsildar da çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fakiri ezer
Yorganı döşeği mezatta gezer
Hasırdan serilir çulumuz bizim.
Evlat da babanın sözün tutmuyor
Açım diye çift sürmeye gitmiyor
Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor
Başımıza bela dölümüz bizim.
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara halini kimse sormuyor
Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim.
Savaş yılları Türk aydınlarının en yiğit en idealist en eğitimlilerini ölüme sürmüş onlar geri gelmemiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın felaket tablolarından birini unutamıyorum. Bu tabloda Tarsus tren istasyonunda bir kadın görünür. Ordu Kanal bozgunundan dönmektedir. Çul çaput içinde hasta perişan vagonlarda çuvallar gibi istif edilmiş bir asker döküntüsü. Ak saçlı bir ana yazması omuzuna düşmüş saçları darma dağın bir vagondan ötekine koşarak feryat ediyor:
“Mehmedimi gördünüz mü? Mehmedim nerede? Mehmedimi gördünüz mü?”
Falih Rıfkı Atay diyor ki:
“Ana biz senin Mehmedini kumarda kaybettik. ”
Türkiye Cumhuriyeti’nin talihsizliği çökmüş bir ekonomi ve harabeye dönmüş bir memleket üzerine kurulmasıdır. Büyüklüğü de bundandır.
16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan Bandırma vapuru bu çöküşü tersine çevirecek bir umudu taşıyordu. Bu umudun adı Mustafa Kemal Paşa’dır. Üçüncü ordu müfettişliğine tayin edilen Paşa İstanbul’dan ayrılıyordu. Yanında 12 kişiden oluşan Erkan-ı Harbiye’sinden başka kimse yoktu. Karadeniz’in azgın dalgaları ile sarsılan Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylüyordu: “Bunlar işte böyle yalnız demire çeliğe silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız maddedir! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz Anadolu’ya ne silah ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz!”.
Bandırma vapuru ile bu küçük grup 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkınca bir şarkı söylüyorlardı: “Güneş ufuktan şimdi doğar yürüyelim arkadaşlar. ”
O tarihlerde ufuktan güneşin doğacağına dair hiçbir işaret yoktur. Tersine memleket bir zifiri karanlıktır. Adana Fransızlar Urfa Maraş Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş başkent İstanbul İtilaf Devletlerinin işgalinde Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri bulunuyor. Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri var. 15 Mayıs 1919’da Yunan birlikleri İzmir’e çıkmış; Batı Anadolu’nun verimli topraklarından memleketin kalbine doğru ilerlemekte.
Dahası var. Cumhuriyet memleketin en önemli gelir kaynaklarını yabancı şirketlerin elinde bulmuştur. Demiryolları limanlar önemli tarım ve ticaret alanları bayındırlık tesisleri gümrük ve maliye gelirleri büyük Batılı şirketlerin elindedir. Türkiye Cumhuriyeti bu şirketleri birer birer satın almıştır.
İzmir-Aydın demiryolu 2 milyon İngiliz pounduna satın alınınca öğretmenimiz ödev vermişti sevincimizi dile getirmeliydik. Ortaokul öğrencisi idim ödevimin başlığı “Demir yolumuz bağımsızlık yolumuz” idi. Tütün rejisi 4 milyon Frank’a satın alınınca bu sefer ayınkacılar bayram etmişti. Ayınkacı tütün yetiştirici demektir. Köylümüz yetiştirdiği tütünü eşeğine yükleyip pazara indiremezdi. Tütün ille de bir yabancı tekele bu tekelin biçtiği fiyattan satılacaktı. İndirse kaçakçı sayılıyor ya hapse atılıyor veya tütün kolcuları ile çatışıyor ve vuruluyordu. Bir ayınkacı türküsü şöyle der:​
Hacılar köyüne bastığım oldu
Tütünümün dengi yastığım oldu
Aman dostlar bakın benim çareme
Tütünün tozunu basın yareme.
Cumhuriyet savaşlardan çıkıp da ekonomik gelişmesine odaklanınca 1930 Dünya Ekonomik Buhranı patlak verir. Buhranın Türkiye’ye etkisi tarım ürünleri ve meyveyle sınırlı olan dışsatımı vurması olur. Buğdayın kilosu 15 kuruştan 3 kuruşa düşer. Köylü gelirinin bu kadar düştüğünü gören Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şöyle bir teklifte bulunur:
