KÖY ENSTİTÜLERİ / SIĞIR ÇOBANLIĞINDAN SENATOYA / MUALLİM BEĞ NİYAZİ ÜNSAL -1

Değerli okur,
KÖY ENSTİTÜLERİNİN tarihi geçmişini, MEZUNLARININ topluma aktardıkları katkıları ve yaşamlarının izini sürmek için  ülkemizi dolaşarak hayatta olan KÖY ENSTİTÜSÜ mezunlarıyla ve ebediyete intikal etmiş olanların da aileleri ile görüşerek Cumhuriyetin eğitim tarihinin geçmişini kayda alan. Bu pırıltılı eğitim kurumlarının T.C. Eğitim tarihinde kaybolmadan yer almasını sağlayan, birikimlerini yazıya döken  değerli araştırmacı yazar sayın Sercan Ünsal‘ın, Köy Enstitü’lü olan babasının yaşam öyküsünü, köylerde karşılaştıkları zorlukları, cehaletle nasıl savaşıldığını anlatan “ SIĞIR ÇOBANLIĞINDAN SENATOYA / MUALLİM BEĞ NİYAZİ ÜNSAL”  başlıklı yazısının 1. bölümünü okumanıza sunuyorum.
Değerli Muallim Beğ Niyazi Ünsal ile birlikte, Cumhuriyet Türkiye’sinin eğitimine temel olan ve büyük katkılar sağlayan tüm KÖY ENSTİTÜLÜ öğretmenlere şükran borcumuz vardır. Ebediyete intikal etmiş olan bu değerli eğitim neferlerine rahmet, hayatta olanlara sağlık ve uzun ömür dilerim.
Naci Kaptan / 10.04.2021

Araştırmacı Yazar Sercan Ünsal / KALABALIK CADDE
MUALLİM BEĞ NİYAZİ ÜNSAL
Erzincan/Refahiye Çatalçam (Zevker) Bucağında İsmail-Türkmen Ünsal’ın (Kızıl) ilk çocuğu olan babam Niyazi Ünsal 1927 doğumludur. Lakapların kullanıldığı köyde dedeme Ağbal, babaanneme ise Türkmen denilmektedir. Doğu Anadolu/Karadeniz Bölgesinin önemli, stratejik ve geçiş bölgesi olan yerel şive ile Zövker Köyü; ekilebilir arazisi engebeli ve verimsiz, hayvancılık yapılan, bölgenin kısmen orman içi olması nedeniyle, ekonomik durumu son derece sınırlı olan halkı yoksul bir bucak (nahiye) merkezidir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde köyün bir kısım erkeğinin geçim sıkıntısı nedeniyle dönemin yükleme boşaltma limanı olan Samsun/Çarşamba ve Batum’a çalışmaya, Kırım’a ise sığır çobanlığı yapmaya gidildiği çocukluğumda anlatılırdı. Çocukluğumun gürcü ve tatar kızı lakaplı kadınların çalışmaya gidenlerin Rusya’dan getirdikleri eşleri olduğunu sonradan öğrenecektim. Karadeniz-Doğu Anadolu ikliminin etkisi görülen Çatalçam ve yöre köylerdeki yoksulluk, 1939 Erzincan depremi ile daha da derinleşir. Köyde can kaybının olmadığı depremde; çöken ahırlardaki hayvanların uzun süre kurtarılamadığını, hayvan leşlerinin kokusu ve böğürtülerinin yıllarca babamın hafızasında yer etmiştir. Aynı şekilde Annemde ahırın çökmesi nedeniyle ölen mandalarına günlerce ağladığını anlatırdı. Kızılay’ca gönderilen Karadenizli Laz ustaların 2 ayda yıkılan ‘toprak damları’ tamir ettiğini, giderlerken de burada iyi mısır yetişir diyerek yanlarında getirdikleri mısır çuvalını köylülere dağıttıklarını, sonraları küçük yaştaki Amcam Nedim’le çileli mısır tarlası bekçiliklerini hüzünlenerek anlatmıştır.
Böylece Osmanlı bakiyesi olan köyümüzde hayvancılık dışında arpa-buğday ziraatına mısır ekimi de eklenmiştir. Yörede Osmanlı döneminin sonlarında itibaren etkinliği bilinen ‘Orçul deresinin’ egemeni Asım Ağa’nın yanında zaman zaman dedemin çalıştığı, konağının inşaatı sırasında doğan oğluna ağasının ismini vermesine rağmen, sefalet çizgilerinde bir değişiklik olmamıştır. Kaydi olarak 12 yaşında ve ilk okul 4. sınıfta deprem vurgununu yaşayan babamın hafızasındaki dramatik sefalet hikayelerine; Milli Şef döneminin yol vergisi mükellefiyetini bedenen yerine getirmek zorunda kalarak, 2 ay Refahiye/Köroğlu mağarasında kalarak çalışan dedemin çaresizliği de eklenmiştir. Ağrı dağında jandarma olarak askerliğini yapan dedemin anlattığı 365 gün zirvesinde kar eksilmeyen Ağrı dağındaki ‘susuzluk’ çilesi, çaresizliği ve Köroğlu deresindeki ‘açlık’ anılarının etkisi talihsiz bir dönemin silinmeyen hikayesidir.
Beş derslikli ilkokulun 1930’da açıldığı Çatalçam’da okula başlayan babam ayrıca; kış aylarında ”Şiran’lı” hocaların köyde karargah kurarak açtıkları kuran kursuna akranları ile birlikte giderek dini eğitimini de tamamlamıştır. İlkokul 2. sınıfta Ofuzlu lakabıyla çağrılan annesinin resmi adı olmadığını, öğretmeninin uyarısıyla öğrenir. Annesinin adı kayıtta Türkmen’dir, bunu 9-10 yaşında öğrenen babam çok şaşırdığını ve üzüldüğünü anlatır. Okul, kuran kursu ve hepsinden önemlisi çobanlık yükünü küçük yaşta omuzlayan babam, Cemal Öğretmenin ilkokulda okuma yazma öğretmesinin yanında başka dünyaların, değerlerin varlığını anlatmasından, örnekler vermesinden çok etkilenmiştir.
Yörede yaygın olan koyun, keçi hayvancılığında kullanılan tuz, Kemah tuzlasından getirilmektedir. Köyün büyüklerinin yanına katılarak gruplar halinde eşekleriyle birlikte yılda bir defa yayan yapılan (gidiş geliş 60 km.) yolculuklarla kışlık tuz ihtiyaçlarını getirmeyi de üstlenmiştir. Küçük yaşlarda yapılan bu yolculuklarda hırsızlık ve eşkıya korkusunun açlıklarını bile bastırdığını daima anlatmıştır. Yaz aylarında akranları ile birlikte sınırlı sayıdaki kendi koyun ve keçilerinin çobanlığına küçük yaşta başlayan babam, ilkokulu bitirmesiyle birlikte köyün sığır çobanlığına mecburiyetten terfi etmiştir! O yaşlarda 64 liraya 7 ay çobanlık yapan babam yıllar sonra aday olacağı seçimlerde bunu seçmenlerine vurgulayacaktır.
Köyün yoksullarından olan dedemin tabiriyle çobanlığında her gün bir çarık parçalayan babamın uzun süre yalınayak, kendi tabiri ile taştan taşa atlayarak yaklaşık 3 yıl çobanlık yaptığı günlerde; Cemal Öğretmeninin önermesi ve ısrarıyla ilçesi Refahiye’de girdiği Pamukpınar Köy Enstitüsü (KE) sınavını kazanmıştır. Böylece ilkokulu bitirdikten sonra iki yılı aşkın süren sığır çobanlığına veda ederek, köylüsü Tahsin Çınar’la birlikte Maarif Memurluğu’ndan aldıkları öğrenci belgeleriyle Kemah’tan bindikleri trenle Yıldızeli’ne ulaşmışlardır. 1943 yılı Kasım ayı sonlarında Pamukpınar KE’ne gitmelerine rağmen yatakhane yetersizliği nedeniyle bir kısım öğrenciyle birlikte yılbaşında geri gelmeleri kaydı ile köylerine gönderilmişlerdir.
Pamukpınar yerleşkesinin inşa döneminde yaşanan sıkıntılı dönemde birkaç gün de olsa enstitüde kalan babam; arpa ve darı ekmeğinden başka ilk defa kara somun, ilk defa kendi tabağından yemek yediğini, ilk defa samanla doluda olsa kendi yatağı olmasından çok etkilenmiştir. Enstitüye başlayan her öğrencinin yaşadığı, ‘ilklerle dolu’ benzer süreçten geçerek 1944 yılının ilk haftasında Pamukpınar’a tekrar gelen babamın kesin kaydı yapılarak, sınıflar belirlenmiştir. Ancak, dönüşlerinde kaldıkları yatakhanenin çatısı kapatılmasına rağmen kiremitlerin döşenmediği için kar yağdığı günler battaniyelerinin üzerinin bir parmak karla örtülü olarak uyanmaları sıradan bir hal olmuştur. Bir müddet sonra adını ilk defa duyduğu zatürreden revirde yatan hasta öğrenciler olduğu duyulur, ismini hatırlamadığı ölen öğrencinin cenaze namazı ve defin törenine tüm öğrenciler katılır, defin sırasında öğretmenlerin ağlamasından çok etkilenir. Kafasındaki öğretmen algısını zorlayan ağlayan öğretmenler görüntüsü enstitüye aidiyet duygusunu geliştirir, ulaşılamayan öğretmen algısından sevecen öğretmen aşamasına geçişin ilk basamağı olduğunu bir öğretmen olarak anlatır yıllar sonra.
Pamukpınar KE’nün temeli Müdür Etem Salmangil döneminde, 1941/10. ayda atılmış, Akçadağ KE’den aktarılan 120 öğrenciyle birlikte 01.02.1942 tarihinde eğitime başlanmıştır. Enstitünün Müdürlüğüne de Akçadağ KE. Müdürü Şinasi Tamer atanmıştır. Yerleşkenin inşaatında Kızılçullu, Çifteler, Akpınar, Pazarören’dan gelen, Akçadağ’dan aktarılan öğrencilerle eğitmen kursu öğrencileri çalışmışlardır.

Pamukpınar Köy Ensititüsü yatakhane girişi – 2017
Pamukpınar KE’ne Çatalçam’dan bir önceki yıl gelen ilk öğrenciler, Bahattin Sağıroğlu ve Kadir Çil’dir. Ayrıca, Köy Eğitmeni Kursu’nda Refahiye’li hemşerileri de vardır. Çatalçam’da uzun süre Nahiye Müdürü olarak görev yapan Yeşil Müdür lakaplı müdürün çocukları olan Cemil ve Sabri Gür kardeşlerde enstitüye kayıt yaptırmışlardır. 1944 yılında Tahsin Çınar’la birlikte başladıkları Pamukpınar’dan enstitülerin fiilen kapatıldığı 1954 yılına kadar yirmiye yakın köylüsü mezun olmuştur. Pamukpınar’ın inşa döneminin son ve sorunlu döneminde ve savaş yıllarında Pamukpınar’da eğitime başlayan babam; yola çıktığı Çatalçam’daki baba evinin sefaletini ve zor koşullarını unutmayarak okuluna dört elle sarılmış, yaşam çizgisini değiştirmeyi hedeflemiştir. O günün koşullarında başkaca alternatifi olmayan, yaşamın acımasız zorluklarını aşarak enstitüye gelen; o günlerin Niyazi Kızıl’ı artık dönüşü olmayan bir yola girmiştir. Başarmak, kaderini değiştirmek zorundadır…
Yıldızeli’nin meşhur soğukları, zaman zaman yaşadıkları açlık ve temizlik sorunlarıyla mücadele ederek başlayan zorlu enstitü günlerinde; ilk dönem öğretim yılına geç başlayan babam ve arkadaşları yoğun bir ders çalışma dönemine girerek eksikliklerini gidermeye çalışmışlardır. İkinci dünya savaşının yokluk yıllarında çekilen ekmek sıkıntısı, Tokat’tan getirilen ‘lahana, pırasa, ıspanak’ üçlüsünün oluşturduğu öğle yemeklerinin sıkıntısını hatırlamak istemez. Mezuniyetten sonra uzunca süre pırasa yemeyen babam; yıllar sonra öğretmenliği döneminde pırasanın zeytinyağlıda(!) yapıldığını sonradan öğrendiğini tebessümle anlatırdı.
Baharın gelmesi ve yerleşkedeki inşaatların tamamlanma çalışmalarının başlaması ile eğitmen kursu öğrencileriyle birlikte yoğun bir çalışma dönemine girmişlerdir. Her enstitülü gibi ilk defa eline mala alan, hızar çeken, kirizma yapan, fidan diken, fırında, süthanede, terzihanede, arılıkta, bağda görev yapan, yapı inşaat işlerinde, demirhanede, marangozluğun her aşamasında çalışarak mezuniyetine kadar artık ‘usta’ olan babam; efsane öğretmenleri Ziraat Ömer’in (Ömer Yurdugül) her tarım dersinde tekrarladığı ‘amele arının görevleri’ ve arılıktaki uygulamalardan etkilenmesi ileride ek gelir sağlamak amacıyla arıcılığa başlamasına önemli etki yapmıştır. Rüzgardan fidanların yan yatmasına bile tahammül edemeyen, kuşların konacak dal bulamadığı Pamukpınar’da kavaklık, çam ormanı ve meyve bahçeleri kuran, günümüzün tabiriyle yeşilin sevdalısı öğretmenini arazide ağzında eksilmeyen sigarasıyla hatırlar hep … (2)
Müdür Şinasi Tamer ile Eğitim Başı Osman Yalçın döneminde Pamukpınar’a başlayan, 1946 yıl sonunda enstitülerin geriye sayım ve kapanış sürecinde atanan Müdür Ahmet Önertürk döneminde 1948 yılında mezun olmuştur. Yaşamı boyunca çok saygı duyduğu ve ilişkisini devam ettirdiği Müdürleri Şinasi Tamer ve eşi Türkçe öğretmenleri Müşerref Hanım’ın üzerinde bıraktığı etkiyi ise unutamamıştır. Müşerref Öğretmenin bir dersinde; ‘Biz sizleri öğretmen yapmak için buraya getirdik, hamal değil … Ama biz sizi burada eğitmeye, doğruları öğretmeye, Atatürk’ün cumhuriyeti, devrimleri emanet ettiği Türk Gençliğini yetiştirmeye hazırlamak için getirdik..’ ifadesi ile Şinasi Tamer’in cumartesi toplantılarındaki; ‘Doğrudan kaçmayacaksınız, haksızlığa baş eğmeyeceksiniz. hak bildiğiniz yolda yalnız da kalsanız sonuna kadar yürüyeceksiniz’ (1) söylemini yaşam boyu ilke edinmiştir. Yıllar sonra Müdürü Şinasi Tamer’den aldığı 14.10.1976 tarihli mektupta onun aşağıda belirtilen duygularını okumaktan mutlu olur.
‘Yavrum; Biz eski Köy Enstitüsü Müdürlerinin bugün parlamentoda 22 öğrencimiz var. Bunların tümü ile elbette çok seviniyoruz. … Ve nihayet: Erzincan’dan getirdiğin Erbakan’ın meşhur fabrikalar yapacak fabrikasını otomobiline atarak Ankara’ya getirmen olaylarıdır. Senatoda her seslenişin memleket çapında bir havaalanı yapıyor. Yaptıklarınla övünüyor, sana birazcık emeği geçen bir hoca sıfatıyla büyük bir rahatlık duyuyorum. Memleket ve Millet yararına daha bir çokları katılsın. Başarılı Parlamento yaşantında seni içten kutlar, gözlerinden yanaklarından öper, sonunun bitmemesini istediğim başarılarını ömrüm boyunca duymak isterim yavrum.’ (2)
Pamukpınar KE Müdürlüğü’nden ayrıldıktan 30 yıl sonra 49 yaşındaki öğrencisine ‘yavrum hitabıyla başlayıp yavrum ifadesiyle’ bitirerek yazdığı mektubunda, öğrencisi olmanın yavrusu olmaya yettiği görülen; Şinasi Tamer’in sevinci ve sıcaklığı Köy Enstitülü yaklaşımının bir ifadesi, anlamlı bir örneği olmalıdır.
1943 yılı başında atandığı Pamukpınar’da; ‘burada koşullar, ötesi Köy Enstitülerden daha ağırdı’ gözlemi ile görevine başlayan Eğitim Başı Osman Yalçın’ın; tören alanı ve yemekhanede düzenlediği tüm öğretmen, öğrenci ve çalışanların katıldığı haftalık değerlendirme toplantılarında oluşan demokratik ortamı ve neler yapalım-neler yapmayalım tartışmalarını örnek alan babam öğretmenliğinde uygulamaya çalışır.(3) Bir müddet Resim İş derslerine giren Osman Yalçın’ın ve usta öğretici Mehmet Tüfekçi’nin resim yeteneğini fark ederek yağlı boya resme yönlendirmesinin öğretmenlik döneminde çok yararlarını görür. Biçki-dikiş Öğretmeni olan eşi Rezzan Yalçın’ın kız öğrencilerce çok sevildiğini, Şinasi Tamer, Osman Yalçın ve Halis Tüzüngüç’ün (Eğitim Şefi) uyum içerisinde çalışmalarının enstitüdeki ortama çok olumlu etki yaptığına değinmiştir.
1944 yılı başından itibaren tatillerde Kemah üzeri trenle köye gidiş-gelişlerinde boz/lacivert elbiseleri nedeniyle ‘enüsdülü’ olduklarının anlaşılması üzerine zaman zaman imalı sataşmalarla karşılaşmalarına rağmen umursamazlar. Sivas’ta, Yıldızeli’nde, Kemah’ta, Refahiye’de ve köylerinde anlatılan karalamalarla kendi yaşadıklarının arasındaki farkı kısa sürede kavrayan ‘komünizmin ne olduğunu da bilmeyen’ babam; Cumhuriyet karşıtı güçlerin daha kuruluş aşamasından başlayarak yaşamı boyunca organize bir şekilde süren saldırmalarına karşı durmuş, mücadele etmiştir.
Müdür Şinasi Tamer’le birlikte Pamukpınar’a gelmiş Hasan Kaygınok’u; (Hasan Usta-Rus Hasan) ”iyi bir elektrik ve motor ustasıdır. Kendi kendini yetiştirmiş halk eğitimcisi, çalışkanlık, dürüstlük örneği biri. Pek çok arkadaşımızı elektrik ve motor konusunda eğitti. Usta yaptı. Kafkas asıllıydı. O nedenle Rus Hasan denirdi kendisine.. Biz hep; Hasan Usta yada Hasan Abi diye çağırırdık kendisini.. ” ifadesiyle anlatır.(2) Hasan Usta’larına Rus diyemeyen o günün öğrencileri gelecek kötü günlerde nelerle suçlanacaklarını nereden bilsinler. Yıllar sonra öğrenir Rus Hasan’a yapılanları Müdürü Şinasi Tamer’ın yazdıklarından. ”.. Rus Hasan’ı aldım diye, başıma atılan taşlardan bir parça … bahsetmişsin. O Rus Hasan ki öz be öz Türk Hasan. Kafkasyalı Hasan. İçi Türklükle yoğrulmuş, damarlarında Türk geleneği ve Türk göreneğini katıksız taşıyan Hasan Usta hala orada, tarihin yapraklarına gömülerek, evvelce yapılanların şimdi yapılanları ölçme yeteneğine erişmiş. Kısaca tarih olmuş bir abide.” ifadesiyle anlatır yaşadıklarını Şinasi Tamer.(1) Mektubunda çalışanına yıllar sonra bile ‘abide’ tanımı yapabilen; Pamukpınar Ekibinin Başı engin yürekli bir Şinasi Tamer abidesi durmaktadır adeta. Doğayla savaşarak Pamukpınar’ı var eden, Akçadağ KE’ne terini akıtan ekibin başı olan Şinasi Tamer’in güçlü yönetim yetenekleri ve becerisinin izlerini her iki mektubunda görmemiz tesadüf olmasa gerek. O Şinasi Tamer’ki, Akçadağ ve Pamukpınar’da yapılanları kendine mal etmeyerek ‘arkadaşlarımla yaptık’ diyebilen bir aydınlanma neferidir.
Pamukpınar’a girdiği ilk haftadan itibaren kitap okumaya başlayan, yaşamı boyunca da sürdüren Babam; Gürün’lü sınıf arkadaşı Mustafa Poyraz’la birlikte 2 yıl aylık duvar gazetesi çıkarırlar. Sınıf arkadaşları olan; Emin Özdemir, Hazım Zeyrek ve diğer öğrencilerden şiirler, öyküler, anılar… yayınlarlar. 1946 yılında enstitü kütüphanesine 2 adet gelen zamanın Varlık dergisinin okuma sırası gelmemesi üzerine haçlıklarını birleştirerek abone olurlar. Varlık’a öykü gönderirler ancak yayınlanmaz. Diğer sınıfların duvar gazeteleri ile tatlı bir rekabet de yaşarlar. 1947-48 yıllarında ise Mustafa Poyraz’la birlikte sınıf başkanlığı yaparlar. Her enstitüde olduğu gibi kültür, sanat, müzik, gösteri, folklor, spor vd. faaliyetlere tüm enstütülüler aktif olarak katılır. Etkinlikler civar köylüler ve Yıldızeli’liler de katılır. Yıl sonu gösterilerini Sivas Halkevi’nde halka sunarlar. Beden eğitimi öğretmeni Nazmi Bey’in önem verdiği voleybol ve eltopunda sınıfça başarılı olurlar. 1946 yılında enstitüye staja gelen Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi Talip Apaydın’la tanışmaları yıllar süren dostluklarının başlangıcı olur.
Her enstitülüde bir iz bırakan, Pamukpınar’ların ise yüreğine yer eden; ”Büyük Veysel Toprak şiirini, Sivrialan Köyü’nden, bizim diyardan’ı (Mektup şiiri) aynı günlerde yazdı. Pamukpınar Çeşmesinin hemen bitişiğinde yaptığımız lokalin açılışında okudu, ilk kez Toprak yapıtını. Üç kez tekrar ettirdik okumasını. Üçüncüyü bitirirken, Küçük Veysel’e ‘kalk Veysel, bunun sonu gelmeyecek’ dedi ve yürüdü” ifadesiyle anlatır Aşık’ını. Diğer bir anlatımında ise; ”Okulumuzun Çamlıbel eteğindeki derenin üzerine yaptığımız un değirmeninin savacağı başında bir kaç arkadaş oturuyorduk. Aşığın geldiğini gördük, toparlandık. Yanımıza geldi, ”… güzel yer seçmişsiniz çocuklar, su sesi güzeldir” dedi. Bizlerde hep bir ağızdan ‘Sizin sesiniz, sizin sazınız daha güzel öğretmenimiz.. ‘ diye yanıtladık kendini. ‘Öyle de olsa su sesi başkadır, ben hep su sesini sevdim, severim’ dediğini yıllar sonra yazar.(1) (Toprak şiirinin ilk defa çalınıp söylenmesi anlatımları Çifteler KE’de de vardır. Ancak, babamın yaşayan arkadaşları anlatımlarının arkasında durmaktadırlar!)
Pamukpınar’ın 500 civarında olan öğrenci mevcudunun 35-40 kadarının kız öğrenciden oluştuğunu belirtir. Kız öğrencilerin yatakhane ve diğer müştemilatlarının ayrı olduğunu, ders, nöbet ve uygulamalı dersleri birlikte yaptıklarını belirterek terzihane, süthane, revir vd. işliklerde öğrenci/usta öğrenci pozisyonunda 4. ve 5. sınıflarda birer hafta çalıştıklarını ifade etmiştir. Kız öğrencilerle aralarında kaç-göç tabir edilen bir ilişki olmadığını, tersine kardeş/koruyucu ilişkileri olduğunu, zamanla anlaşan arkadaşlarının nişan-nikah törenlerinin okulda yapıldığını belirtmiştir. Revir hemşiresi Emine Hanım’ın ilk mezunlardan Erzincan/Üzümlü’lü (Cimin) Hüseyin Erdoğan’la okulda evlendiklerini hatırladığını belirtmiştir. Revir ve terzihane çalışmalarında öğrendiği ilk yardım ve şırınga vurma ile dikiş makinası kullanması çocukluğumuzun ilginç anıları arasındadır. Öğretmenliği döneminde anneme de öğrettiği ilk yardım ve şırınga vurma becerisinin çalıştığı köylerde ‘çok can kurtardığını’, siyasete girdiği zaman o dönemde kurtardığı hastalarından çok destek gördüğünü gülerek anlatır.
Enstitü yönetiminin Pamukpınar yerleşkesinin civarında bulunan köylerle ilişkileri ve yardımlaşması olumludur. Tarım dersleri uygulamalarının dışında harman zamanı idarece belirlenen yaşlı veya dul kadınların, çocukları askerde olan yaşlıların zirai işleri 10’ar kişilik öğrenci grupları tarafından kısa sürede bitirilir, harman kaldırılır. Aynı şekilde kendi sınıfları iki grup halinde 10 km mesafedeki iki köyün okulunu inşa ederler. Köylülerle ciddi sayılabilecek sorun yaşadıklarını hatırlamaz, köylülerin enstitülüleri benimsediklerini anlatır.

Pamukpınar Köy Enstitüsü 1948 mezunları
Pamukpınar’ın Tokat yakınlarında 20 dönüme yakın üzüm bağı bulunmaktadır. 1946-47 yılı yaz aylarında bağda arkadaşlarıyla nöbetleşe 2 yıl görev yapar. Üzüm bağında pekmez, sirke, üzüm suyu yapımının yanında kayıt dışı şarap yapımını öğrenir ancak, şarabı sevemediğini gülerek anlatır. Anadolu da ‘katma değeri en yüksek meyve üzümdür’ demeyi ihmal etmez, ama açlıktan fazla yedikleri koruklardan ishal olduklarını söylemeden duramaz. Tokat bağında ilk yıl ağustos aylarında sıcaktan bunalan, sıkıntılı bir dönem geçiren babam görev dönemi bittikten sonra köye tatile gider. Yolculuğunda her enstitülünün yaşadığı ”komünist, moskof, dinsiz..’ sataşmalarıyla gene karşılaşır.
Enstitüde okuduğu kitaplar genellikle klasik kitaplardır, yazdıkları da kompozisyon ve şiirden öteye geçmez, kütüphaneye gelen dergileri takip etmeye çalışırlar. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizin ve devrimlerin dışında ideolojik, siyasi bir bilgisi, öğrenecek kaynağı da yoktur. Aşk, sevda şiirleri yazacak bir dünyaları, ortamları da yoktur. Savaşın ve Yıldızeli’nin ağır koşullarında ayakta kalma mücadelesi veren öğrencilerin ve öğretmenlerin ideolojik yaklaşımlar gündemlerinde, en azından Niyazi Kızıl’ın gündeminde yoktur. Sıkıntılı Tokat bağları ve Kemah yolculuğundan sonra köye döndüğü günlerde; Çarlık Rusya’sı döneminde 30 yıl Kırım’da çalışan ve 1917 devriminden sonra mübadele ile ülkemize dönen ‘başevik’ lakaplı köylüleri Mehmet Termeli’yi ziyaret eder. Çocukluğunda herkesin ona ‘bolşevik dayı’ dediği, zamanla lakabı ‘başevike’ dönüşen Mehmet Amca’sı köyün sözü dinlenen, sayılan ve sevilen bir kişisidir. Hepsinden önemlisi çevresinde okumayı teşvik eden, haksızlığa tahammül edemeyen bir şahsiyettir.
Çocukluğumda köyde beni her gördüğünde babama selam söyleyen yaşlı ‘başevik’ amcanın sevecen yüzü ve iri gövdesi hala hafızamdadır. Bu karşılaşmada Mehmet Amca’sına; ‘sana niçin bolşevik diyorlar, bolşevik ne demek?’ diye sorar. Mehmet Amca’sı önce kıs kıs güldükten sonra; ”Bolşevik çoğunluk demek evladım, çoğunluk demek. Ben Rusya’da iken 1917’de Lenin devrim yaptı. Çarlığı yıktı. Bu devrimde Rusya halkının çoğunluğundan yana olanlara bolşevik, azınlıktan yana olanlara menşevik dendi. Bende çoğunluktan, yani devrim yapan Lenin ve arkadaşlarından yana olduğum için bana bolşevik diyorlar” ifadesiyle cevaplar. Katıldığı bir toplantıda Lenin’in; ”.. Söyleyin bakalım beni dinleyenler siz, çalışan, üreten, çalıştığının, ürettiğinin karşılığını tam olarak alıp tüketen bolşevik misiniz, yoksa çalışmayan, çalışanları sömüren, çalan, fırsat kollayan, art değerler peşinde koşan ‘menşevik’ mi? Dediği zaman sandım ki salon yıkılıyor. Bolşevik, bolşevik, bolşevik sesleriyle her yer inliyordu.” anlatımıyla ”işte ben o gün bolşevik oldum” der. O gün ilk defa Lenin ismini duyan babam, ”48 yıl önce anlatılanları tam algılayacak, söylenenleri yerli yerine koyacak yeterlikte değildim…” ifadesiyle düşüncelerini samimiyetle açıklar. (1) Bu açıklamasına rağmen babamın ölünceye kadar ‘komünist’ yakıştırmasından kurtulamadığını şimdilik belirtmekle yetinelim.
1946 yılının eylül ayı ortalarında köyünden enstitüye döndüğünde tedirginliği fark eder, Hasan Ali Yücel’in Bakanlıktan ayrıldığını anlatırlar, bir müddet sonra da Tonguç’un Genel Müdürlük’ten ayrıldığı haberi gelir. ‘Ters rüzgarların’ şiddetli estiği enstitülerde yeni Bakan Reşat Şemsettin Sirer, 1946/12. ayında Şinasi Tamer’le birlikte 19 enstitünün müdürünü görevden alarak ilk büyük darbesini vurur. Babamın deyimi ile 14 yıllık Köy Enstitülerinin kuruluş dönemi bitmiş, tasfiye/kapanış süreci başlamıştır. Yıllar sonra öğrencisine yazdığı 06.11.1976 tarihli mektubunda; ”… Ben ne idim ki Niyazi. Benim görevim içinizdeki ateşi alevlendirmek, o alevi yakıcı değil, ışık verici, nur saçıcı olarak etrafı aydınlatmasını sağlamaktı. Asıl espri sizdiniz. Yapıcı varlık sizlerdiniz. Dağı, taşı birbirine katıp Türk olmanın gururunu, varlığınızı, yaptıklarınızla kanıtlayan ve harp senelerinde olmazı olmaz yapan sizlerdiniz. Bizler ancak, içinizde var olan küllenmiş değerleri harekete geçirmekle cevherinin kendisini bulmasına yardımcı olduk. Her şey sizin emeğiniz, sizlerin Türklükten aldığı büyük kuvvetle başarılıdır… ” diyebilen koca yürekli Şinasi Tamer’in, Hasan Ali Yücel’in, İsmail Hakkı Tonguç’un, Ferit Oğuz Bayır’ın … dönemi bitmiştir artık.
Yazımızda yer verdiğimiz her iki mektubunun her satırında o yıllarda bilinmeyen ‘biz kültürünün’ izleri, ruhu bulunan Şinasi Tamer’in ve bir kaç ay önce Pulur KE’ne Müdür olan Osman Yalçın’ın ve diğer öğretmenlerin yükselttiği aydınlığın sönüş dönemi başlamıştır artık. Yıllar sonra; ”Yıldızeli’nde doğayla savaştım. Gerek idare amirlerinden ve gerekse idareci arkadaşlarımdan daima yakınlık ve beraberlik gördük. Bütün köylüler dostumuzdu …”(4) diyebilen, ekip çalışmasını ilke edinen Şinasi Tamer’in yokluğuna alışmaya çalışırlar. Toplantılarda; ‘vatanını yediği ekmek kadar sevdiğini'(!) söyleyen Müdür Ahmet Önertürk’le başlayan geriye sayım sürecini şaşırarak yaşayacaklardır, ne yazık ki.(5)
M.E.Bakanı R.Şemsettin Sirer’in seçim bölgesi olan Sivas’ta bulunması nedeniyle özel önem verilen Pamukpınar’da, 1947 yılı başından itibaren Gazi Eğitim Enstitüsü ve İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin dereceli mezunlarının atamaları yapılmaya başlanmıştır. Tonguç döneminin bir kısım öğretmeni kısa sürede değiştirilmiştir. Yeni gelen öğretmenlerin öğrencilere ve çalışanlara enstitüde alışılmamış, mesafeli, buyurgan davranışlar göstermeleri, derslerde despotça yaklaşımları görülmesi özellikle küçük sınıflarda etkisini göstermeye başlamıştır.
Enstitüde alışılagelen sistemi değiştirmeden kişisel, önyargılı davranışlar ve zaman zaman aşağılamaya varan ifadelerle sindirme dönemi başlamıştır. Enstitünün 3. sınıfında olan babam arkadaşı Mustafa Poyraz’la sınıf başkanlığı yapmakta duvar gazetesi çıkarmaktadırlar. Arkadaşları ile yaptıkları görüşmelerde ilk etapta gelişmeleri anlayamama sıkıntısı çekmelerine rağmen öğrenciler arasındaki ilişkilerde bir bozulma olmamıştır.
Ancak zaman hızla ilerlemekte, öğrenciler arasında idareye yanaşanlarda görülmektedir. İsmini Mehmet olarak hatırladığı Gazi Eğitim’den gelen yeni mezun Türkçe Öğretmeni bir yemekhane görevinde babamı kenara çekerek soy adının niçin ‘Kızıl’ olduğunu sorgular. Gerekli açıklamayı yapmasına rağmen, babam şaşırmıştır, anlayamadığı sorgulamayı kimseyle de paylaşamaz. Şaşkınlığını üzerinden atamadan ertesi gün aynı öğretmen Varlık Dergisi aboneliğinin dikkat çektiğini, en kısa sürede soy adını değiştirmesini ”ileride zararını görürsün” uyarısıyla tatlı sert önerisini de yapmayı ihmal etmez. Dergi aboneliği durumunu Mustafa Poyraz’a anlatır, aboneliği iptal ettirirler, soyadı uyarısını kimselere söyleyemez.
Zamanla diğer sınıflardaki arkadaşlarıyla benzer ‘sohbetler-yoklamalar’ yapıldığı duyulur. Köye gittiği ilk sömestri tatilinde durumu dedeme açar, değişikliği kabul ettiremez. Soyadı kanunu döneminde ailenin bir kısmı Kızıl, diğer kısmı ise Kızıltaş soyadını almış, bir sorun yaşamamışlardır. Çaresiz kalan babam konuyu Nahiye Müdürü Yeşil Bey’e açarak yardım ister. Yeşil Müdür’ün devreye girmesiyle dedem ikna edilir, yasal işlemler başlatılarak Ünsal soyadı yazan yeni nüfus cüzdanı ile enstitüye geri döner. Bu gelişmeyi sınıf arkadaşı olan Emin Özdemir yıllar sonra; ”.. bir Niyazi Kızıl vardı … o dönemlerde kırmızı kravat takanlara bile komünist diyorlardı. Hele soyadı Kızıl olunca büsbütün öyle. Adam demek ki onun için değiştirdi, Erzincan Senatörü oldu..” ifadesiyle yaşananı anlatır.(6)
Belirtilen değişiklikten sonra bahsi geçen öğretmenle ilişkileri normal seyrine döner, öğretmende ertesi yıl tayin olur. Ancak; Müdür Ahmet Önertürk’ün ekibinden olan öğretmenlerin özellikle alt sınıf öğrencilere subjektif yaklaşımları, ikmale bırakma, tasdikname alma vd. gelişmeler görülmeye başlar. Son sınıfta oldukları bir gün coğrafya dersine nöbetçi öğrenci olması nedeniyle geç giren Hüseyin Kızılırmak’ı öğretmen Nevzat Ayhan sınıfa almaz. Öğrenci mevcut uygulamayı anlatır, öğretmen ikna olmaz. Sınıf başkanları olarak babam ve Mustafa Poyraz, müdahale ederek arkadaşlarını savunurlar, diğer öğrenciler de müdahil olur, ancak öğretmen öğrenciyi sınıftan atar. Kızılırmak Eğitim Başına durumu anlatır, yardımcı olacağını söyler, ancak gene derse alınmaz. Durum öğrenci başkanlarınca Müdür Ahmet Önertürk’e intikal ettirilse bile sonuç değişmez. Öğretmenin kara listesine giren Hüseyin Kızılırmak çok ders çalışmasına rağmen tek ders coğrafyadan ikmale kalır, haziranda mezun olamaz. İkmal sınavlarına korku içinde çok çalışarak hazırlanarak mezun olduğunu yıllar sonra hüzünle anlatır 91 yaşındaki Hüseyin Kızılırmak Öğretmenimiz. (7)
1947 yılı başında Pamukpınar’a başlayan ve 1951 yılında Hasanoğlan KE Sağlık Kolu’ndan mezun olan Süleyman Özerdem; Müdür Ahmet Önertürk döneminde Karaözü’den kaydolan 19 kız öğrenciden 2 öğrencinin mezun olduğunu örnek vererek, önemli sayıda öğrencinin tasfiye edildiğini yüreği yanarak yazar yıllar sonra.(5) O yılların Niyazi Ağabeyini ‘çalışkan, ismi enstitüde duyulan, sözü geçen ve cevval bir öğrenci olduğunu bilirdik’ ifadesiyle, Erzurum günleri dayanışmasına değinerek ve de üstüne basa basa ‘Baban yiğit bir adamdı evladım’ diyerek anlatır, Süleyman Özerdem.(8) (Görüşmemizden sonra telefon ederek bu ifadeyi yazmamı istediği için buraya aldığımı belirteyim.) Şinasi Tamer zamanında engellemeye çalıştığı öğretmenlerin öğrencileri özel işlerde kullanma eğilimi giderek artar. Öğrencilerin izlendiği kitap, defter ve çantalarının kontrol edildiği bu dönemi; ”enstitülerde kitabın ekmekten önce geldiğini” söyleyen Emin Özdemir; ”Bu iftira dönemi enstitüdeki arkadaşlar arasına da yayıldı. Onlar içinden de bir takım milliyetçi gruplar çıktı.” ifadesiyle anlatmaya çalışır.(6) Artık çark dönmektedir, tüm enstitülerde olduğu gibi Pamukpınar’da da benzer süreç yaşanmaktadır.
1948 yılı Haziran döneminde mezuniyet sevincini yaşarlar, ikmale kalan arkadaşları da vardır. Eski mezunlara yapılan coşkulu mezuniyet töreni onlara yapılmaz. Köylerine dönme hazırlıkları yaparken Müdür Önertürk yeni mezunları toplayarak, okuldaki tüm öğrencilerin önünde; ‘.. şurada görülen üstü açık binanın çatısını bitirmeden, kiremitlerini dizmeden diplomalarını vermeyeceğini’ söyleyerek sevinçlerini söndürür. Konuşmasında aşağılama ve gözdağı kokan bir üslup kullanmasına üzülmelerine rağmen sınıf başkanları olarak Müdür Ahmet Önertürk’ten görüşme talep ederler. Görüşmede; babam; ”… şartlı diploma verme ifadesine çok üzüldüklerini … her zaman enstitünün emrinde olduklarını … gece gündüz çalışma koşullarının sağlanması halinde kısa sürede işi bitirecekleri.. ” mealinde önerilerini iletir, önerileri kabul görür.
Görüşmeden önce yönetime kırgın-küskün olan mezunlar enstitüden bir an evvel ayrılmak için hızlı çalışma kararı almışlardır. Bu gelişme üzerine 1.5 ay süreceği hesaplanan çatı yapımını 20 günde gece gündüz çalışarak bitirip diplomalarına kavuşurlar. Mezuniyet sevincini yaşayamadan yaşamlarının tüm çizgisini değiştiren Pamukpınar’dan, Hasan Ali Yücel’in, İsmail Hakkı Tonguç’un ışığından ayrılışları buruk olur. Köy Enstitüleri Eğitim Sistemi’nin (KEES) aydınlığını içine sindirmiş Niyazi Ünsal’ın ‘Canlandırılacak Köy’ idealine doğru zorlu yolculuğu başlamıştır artık.
Okul elbiseleriyle köyüne dönerek babasının harmanının kaldırılmasına yardım eden babam uzun bir bekleyişten sonra Refahiye’ye 30 km uzaktaki Yıldızören (Köst) Köyüne tayin olur. 1948 yılının Kasım ayı başlarında Köst Köyüne gider. 25 haneli aşağı ve yukarı Köst tanımıyla iki yerleşimli, ekilebilir arazisi sınırlı orman içi bir köydür. Köyün iki derslikli, beş sınıfta öğrencisi olan ve lojmanı bulunan okulunda göreve başlar. Enstitüdeki kıyafetleri ile ‘bir döşek, bir dastar, bir bakır tava ve tencere ..’ yükü ile köye gitmiştir. Perdesi yoktur, lojmanın pencerelerini okulda bulduğu eski gazetelerle kapatarak ilk geceyi geçirir.
Enstitüdeki staj ve uygulamalar dışında hiç bir deneyimi olmadan başladığı mesleğinde, kendi tabiri ile ‘sefalet günleri’ başlamıştır. Kendisiyle ‘Muallim Beğ’ hitabıyla bağırarak konuşan muhtarın ve Yeter Ana lakaplı yaşlı komşusunun sahiplenmesiyle biraz nefes alır. Her sabah Muallim Beğ nidalarıyla uyanan 20 yaşını yeni bitiren babam Muhtarın bu kendine özgü tavrını köyden tayin olana kadar engelleyemez. Öğrencileri bile zaman zaman Muallim Beğ demeye başlarlar! Her sınıfta öğrenci bulunan okulun 4. ve 5. sınıflarında askerlik yaşına gelmiş, tıraş olan öğrencileri vardır. Bu öğrencilerin devam durumu ve derslere ilgilerinin sorun yaratması üzerine; askerden dönen okuma yazması sorunlu öğrencilerle birlikte onlara da gece kursları düzenlemesi yapar. Böylece yaşı uygun öğrencilerin derse yoğunlaşmasını sağlar.
Kar altındaki köyde bir kaç ayda öğrencilerdeki gelişme fark edilince köydeki itibarı artar. Kendi ifadesiyle kayda değer deneyimi olmadan başladığı öğretmenliği döneminde sonradan fark ettiği önemli hatta, affedilmez hataları olmasına rağmen yaşı büyük 10 civarındaki öğrenciye kısa süreli desteklerle diploma almalarını sağlaması işini kolaylaştırmıştır. Köy erkeklerinin bir kısmı kışın İstanbul’a çalışmaya gitmektedirler. Arazisi sınırlı olan köyde mezun ettiği yaşı büyük öğrencilerin İstanbul’a gitmelerini teşvik etmesi olumlu karşılık görür, yıllar sonra bunların bir kısmının İstanbul’a yerleştiğini duyar.
Kayda değer bir sorun yaşamadan ilk öğrenim yılını kapatan babam; hiç öngörmediği bir şekilde dedemin neden olduğu mali sorunlar yaşamaya başlar. İlk göreve başladıkları dönemde aylık maaşları 20 lira olan babam Refahiye’ye daha yakın olması ve kışın genelde yolların açık olması nedeniyle dedemi mutemet tayin etmiştir. Buna rağmen maaşlarını düzenli alamaz. Dedem babamın maaşlarıyla o dönemin geçerli yatırımı olan keçi yetiştiriciliğine başlar, bir kaç ay içerisinde hastalık nedeniyle keçilerin ölmesi sonucu zarar eder. Bir müddet bu süreç devam eder, babama bazı aylarda sadece 5 lira gönderir.
Köydeki Yeter Ana’sının sahiplenmesiyle ayakta kaldığını hatta kendisini evlendirmek bile istediğini, sadece çay-şeker-yağ-tütün satan köy bakkalına borçlarını 4 ay sonra zar zor ödediğini anlatır, yıllar sonra. Dedemle sorunlarını nasıl çözeceğini bilemeden ders yılı bitiminde Refahiye’ye gider, üzerinde lacivert enstitü elbiseleri vardır. İlçede kendisinden bir yıl önce mezun olan ömür boyu dost kalacakları Muazzim Battal’la karşılaşır. Dertleşirler, Muazzim Amca’nın önerisiyle durumu Maarif Memuru’na sormaya karar verirler. Maarif Memuru’nun mutemetlik vekaletini azil talimatını imzalatmasıyla mali bağımsızlığına kavuşan babam, hemen maaşını alır, ilk defa 20 lirası olmuştur. Ancak, gittiği Çatalçam’da korkudan dedeme yaptığı tasarrufu söyleyemez.Kısa sürede tatil olmasına rağmen Köst’e döner, bakkal borçlarını öder. Oğlunun maaşını almak için ilçeye giden ve azille karşılaşan dedemin karşılaştığı durum aralarındaki soğukluğu daha da arttırır.
Bir müddet sonra Kırım’da Lenin’i alkışlayan köylümüz Bolşevik’in araya girmesiyle hava yumuşar, ancak girişim yıllarca süren mesafeli bir ilişkinin başlangıcı olur. 1949 yılı ortalarında 20.-TL’lik maaşına kavuşan babam genelde sorunsuz bir dönem geçirir. Çeşitli köylerde görev yapan enstitülü arkadaşları, diğer öğretmen ve eğitmenlerle ve ilçe maarif memurluğu personeli ile ilişkilerini geliştirir. Enstitüde öğrendiği; pansuman yapma, şırınga kullanma, dikiş dikme, marangozluk, ağaç dikme, aşı yapma vb. etkinliklerin devreye girdiği bir süreçte başlamıştır. 5. dönem mezunu olarak Refahiye köylerine atanan enstitü ruhunu taşıyan bir kısım öğretmenin gücünün, etkinliğinin hissedildiği, önemli bir aşamanın başlangıcına gelinmiştir Refahiye’de. Haklarında yapılan karalamalara, ağır koşullara rağmen; dört elle sarıldıkları eğitim faaliyeti ile köylülere düzenledikleri okuma-yazma kurslarındaki başarıları köylüler nezdinde karşılık bulur. 1950 seçimleri ile başlayan çok partili dönem ve DP iktidarı olumlu havayı kısa sürede dağıtır, öğretmenlerin sözünün dinlendiği dönem kısa sürer.
1949 yılının yaz aylarında köyüne gelmiştir. Çevreden evlenmesi yönünde telkinler ve öneriler gelmektedir. Köyün yaşlı kadınları yörenin sayılan ve sevilen hocası Yusuf Hoca’nın torunu olan annem Mehbube’yi överek önerirler. Öğretmen olmuştur ancak, köyün yoksul bir ailesinden geldiğinin de bilincindedir. Çocukluğunda bir kaç kez gördüğü annemin ailesinin eğilimini öğrenmek amacıyla aracılar koyar. ‘Atlasa dastar mı yamanır’ cevabının gelmesi üzerine, annemi kaçırmaya karar verir. O yılın çayır biçme döneminde öğretmen arkadaşı Kadir Çil’le birlikte annemi kaçırırlar. Köyün ileri gelenlerinin araya girmesi ile ailelerin anlaşması sonucu annemle evlenerek Köst Köyü’ne dönerler. Bu evlilikten beş çocukları olur. Evlenmiştir ancak evleri tamtakırdır. Annemin çeyiz olarak getirdiği döşekle kendi döşeğini birleştirerek ancak bir döşek yapmalarını yıllarca gülerek anlatırlar.
Marangoz ustası olan babam masa, sandalye vd. eşyalarını kendisi yapar, devreye Yeter Ana’nın girmesiyle eksikliklerini giderirler, artık göç yolda düzülecektir. Bir müddet sonra ailesinden ve köyünden ilk defa ayrılması nedeniyle üzülmeye başlar, kış şartları da ağırlaşmıştır. Dedesinden eski yazı okuma yazma öğrenen ve abime hamile olan annem, o zamanın meşhur eski yazı destanları okuyarak vakit geçirmeye başlar. Zaman zamanda köyün misafir kadınlarına da okumaktadır. Okuldan döndüğü bir gün, Battal Gazi Destanı’nı ağlayarak okuduğu gören babam kızarak kitapçığı annemin elinden alıp kapıya doğru fırlatır. Kapı açıktır yoğurt getiren Yeter Ana yerde eski yazılı kitapçığı kuran-ı kerim sanarak sorgulama yapar. Babam destan kitabı olduğunu açıklar ve konu kapanır.
Ancak; Yeter Ana’ları duramaz, sağda solda konuyu anlatmaya başlar. Konu, ‘öğretmen kuranı yaktı’ dedikodusuna kadar vardırılır. Köy Camisinin İmamı Celal Hoca’nın müdahalesi ile bir müddet sonra konu unutulur gider. Yıllar sonra babamın 1973 seçimlerinde CHP’den senato aday adayı olması üzerine; rakipleri 23 sene önceki ‘kuranı yakma’ dedikodusunu aleyhine kullanmaya başlarlar. Hatta o dönem İstanbul/Okmeydanı’na yerleşen ‘Köstlü Celal Hoca’ lakaplı eski köy imamına rakip parti adayları giderek röportaj yapmak, beyanat almak isterler. Çevresinde sayılan ve sevilen bir kişi olan Celal Hoca; görüşmeye gelenleri ”… köyün imamı olan bende bile o zaman kuran-ı kerim yoktu, Niyazi Hoca’da nerden olsun … yalanınıza ortak olamam …” ifadesiyle tersleyerek görüşmeyi bitirir.
Bilahare öğretmenliğinde iyi ilişkileri olan babama haber göndererek durumu anlatır, seçimlerde Köst Köyü’nde ve Refahiye’de destek olur. Seçim döneminde olayın doğrusunu anlatma dirayetini gösteren Celal Hoca’nın gösterdiği basireti, bir kısım öğretmen arkadaşının, hem de enstitülü olanların gösteremediğini hep örnek vererek hüzünle anlatırdı. Seçim sürecinde Köst Köylülerinin kendisine sahip çıkmalarından ise son derece mutlu olmuştur.
Öğretmenliğinin ilk yıllarında köylünün en basit nüfus işleri, askerlik, arazi ve adli sorunlarında dahi çaresiz, sahipsiz olduğunu; devlet memurları, jandarma, yörenin ağa ve eşrafın arasında sıkışıp kaldığını gözlemler. En basit dilekçeyi bile yazdıracak becerisi, parası olmayan köylülerin dilekçelerini konuyu kavrayarak, detaya hakim olarak yazmaya başlar. Ayrıca köylüye yol göstererek işlerini kendilerinin takip etmelerini teşvik eder. Bir müddet sonra sonuçlar alınmaya başlar. Artık köylünün devlet dairelerinde, mahkemelerde meramını ifade edecek resmi kayıtların, en basit itiraz dilekçesinin önemi anlaşılmaya başlar. Niyazi Hoca’nın yazdığı dilekçeyle sorunun çözüldüğünü duyan diğer köylerden de ‘akıl danışmaya, dilekçe yazdırmaya’ gelenler olur.
Köylüye benzer destekleri veren diğer enstitülülerin bu yaklaşımının etkilerinin görülmesi, enstitülülerin itibarının artmasına neden olurken, otoriteleri sarsılan bir kısım kamu görevlileri ile yerel güçlerin olumsuz tavırlarına, cephe almalarına neden olur. Enstitülü öğretmenlerin hiç bir karşılık beklemeden köylülere benzer uygulamalarla sahip çıkmaları, yol-yöntem göstermeleri o günün koşullarında çok önemli bir gelişmedir. Okuma yazma bilmeyen meramını anlatamayan köylülerin yanında olmaktan, doğruyu savunmaktan taviz vermemesi artık bir yaşam felsefesi olmuş, hak ve adaleti savunma, mücadelesi kendiliğinden başlamıştır babamın. Artık, Köy Enstitülü öğretmenler ‘.. köyde Cumhuriyetin soluğu .. ‘ olmaya başlamışlardır. (6) Köy Enstitülerini kapatma sürecine hızla koşan DP iktidarının yerel organları zamanla bu saldırıların bilinen öncüsü ve takipçisi olurlar.
İlk görev yeri olan Köst Köyü’nde 3 yıla yakın görev yapar. Gezici Başöğretmen Mustafa Aydoğan’ın önerisi ile önce Kemah sonra Çayırlı Gezici Başöğretmen’liklerine atanır. Her iki ilçede birer yıl çalışır. Bu ilçelerde enstitüden önceki dönem arkadaşları olan Niyazi Köse, Ziya Küçükyılmaz, Halis Pınar, Hüseyin Erdoğan, Zeki Aydın, Muazzim Battal ve Mustafa Aydoğan (Çifteler/Hasanoğlan YKE) ile ilişkilerini geliştirir, onların deneyimlerinden faydalanır. İlerki yıllarda dönem arkadaşlarıyla birlikte oluşan çevresinin öğretmen örgütlenmesinde çok yararlarını gördüğünü özellikle belirtir.
Bu arada yaz aylarında iki dönem 1956 yılına kadar uygulanan harcırahlı gezici ‘Öğretici Filimler Şefliği’ yapar. Bir askeri kamyonetin üzerine monte edilmiş film makinası ile köy köy dolaşarak ABD’den gelen 2. dünya savaşı ve ABD propaganda filmlerini, halka ve öğrencilere seyrettirirler. Dönem DP’nin Nato’ya giriş sonrası rüzgarların estiği dönemdir. Çalışma ve siyasi yaşamında yıllarca ABD emperyalizmine karşı mücadele vermesi ile öğünen babamın; o dönem ABD politikalarına hizmet etmesine rağmen komünist yaftasından kurtulamaması da trajikomik bir durumdur. Erzincan’ın tüm ilçe ve köylerinin bir kısmında yapılan film gösterilerinde; köylerin muhtarları, ileri gelenleri, memur ve öğretmenleri ile yeni ilişkiler kurarak çevresini genişletir. Babam; bu dönem başlayan ilişkilerinin siyasi yaşamında olumlu etkisini gördüğünü, kendisine ABD’nin tek faydasının bu olduğunu belirtmeden duramaz.
Askerlik dönemi öncesi Köyü Çatalçam’a tayin olur. Köyüne döndüğünde üç çocuk babasıdır, lojmanda kalırlar. Köylüsü Eğitmen Dursun Çavuş’la birlikte uyum içerisinde çalışırlar. O yıllar öğrencisi olan emekli İlköğretim Müfettişi Ateş Demirci; öğretmeninin, bir gün teneffüste Müdür odasının önünden geçerken kendisinden 5. sınıf tarih kitabını istemesi üzerine getirdiğini belirtir. Öğretmeninin, ‘… kendisine 5. sınıfın tarih dersine gireceğini belirterek bir konuya bakacağını’ söylemesi üzerine şaşırarak öğretmeninin tarihi, konuyu bilmediğini düşündüğünü, hayret ettiğini anlatır.
Öğrencisi Ateş Demirci yıllar sonra öğretmen olunca; öğretmeninin hazırlanmadan derse girmediğini, çekinmeden öğrencisine söyleyebildiğini, ancak; öğretmen olunca anlayabildiğini belirterek, kendisinin de hazırlanmadan derse girmemeyi ilke edindiğini özellikle belirtir. Öğretmeninin yıllarca ders verircesine örnek davranışlar gösterdiğini samimiyetle ifade eder.(9) Askerliği yaklaşan babam lojmanda ailesi ile birlikte kalmakta, dedemle ise mesafeli ilişkisi sürmektedir. Mesafeli ilişkiye rağmen kayda değer geliri olmayan beş çocuğu daha bulunan dedeme sınırlı da olsa desteğine hiç eksik etmez. Düşüncesi acemi birliği dahil 20 ay sürecek askerlik döneminde çocuklarının ailesiyle birlikte kalmasıdır.
Askere gitmeden önce düşüncesini uygun gören dedem, acemi birliği dönüşü babamın önerisini kabul etmez. Babamın kurası İstanbul/Hadımköy Tankçı Birliği’ne çıkmıştır ancak, hazırlıksız yakalanmıştır. Lojmanda vardır, çaresiz ailesini götürecektir. Fakat; İstanbul’a eşyalarını ve ailesini götürecek parası yoktur, dedem de yardım etmez. Dedemin at sevdası nedeniyle bütün birikimlerini ona vermiştir. Kendi ifadesi ile çaresizlik içerisinde birikmiş emekli sandığı primlerini çekmek (memur tabiri ile yakmak) düşüncesiyle Ankara’ya gelir müracaatını yapar. Sonuçlanmasını beklerken karşılaştığı film merkezinde birlikte çalıştığı ve samimi olduğu vefalı arkadaşı Şoför Ahmet’le karşılaşır, ondan 50 lira borç para alır, Ulus civarında bir otele yerleşir. Başvurusunun sonuçlarını beklerken gezinti yaptığı Ulus hali civarındaki tenekeciler sokağı yanındaki merdivenlerde düşürülmüş,’kimliksiz bir cüzdanda 100 lira para bulur, teslim etmek üzere Anafartalar Karakolu’na müracaat eder. Ancak, jandarma teğmeni tutanakla da olsa parayı teslim almak istemez, ertesi gün gelmesini söyler. Ertesi gün gittiğinde teğmen; kayıp başvurusu olmadığını, parayı alamayacağını, kaldığı oteli bildirmesini, gerekirse kendisini arayacaklarını sertçe belirterek karakolu terk etmesini söyler. Babam kendisinin görev kağıdını göstererek muvazzaf asteğmen olduğunu belirtir, dayaktan kurtulur ama parayı da iade edemez. Kayıp başvurusu olması halinde birliğine bildirilmesi konusunda teğmenle anlaşmaları üzerine birikmiş primlerini çekmeden Erzincan’a döner. Bulduğu para ve aldığı borçla ailesini Hadımköy’e götüren babam; çok fazla sorun yaşamadan, borçlarını da ödeyerek askerliğini bitirir. Bulduğu paranın sahibi ortaya çıkmaz. Bu arada ben dünyaya gelirim.
Babam askerlik sürecinde; ”bürokratik ilişkilerin” yöntem ve önemini ciddiye alarak davranması gerektiğini kavradığını belirterek, gerek bakanlık gerekse il-ilçe protokolüyle ilişki yöntemlerini gözden geçirdiğini ifade etmiştir. Askerlik dönüşü ilçede-ilde bulunan idari ve yargı organı görevlileri ile ilişkilerini, el etek öpmeden götürmeyi amaçlamıştır. Hatırladığım kadarıyla Refahiye’den itibaren bazı vali ve kaymakamlar dahil ilçenin doktorundan hakimine, dava katibinden orman müdürüne kadar özel dostluğu olan insanlar olmuştur. Sonradan 1974-75 yıllarında Erzincan Valiliği de yapan kısa süreli Refahiye Kaymakamı olan İbrahim Önen’le ömür boyu dostluğu ilçemizde başlamıştır. Bu doğru kararını sürdüren Babamın bürokrasi çevresi genişlemeye başlamış, çevredeki gücünü arttıran önemli bir etmen olmuştur.
Sorunsuz geçen askerlik sonrası 1957’de Refahiye/Yurtbaşı Köyü’ne (Melikşerif) tayin olur. 2 derslikli 5 sınıfta öğrencisi bulunan ve lojmanı olan okulda köyün yerlisi eğitmen Cemal Yerlikaya ve bir vekil öğretmenle birlikte çalışırlar. Bir müddet sonra eğitmenle sorun yaşamaya başlar. Kendi tabiri ile dinine diyanetine bağlı Eğitmen Cemal; tıraş olmayan, sakal bırakmış, sınıfındaki Atatürk resmini kaldırmış, radyo sesinden rahatsız olan, kızını okula kaydettirmeyen bir şahsiyettir. Göreve başladığı ilk ayda eğitmenin sakalını kestiren, Atatürk resmini yerine astıran babam kızını okula kaydettirir ama okula getiremez. Eğitmeni önce iki tokatla ikna ya çalışır(!) sonra resmiyete koyarak kızını ancak okula getirebilir. Anneme de kızın önlüğünü diktirir. Girişimleri sonucu kayıtlı tüm kız ve erkek öğrenciler okula kaydedilerek, sorun geçici olarak giderilir!
Refahiye’nin önemli bir köyü olan Melikşerif’te; eğitmen hariç köylülerle ve köyün ileri geleni Zikri Ağa ile iyi ilişkiler kurar. Sevdiği ve saydığı Zikri Ağa ile ilişkisi yaşam boyu sürer. Bu arada kendi yaptığı arı kovanlarına sepet/kara kovanlardan arı naklederek arılık oluşturur. Böylece yıllar süren arıcılık serüveni başlar. Bu arada şırınga kullanımını öğrettiği annemin hastalanan kadınlara iğne vurarak devreye girmesiyle köyde etkinliği gelişir. Özellikle bir kaç yüksek ateşli hastayı penisilinle kurtarmalarına çok sevindiklerini keyifle yıllarca anlatır. Dönemin kaymakamının köy okullarının çatı inşaatlarında usta bulamaması ve yardım istemesi üzerine öğretmen arkadaşı Muazzim Battal’la birlikte yaz tatilinde 2 köy okulunun malzemeli çatı yapımı işini 250 şer lira alarak bitirirler.
Arkadaşları Öğretmen Zeki Aydın’dan da yardım alırlar. Diğer öğretmen arkadaşları da köy okullarının çatı ve ahşap işlerini yaparlar. Yıllarca enstitülerde amelelik yaptıkları söylenerek aşağılanan enstitülüler, DP döneminin kaymakamlarınca bedeli karşılığı da olsa göreve çağırılırlar! Çünkü ilçede eli keser tutan usta dahi yoktur! Şimdilerde kimsenin dillendiremediği böyle bir gerçeklikte de vardır. Yıllar sonra İstanbul Kartal’da babamla ziyaret ettiğimiz Muazzim Amca’ya; ‘çatı yapımı hikayesini’ sorarak anlatmasını istedim. Rahmetli Muazzim Battal; enstitüde, ”… diğer işlerde olduğu gibi.. çatı yapım usullerini marangozhanede teknik ve uygulamalı öğrendiklerini, kenetli kurt boğazı tabir edilen geçiş sistemlerini uygulayarak tekniğine uygun çatı kurduklarını” örnekleriyle anlatmıştır.
O dönemler Erzincan dahil civarda çatı ustası bulunmadığını özellikle vurgulamıştır. ”Sistemine uygun çatı kurulmazsa, hafif bir fırtınada çatıların uçacağı, malzeme olsa dahi, çatı ustası bulunmadığı için normal evlerin bile 1970’li yıllara kadar çatısız olduğunu” üzerine basa basa ifade etmiştir. Kamu görevlisi olmaları nedeniyle kaymakamların teklifi ve valiliğin onayı ile malzemeli çatı yaptıklarını belirterek bunların köylerde bile artık unutulduğunu söylemiştir. Bu arada babam da ilave olarak muhtarlıkça yaptırılan Melik Şerif Cami’sinin minaresinin ve çatısının tamiratını bedelsiz tamamladığını müstehzi ifadelerle tekraren anlatmıştır.
Bu arada geçen sürede Eğitmen Cemal boş durmaz pusudadır, kızını okuldan almak isteyen bir veli ile işbirliğine girerek DP teşkilatını harekete geçirir. Bu girişim üzerine Siirt’e sürgün edilir. Devir DP döneminin sonları olmasına rağmen, 27 Mayıs 1960 devriminden bir ay sonra Siirt’in Aydınlar (Tillo) Bucağı İlkokulunda göreve başlamak zorunda kalır.(2) 1991 seçim çalışmalarında ziyaret ettiği Melikşerif Köyü’nde okumaları için mücadele ederek okula kaydettirdiği ve bu nedenle sürgün yediği kız öğrencilerinin bir kısmının tarikata girdiğini öğrenir. Bunların yıllar sonra karşılaştıkları öğretmenlerine ellerini dahi uzatmadıklarını görerek emeklerinin boşa çıkmasına üzülür.
27 Mayıs Devrimi’nden kısa bir süre sonra ”arı kovanları ve tavuklarıyla” ve beş çocuklu ailesiyle birlikte gittiği Siirt’in Aydınlar Nahiyesi, nüfus sayımına göre 5.200 nüfuslu, jandarma karakolu bulunan, kuyu suyu kullanılan bir yerleşim birimidir. Bölgenin dini eğitim ve medrese kültürünün geliştiği önemli bir merkezdir. Müdürü olduğu ilkokul 120 öğrencisi bulunan, 2 sınıflı ve bir vekil öğretmenlidir. Nahiyede memur çocuklarının varlığı ve nüfusun yüksek olmasına rağmen kendi kızı dışında ikinci bir kız öğrencinin olmadığını fark etmesi üzerine inceleme başlatır. Yaptığı incelemede kaydı Tillo’da olan bir kısım ailenin veya çocuklarının sınır ötesinde ikamet ettiğini, nahiyede ikamet edenlerin ise kız çocuklarını okula göndermediğini tespit eder. Nüfusa kayıtlı 815 kız çocuğundan ancak 10’nun izine rastlayabilir. Tüm ilde kız çocuklarının neredeyse hiç okula gönderilmediği gerçeği ile karşılaşır.
Dönemin Valisi Vefa Poyraz’ın, Milli Eğitim Müdürü İrfan Bey’in destek ve yardımlarını sağlamasına rağmen kız öğrencileri tespit ve kayıt etme girişimlerinde başarılı olamaz. Tüm girişimlerinden yörenin şeyhi ve aşiret ileri gelenlerinin önceden haber alarak önlem aldığını öğrenir. Nahiyenin memurları ve güvenlik güçlerinin her türlü işte yörenin egemenleriyle uyum içerisinde çalıştıklarını yaşayarak görür. Bir müddet sonrada kümesteki tavuklarının tek tek çalınarak tüylerinin sabahleyin lojman kapısına konulması olayı ile karşılaşır. Bir kaç gün ahalinin okulun etrafında toplanarak, ‘… hakkul guran başöğretmen moskof…’ ifadeleriyle bağırmaları üzerine ilkokul jandarma tarafından korumaya alınır. Nahiyede can güvenliği sorunu çıkmıştır, ancak dönemin jandarma karakol komutanı saldırılara göz yummaktadır.
Bu arada yörenin şeyhi; babamın ve jandarma karakol komutanının da davetli olduğu bazı il bürokratlarını yemeğe davet eder. Yemeğin ilerleyen saatlerinde yöre şeyhinin dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye hakaretamiz ifadelerle konuşması üzerine babam yemekten ayrılır. Olayın bir müddet sonra duyulması sonucu Vali Vefa Poyraz, davete katılan diğer memurlardan doğruluk teyidi alarak şeyh hakkında soruşturma başlatır. Babamı da can güvenliği sebebiyle Ankara Valilik emrine tayin ettirir.(2) Babamın deyimiyle Cumhuriyetin Valisi gibi babamı sahiplenen Vefa Poyraz; ailemizin güvenlik içerisinde Ankara’ya ulaşmasını sağlar. Hem de ihtilalin en güçlü olduğu dönemde. 1973 yılında Adalet Partisi’nden İstanbul Senatörü seçilen Vefa Poyraz’la aynı dönem Senatoda birlikte görev yapan babam, yardımlaşma, işbirliği ve dostluklarının devam ettiğini ifade etmiştir.
1961 yılı sonlarında arı kovanlarıyla ve kalan tavuklarıyla birlikte tayin olduğu Ankara’nın Kızılcahamam ilçesine gelir. Önce birbirine yakın olan Orhan Gazi sonra da Kazım Karabekir İlkokullarında 3 yıl sınıf öğretmeni olarak görev yapar. Bu arada Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’ne kayıt olur. Okul Müdürü ve öğretmen arkadaşları ile uyum içinde çalışırken; bayrak töreninde okulun önünden geçen vatandaşlar ile esnaflarının saygı duruşunda bulunmamasına ve bayan öğretmenlerin eşarplarını çıkarmamasına müdahale eder. Esnaf ve vatandaşlar istiklal marşının okunduğu bayrak töreni saygı duruşuna katılmaya başlamalarına rağmen, bir bayan öğretmen başını açmaz. Bir müddet sonra okuldaki görevlilerin idari ve temizlik işlerindeki ihmallerin düzeltilmesi talebinde bulunur. Gelişmenin kaymakamlığa iletilmesi üzerine dönemin kaymakamı duruma el koyarak; Ankara Valiliğinden, 16.12.1963 tarihli yazı ile ”… öğretmenler arasındaki dayanışmayı bozduğu ve bayan öğretmenlere kaba davrandığını ” ileri sürerek derhal başka bir yere atanmasını ister.
Talep üzerine açılan soruşturmada İlköğretim Müfettişi Mahmut Makal, okulda inceleme başlatarak, okul müdürü ve diğer öğretmenlerin ifadesine başvurur. Yapılan incelemede eşarbını çıkarmayan bayan öğretmen dahil, ‘dayanışmayı bozucu kaba davranışları’ iddiasını teyit eden nitelikte beyanları görülmez. Bu gelişme üzerine Makal kaymakamdan yazılı beyan ister. Yapılan görüşmede de; ‘menfi davranışlara ve iddialarına’ örnek veremeyerek kaymakamın geri adım atması üzerine hissi davranıldığı kanaati ile işlem yapılmaması önerilir. Lehine sonuçlanan soruşturmaya verdiği cevapta Niyazi Ünsal; ”… en içten dileğinin öğretmenler arası dayanışmanın gerçekleştirilmesi olduğunu ve bunun için çalıştığını.. ” söyleyerek, ”.. kendisinin nemelazımcı bir öğretmen olmadığını, gördüğü aksaklıkları görmemezlikten gelemediğini, mesela okula öteberi parası olarak ödenek verildiği halde tebeşir paralarının öğrencilerden toplanmasına karşı olmam onlarca dayanışmayı bozmak sayılmaktadır. Okula verilen sabunların lavabolarda kullanılmasını istemem, hademelerin zamanında görevlerini yapmalarını istemem, … bayrak töreninde eşarplarını çıkarmalarını istemem de kaba hareket sayılmaktadır..” açıklamalarını yapmıştır.
Bu hikaye ile de İvriz KE mezunu Bizim Köy’ün yazarı Mahmut Makal’ın daha sonra yayınladığı Zulum Makinası kitabına konu olmuştur. Makal incelediği olayı; ”Bu Niyazi Ünsal’ki 1960’da particiler yüzünden Refahiye’den Siirt’e, oradan şeyhe karşı gelmekten Kızılcahamam’a sürülmüş bir arkadaştır, 1961’de …’ ifadesiyle sürgün günlerine dikkati çeker. (10) Yıllar sonra konuyu tekrar hatırlattığım babam; son yılların başörtüsü o yılların eşarp sorununun paravan olduğunu, şikayette esas konunun yerel memurların çıkarları ile bayrak töreninde saygı duruşunda bulunmayan cami cemaati bir kısım esnafın bilinen tavrından kaynaklandığını söylemiştir. Ayrıca, dönemin ABD yardımı ile yapılan süt tozu ve yağ dağıtımının(!) veya paylaşımının etkisini belirtmeden duramamıştır.
1962-63 yılında ilkokula başladığım ve babamın ilk öğretmenim olduğu Kazım Karabekir İlkokulu biz çocuklar için yeni yapılmış, bahçeli güzel bir okuldur. Okula başlamadan önce evde okuma yazmayı öğrenmiştim. Babamın okula başlamadan önce ilk talimatı okulda kendisine; ‘öğretmenim’ diyeceğimi, diğer öğrencilerin okuma yazma bilmemesi nedeniyle benim bir müddet derste konuşmamamı istemesidir. Sınıfımızda memur ve yerel halkın çocuklarının yanında Yetiştirme Yurdu’nda kalan öğrencilerde bulunmaktadır. Okula başladığımız ilk günlerin heyecanı içerisinde öğretmenimin yetim çocuklarla bizleri kaynaştırma çabası çok enteresandır. Davranışlarında sorunlu olan bu arkadaşlarımızla ilişkilerimizi geliştirmek için 5’erli gruplar halinde bizi öğle yemeklerinde yurda göndermesini, biz misafir öğrencilere muhteşem ‘tulumba tatlısı’ ikramlarını unutmak mümkün mü?
Kısa sürede kaynaşmış, naylon toplarla oynadığımız futbol maçlarında ortak takım bile kurmuştuk. 1973 seçimleri sonrasında kendisini ziyarete gelen bir kısım Yetiştirme Yurdu öğrencisinden işsiz Ali’yi yetim kotasından Belediye Başkanı Vedat Dalokay vasıtasıyla işe yerleştirmenin keyfini yaşadığını anlatır yıllar sonra. Yaşamı boyunca sahiplendiği öğrencilerine her koşulda kol kanat germeye gene devam etmiştir. Yıllar sonra sorduğum kaynaştırma hikayesini anlatırken ‘tulumba tatlısı’ ikramının yemekle birlikte yurt yöneticisi arkadaşları ile organize edildiğini anlatınca aldatıldığım hissettiğimi ifade etmeliyim. Babam dahil bu organizasyonu yapan enstitülülere sadece şapka çıkarılır diyorum …
Yetiştirme Yurdu öğretmenlerinden arkadaşı Gölköy KE mezunu öğretmen rahmetli Enis Karaalp’in kızı, sınıf arkadaşım Emekli Matematik Öğretmeni Bilge Karaalp; yıllar sonra çok sevdiği öğretmenini o günleri yaşayarak anlatır. Öğretmeninden öncelikle çok çalışmayı ve yalan söylememeyi, dürüst olmayı öğrendiğini belirtir. Bir gün, yetiştiremediği ev ödevlerini; nasıl olsa öğretmen babamın arkadaşı, bir şey demez öngörüsüyle bir kaç eksik ödev yerine eski sayfaları yeni ödevmiş gibi göstererek uyanıklık yapmaya kalkmasının dersini unutamaz! Kendisini aldatmaya kalktığını fark eden öğretmeni, arkadaşının kızına hoşgörü göstermeyerek gerekli uyarıyı yapar. Yaşamının ilk ve son tokadını yiyen Bilge; öğretmeninin kendisine çok önemli bir ders verdiğini düşünür. Bu dersten sonra yaşam boyu çalışmayı, yalan söylememeyi ve dürüstlüğü ilke edinir.
Öğretmenliğinde kopya, torpil ve kayırmaya müsaade etmez. İlkokul öğretmeniyle yaşadığı anısını öğrencilerine hep örnek gösterir. Kendisine okuma yazma öğreten ilk öğretmeni Niyazi Ünsal’ın bayramlarda yavrukurt kıyafetleri ile yaptırdığı gösterileri hatırlar. Ders öncesi oğlu Sercan’ın vücudunun karın ve göğüs bölgesine; sabit kalemle çizerek ve sulu boya ile boyayarak hazırladığı iç organ şekilleri ile işlediği organlarımız dersinin görselliği zihninde yer eder, bunu öğrencilerine anlatır. Ders aletlerinin ve görsellerin sınırlı olduğu o dönemdeki yaratıcılığını hep hatırlar. (11) Yıllar sonra karşılaştığım sınıf arkadaşımın bu dersi unutmaması, uygulamalı eğitimin ne kadar önemli olduğunu bizlere bir kez daha gösterir.
İş içinde işle eğitim ve uygulamalarına önem veren öğretmenimin ders aletlerinin olmadığı yerlerde beni yarı çıplak halimde diğer sınıflara da derse götürmesinden çok memnun olmadığımı, bu arada belirtmek isterim. Benim de iki yıllık öğrenciliğim süresinde hatırladığım çok anılarım hala hatırımdadır. Öğretmenimin müzik derslerinde mandolin çalarak Pamukpınarlıların Aşığı, Aşık Veysel’in; ‘Çiğdem derki ben alayım, yiğit başına belayım’ türküsünü öğrettiğini belirteyim. Ayrıca, kalemtıraşın bulunmadığı o günlerde öğretmenimizin cebinden çıkardığı çakısıyla teneffüslerde kalemlerimizi açmasını yazarsam yeterli olur sanırım. Umarım sizinde kaleminizi açan bir öğretmeniniz olmuştur …
1964-65 öğretim yılı öncesi babam tayinini tekrar kendi köyü Çatalçam’a çıkarır. Böylece ailece tekrar Refahiye’ye döneriz. Ek gelir amacıyla yaz aylarında yaptığımız gezginci arıcılık için bölge çok uygundur. Kızılcahamam’ın ve arı kovanlarımızın bulunduğu Soğuksu Mesire yerinin, benim ve ailemin üzerinde ayrı bir yeri olduğunu hep düşünmüşümdür. 1973’ten sonra Ankara’ya yerleşen babamın zaman zaman Soğuksu’ya gittiğini annemden duyardım. Zararlı maddelerle mesafeli olan babamla benim emekliliğimin ilk dönemlerinde Soğuksu’daki Arap’ın Yeri’ne bahar aylarında bir müddet gider olduk. Bana ikram ettiği iki kadeh rakının eşliğinde; Tillo ve Kızılcahamam’da başından geçen olayları, sahipsiz Cumhuriyetin her gün hırpalanmasını, özellikle karşılaştığı ihanetleri bıkmadan anlatırdı. Masanın son lafı genellikle; ‘oğlum bu sahipsiz Cumhuriyetin sonunu iyi görmüyorum’ olurdu. Masadan kalkmanın klasik cümlesi olan bu ifadeyi 2007’nin mayıs ayında son defa yaptığını hatırlayarak, iyi ki bu günleri görmemiş diyorum.
Refahiye’de ortaokul olması nedeniyle babam köyde lojmanda kalırken bizde ilçede ikamet ederiz. Babam hafta sonları eve gelirdi. Bu arada 1963 yılı sonlarında yapılan yerel seçimlerde dedem köyün muhtarı seçilmiştir. Babam dedeme yardımcı olmak ve köyün, yörenin sorunlarını duyurmak amacıyla Cumhuriyet Gazetesi okur mektupları köşesine bir mektup yazar. 19.12.1963 tarihli gazetede yayınlanan Erzincan Valiliğine hitaben yazdığı mektupta; ”Kazanız Refahiye’nin bir nahiyesi var. Çatalçam. Bilmem gittiniz mi oraya. Gittiniz mi diyorum. Çünkü, görevliler pek gitmezler oraya. Daha doğrusu gidemezler. Yolu yok. 36 muhtarlığı, bağlı yerleri ile 72 köyü var buranın ama hala yolu yok, sağlık teşkilatı yok …’ ifadesiyle sorunları belirterek çözümlenmesini talep edilir. Özellikle yolunun yapılmasını vurgular.(12)
Mektubun etkisini göstermesiyle Erzincan Bayındırlık Müdürü Hasan Çetinkaya bölgeyi ziyaret ederek stabilize köy yollarını programa alarak 1964 yıl sonuna kadar yapılmasını sağlar. Sağlık bakanlığının halk sağlığı ve sosyalizasyon bölgesi uygulamasıyla sağlık ocaklarının yaygınlaştırılması döneminde Sağlık Ocağı yapımı programa alınır. Dedem köye orta okul açılması ve keçi hayvancılığını yasaklama projeleri için girişimlerine başlamıştır. Dönemin Bayındırlık Müdürü Hasan Çetinkaya’nın özellikle ulaşım ve okul yapımı hizmetleri, halkla kurduğu olumlu ilişkileri unutulmaz; 1969-77 dönemlerinde CHP’den iki dönem milletvekili seçilir. Yakın zamanlarda kaybettiğimiz baba ve dede dostu Hasan Amca’mızın, ‘dedemle yol güzergahı kavga anılarının’ yıllarca anlatıldığı günler artık gerilerde kalmıştır.
1964-65 öğretim öğrenim yılında Gürsel İlkokulunda 3. sınıfı Dursune Çetin öğretmenimde okudum. İlk aşamada sınıftaki arkadaşların, ‘dışarıdan gelen memur çocuğu’ mesafesini garipsediğimi hatırlıyorum. O zamanlar 500 metreyi geçmeyen bir caddesi olan ilçede iç içe olan bizlerin kaynaşması uzunda sürmedi. Babamın anlatacağım köy ve ilçedeki etkinliğinin artması ve gelişen olaylar sürecinde; evlerindeki konuşmalardan etkilenen arkadaşlarımın ‘Niyazi Hocanın’ oğlu ile başlayan yakıştırmalarıyla karşılaştığımı, bazen dışlandığımı hatırladığımı belirtmeliyim.
1960’lı yıllarda köy okullarından mezun olan öğrencilerin eğitimlerine devam etmeleri için yatılı okullar dışındaki seçeneklerin ve imkanların sınırlı olduğu dönemlerdir. Ortaokul bulunan Refahiye’de öğrencilerin barınma sorunu çözmek için 1963 yılı başlarında babam, Halit Atasoy, Ahmet Kumbar, Zeki Aydın, Cemal Aktaş, Şükrü Beyazıtlı vd. öğretmenler öncülüğünde; ‘Refahiye Ortaokulu Talebelerini Okutma ve Yetiştirme Derneği’ kurularak azami 40 öğrenci kapasiteli öğrenci pansiyonu açılır. Pansiyon Gürsel İlkokulu’nun karşısındaki Altun ailesinin 2 katlı eski otelidir. Pansiyonun açılabilmesi için ilçedeki tüm öğretmenler ve memurlar arasında bağış, muhtarlıklar aracılığı ile köylülerden ise arpa, buğday toplanmıştır.
Babam; o dönemin Milliyet gazetesine yazı göndererek yardım kampanyası açtıklarını, ayni ve nakdi bağış tutarının 1.000 lirayı bulduğunu, köylerden toplanan zahirenin satılarak toplanan para ile demirbaş eşyanın alındığını belirtmiştir. Pansiyonda kalan öğrencilerden durumu sınırlı sayıda iyi olanlardan yıllık yemek ücret dahil azami 300 lira bağış alınmış, gönüllü öğretmenlerin ve köylülerin bağışlarıyla süreç devam ettirilmeye çalışılmıştır. Cemaatlerin her ilçede yurt yaptıkları dönem daha başlamamıştır.
Öğrencilerin günlük 3 öğün yemekleri ilçenin lokantaları olan Kuşoğlu ve Sami’nin lokantasında dönüşümlü olarak verilmiştir. Babamın Çatalçam köyünden öğrencisi olan Ateş Demirci; hocasının öncülüğü ile kurulan pansiyonda 3 yıl bedeli mukabili kaldığını, o dönem böyle bir imkan olmasa ortaokula devam edemeyeceğini belirtmiştir. Pansiyonun açılmasının yaşamında çok önemli bir imkan olduğunu belirten Demirci; akşam etütlerinde lise mezunu Yüksel Atasoy Abisinin kendilerini her akşam matematik çalıştırdığını, o sene girdiği Gümüşhane Öğretmen Okulu’nu (Ö.O) kazanarak öğretmen olduğunu coşkuyla anlatmıştır.
Elektrik Mühendisi rahmetli Dursun Gültekin’le aynı odada bir yıl kaldıklarını, onunla çok ders çalıştıklarını belirtmiştir. Öğrencileri çalıştıran etüt abisi Yüksel’in yardımlarını unutmayan Demirci; ilçede karşılaştığı Niyazi Öğretmeninin kendisinin her zaman hatırını sormasını, Kuşoğlu Lokantası’nda yedirdiği kuru fasulye pilavın tadını her karşılaşmamızda bıkmadan anlatmıştır.(9)
Çatalçam Köyü’nden Emekli Öğretmen Turan Köroğlu ise bedeli karşılığında 3 yıl pansiyonda kaldığını, Gümüşhane Ö.O’nu kazanarak öğretmen olduğunu belirtmiştir. Köroğlu; ilçede pansiyondan başka seçeneklerinin olmadığını belirterek kuruluşunda ve çalıştırılmasında emeği geçen öğretmenlere şükran duyduğunu ifade etmiştir.(13) Pansiyonun açılması ve işletilmesi sürecinde büyük emekleri olan Rahmetli Halit Atasoy öğretmenimizin oğlu olan Yüksel Atasoy ise; babasının önerisiyle pansiyonda bir yıl etüt abiliği yaptığını, öğrencilerin yemek işlerini de takip ettiğini belirterek, pansiyondan faydalanan çok öğrencinin yatılı okul sınavını kazandığını, başarılı olduklarını, hayat çizgilerinin değiştiğini ifade etmiştir. Yüksel Abimiz; pansiyonun 4 yıl devam ettiğini, gelir yetersizliği nedeniyle kapatıldığını belirtmiştir. Refahiye’de öğretmenlerce imkansızlıklar içerisinde yapılan pansiyon girişimin etkisini ve önemini yıllar sonra daha iyi anladığını, öğrencilerin anlatımlarını duymaktan mutlu olduğunu belirten Atasoy, daha sonra ilçede böyle amatörce bir dayanışma örneği olmadığını ifade etmiştir.(14) (Babamın anlatımı olan dernek kayıtları ile Milliyet arşiv araştırmamızda belge bulunamamıştır. Ancak, birbirini teyit eden anlatımlar mevcuttur.)
Refahiye öğretmenleri Bakan Orhan Dengiz ile
Köyümüz Çatalçam’da ise dedemim keçi yasağının hoşnutsuzluğu ve dönemin nahiye müdürü ile jandarma karakol komutanının köy ve civar köylerde tepki çeken uygulamalarının görüldüğü bir süreç başlamıştır. Bu dönemde bahse konu görevlilerle babamın ilişkisi mesafeli ve gerilimli sürmektedir. Ayrıca; okuldaki kız öğrencilerin devam durumu ile öğrencisi olan nahiye müdürünün oğlunun sorunlu davranışlarına göz yumulmaması gerilimi daha da arttırmıştır. Yoğun kar yağan 1964 yılının kış aylarında nahiye müdürünün köpeğinin defalarca hayvanlara saldırarak yaralaması olayı meydana gelir. Olayı duyan babam inceleme yapar, köpeğin 5-6 hayvanı yaraladığını görür.
Köyün üst kısmı yoğun ormanlıktır, yoğun geçen kış şartları nedeniyle kurtların köye indiği görülmektedir. Bu nedenle kuduz ihtimalini düşünerek hareket eder. Köpeğin davranışlarını izleyen ve kuşkulanan babam kuduz şüphesi ile köpeğin ve yaralı hayvanların muhafazaya alınması ve önlem alınması için Nahiye Müdürlüğü ve Karakol Komutanlığı’na yazılı müracaat yapar. ”Vay sen misin Nahiye Müdürünün köpeğine kuduz” diyen müdür, komutan ve köylülerimiz, babama keskin tavır alırlar. Nahiye yetkililerinin dilekçeleri işleme koymaması üzerine babam durumu kaymakamlığa iletmek üzere jandarma karakolunun telefonunu kullanmak ister, komutan izin vermez. Bunun üzerine okuldaki eğitmenle birlikte durumu tutanak altına alarak babam okulu ve köyü terk eder.
Köye 20 km. mesafedeki yolu bir çarşamba günü atla aşarak kaymakamlığa gelir, durumu anlatan resmi yazısını kaymakamlığa vermek ister. Olayı duyan Kaymakam; ‘bozgunculuk yapıyorsun’ diyerek ve kendisini tehdit ederek dilekçesini almaz. Çıkan tartışma üzerine izinsiz okulu terk ettiği gerekçesiyle yetkisiz olarak babamı açığa (işten el çektirme) alır. Bu gelişme üzerine babam; Refahiye Devlet Hastanesi Başhekimi Dr.Rıfkı Tekinelçi’ye yazılı olarak ‘kuduz vakası’ ihbarında bulunur, şifahi bilgi verir. Akabinde, Erzincan Valiliği ve M.E.B.’na; Kaymakam’ın kendisini yetkisiz bir şekilde açığa aldığını belirten telgraflar çekerek tekrar köye döner.
O dönem Vali’nin M.E.B’nın onayı ile açığa alma yetkisi vardır, kaymakamın yetkisi yoktur. Köye dönen babam köydeki havanın tamamen aleyhine değiştiğini, günümüzün deyimi ile kumpasçıların dört koldan çalıştığını fark eder. Köydeki bir kısım öğrenci velilerinin çocuklarına yalan beyanda bulunmak için baskı yaptıklarını, öğretmenlerinin derste kadın-erkek ilişkilerini örneklerle anlattığını söylemelerini istediklerini öğrenir. Ertesi gün ilçenin pazarı olan perşembe günüdür ve o gün bizim köyle, komşu köylerden gelecek erkeklerin kendisini şikayet etmek amacıyla ilçeye gidecekleri bilgisini alır. Perşembe sabahı erkenden köydeki hareketliliği izleyen babam ilçeye gidenlerin peşinden kendiside yola çıkar. Amacı öğretmen arkadaşları ile durum değerlendirmesi yapmak, tanıdığı muhtarlara olay hakkında bilgi vermektir. İlçeye gelen şikayetçi köylüler dilekçelerini vermelerine rağmen bir müddet köylerine dönmezler.
İlçede oldukça gergin bir ortam vardır.Perşembe pazarı kalabalığında olayı duyan muhtarların önemli bir kısmı babama destek vererek yanında durmaları, babamın moralini yükseltir, güç verir. Hepsinden önemlisi öğretmen arkadaşları ve eğitmenlerle yaptığı toplantıda; ertesi gün köy öğretmenlerinin sabah derslere girmeyerek ilçeye gelmeleri ve öğlen saatinde durumu protesto amacıyla ‘sessiz yürüyüş’ düzenlenmesi kararı oybirliği ile alınmıştır. Ayrıca; Erzincan Öğretmenler Derneği, Valiliğe ve M.E.B.’na protesto telgrafları çekmiştir. İlçemizde ilk ve son olarak yapılan ‘sessiz yürüyüş’ bir kısım öğretmen, eğitmen ve memurların katılımlarıyla öğle saatlerinde yapılmıştır. Bizim öğle yemeği tatili saatine denk gelen, yapılacağı hakkında hiç bir bilgim olmayan yürüyüşte babamı ve arkadaşlarını görerek şaşırdığımı hatırlıyorum. Yürüyüşün sorunsuz yapılması ve akabinde Valilikçe Kaymakam’ın kararının iptali üzerine babam köye dönerek görevine başlar. Ancak, köyde ortam hiç iyi değildir. Dedem bile oğluna sırtını dönmüştür!
Resmi işlemlerini tamamlayan Dr. Rıfkı Tekinelçi cumartesi günü köye gelerek inceleme yapar, köpeğin jandarma marifetiyle itlafını yaptırır, saldırıya uğrayan hayvanları izole bir ahıra aldırır. Dr.Tekinelçi; köpeğin davranışlarından kuduz olma ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğunu belirterek telefonla Valilikten bir hafta karantina kararı çıkararak, hemen uygulamayı başlatır. Köpeğin kesilen başı Ankara’ya incelenmek üzere gönderilir. Bu seferde köyün karantinaya alınmasını gerekçe gösteren komşularının babama tepkisi artarak devam eder. Dr.Tekinelçi; köyden ayrılmadan önce babama jandarma komutanına güvenliğinin sağlanması için talimat verildiğini belirtip, emarelerin köpeğin kuduz olduğunu gösterdiğini söylemesi moralini yükseltir.
Pazartesi gününe köylülerinin şikayetleri üzerine Milli Eğitimce hakkında açılan soruşturmayla başlayan babam, Müfettişin agresif yaklaşımlarına anında tavır alarak; ‘görevini mevzuata uygun ve objektif’ yapması için tabiri caizse adeta kafa tutar. Soruşturma sürecinde; velilerince baskı yapılan öğrenciler dahil hiç bir öğrencisi öğretmeni için gerçeğe aykırı beyanda bulunmaz. Öğrencilerinin öğretmenlerine sahip çıkmaları önyargılı müfettişi şaşırtır. Hatta 5. sınıf öğrencilerinden bir tanesi Nahiye Müdürlüğü’nde babam aleyhine yapılan toplantıyı, velilerin ifade yönlendirmesini Müfettişe anlatır. Müfettiş nezdinde olay artık netleşmiştir. Müfettiş köyden ayrılmadan köpeğinin ‘kuduz’ olduğu bilgisi ile 3 ay karantina kararının köye ulaşması köyde ve ilçede bomba etkisi yapmıştır. Karar hemen uygulanarak izole edilen hayvanlar itlaf edilip gömülürler.
Babamın şikayetçi komşuları utançlarından bir müddet evlerinden çıkamaz olurlar. Köyde sömestri tatilinde bir hafta abimle birlikte kalmamız nedeniyle, herkes gibi bizde 14 gün kuduz aşısı olduk. Her gün aşı için hastaneye gitmenin benim için baya eğlenceli olduğunu hatırlıyorum. Yaşamı boyunca Çatalçam’dan olumlu anlamda elini çekmeyen, 19.12.1963 tarihli yazısıyla (12) sıradan bir öğretmen olarak civar köyler dahil kendi köyünün en azından yolunun yapılmasını çabuklaştıran, çocuklarına ABC öğreten, öğretmenlerine ‘kuduz vakasında’ yaptıkları, incelenmesi gereken sosyolojik bir yaklaşım olmalıdır. Yukarıdaki bölümde belirtilen ön yargılı tanımlı ancak vicdanlı olduğu görülen Müfettişin soruşturma sonunda Babama ifade ettiği görüştür; bir önceki cümlemiz. Vicdanlı müfettiş; iki günlük inceleme ve ifadeler ile babamın yaptıklarını karşılaştırınca çelişkiyi yakalamıştır. Anlatımlardan çıkardığım ortada incelenmesi gereken ‘sosyolojik bir vaka’ olduğunu kanaatidir.
1965 yılında Refahiye’ye Yatılı Bölge Okulu açılması konuşulmaktadır ve yıl sonuna doğru dönemin M.E.Bakanı Orhan Dengiz ilçeye gelecektir. Bakanın ziyaretini Pamukpınar’dan sınıf arkadaşı Yeşil Müdürün oğlu bakanlıkta uzman olarak çalışan Cemil Gür, babama önceden haber vermiştir. Ziyarette, bakan babamla özel görüşme yapacaktır. Görüşmeden sonra daha ortada olmayan okulun müdür adaylarının, ilçe kaymakamı ve diğer okul müdürlerinin tepkisini gene üzerine çekmiştir. Babam dost biriktirirken düşmanda biriktirmektedir. Babam; görüşmede kayda değer bir içerik olmadığını ancak; aleyhine çok kullanıldığını, Adalet Partisi (AP) yöneticilerinin Ankara’ya epey telgraf çektiklerini duyduğunu anlatmıştır. Anlayacağınız cadı kazanı bir kez daha kaynamıştır.
Müdürleri Şinasi Tamer’in; ‘Doğrudan kaçmayacaksınız, haksızlığa baş eğmeyeceksiniz. Hak bildiğiniz yolda yalnızda kalsanız sonuna kadar yürüyeceksiniz’ söylemi doğrultusunda yürümeyi ilke edinen babam görevini tarafsız yapan bir doktorun olayı sahiplenmesi ve vicdanlı küçük öğrencileri sayesinde bir yara almadan yoluna devam etmiştir. Bu olaydan sonra kaldığı lojmanda köyün evlerini seyreden babam; birlikte hayvan güttüğü, azık paylaştığı arkadaşlarının hikayelerini ve kuduz hadisesindeki davranışlarını, ifade ve belgeleri not aldığını, süreci yazmayı düşünerek çalışma yaptığını yıllar sonra anlatmıştır.
Dönem arkadaşı Fakir Baykurt’un romanlarının gözde olduğu yıllardır. Sonradan Burdur’daki İlköğretim Müfettişliği sırasında yedek subay asker öğretmen olarak askerliğini yapan Tiyatro Sanatçısı Semih Sergen’e ‘kuduz vakası’ çalışmasını senaryolaştırması için verdiğini, ancak bir gelişme olmadığını, notlarında kaybolduğunu belirtmiştir. Yaklaşık bir aya yakın süren olayların hızla geliştiği süreçte uğradığı haksızlık karşısında; Refahiye’de öğretmenlerin, eğitmenlerin, memurların ve muhtarların büyük çoğunluğunun gösterdiği dayanışmaya karşın kendi köylülerinin gösterdiği tezat davranışlar nedeniyle sevinemediğini, bir anlam veremediğini üzülerek her zaman ifade etmiştir. Bahar sonu Nahiye Müdürü’nün ve Jandarma Komutanı’nın tayinlerinin başka yerlere yapılması üzerine babamın üzerinde derin izler bırakan ‘kuduz vakası’ artık geride kalmıştır.
Köy Enstitüsü mezunu öğretmenlerin köylerde çalışmaları hayatın akışı içerisinde sürerken çocuklarının eğitimleri nedeniyle zorunlu olarak merkeze doğru yönelmeleri dönemi gelmiştir artık. Babamın sürgün tayinler dışında elbette isteğe bağlı tayinleri de olmuştur. Bu sefer yolculuk Erzincan’a doğrudur.
Açık Teşekkür: Uzun süredir sürdürdüğüm kollektif Pamukpınar KE çalışması ile Köy Enstitüleri/Kırsal Kalkınma konulu çalışmalarım kapsamındaki bu bölümde; bana yardımcı olan baba dostu Hüseyin Kızılırmak’a, Süleyman-Teman Özerdem’e, öğrencisi Ateş Demirci’ye ve hemşerim Yüksel Atasoy Ağabeyim ile yıllar sonra bu çalışma nedeniyle karşılaştığım ilk okul sınıf arkadaşım Bilge Karaalp kardeşime gönülden teşekkür ederim.

KAYNAKLAR :
1-Niyazi ÜNSAL/ Cumhuriyeti Cürütenler
2-Niyazi ÜNSAL/Terör Olgusu ve Türkiye Gerçeği
3-Osman YALÇIN/ Bir Eğitimcinin Anıları
4-17 Nisan Derneği Yayınları/ Köy Enstitüleri Defteri
5-Süleyman ÖZERDEM/ Yayınlanmamış Köy Enstitüleri’nin Sağlık Kolu çalışması
6-Emin ÖZDEMİR Kitabı/ Göğüne Sığmayan Bulut
7-Hüseyin KIZILIRMAK/ 08.07.2020 tarihli görüşme
8-Süleyman ÖZERDEM/ 24.06.2020 tarihli görüşme
9-Ateş DEMİRCİ/ 24.02.2021 tarihli iletisi
10-Mahmut MAKAL/ Zulum Makinası
11-Bilge KARAALP/ 2.03.2021 tarihli iletisi
12-Cumhuriyet Gazetesi/ 19.12.1963-Okur Mektupları
13-Turan KÖROĞLU/ 24.03.2021 tarihli görüşme
14-Yüksel ATASOY/ 02.03.2021 tarihli görüşme

http://www.kalabalikcadde.com/koy-enstituleri-sigir-cobanligindan-senatoya-muallim-beg-niyazi-unsal-1/
This entry was posted in EĞİTİM, KÖY ENSTİTÜLERİ, TARİHE - AYDINLANMAYA - CUMHURİYETE NOT DÜŞENLER. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *