EMPERYALİZMİN ARKA YÜZÜ * Amerikan Politikalarının Gizli Aktörleri: Think Tank’ler * Doğu Akdeniz’de İkinci Sevr ve Hayali Türk – Amerikan Deniz Savaşı

Değerli okur,

Bu uzun makaleyi sabırla okumanızı , dağıtmanızı ve arşivlemenizi dilerim.

DPT Eski Uzmanı ve Millî Merkez Genel Sekreteri
sayın Haluk DURAL’dan gelen bir mektup şöyle diyor ;

“Başkanlığını Yunan asıllı eski NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı (SACEUR), Emekli Oramiral James Stavridis’in yaptığı USNI-United States Naval Institute (ABD Deniz Kuvvetleri Enstitüsü) tarafından 1986 yılından bu yana çıkarılan “Naval Operations and Fleet Tactics (Deniz Harekatı ve Donanma Taktikleri)’’ isimli referans kitabın Temmuz 2018’de tamamlanan üçüncü baskısının Ege Muharebesi (The Battle of Aegean) adıyla yayınlanan 15. bölümünde ABD Donanması ile Türk Donanması savaştırılıyor.

Değerli E. Tüma. Cem Gürdeniz’in konu hakkındaki çok kapsamlı ve bilgi dolu öğretici yazısını ekte bilgi ve değerlendirmelerinize sunuyorum.”

Haluk Dural

Amerikan emperyalizminin gelecek için kurgularını , amaçlarını veya gözdağı vermek istedikleri konuları ABD’nin think tank kurumlarının senaryoları üzerinden okumak olasıdır. Görülen odur ki Amerika , Türkiye ilişkileri daha zorlu ve açık düşmanlık sürecine hızla ilerlemektedir.

Bilindiği gibi S-400 hava savunma sistemi nedeniyle ABD ile aramız açılmış ve küstahça yaptırım tehditleri ile karşı karşıya kalmış durumdayız.Bu senaryo da açıkça ve küstahça Türkiye’yi tehdittir.

USNI-United States Naval Institute tarafından planlanmış olan Ege Muharebesi (The Battle of Aegean) senaryosunu paylaşmadan önce Amerikan THINK TANK kurumları hakkında bir yazıyı bilginize sunmanın yararlı olduğunu düşündüm.

Değerli E. Tüma. Cem Gürdeniz’in bu konudaki makalesi uzun olduğundan kolay okunmasını sağlamak için Üç’e bölerek sunuyorum .

Naci Kaptan / 08 Nisan 2019

Yrd. Doç. Dr. Emine AKÇADAĞ ALAGÖZ / 20 Ekim 2009


Amerikan Politikalarının Gizli Aktörleri: Think Tan’kler

Günümüzde, Amerikan savunma ve güvenlik politikasının en önemli özelliği, her türlü potansiyel rakibe, hatta çıkarlarını tehdit eden her türlü ittifaka karşı askeri üstünlük sağlama kaygısıdır. Bu kaygının sonucu olarak, Amerika savunma harcamaları toplam dünya savunma harcamalarının % 46’sından fazladır. Günümüzde Amerikan ordusunun gerek nicelik gerekse nitelik açısından rakipsiz olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Peki ama, böyle bir politikayı kim yönlendirmektedir, bu önemli kararların ardında kimler vardır? Kuşkusuz, politik kararların alınması ve uygulanması süreci anayasal sistemle belirlenmiştir: Kongre, başkan, savunma bakanı, genel kurmayı Ama Amerikan savunma politikasını yönlendiren ve belirleyenler sadece bu kurum ve kişiler midir?

Bugün, Amerika’nın dünya literatürüne think tank sözcüğünü kazandırmış olması tesadüf değildir. Think tank, araştıran, analizler yapan, yayınları olan ve danışmanlık hizmetleri veren sivil toplum kuruluşudur. Bu düşünce kuruluşları, Amerikan politikalarının yönlendirilmesinde ve karar alma aşamalarında yadsınamaz bir etkiye sahiptir. Başka hiçbir ülkede düşünce kuruluşları ile siyasal yaşam ilişkisi bu kadar iç içe geçmiş değildir. Günümüzde, ABD merkezli olan think tank sayısı 1777`dir ve bu sayı dünyadaki tüm think tank kuruluşlarının yaklaşık üçte birine denk gelmektedir .

Amerikan think tank’lerinin ilk örneklerini oluşturan birinci nesil think tank’ler, 1900’lü yıllarda Amerikalı zengin hayırseverlerin ve entelektüellerin, akademisyenleri bir araya getirerek dünya sorunlarının tartışılabileceği bir ortam oluşturma istekleri sonucu ortaya çıkmıştır. Bu dönemin önemli düşünce kuruluşları:

Carnegie Endowment for International Peace, Hoover Institution on War, Revolution and Peace, Council on Foreign Relations ve daha sonra bünyesinden bugünün önemli think tanklerinden Brookings Institution (1927) ve American Enterprise Institute for Public Policy (1943) çıkacak olan Institute for Government Research’tür.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, iki kutuplu bir düzende süper güç olarak aktif ve güçlü bir dış politika izlemek zorunda kalan ABD için bağımsız uzman görüşleri her zamankinden daha önemli hale gelmiştir. Bu bağlamda, 1948 yılında Amerikan çıkarlarını korumak amacıyla RAND Corporation adlı think tank kurulmuştur. Dış politika alanında oldukça etkin olan RAND aynı zamanda yeni bir think tank neslinin, hükümet destekli think tank’lerin, öncüsü olmuştur. İlerleyen yıllarda RAND, Hudson Institute ve Urban Institute gibi düşünce kuruluşlarına da zemin hazırlamıştır.

Üçüncü nesil think tankler kendilerinden öncekilerin aksine siyasi tartışmalardan uzak durma prensibine sadık kalmamış ve ABD dış politikasının belirlenmesinde önemli rol oynamışlardır. Bu think tanklere örnek olarak Center for Strategic and International Research (1962), Heritage Foundation (1973) ve CATO Institute (1977) verilebilir.

Bugün, Amerikan politikasını think tank etkisinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu kuruluşlarca üretilen fikirler başkan, kongre, senato, ordu, komisyonlar, şirketler ve de medya tarafından alınmaktadır. Bu gruba bir de think tank sisteminin tipik temsilcileri olan Alvin Toffler, Hermann Kahn, Samuel Huntington veya Francis Fukuyama tarafından yazılan ve best seller olan kitapları okuyan uluslararası toplumu da eklemek gerekmektedir.

1945’ten sonra düşünce kuruluşları duruşları itibariyle merkezi, muhafazakar, liberal veya aşırı liberal eğilimler göstermeye başladılar. 80’li yıllarda demokrat partili senatör D.P. Moynihan, “Dikkat, cumhuriyetçiler düşünce partisi olma yolunda” diyordu. Bugün Amerikan sağı, gücün bir ideolojik hegemonya işi olduğuna inanıyor ve bunu nedenle 40 yıldan fazla bir süredir muhafazakar kanada yakın think tank’leri desteklemektedir .Bunlardan en önemlileri, savunma politikaları üzerine faaliyet gösteren Project for New American Century ve dış politika alanında etkili Heritage Foundation’dır.

George W. Bush’un başkanlığı sırasında Project for New American Century kuruluşu özellikle dış politika ve güvenlik konularında hükümet üzerinde büyük bir etkiye sahipti. Heritage Foundation ise yetkileri anayasa ve hukuk prensipleriyle sınırlandırılmış bir hükümet, özel teşebbüs, kişisel özgürlükler, etkili bir ulusal savunma politikası ve geleneksel Amerikan değerleri üzerine kurulu bir dünya görüşünü savunmaktadır. Sürekli bir rekabet içinde olan think tankler için görüşlerini yaymak ve etki alanlarını arttırmak son derece önemlidir. Amerikan başkanlık seçimleri, bu amaca hizmet edebilecek en iyi kanaldır.