“Bizim maaşlarımızla halkın geliri arasında büyük bir fark ortaya çıktı. Bu Cumhuriyet idaremize yakışmaz. Benim maaşım dâhil milletvekili maaşlarını yüzde elli azaltalım. ” Teklif kabul edilir.
Cumhuriyet ilan edilince memlekette yatırıma harcanacak sermaye ve ekonomik hayatı idare edecek eğitilmiş insan yoktur. Bu nedenle Cumhuriyet ekonomik kalkınmayı devlet eliyle yapmaya karar vermiştir. Devlet sermayesi ile iki banka Etibank ve Sümerbank kurulmuş vatandaştan birikimlerini bankaya yatırmaları istenmiştir. Devletine güvenen vatandaş da elinde avucunda ne varsa bankalara yatırdı.
Ben çamurdan yaptığım kumbarama her hafta babamın verdiği yüz paraları biriktirir bankaya yatırırdım. Bu ekonomik kalkınma hamlesini bir yerli malı seferberliği izlemiştir. Biz bayramlarda ziyaretçilerimize şeker ve çikolata yerine incir ve fındık ikram ettik. Çayı Kazova’nın kızıl üzümü ile içtik. Çünkü şeker dışardan satın alınıyordu.
Cumhuriyet yurdun doğusuyla batısını güney ve kuzeyini demiryolları ile birleştirmek istemiştir. Bu bir milli savunma sorunu idi. Atatürk diyor ki; “700 kilometre demir yolumuz var bir kilometresi bile bizim değil. ” 1932 yılında ilk tren Gemerek’e ulaştığında ben istasyonda idim. Halkın tabiri ile kara treni alkışlar ve yaşa var ol sesleri ile karşılamıştık.
Hoş bir fıkra var. İlk tren Erzurum’a varınca belediye başkanı nutuk veriyor; “Vatandaşlar Cumhuriyet fabrikalar yaptı. Sanmam ki kâr edeler vallahi de zarar edirler billahi de zarar edirler. Otobüsler aldı yollar düzenledi sanmam ki kâr ederler. Bunlar hep sizin içindir. Cumhuriyet ayağıza kadar tren getirdi bundan sonra iki ayda gittiğimiz İstanbul’a üç günde varacağız. ” O vakit bir vatandaş sorar: “Peki biz 57 gün ne yapacağız?”
Değerli Dinleyicilerim
Ben 1929 yılından itibaren Cumhuriyetle beraber iyili kötülü olayların içinde çalkalandım. Size söyleyeceklerimin bir kısmına ben tanık oldum. Bunların arasında beni çok etkileyen bir olay var. Mustafa Kemal Atatürk 1937 yılında Sivas lisesinde benim bulunduğum sınıfa geldi. Atatürk adı etrafında oluşan efsanenin etkisindeyiz. Gözleri o kadar kuvvetli imiş ki gözlerine bakan çarpılırmış. İlkin korka korka gözlerine bakıyoruz. Çarpılmadığımızı görünce o mavi gözlere 45 dakika doya doya baktık. Dersimiz hendese idi. (Yani geometri). Atatürk dişçinin kızı Saadet’i tahtaya kaldırdı.
Geçen derste müselleslerin nasıl eşit sayılacağını okumuştuk. Saadet bunun için tahtaya iki müselles çizdi. Biz o vakit üçgene müselles derdik. Saadet müsellesin kenarlarına alfa beta ve gamma harflerini koydu. Atatürk’ün birden kaşları çatıldı ve Saadet’e neden Yunan harfleri kullandığını sordu. Saadet hocamız böyle yazdı ben de onun için kullanıyorum deyiverdi.
Matematik hocamız müdür Ömer Bey sınıfta idi. Atatürk aynı soruyu ona sorunca Ömer Bey topu bakanlığa attı. Bakanlık bir kitap göndermişti onda bu harfler kullanılmıştı. Atatürk kitabı istedi o sayfayı buldu yırtıp yere attı. Sonra gidip parmakları ile Yunan harflerini sildi yerine abc yazdı. Bize; “arkadaşlar Türk alfabesi matematik terimlerini de ifade etmeye yeterlidir. ” dedi. Aradan bir hafta geçmeden abc’li yeni kitabımız geldi. Atatürk dilin sadeleşmesine ve halkın aydınların dilini anlamasına çok önem verirdi.
Halkçılık onun inanışında kuru bir slogan değildi. Halkın arasına karışmaktan çok hoşlanırdı. Bir gece Atatürk kayıp polis ve jandarma seferber olmuş her tarafı aramış taramışlar. Atatürk yok. Sabaha yakın Onu Samanpazarı’nda bir kahvede halka karışmış Zeybek oynarken bulmuşlar. ​
Prof. Dr. İlhan BAŞGÖZ

BİYOGRAFİ
İlhan Başgöz Doğum 1923 – Sivas
Profesör, Araştırmacı Yazar, Akademisyen, Çevirmen, Halk Bilimci (Folklor Araştırmacısı) eğitim; Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Halkbilimci. Akademisyen, Profesör, Araştırmacı Yazar, Çevirmen. 1923, Gemerek / Sivas doğumlu. Tam adı Mehmet İlhan Başgöz olup, kimi yazılarında M. İlhan Başgöz imzasını da kullandı. Babası ilkokul öğretmeni Hasan Efendi, annesi Cadoğlu Türkmenlerinden Zeycan Hanım’dır. 1928’de Harf Devrimi yapıldığı sırada millet mekteplerinde okuma yazma öğrendi. On bir yaşındayken ailesi Sivas’ın merkezine göç edince ilk ve ortaöğrenimini burada tamamladı (1940).
Yükseköğrenimini A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde (1945) yaptı. Aynı fakültede 1946’dan 1950’ye kadar Prof. Pertev Naili Boratav’ın asistanı olarak çalıştı. 1948’de kurulan Türk Folkloru ve Halk Edebiyatı Kürsüsü’nün düzenlediği araştırmalara katıldı, doktora çalışmasına başladı. “Biyografik Türk Halk Hikâyeleri / Kahramanları, Teşekkülleri, Saz Şairlerinin Eserleri ile Münasebetleri” adlı tez çalışmasıyla doktora çalışmasını tamamladı (1949). Bu arada Folklor ve Halk Edebiyatı Kürsüsü’nün kapatılması üzerine, burslu okuduğu için, Tokat Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı (1950); ancak iki yıl sonra buradan da çıkarıldı.
Başgöz, Ankara’ya döndüğünde askere gitmek üzere başvuruda bulundu. Bu arada, Türk Ceza Yasasının 141. Maddesine aykırı eylemde bulunmak savıyla tutuklandı, yargılandı ve iki yıl hüküm giydi. Sekiz ay tutuklu kaldıktan sonra aftan yararlanarak serbest kaldı (1953). Askerliğini bitirdikten sonra bir süre çeşitli işlerde çalıştı, İngiltere’ye giderek bu ülkede araştırmalar yaptı. 1960’ta Ford Vakfı bursuyla Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek oraya yerleşti.
İki yıl Los Angeles, iki yıl da California Berkeley Üniversitesi’nde araştırmacı olarak çalıştı. 1965’te Indiana Üniversitesinin Ural-Altay Dilleri Bölümü’ne öğretim üyesi oldu. 1967’de doçentliğe, 1976’da profesörlüğe yükseldi ve Amerika Folklor Derneği onur üyeliğine seçildi (1983). Ardından Türkiye’ye dönerek bir süre de Boğaziçi Üniversitesi’nde Türk edebiyatı dersleri verdi. 1997’de emekli oluncaya kadar bu üniversitedeki görevlerine devam eden Başgöz, 1998’den sonra Bilkent Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak görev yaptı ve daha sonra Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne geçti. Daha sonra yeniden Ankara’ya dönerek çalışmalarını Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde sürdürdü.
İlhan Başgöz, 1943 yılından itibaren, başta Doğu Anadolu Bölgesi (Kars ve Erzurum) olmak üzere, pek çok yerden derlediği destan, halk öyküleri, atasözleri, bilmeceler, türkülerin yanı sıra gölge oyunu, kukla, halk dansları konulu filmlerden oluşan zengin bir belgelik oluşturdu. Yaşadığı yüzyıl ve gösterdiği farklı kimlikler konusunda henüz hakkında görüş birliğine varılamayan Karacaoğlan konusunda “Karacaoğlan geleneği” olarak özetlediği görüşleriyle bir şairin kişisellikten anonimleşmeye gidişini ele aldı.
Yunus Emre, Pir Sultan Abdal gibi birçok şairle ilgili olarak yapılacak çalışmalarda yararlı olabilecek bu görüş, araştırmacılar arasında da ilgi topladı. Başgöz’ün halk edebiyatı araştırmalarına yaptığı katkılardan biri de sözlü kaynaklardan derlenen malzemenin bir anlatı olarak ortamı ve gelenek faktörleriyle incelenmesi gerektiğini örnekleriyle vurgulamasıdır. Türk ve dünya bilmece araştırmalarına on üç binden fazla tasnif edilmiş Türk bilmecesini A. Tietze ile yayımlayarak (Bilmece: A. Corpus of Turkish Riddles, 1973) katkıda bulundu. Türk halk öykülerini incelerken de, V. Propp tarafından geliştirilen tip ve motif odaklı yapısal araştırma yöntemine, incelemelerinde öykü kahramanlarının temel eylemlerinin “kriz, değişim, arama, engeller, çözülüş, birleşme” başlıkları altında düzenlenmesine katkıda bulundu. Türk halk öykülerini; “ailenin parçalanması, yeni bir aile için savaşım ve yeni bir ailenin kurulması” olarak üç temel bölüm altında inceleyen Başgöz, bu bölümleri kahramanların eylemleri ile birleştirir.
Nasrettin Hoca konusundaki yaklaşımı kimi çevrelerde tepkiyle karşılanan Başgöz, Nasrettin Hoca fıkralarının yüzyılların birikimiyle olgunlaşmış bir nükte geleneğinin diller ve kültürler arası gelişmelerle oluştuğu görüşündedir. Yaşamış Nasrettin Hoca ile bu birikimlerle olgunlaşıp zenginleşerek yaşayan/yaşatılan Nasrettin Hoca’nın gerçekçi bir biçimde çözümlenmesinden yanadır. 1997’den itibaren Güre’de (Edremit-Balıkesir) her yaz halkbilim ve halk edebiyatıyla ilgili yaz kursları düzenleyen Başgöz, katılan araştırmacı ve bilim insanlarına kendi çalışmalarında uyguladığı yöntemleri ve bilim alanındaki yeni gelişmeleri aktardı.
Başgöz’ün yazıları, Türkiye’de Dost, Yeni Ufuklar, Türk Dili, Milliyet-Sanat gibi dergilerde yer aldı. Kendisine 1997 yılında Kültür Bakanlığının Üstün Hizmet Ödülü, 2000 yılında Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü ve 2004 yılında TÜBA Bilim Ödülü verildi.
Posted in ATATURK, CUMHURİYET - DEMOKRASİ - ÇAĞDAŞLIK, GEÇMİŞİN İÇİNDEN, TARİHE - AYDINLANMAYA - CUMHURİYETE NOT DÜŞENLER | Leave a comment

İZLEYİNİZ * SIR NICHOLAS WINTON

 

Posted in GEÇMİŞİN İÇİNDEN, VİDEOLAR | Leave a comment

Boğazlar’dan geçiş için 3 bin 400 dolar veren gemilerden Kanal İstanbul’da 100 bin doları nasıl alacaksınız?’

Boğazlar’dan geçiş için 3 bin 400 dolar veren gemilerden
Kanal İstanbul’da 100 bin doları nasıl alacaksınız?’


Ali Kemal Erdem @akemalerdemm
aerdemster@gmail.com Salı 14 Ocak 2020

Kanal İstanbul’dan yıllık 1 milyar dolar elde edileceğini iddia eden Ulaştırma Bakanı Turhan’a, kaptan Çehreli, “Boğazlar’dan geçen gemiler ortalama 3 bin 400 dolar öderken, Kanal İstanbul’da 100 bin doları nasıl alacaksınız?” diye sordu.
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Cahit Turhan, Anadolu Ajansı’na Kanal İstanbul’la ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Turhan, Kanal İstanbul’dan günde 185 gemi geçirilebileceğini ve Boğaz’dan şu anda ancak 118-125 gemi geçirilebildiğini iddia etti.
Bakan Turhan açıklamasında yine Kanal İstanbul’un yıllık net kazancının 1 milyar dolar civarında olacağını öne sürdü. Turhan ayrıca İstanbul Boğazı’ndan geçen deniz aracı sayısında 15 yılda yüzde 25’lik azalma olduğunu, geçen gemilerin taşıdığı yük miktarında ise yüzde 53’lük artış olduğuna da dikkati çekti.
Kanal İstanbul’u savunanların en büyük gerekçelerinden biri kanal ile Türkiye’ye büyük gelir kaynağı yaratılacağı iddiası. Buna karşı çıkanlar ise gemilerin Boğaz’dan ücretsiz geçme hakkı varken Kanal İstanbul’dan geçmeyeceğini öne sürüyor.
Süveyş’ten ortalama geçiş ücreti 307 bin, Panama’da 180 bin dolar
Bütün bu iddiaları ve dünyadaki benzer kanallardan elde edilen gelirlerin ne olduğunu İstanbul Gemi Trafik Hizmetleri eski Müdürü Tuncay Çehreli ile konuştuk. Halen kaptanlık yapan Kaptan Çehreli aynı zamanda IALA – VTS Komitesi (Uluslararası Seyir Yardımcıları ve Deniz Fenerleri Otoriteleri Birliği) eski başkanı.
Çehreli ile öncelikli olarak Kanal İstanbul’un yapılmasında örnek olarak gösterilen dünyadaki benzer kanalların son durumlarıyla ilgili bilgi vererek söze başladı:
Panama Kanalı’ndan 2018 yılında 13 bin 795 gemi geçti. Bunlar 2 milyar 485 milyon dolar bıraktı. Yani geçen her gemi ortalama 180 bin dolar gelir bıraktı.
Süveyş Kanalı’ndan 2018 yılında 18 bin 174 gemi geçti ve bunlar toplamda 5 milyar 585 milyon dolar geçiş ücreti ödedi. Buradaki gemi başına geçiş ücreti ise ortalama 307 bin dolar.
Boğazlar’dan geçiş ücreti gemi başına 3 bin 400 dolar
Peki Türk boğazlarından elde edilen geçiş ücreti ne? Çehreli bu soruyu şöyle cevapladı:
Türk boğazlarına gelirsek 2019 yılı için geçiş yapan 42 bin gemiden Montrö anlaşmasına dayanılarak alınan fener- tahlisiye ve sağlık ücretlerine ilave olarak, kılavuzluk ve römorkör hizmetleri dahil toplam 143 milyon dolarlık gelir elde edildi. Bu da gemi başına 3 bin 400 dolar ediyor.

Süveyş Kanalı / Fotoğraf: AA
Kanal İstanbul’dan Süveyş, Panama gibi gelir etmek mümkün mü?
Çehreli’ye göre bu sorunun cevabı hayır. Çünkü kanal geçiş ücretlerinin fiyatlandırılırken kanalın yapım maliyetinden ziyade oradan geçiş yapan gemilere kazandırdığı süre ve maliyet avantajının esas alındığını belirterek sözlerini şöyle sürdürdü:
Süveyş’ten geçen gemiler 20 gün kazanıyor. Panama’dan geçen gemiler ise 15 gün kazanıyor. Fazladan o kadar süre gitse; gemi kirası, yakıt, personel gideriyle daha fazla ödeyecekler ve her iki kanalın alternatifi yok. Oysa Kanal İstanbul’un alternatifi, hemen yanındaki İstanbul Boğazı… Dolayısıyla Kanal İstanbul’un fiyatlandırmasını neye göre yapacaksınız?
Montrö’ye göre gemilerin geçiş hakkı engellenemiyor / Fotoğraf: AA
“Montrö’ye göre geçiş hakkı sınırlandırılamaz”
Çehreli, Montrö’nün birinci maddesinin imzacı devletlerin Boğazlar’dan geliş gidiş özgürlüğünü kabul ettiğini, yine 28. maddenin ise anlaşma kalksa dahi bu geçiş özgürlüğü ilkesini sonsuz bir süreyle güvenceye aldığını hatırlatarak, “Bu madde varken kimseye zorla Kanal’dan geçeceksin diyemezsin. Hal böyle iken Kanal İstanbul’un geçiş ücretlerinin çok cazip olması gerekir” dedi.
Boğaz’dan geçen gemiler tonajlarına türlerine göre ne ödüyor?
Çehreli’nin belirttiği 3 bin 400 dolar rakamı Boğaz geçişlerinden elde edilen yıllık 143 milyon dolarlık gelirin geçen 42 bin gemi ile bölünmesinden elde edilen gemi başı ortalama.
Çehreli, gemilerin tonajlarına göre ödedikleri ortalama rakamları şöyle anlattı:
Boğaz’dan geçen 120 metrelik yük gemileri genelde kılavuz hizmeti almıyor. Fener-tahlisiye-sağlık hizmetleri karşılığı bu gemilerden 1377 dolar alınıyor. 275 metre boyundaki tanker olarak niteleyeceğimiz gemiler ise kılavuz, römork hizmeti alıyor. Bunu hem İstanbul, hem Çanakkale Boğazı’nda alıyor. Dönüşte de aynı hizmetten faydalanıyor. Bütün bunları toplayınca ücret 56 bin dolara çıkıyor. Gerek 120 gerekse 275 metrelik gemilerin ödediği ücret gidiş dönüş şeklinde. Yani altı ay içinde dönerse bir daha ödemiyor.
“Kanal İstanbul’un yıllık maliyeti 1 milyar dolar olabilir”
Panama Kanalının yıllık işletme maliyetinin 1,2 milyar olduğuna dikkat çeken Çehreli, Kanal İstanbul’un yıllık işletme giderinin bir 1 milyar dolar olabileceği iddia etti.
Kanal İstanbul’un 15 milyar dolara mal olacağının iddia edildiğini belirten Çehreli, Bakan Turhan’ın ise yıllık bir milyar dolar gelir elde edilecek açıklamasını hatırlatarak itirazlarını şöyle sürdürdü:
Bakan’ın dediklerini doğru kabul edersek bir milyar dolar ile maliyeti nasıl karşılayacaksınız. Panama’nın sadece 2018 yılındaki işletme giderleri 1.2 milyar dolardı. Yani 2.5 milyar dolarlık gelirinin yarısı işletme giderlerine gitti. İstanbul Kanalı’da yapılırsa en az bir milyar dolar işletme gideri olabilir. Gelecek gelir ancak işletme giderine gideceği hesaplandı mı?
“50 bin gemi geçse dahi en az 40 bin dolar almak lazım”
Boğazlar’dan geçen yıl ortalama 42 bin geminin geçtiğini hatırlatan Çehreli, şöyle konuştu:
Diyelim ki 50 bin geminin tamamı da Boğazlar’dan değil Kanal İstanbul’dan geçti. Bakan Bey, yılda net bir milyar dolar elde edeceğimizi söyledi. Bu geliri elde etmek için yıllık bir milyar dolarlık işletme giderini de karşılamamız lazım. O durumda her bir gemiden ortalama 40 bin dolar almamız gerekiyor ki bu parayı çıkarabilelim. Ya da Panama’daki Süveyş’teki gemi geçiş ücretlerini baz alarak bir fiyatlandırma yaptığımızı varsayalım. O zaman soru şu? Şimdi Boğaz’larda ortalama 3 bin 400 dolar veren gemilerden Bakanın net bir şekilde söylediği ortalama 100 bin doları nasıl alacaksınız?
“Kanal İstanbul, İstanbul Boğazı’nda 13 km. daha uzun”
Kanal İstanbul’un İstanbul Boğazı’na göre yolu kısaltmadığı gibi 13 km. daha uzun olacağını öne süren Çehreli, “Hadi iyimser düşünelim finansını bulduk, diğer sorunları hallettik. Yılda 50 bin gemi geçer mi? Hemen yanında daha geniş İstanbul Boğaz’ı varken, neredeyse kat be kat ucuza geçebilecekken neden gemiler Kanal İstanbul’dan geçsin. Kimseyi geçmeye zorlayamazsın” diye konuştu.
“Geçen gemilerin yarısı talep edilecek yüksek ücreti ödeyemeyecek küçük gemiler”
Çehreli, Ulaştırma Bakanlığı’ndaki yetkililerin mevcut istatistikleri iyi okuyamadıklarını öne sürerek gözden kaçırılan bir diğer önemli hususun da İstanbul Boğazı’ndan geçen gemilerin niteliği olduğunu söyledi.
Çehreli, Boğaz’dan geçen 42 bin geminin en az yarısının 120 metreden küçük gemiler olduğunu ve yine yarısının İzmit Körfezi’ne ya da Marmara Denizi’ndeki diğer limanlara giden gemiler olduğunu belirterek sözlerini şöyle devam ettirdi:
Küçük gemilerden haliylen daha az ücret alınacak. Kanal İstanbul için talep edilebilecek rakamları ödeme şansları yok çünkü o kadar gelirleri yok. Bu sektörü de krizi sokabilir. Bölgenin gerçeklerini de bilmek lazım. 42 bin gemi içerisinde Boğaz’dan geçen büyük gemilerin sayısı daha az. Çünkü Karadeniz’de geçebilecekleri gidebilecekleri liman sayısı kısıtlı.

Çehreli, İstanbul Boğazı’nda 10 yılda sadece bir kaza olduğunu söyledi / Fotoğraf: AA
“Boğaz’da 19 değil bir kaza oldu”
Çehreli, Kanal İstanbul’un yapılmasına gerekçe olarak Boğaz’da olan kazaların gösterildiğini ve son 10 yılda ortalama 19 kaza olduğunun öne sürüldüğünü kaydederek şu iddiada bulundu:
Burada yanlış bilgi veriliyor. İlk başta bakıldığında 19 kaza İstanbul Boğazı’nda oldu sanılıyor ve o zaman ciddi bir rakam diyorsunuz içinizden. Oysa 19 kaza İstanbul Boğazı’nda değil İstanbul Gemi Trafik Hizmetleri alanını kapsıyor. Bu İstanbul’un Karadeniz ve Marmara kıyılarını da içine alan toplam 100 km uzunluğunda geniş bir bölgeyi kapsıyor. Geçtiğimiz sene (2019) 19 kaza içerisinde Boğaz’da olan kaza sayısı bir veya ikidir. Diğer kazaların çoğu fırtınalı günlerde demirli gemilerin birbirine çarpmasından kaynaklanan kazalar.
“Ben Kanal İstanbul’dan geçmem”
Çehreli aynı zamanda tecrübeli bir kaptan. “Siz bir kaptan olarak Kanal İstanbul’dan mı yoksa Boğaz’dan mı geçersiniz?” sorusuna ise şu cevabı verdi:
Kaptanlar için en önemli noktalardan biri geçilen yerdeki akıntı modeli. Şimdilik Kanal İstanbul’da ne kadar bir akıntı olacak bilemiyoruz. Ancak bir tarafta kimi yerde ortalama genişliği 1.5 km. olan İstanbul Boğaz’ı var iken 275 metre genişliğindeki Kanal İstanbul’dan geçmem. Üstelik İstanbul Boğazı Kanal İstanbul’dan daha kısa ve ucuz.
“Gemi sayıları düşüyor. En az 20-30 yıl böyle bir projeye ihtiyaç yok”
“Hadi akıntı sorununu da Montrö’yü de halletiniz. Bu kadar müşteriyi yani geçecek 50 bin gemiyi nasıl bulacaksınız*” diyen Çehreli sözlerini şöyle tamamladı:
Dünyada gemi sayıları düşüyor. Tonajları yükseliyor. Çünkü taşıma maliyetini daha düşürmek için bir sefer de daha fazla yük taşıyacak gemilere ihtiyaç duyuluyor. Bu bile incelenmemiş. En az 20- 25 yıl böyle bir projeye ihtiyaç yok. 50 yıl sonra ne olur bilemeyiz. O günkü teknolojik gelişmelere göre karar vermek daha doğru olmaz mı? Ama bugün özellikle içinde bulunduğumuz ekonomik tabloda için böyle bir projeye kesinlikle ihtiyaç yok.

© The Independentturkish
https://www.indyturk.com/node/117311/haber/boğazlarda-3-bin-400-dolar-veren-gemilerden-kanal-istanbul’da-100-bin-doları-nasıl
Posted in DENİZ VE DENİZCİLİK | Leave a comment

Saray’ın kimyasını bozan soru: 128 MİLYAR DOLAR NEREDE?

Saray’ın kimyasını bozan soru: 128 milyar dolar nerede!

Celâl Başlangıç – 13.04.2021

Bir sorunun bile Saray’ı ne hale getirdiği ortada. Bu kampanya da gösteriyor ki muhalefet partileri güçlerinin ne kadarını kullandıklarının ciddi bir muhasebesini yapmak zorundalar.
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan çok kızıyordu “damat nerede” diye soranlara. Çünkü, “damat” denilince Hazine ve Maliye Bakanlığı yaptığı dönemde Merkez Bankası’ndaki 128 milyar dolarlık döviz rezervinin buharlaştığı da akla geliyordu hemen.
Bu yüzden “Damat nerede”nin bir adım sonrasında kaçınılmaz olarak “128 milyar dolar nerede” sorusu geliyordu. Partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmalarında bu sorulara sert yanıtlar vermeye çalışıyordu Erdoğan.
“Yatıyorlar, kalkıyorlar ‘damat da damat’. Damat kadar taş düşsün başınıza.”
Ancak damat Albayrak’ın taş olup soranların başına düşmesiyle çözülmüyordu mesele. Devir teslim töreni bile yapmadan bakanlıktan istifa edip giden damat-bakan tam beş aydır sırra kadem basmıştı.
Muhalefetin sorduğu bir soru daha vardı; “128 milyar dolar nerede?”
Erdoğan bu soruya ne cevap vereceğini bir türlü kestiremiyordu. Daha doğrusu bir dediği diğer dediğini tutmuyordu. 24 Şubat 2021 tarihli AKP grup toplantısında şöyle açıklamıştı 128 milyar doların akıbetini:
“Salgın bahanesiyle yeni bir finansal dalgalanma oluşturmak isteyenlere, elimizdeki tüm araçları kullanarak fırsat vermedik. Kılıçdaroğlu’nun sürekli sorduğu dövizlerin önemli bir bölümü işte bu mücadelede kullanılmıştır.”
Ancak 10 Mart’taki grup konuşmasında belli ki fikrini değiştirmişti:
“Tutturmuşlar şu kadar para nerede? Bu para Merkez Bankası’nda. Kaybolan bir şey yok.”
Ancak başta CHP olmak üzere Erdoğan’ın verdiği bu yanıtlar 128 milyar doların akıbetini hiçbir biçimde açıklamıyor ve muhalefeti de tatmin etmiyordu. CHP Genel Merkezi örgütlerine bir yazı gönderip 128 milyar doların nerede olduğunu soran afişlerin bulundukları il ve ilçelerdeki reklam panolarına asılmasını istemişti.
Sadece konuyla yakından ilgilenenlerin ısrarla sorduğu bu soru bir türlü muhalefetin arzu ettiği popülerliği kazanamamıştı toplumda; halkı cebinden alınan 128 milyar doların peşine düşmesi konusunda pek de teşvik etmemişti.
Ancak Bursa’nın Mudanya ilçesindeki CHP örgütü Beştepe Sarayı’nın siluetinin bulunduğu zeminin üzerinde “128 milyar dolar nerede” yazılı afişi kentin reklam panolarına asınca işin rengi değişti. Çünkü Mudanya Savcılığı bu afişleri toplatırken “cumhurbaşkanına hakaret” soruşturması açtı. “128 milyar dolar nerede?” afişleri başka il ve ilçelerde de aynı gerekçelerle toplatılınca iş patladı.

CHP’nin il ve ilçeler düzeyinde muhtemelen biraz da sönük geçecek kampanyası sadece ulusal değil, uluslararası platformlarda da zirve yaptı. Kılıçdaroğlu’nun afişlerin toplatılması üzerine sosyal medya hesabından yeniden paylaştığı “#128MilyarDolarNerede” etiketi TT oldu.
Aynı zamanda bu soru bazı sosyal medya kullanıcılarına geçmişte toplanan ve akıbeti meçhul olan paraları da hatırlattı; Twitter’da “150 milyar TL deprem vergisi nerede”, “Şehit aileleri için toplanan 500 milyon TL nerede”, “IBAN’a yatırılan 2,2 milyar lira nerede” diye sorulmaya başlandı.
CHP’nin bazı yerel örgütleri “cumhurbaşkanına hakaret”ten toplatılmasın diye afişlerin zeminindeki Saray siluetini çıkartarak astı ama yine de afişlerin toplatılmasından kurtulamadı.
Konuyla ilgili insanı gülümseten tespiti CHP Genel Başkan Yardımcısı Onursal Adıgüzel yaptı: “Biz isim de vermemiştik ama savcı 128 milyar doları kimin iç ettiğini anlamış olacak ki Erdoğan’a hakaret olarak değerlendirmiş.”
CHP Genel Merkezi, biraz da Saray’a yaranmak isteyen savcıların yardımıyla çok sıkı bir muhalefet damarı yakaladı. Soru çok doğruydu ama yurttaşlık bilinci yeteri kadar gelişmediği için insanlar devlete ödedikleri vergilerin peşine düşme alışkanlığını pek edinmemişlerdi.
Aslında bunun temel nedeni yaklaşık 100 yıldır tebaa aşamasından yurttaşlık aşamasına geçiş sürecini tamamlayamamış bir toplum yapısından kaynaklanıyordu. Bir de çalışanların neredeyse yarısının üç bin liranın bir tık altındaki asgari ücrete talim ettiği bir ülkede insanların 128 milyar doların ne kadar büyük olduğunu tahayyül etmelerindeki zorluk var.
Muhalefet yakaladığı bu etkin damardan yurttaşların tahayyül etme kriterlerini daha da somutlaştıracak yöntemler geliştirmeye başladı. Örneğin geçen gün Deva Partisi Genel Başkan Yardımcısı Burak Dalgın sosyal medya hesabından “Rakamın büyüklüğü için bir fikir versin” diye bir paylaşım yaptı:
“1683’de Viyana’yı kuşattığımız günden beri HER GÜN 1 milyon dolar biriktirsek gene de 128 milyar dolar toparlayamazdık.”
CHP Grup Başkan Vekili Özgür Özel de tek tek anlatıyordu 128 milyar dolarla nelerin yapılabileceğini.
13 milyon kişiye 25 yıl süreyle asgari ücret verilebilir… Dört milyon işsize asgari ücretten 85 yıl maaş ödenebilir… Türkiye’de 24 milyon hane var. Her hane başına kapı kapı dolaşıp 40 bin TL dağıtılabilir… Ülke genelindeki toplam iki milyon esnafın her birine 477 bin lira ödeme yapılabilir…
CHP belli ki yakaladığı bu muhalefet damarı üzerinden yürümeye devam edecek. Parti Grup Yönetimi, Merkez Bankası’ndaki 128 milyar doların hangi yöntemlerle kime satıldığı, döviz rezervlerinin tüketilmesinin yol açtığı sorunlar ve sorumluların belirlenmesi ve “128 milyar dolar nerede” afişlerinin yasaklanmasına ilişkin konuların görüşülmesi için TBMM Başkanlığı’na dün genel görüşme önergesini verdi.
Önergede, “damat-bakan”ın istifasından bu yana gündeme getirilmesine karşın bir türlü yanıt alınamayan sorunun muhatabını da açıkça yazmışlar:
“Bir siyasi partinin ülkesinin kaynaklarının nerelere harcandığını sorması Anayasal hakkı olduğu gibi, bu sorulara da bugünkü sistemde ‘yürütmenin başı’ olması nedeniyle Cumhurbaşkanının cevap vermesi gerekir.”
Ama iki soruya da aylardır cevap veremiyor Erdoğan; birincisi “damat nerede”, ikincisi de “128 milyar dolar nerede”.
Başta CHP olmak üzere muhalefete de AKP-MHP iktidarına karşı nasıl bir muhalefet yürütmeleri gerektiğinin başarılı bir örneği olmaya aday “128 milyar dolar nerede” kampanyası. Bugüne kadar ülkenin kaynaklarının, ödediği verginin nereye gittiğini pek merak etmezdi bu ülkenin insanları.
Ancak her geçen gün daha da büyüyen, yoklukla, işsizlikle bir de pandemi belasıyla boğuşan insanlar daha da yoksullaştıkça artık Saray’ın çantacılarının lüks hayatlarına, arabalarının bagajlarındaki, koltuklarındaki balya balya dolarlara, eurolara daha çok tepki gösteriyor.
CHP ve diğer muhalefet partileri “128 milyar dolar nerede” diye sordukça Erdoğan’ın kimyasını belirgin biçimde bozuyorlar. Bir sorunun bile Saray’ı ne hale getirdiği ortada. Bu kampanya da gösteriyor ki başta CHP olmak üzere bütün muhalefet partileri güçlerinin ne kadarını kullandıklarının ciddi bir muhasebesini yapmak zorundalar.

https://artigercek.com/yazarlar/celal-baslangic/saray-in-kimyasini-bozan-soru-128-milyar-dolar-nerede
Posted in Ekonomi, YOLSUZLUKLAR, YOZLAŞMA - AHLAKSIZLIK | Leave a comment