Başkan adaylarının iç, dış ve güvenlik politikalarına ilişkin görüşlerini yansıtan ve göreve geldikleri taktirde izleyecekleri politikalar hakkında bilgi veren taslaklar genellikle think tankler tarafından kaleme alınmaktadır. Örneğin, Jimmy Carter’in Trilateral Commission ile, Ronald Reagan’in Heritage Foundation ile, Bill Clinton’in ise Progressive Policy Institute ile işbirliği içerisinde olduğu bilinmektedir.

Ayrıca, başkan Wilson’un Beyaz Saray’a çıkışından itibaren, başkanlar ve başkan adayları ABD’nin geleceğini şekillendirmek için büyük ölçüde think tanklerde görev yapan uzmanlardan yararlanmışlar, hatta bu uzmanlar yönetimde danışman olarak söz sahibi olmuşlardır. Son olarak belirtilmesi gereken, think tanklerin karar alıcalar üzerinde sahip olduğu etkinin büyük ölçüde o ülkedeki demokrasi işleyişi ile bağlantılı olduğu ancak, siyasal sistem, etnik yapı, gelenekler ve bölgesel farklılıkların da önem taşıdığıdır.

Amerika’nın federal yapısına bağlı olarak, eyaletler arasındaki rekabet ortamı sürekli daha farklı ve daha tatminkar politikaların yürürlüğe konması açısından think tanklerin önemini arttırmaktadır. Aynı şekilde, Amerika nüfusu çok farklı etnik yapı ve gelenekten insanlardan oluşmaktadır. Bu farklı gruplar, kendi görüşlerine uygun olan think tankler aracılığıyla taleplerini karar alma mekanizmalarına iletebilmektedir.

Ayrıca, ABD’de bağış yapma ve entelektüel tartışmalara maddi katkı sağlama kültürünün son derece gelişmiş olması da think tanklerin varlıklarını sürdürmelerinde önemli bir etkendir. [1]


BÖLÜM I

Doğu Akdeniz’de İkinci Sevr ve Hayali Türk – Amerikan Deniz Savaşı
Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz – 07 Nisan 2019 Pazar 11:28

ABD’nin denizlerde ve okyanuslarda en büyük rakiplerinden birisi olan Rusya’ya karşı uygulanacak harp oyunlarında bile suni savaş senaryosu kullanılırken, NATO müttefiki bir ülkenin senaryoda açık şekilde düşman statüsüne alınması Türkiye’ye ciddi bir mesaj ve diplomatik hakarettir.

Yüzbaşı Decatur ve Trablusgarp (1804) Çatışması tablosu.

Yazılarımı sürekli okuyanlar bilir. Denizde vekalet savaşı olmaz. Karada PKK ve IŞİD gibi devlet dışı aktörlerle savaşırsınız ancak denizde ulus devletler savaşır. Türk ordusu gerek Fırat Kalkanı gerekse Zeytin Dalı harekatında vekiller ile savaşıyor görünebilir ancak savaşın gerçek karşı tarafı topyekun Atlantik cephedir. Bu durumun hükümetler arası ilişkilerin diplomasi yolu ile yürütülmesine engel teşkil etmediğini söyleyebiliriz. Ancak denizde bu strateji uygulanamaz. Hele çıkar çatışma alanı Doğu Akdeniz ise…

JEOPOLİTİK AĞIRLIK MERKEZİ: DOĞU AKDENİZ

21’inci yüzyılda Türkiye’nin en ciddi jeopolitik sorun alanı Doğu Akdeniz’dir. Zira Atlantik cephe Türkiye’den neredeyse Mavi Vatanın dörtte birinden vazgeçmesini istemektedir. Bu nedenle yaşanan sürece İkinci Sevr dönemi diyebiliriz. 1919 sürümünde anavatanın, 2019 sürümünde Mavi Vatanın parçalanması hedeflenmektedir. Bu kapsamda Doğu Akdeniz’de yaşananlar ve yaşanacaklar Ege sorunlarını gölgede bırakmaktadır. Zira karşımızda dev enerji firmaları ve arkalarında emperyalizmin tarihsel temsilcisi devletler vardır. (Noble Energy ve Exxon-Mobil: ABD; Total: Fransa; ENI: İtalya gibi)

İTTİFAK DÜŞMAN OLUR MU?

Ancak durum görünenden çok daha karmaşıktır. Türkiye, mavi vatanını parçalamak isteyenlerle aynı askeri ittifak şemsiyesi altındadır. Paradokslar silsilesi yaşanmaktadır. Bu nedenle Türkiye’ye donanma üzerinden yapılacak baskı ve uyarılar önce çekirdek ikili (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan) ile onların ayrılmaz müttefikleri İsrail ve Mısır aracılığı ile deneniyor. Sonra baskı cephesi büyütülüyor. Tatbikatlar, yeni silah alımları, denizde ve enerjide işbirliği açıklamaları, Türkiye karşıtı AB ilerleme raporları, ABD’nin çok sayıdaki düşünce kuruluşu ve kongre araştırma raporları, Atlantik cephede bazı siyasi kişiliklerin tehdit dolu beyanatları gibi faaliyetler Türk iradesini değiştirmeyi hedefliyor.

Bu baskılara ABD Başkanı Trump’un 13 Ocak tweetinde Türk ekonomisi için kullandığı devastate (mahvetmek) fiilini, ya da 20 Mart Kudüs Zirvesinde ABD Dışişleri Bakanının Türkiye için kullandığı malign (habis) tanımlamasını ve son olarak S-400 ve F-35 uçakları üzerinden yürütülen baskı siyasetini de ekleyebiliriz.

AMERİKAN SENARYOSUNDAKİ DÜŞMAN: TÜRKİYE

Fakat bu saydıklarımın hiç biri, Amerikan Silahlı Kuvvetleri ateş gücünün Türkiye’ye karşı kullanılmasını açık bir şekilde dile getirmiyordu. Türkiye’deki Amerikan çıkarlarını ve Atlantik Sistemin Türk dostlarını tamamen kaybetmemek için hassas bir dil kullanan ve dolaylı tutum stratejisi uygulayan ABD, bugüne kadar yaptığı Türkiye karşıtı faaliyetlerde (4 Temmuz 2003 Özel Kuvvetlere Çuval Geçirme hadisesi hariç) ya Türkiye’deki FETÖ benzeri işbirlikçi enstrümanları kullanarak kumpas/baskı kurulmasını sağlıyor ya da gerek NATO, gerekse milli tatbikatlarında (Millenium Challenge 2000 gibi) jenerik bir coğrafya, uydurma isimler ya da semboller üzerinden Türkiye’ye mesaj vermeye çalışıyordu.

Şimdi bu stratejinin değiştiğini ve ABD’nin vites yükselttiğini görüyoruz. Başkanlığını Yunan asıllı eski NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı (SACEUR), Emekli Oramiral James Stavridis’in yaptığı USNI-United States Naval Institute (ABD Deniz Kuvvetleri Enstitüsü) bağımsız, kâr amacı gütmeyen bir düşünce kuruluşudur. Temel amacı, Amerikan deniz gücünün geliştirilmesine strateji, taktik ve fikirler üreterek katkı sağlamaktır. Aktif ve emekli, yerli ve yabancı binlerce üyesi vardır. Her sene onlarca yeni kitap USNI markasıyla çıkarılır. 1986 yılından bu yana çıkarılan “Naval Operations and Fleet Tactics (Deniz Harekatı ve Donanma Taktikleri)’’ isimli referans kitabın Temmuz 2018’de tamamlanan üçüncü baskısının 15. Bölümü, Ege Muharebesi (The Battle of Aegean) adıyla yayınlandı. Bu bölümde ABD Donanması ile Türk Donanması savaştırılıyor.

Birinci baskıda hayali Amerikan-Sovyet deniz savaşı suni bir harita ve senaryo üzerinden; ikinci baskıda (1999) suni bir coğrafyada kıyı sularında deniz harbi işlenirken, son baskıda gerçek haritalar ve gerçek olgular kullanılmış. USNI’nin yayınladığı referans bir kitapta, bir NATO üyesini açıkça düşman statüsünde görmesi ciddi bir sorundur. ABD’nin denizlerde ve okyanuslarda en büyük rakiplerinden birisi olan Rusya’ya karşı uygulanacak harp oyunlarında bile suni savaş senaryosu kullanılırken, NATO müttefiki bir ülkenin senaryoda açık şekilde düşman statüsüne alınması Türkiye’ye ciddi bir mesaj ve diplomatik hakarettir. Zira kitabın önsözü ABD Deniz Kuvvetleri Komutanı tarafından yazılmış ve imzalanmıştır.

NATO’da bile tatbikat senaryolarında hedef ülkenin kim olduğu uzmanlar tarafından bilinmesine rağmen, hiçbir zaman o ülkenin ismi doğrudan zikredilmez, suni bir isim kullanılırken, bir NATO ülkesine (Türkiye) karşı, bir başka NATO ülkesinin (Yunanistan) savaşını adeta kışkırtan ve daha sonra, tüm askeri ve siyasi gücü ile o ülkenin yanda savaşa katılacağın açıklayan bir senaryo, bulunabilecek en hafif tabiri ile, skandaldır.

İlk iki baskısı sadece duayen deniz taktik uzmanı Wayne Hughes tarafından yazılan kitabın 3. Baskısında yeni yazar olarak E. Amiral Grier yer almış. Bu baskıda yeni kavramların ve özellikle Türk Amerikan çatışmasının eklenmesinde 90 yaşına gelen Hughes’un rolünden çok, müktesebatı modern deniz taktikleri, bilgi harbi, asimetrik harp, suni zeka, insansız araçlar, mayın harbi ve denizaltı savunma harbi olan, uzun yıllar NATO’da ve ABD Deniz Akademisinde çalışan Amiral Grier’ın rolünün öne çıktığını söyleyebiliriz.


BÖLÜM II

DOST GÖRÜNEN DÜŞMAN: TÜRKİYE

Senaryo, Kıbrıs’a Yunanistan’ın balistik füzeler yerleştirmesini Türkiye’nin bunu önlemesi ve fırsattan yararlanarak benzer silahların yerleştirileceği Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve İstanköy adalarını işgal etme niyeti üzerine kurgulanmış. Başlangıçta senaryonun Türkiye’yi hedef almadığı, 1920 yılında Amerikan donanmasının İngiliz donanmasına karşı oynadığı harp oyunlarına benzetilerek kurgulanmış olduğu belirtilse de, metinde Türkiye için ‘dost görünümlü güçlü bir düşman’ ifadesi kullanılması bu kabullenmeyi baştan çürütüyor. Türkiye’nin İslami değerlere sahip çıkan, ancak fanatik teokratik yaklaşıma sahip olmayan bir ülke olduğu belirtilen (her nedense laik-secular kelimesi kullanılmamış) senaryoda, Amerikan ateş gücünü Türk anavatanına yönlendirmenin ABD çıkarları için bir felaket olacağı vurgulanıyor.

Senaryo gereği, Ege’de gerçekleştirilen deniz kampanyasında silahlı çatışma alanı olarak sadece deniz tarafı kullanılmış. ABD 6. Filosu, başlangıçta Yunanistan’ın ve Güney Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünü sağlamak ve Yunan Donanmasının yokoluşunu önlemek için Kıbrıs’a giden Türk amfibi konvoyuna ve filosuna karşı Aegis sınıfı kruvazörleri gönderiyor. Türkiye birini batırıyor. Onlar da adaya giden Türk tank çıkarma gemisini (LST) batırıyor. Gemiyle birlikte 700 kişi kaybediliyor. Daha sonra savaş Ege’ye yayılıyor, Türkiye Boğaz önü ve Doğu Ege adalarını işgale yöneliyor.

TÜRKİYE’Yİ TAMAMEN KAYBETMEMEK

6. Filonun hedefi amfibi gücü adalara varmadan diğer muharip unsurlarla birlikte imha etmek. Bunun için de Türk savaş gemilerinin karşısına yem olarak 6 adet korvet tipi gemi çıkararak Türk unsurları açık denize çekmek. Bu gemiler Türkleri oyalarken senaryoda gelecekte sahip olunması gerektiği vurgulanan 8 adet Phantom ismi verilen ve her biri 10 tane taktik balistik füze taşıyan kıyı sular saldırı gemileri ile Türk donanmasının işini bitirmek hedefleniyor. Senaryoda çok güçlü düşman olarak gösterilen Türkiye’ye karşı Ege’deki Türk kıyılarından itibaren tam bir deniz kontrolünün tesisi amaçlanıyor. Kıyı sularda deniz savaşının değişik taktik, doktrin ve muharebe sistemleri gerektirdiği ve yeni gemi tipleri ile silahlara olan ihtiyaç öne çıkarılıyor.

Senaryoda amacın, savaşı karaya yaymadan sadece denizde kısıtlı ve emniyetli bir hareket yaparak riski azaltmak olduğu belirtiliyor. Böylece hem Türkiye’yi tamamen kaybetmemek ve aynı zamanda Amerikan gemi ve can kaybını artırmamak amaçlanıyor. Genelde bilgi harbi ve insansız sistemlerin kullanılmasına vurgu yapılan senaryoda 6. Filo süper kahraman olarak gösterilmiş ve sayısal olarak güçlü Türk donanmasının karşısına zaman kaybetmeden çıkarılmış. Senaryo bu meydan okumayı İkinci Dünya Savaşının Pasifik Cephesinde Japonya’ya karşı kazanılan Midway savaşına benzetiyor. Avrupa Amerikan Deniz Kuvvetleri Komutanının akış içinde “barışı sağlamak için kan dökmenin gerekli olduğuna inanıyorum’’ sözü dikkat çekiyor.

Senaryo Amerikan Başkanını tam bir Yunan hayranı yaparken, Amerikan Milli Güvenlik Kurulu Kıbrıs’a yönelik fiili bir harekatın ABD’ye yapılmış olacağı tehdidini ihmal etmiyor. Yunanistan’a da hiç bir adasının işgal edilmeyeceği garantisi veriliyor. Her nasılsa savaşı Türkiye, Amerikan kruvazörünü batırarak başlatıyor. Senaryoda dikkat çeken bir diğer önemli husus, Ege gibi kıyı sularda Amerikan donanmasının bu sahada tecrübeli Türk donanması karşısında büyük riskler alamayacağı ve gemi kayıplarına tahammül edemeyeceğini belirtmesi. Bu nedenle Truman uçak gemisi, Türk Hava Kuvvetleri ve Türk gemilerinin füze menzili içine sokulmuyor. Diğer taraftan kıyı sularda Harpoon benzeri gemiye karşı güdümlü mermilerin de ana kara ve adaların gölgesi nedeni ile güvenilir olmayacağı genellemesi yapılıyor. Senaryoda Ruslar da Türkleri ikna için aracı olarak kullanılmış. “Türklere söyleyin. Adaları işgal etmesin.’’


BÖLÜM III

SEMBOLLER VE MESAJLAR

Amerikalı meslektaşlarımız semboller üzerinden mesaj vermeyi de ihmal etmemişler. Amerikalı Oramiralin İtalya’daki NATO görevinden ve Rhode Island/Newport’taki Deniz Harp Akademisinden arkadaşı olan Türk Donanma Komutanının adı Oramiral Mehmet Abdül. Yazar, Abdül’ün Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin Türkleri medyada küçük gördüğü karikatür ve yazılarda kullandığı bir tabir olduğunu bilmediğimizi sanıyor olabilir. Diğer sembol isim açık olarak verilmiş ve izah edilmiş. Phantom filosunun iki komutanından birisinin adı Albay Stephanie Decatur. Bayan subaya verilen soyadı da 1804 yılında Cezayir Dayısını yenerek Berberi gambotunu ele geçiren Deniz Yüzbaşı Stephen Decatur’dan geliyor. Amerikan Donanmasının ilk deniz zaferi olarak kabul edilen olayı resmeden ve yere düşen Türk bayrağını da gösteren Dennis Malone’nun yağlı boya tablosu, Pentagon’da ABD Deniz Kuvvetleri Komutanı makam odası girişinde bulunuyor.

GÜNCEL NAVARİN TEHDİDİ

Söz konusu kitabın 15. Bölümü salt bir deniz taktik kitabının çok ötesindedir. Türkiye’nin Ege, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de çıkarlarını korumak için Yunan deniz gücü ile karşı karşıya kaldığında Amerikan gücünün kayıtsız şartsız Yunanistan’ın yanında olacağını ve bu uğurda gerekirse Türk donanmasını imha edebileceğinin açık mesajını veriyor.

Durumu 1827 yılında Pilos’ta yaşanan Navarin Baskını şartlarına benzetebiliriz. Reel politik düzlem ile bu senaryo bir arada değerlendirildiğinde, Doğu Akdeniz’de, kontrolü giderek güçleşen askeri yığınaklanmanın devam ettiği; Türkiye ve KKTC’nin deniz yetki alanındaki meşru haklarına şirketleri üzerinden araştırma ve fiili delme, faaliyeti ile meydan okuyan; resmi açıklamada Türkiye’ye “habis” diyebilen siyasi ittifakların yer aldığı bir ortamda, ABD Deniz Enstitüsü tarafından yayınlanan bu senaryo, düşmanca bir niyetin yansıması ve Türkiye’yi hala Bon Pour L’Orient (şark için iyi) olarak görme temayüllerinin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.

DİKKAT EGE’YE ÇEKİLİYOR

Senaryonun ve taktiklerin Ege harekat alanı açısından eleştirisi için sayfalar yetmez. Ancak söylenmeden geçilemeyecek husus, senaryoda bir savaşta son sözü söyleyecek Türk denizaltılarından hiç bahsedilmemiş olmasıdır. Pek çok maddi hata ve yanlış bilgi ile bu senaryo ve hal tarzının, hiç bir yerinde Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin kıta sahanlığını koruma kararlılığı ve hidrokarbon kaynakları mücadelesine yönelik gönderme yapılmaması da çok ilginçtir. Halbuki bugün için asıl mesele Ege’deki durumdan çok daha önemli olan Doğu Akdeniz enerji kaynakları mücadelesidir. Bir bakıma kurguda, Türkiye’yi Ege sorunlarına çekerek, Doğu Akdeniz yetki alanı paylaşım mücadelesini ikinci plana atmasını arzulayan bir mesaj verilmeye çalışılmıştır. Senaryoda Türkiye’nin Avrasya’ya ve özellikle Rusya’ya tamamen yönelmemesi için de tedbirler alındığını görüyoruz. Örneğin Türk Amfibi gücünü önlemek için çok fazla can kaybına neden olacağından denizaltıların kullanılması ya da ana karaya hava saldırısı istenmiyor. Yani Türk kamuoyunu kazanmak için açık kapı bırakılıyor.

YUNANİSTAN’A VE RUMLARA GÖREV

Diğer yandan Yunanistan ve Güney Kıbrıs’a bu senaryo ile aslında bir görev verilmektedir. “Türkiye’nin askeri gücü çok artmıştır, siz şimdi ön alırsanız, bizim de desteğimizle Türkiye’yi yener, karada ve denizde siyasi hedeflerinize ulaşırsınız.” Geçmişte emperyalizmin benzer teşvikleri ile kendi başlarına “Küçük Asya” felaketini getirmiş olanların, bu ucuz ve çok tehlikeli senaryoda yer alıp almayacaklarını bilemeyiz.

BİLGE DEVLET ADAMLARI NEREDE?

Diğer taraftan bazı Amerikalıların İkinci Dünya Savaşının bilge amirallerinden ders alması gerekiyor. Mesela Amiral King ve Amiral Leahy başta Başkan Truman olmak üzere karşı cephenin yoğun baskısına rağmen 1945 yılında Japonya’ya karşı nükleer silahların kullanılmasına açıkça karşı çıkmıştı. Bugün de ABD devlet sisteminde savaş çığırtkanlığı yapanları dizginleyecek akil devlet adamlarına ihtiyaç var. Sadece denizde kısıtlı kalacağını hayal ettikleri Türk Amerikan savaşının söz konusu koşul sağlansa bile yaratacağı deprem ve kıracağı fay hatlarını Amerikalılar düşünemiyor mu?

Türkler ve Türk Donanması, anavatan ve mavi vatanın bir karışını vermez. Bu uğurda güç kullanım tehdidi ve savaş ile caydırılamaz. Ege’de veya Doğu Akdeniz’de 1827 ve 1919 koşullarını geri getirmenin, mantık dışı senaryolarla Türkiye’ye mesaj vermenin zamanı geçmiştir. Zaman, deniz dibi kaynaklarının ve deniz yetki alanlarının kıyıdaşlar arasında hakça paylaşılması için müzakere edilmesi; Ege’de başta karasuları genişliği sorunu olmak üzere Yunan oldu-bittilerinin Türkiye’nin hayat alanını nasıl kısıtlayacağının anlaşılması zamanıdır. Zaman, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın ulusal güçlerinin ötesinde hayaller ile Türk mavi vatanından hırsızlık yapma teşebbüslerine son vermeleri zamanıdır.

CHURCHİLL DERSLERİ

Diğer yandan yazarlara, Birinci Dünya savaşında Türkler için kullanılan Abdül’ün yerini Mehmetçiğin aldığını hatırlatalım. Beğenmedikleri Abdül, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşında Mehmetçiğe dönüştü. Churchill’in Lozan sonrası hatıratındaki ifadesi ile: “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri, müttefikler için en kötü aşağılanmadır… Müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır.” Amerikalı meslektaşlarımızı tarih okumaya davet ediyoruz.

Unutulmamalıdır ki, karşılıklı saygı ve anlayış üzerine inşa edilecek Türk – Amerikan dostluğunun küresel barış ve istikrara katkısı, bu ucuz senaryoların yaratacağı karmaşa ve yıkımdan çok daha değerlidir.

Başta Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarımız olmak üzere devletimizin sorumlu makamları kuşkusuz bu senaryoyu ciddi şekilde değerlendirecektir. Ancak, Türk ve KKTC kamuoyu, devlet yönetiminde bulunanlardan, bu konuda yaptıkları/yapacakları resmi girişimler ve gösterdikleri kararlılıkla ilgili aydınlatıcı açıklamayı da beklemektedirler. [2]

Aydınlık

[1] http://www.bilgesam.org/incele/1012/-amerikan-politikalarinin-gizli-aktorleri–think-tankler/#.XKs3S9jVLIU
[2] https://www.ulusal.com.tr/gundem/dogu-akdenizde-ikinci-sevr-ve-hayali-turk-amerikan-deniz-savasi-h227408.html
This entry was posted in ABD - AB - EMPERYALIZM, DENİZ VE DENİZCİLİK, Ekonomi, İSTİHBARAT KURUMLARI. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *