GEÇMİŞİN İÇİNDEN BİR ÖYKÜ * Bir hazin tiyatora hikayesi

Bir hazin tiyatora hikayesi

Süleyman IŞIK / 15 Mart 2019 Cuma

Yüzbaşı Necati, Üsküdar’lıydı. Babası Belediyede serkatiplikten mütekaitti. İlk karısı çocuk veremediği için Necati’nin annesiyle evlenmiş, evlendiklerinin senesinde de Necati doğmuştu. Babası, sevinçten mahallenin çocuklarına, içinde onar mecidiye ve şeker olan keseler serpmiş, kurban kestirip fakirlere dağıtmıştı. Babasıyla annesi arasında epey yaş farkı vardı. Annesi, erkek evlat doğurduğundan babasının kıymetlisiydi. Adamcağız, karısı ve yeni doğan çocuğunun üstüne titriyordu.
Necati, büyümüş, annesinin karşı çıkmalarına rağmen babasının isteği üzerine Kuleli’ye yazılmıştı. Narin bir çocuktu. Okuldakilerin dudak bükmelerine, alaylı bakışlarına rağmen şiir yazıyordu.
Kütüphanede okumadığı şiir kitabı kalmamıştı. Sonra hikâyeleri ve romanları da çok sevdi. Son sınıfa geldiğinde okulu bırakmayı çok düşündü. O, silah adamı değil, kitap adamıydı. Adam öldürmek, silah atmak, karşındakini düşman görüp dövüşmek ona göre değildi. Gerçi asker olmasa ne olurdu pek fikri yoktu. Çünkü memuriyet de çekmiyordu kendisini. Ailesini hayal kırıklığına uğratmamak için girdiği yolda çaresi yok yürüyecekti.
İlkin Harbiye Nezareti’nde Seferberlik Kurulu’na bağlı bir birimde görevlendirildi. Ailenin bulduğu on yedi yaşındaki bir kızla başı bağlandı. Daha evleneli bir yıl oldu olmadı, çalıştığı birim lağvedildiğinden Bursa’nın Çekirge’sindeki Ahz-ı Asker Şubesi’ne tayini çıktı.
Muradiye’nin alt tarafında büyükçe iki katlı bir eve yerleştiler. Ev sahibi, şubede kâtipti ve koca evi oldukça uygun bir fiyata, 40 liraya kiralamıştı. Evin alt katı epey bakım istediğinden üst katta kalıyorlardı.
Karısı Ayşe Saliha, kısa sürede evi derleyip toplamıştı. Yukarıdaki üç odadan ortadakini kocasına okuma odası olarak ayırmıştı. Yemeği yedikten sonra kocası odasına çekilir, karısı, kahve götürmek dışında odaya girmez, gürültü yapmadan sofrayı toplardı. Necati, geç vakitlere kadar ya okur ya da şiir yazardı.
O zamanın Bursa’sında karı koca yapılacak çok fazla şey yoktu. Eğer Bursalı olmayıp da ev gezmelerine gitmeyecekseniz; koskoca yılda bir iki temsil izleme, Çekirge’den Setbaşı’na fayton sefası yapma, ahalinin çuf çuf diye tabir ettiği ve kağnı hızıyla ilerleyen trenle Mudanya’ya gitme dışında çok fazla seçeneğiniz olamazdı.
Bir gün görevli olarak şehre gittiğinde Tuzpazarı’ndaki sıra lokantalardan birinde sipariş ettiği Kayhan kebabı’nı beklerken yan masadaki konuşmalara dikkat kesildi. Upuzun masadaki sekiz kişi, hararetle Pera’da Güllü Agop’un Kumpanyası tarafından oynanan bir temsili tartışıyorlardı. Anlaşamadıkları husus ise Sefiller romanından uyarlanan piyeste aslına hiç sadık kalınmamasıydı. Bir kısmı, ‘Sanırsın ki, başka bir roman okuyor gibi oluyor insan. Bu, Hugo’ya haksızlık’ derken, diğer kısmı ise ‘Biri roman, diğeri piyes. Farklı mülahazalar olması gayet tabii’ fikrini savunuyorlardı. Sesleri duyulmasa hiç kimse bunların tiyatrocu ya da Türk olduğuna hükmetmezdi. Hepsinin sakalı uzamış, saçları feslerinin etrafından ikişer parmak çıkmıştı. Necati, taburesini eline alıp masaya yanaştı.
O gelince konuşmalar bir anda kesiliverdi. Üniformalı bir zabitın böyle teklifsizce masalarına oturmasına anlam verememişlerdi. Necati tabureye çökerken sevincini saklamaya gerek görmeksizin kendini tanıttı.
-Efendiler sefalar getirdiniz. Bir süre muhabbetinize muttali oldum ve zat-ı alilerinize bu fakiri takdim edeyim diye murad ettim. Bendeniz Necati. Yüzbaşı Necati’.
Masadakiler birbirlerine baktılar. Masadaki tabaklar kaldırılmıştı. Anlaşılan yemeklerini bitirmiş keyif kahvesi bekliyorlardı.
Kamil Efendi de masadakileri tanıştırdı.
-Biz de Haydutlar isimli temsil için Bursa’ya geldik. Yarından sonra akşam Şafak Sineması’nda temsilimiz var. Bekleriz. Bendeniz Kamil. Buradakiler de temsilde rolü olan oyuncular. Bu Hasan Efendi, bu Selamettin Efendi, bunlar da…
Yüzbaşı Necati, çok mutlu olmuştu.
-Müşerref oldum efendim. Zevcemle muhakkak temaşa eylemek isteriz. Bendeniz, Çekirge’de Ahz-ı Asker Şubesi’ndeyim. Temsil hazırlıklarınız tamamdır inşallah.
Kamil efendi, Necati’nin gösterdiği nezaket ve ilgiden memnun olmuştu.
-Tamam çok şükür… Lakin eksiğimiz de yok değil.
Necati meraklandı.
-Eksik derken… Bir hal çaresi bulabilirsek çok mütehassıs olurum.
Bu arada kahveler geldi. Kamil Efendi, garsona seslendi.
-Sor bakalım kumandanımız kahvelerini nasıl buyururlar?
-Efendim siz buyurun. Afiyetler olsun. Kamil Beyefendi, bir eksikten bahsediyordunuz
Kamil Efendi unutmuş da yeni anımsamış gibi yaparak
-Haa evet, eksiğimiz olmaz mı Kumandanım. Daha işin başında, yani oyuncu faslında başlıyor eksikler. Malum-u aliniz müslüman tiyatora kumpanyası olduğumuzdan vaki temsilde kadını da erkek oynamak mecburiyetinde. Buna yapacak bir şey yok maalesef.
Yüzbaşı başıyla onayladı.
-Pek haklısınız efendim. Maalesef durum ahval bu.
Kamil Efendi devam etti.
-Bir de imkânsızlıklar belimizi büküyor. Mesela Haydutlar temsilini oynayacağız. Güya asker kaçağı bazı kişilerin köylerde yaptıkları zulümleri anlatacağız. Lakin elimizde ne bu askerlerin kıyafeti var, ne de onları enseleyen inzibat çavuşunun kıyafeti… Üstelik elimizde tahtadan yapılmış tüfeklerle ne kadar inanç telkin edebiliriz? Bu hususu takdirlerinize arz ediyorum.
Necati, anlatılanlardan etkilenmişti.
-Tüm bu imkânsızlıklar sizleri yıldırmasın, rica ederim.
– Bu durum bizim tiyatora sevdamızı yok etmiyor tabii. Amma velakin biz de gayrimüslim kumpanyalar kadar muvaffak olmak isteriz
Adam, bu sözlerle Necati’yi can evinden vurmuştu. Sesi titreyerek konuştu.
-Siz müteessir olmayın efendiler. Yarın daireye birini gönderin, size tüfek, asker, zabit kıyafeti verelim. Sadece bana kıyafet ve tüfek sayısı ile kaç günlüğüne sizde kalacağını söylemeniz kâfidir.
Altı tüfek, altı er, bir zabit ve bir çavuş kıyafetinin yeteceği yanıtını aldı.
Masadaki herkes Yüzbaşı Necati Bey’in bu jestini teşekkürlerle karşıladı. Kamil Efendi duygulanmıştı.
-Böyle sizin gibi hamileri olmasa, biz sanatkârlar ne yapardık bilmem.
Necati, saygıyla herkesin elini sıktı. Aşçı yamağına ‘Hesap benden’ işareti yaptı. Tiyatrocular da pek üstelemediler. Temsile iki bilet takdim edip eşiyle birlikte mutlaka beklediklerini söylediler.
Necati, akşam eve varır varmaz gündüz yaşadıklarını karısına anlatıp cebindeki biletleri uzattı.
Ayşe Saliha, temsilin aşkla ilgili olmamasına biraz hayıflandı ama bunu bulduğuna da sevindi. Hem biletler en ön sıradandı.
Ertesi gün, tiyatro grubundan Hasan Efendi’yle Halil Efendi, şube’ye emanetleri almaya geldiler. Necati, bir sandığa mavzerleri, er, erat ve zabit kıyafetlerini sabahtan hazırlatmış, elleriyle yerleştirmişti.
Ertesi akşam, vazifeden eve gelir gelmez apar topar yemeği yiyip en sevdiği kıyafetini giyerek karısıyla birlikte temsilin oynanacağı Şafak Sineması’na vardıklarında ufak bir kalabalığın gişe görevlisiyle bağıra çağıra tartıştıklarını gördü. Ne olduğunu anlamaya çalıştı. Görevli, temsilin; kumpanyanın sahibi ve başoyuncusu Kamil Efendi’nin babasının vefatı münasebetiyle bir hafta sonraya ertelendiğini söylüyor, oradakiler ise paralarının iadesini istiyordu. Görevli, buna imkân olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Bu kör döğüşü sürerken Necati araya girip yatıştırmaya çalıştıysa da öfkeden yüzündeki damarları şişmiş biri kendisini ittirince canı sıkıldı ama bir olaya mahal vermek de istemedi. Gişe görevlisi, kumpanyanın oyuncularının öğle üzeri vapurla Mudanya’dan İstanbul’a döndüğünü söyleyince beklemenin gereği olmadığı için eve dönmeye karar verdiler.
Tiyatro kumpanyasından bir hafta sonra da ses seda çıkmadı, ertesi hafta da. Bu durum, Yüzbaşı Necati için tam bir yıkım oldu. Ne kadar şerre yormamaya çalışsa da durum apaçık meydandaydı: Kandırılmıştı.
İş kandırılmakla kalsa yine iyiydi. Temsilde kullanılmak üzere emaneten verdiği askeri melbusatla tüfeklerin hesabını nasıl verecekti? Bu durum duyulursa kepaze olmakla kalmaz, vazifesine son verilirdi.
Üç gün üç gece uyumadı. Bu durumu yadırgayan eşi endişelenip ağzından laf almaya çalışsa da iki asker kaçağının nezarethaneden kaçmasını bahane etti.
Şubeye giderken kararını vermişti. Bu işi tek başına çözemez, bu sırrı daha fazla taşıyamazdı. Ölmeyi bile düşünmüştü. En iyisi bu konuda Hüseyin Rahmi’ye olanı biteni anlatıp yardım istemekti. Öğle yemeği arasında Karargâha gidecek Hüseyin Rahmi’yi görecekti. Onunla odasında değil bahçenin tenha bir köşesinde konuşmalıydı. Ne de olsa yerin kulağı vardı.
Hüseyin Rahmi, Necati’nin anlattıklarını şaşkınlıkla dinledi. Kısa bir sessizlikten sonra ağır ağır konuştu.
-Sen asker olacağına şair olmalıymışsın aziz kardeşim. Düşüncesizlik ettiğin yetmezmiş gibi tedbirsizlik de etmişsin. Lakin daha da fena bir haberim var sana.
Necati, acı acı güldü.
-Daha da fenası ne olabilir ki?
-Olanı şu ki, senin eline silah, sırtına asker elbisesi verdiğin tiyatoracılar eşkiyalığa başlamışlar, köy basıp soygun yapıyorlarmış…
Necati bir an kulaklarının uğuldadığını, ayaklarının onu taşıyamadığını hissedip sendeledi. Hüseyin Rahmi, koluna girip üç beş adım ötedeki banka oturttu. Necati, sapsarı kesilmişti. Bu haberi nereden duyduğunu sorunca Hüseyin Rahmi yanıtladı.
-Selahattin anlattı bana da. Fakat adamların senin tiyatoracılar olduğunu bilmiyor. Tuzaklılı köylüler eşkiyanın sekiz kişi olduklarını, Soğukpınar civarındaki köylere dadandıklarını, çete efradının reislerine Hamlet Kamil diye hitap ettiklerini ihbar etmişler.
Bekir Sami Bey’in yaveri Selahattin’in bu işi öğrenme ihtimali Necati ‘ye fazlasıyla ağır geldi. Selahattin demek, Bekir Sami Bey demekti. Onun öğrenmesi demekse ölümdü. Başı iki ellerinin arasında, ne konuşulanı anlıyor, ne de herhangi bir tepki veriyordu. Şoka girmiş, bomboş gözlerle etrafa bakıyordu.
Sadece ayrılırken Hüseyin Rahmi’nin ‘Bir yolunu bulacağız elbet. Arkadaşımızı çaresiz bırakacak değiliz’ sözlerini anlamıştı. Minnetle arkadaşına sarıldı. Bitkin bir sesle birkaç kez sordu.
-Bir yolunu buluruz değil mi Rahmi?
Hüseyin Rahmi, babacan bir gülüşle karşılık verdi.
-Buluruz merak etme. Lakin benden habersiz kimseye bir şey deme, kılını dahi kıpırdatma, benden gelecek haberleri bekle.
Sonra da bu talihsiz arkadaşını faytona bindirip şubeye gönderdi.

Kurmay Haydar, Dağakça’da karargâh olarak kullandığı evin avlusundaki ağacın altına serdiği sofra bezine düşen olmuş dutlardan yerken avlu kapısı gıcırtıyla açıldı. Gelen Topal Sadettin’le Celalettin Efe’ydi. Sarılıp hoşbeş ettikten sonra Haydar Bey, dut ağacının gövdesine bir iki tekme vurup biraz daha dut düşürdü.
Ne hikmetse bugün Haydar Bey’in yüzü gülüyordu. Bir eliyle sofra bezindeki dutları yerken diğer eliyle de duta üşüşen arıları kovalayan Celalettin Efe’ye dönerek sordu.
-Ya Efe, senin bu efen hakikaten efe mi?
Celalettin Efe bu soruya bir anlam veremedi. Sadettin’e baktı bir an. Yüzü allak bullaktı. Soru Celalettin’e sorulmasına karşın Sadettin Efe atıldı.
-U ne biçim lakırdı Gumandan? Efeliğimizden kuşku duyuracak ne halt ittik de böle deyon?
Celalettin Efe de kendinden emin bir sesle karşılık verdi.
-Efem, efelen hasıdır. Yoluna tekmil Keles’i yakarım.
Haydar Bey güldü.
-Hadiyin ordan efeymişmiş… Ulan tiyatoracılar bile gelip hüküm sürdüğün köylüklerde soygunlar yapsınlar, efelik taslasınlar, sen de sağda solda efeyim diye gez. Ne ala memleket.
Söylenenler kadar Haydar Bey’in alaylı gülüşü Sadettin Efe’ye ağır gelmişti.
-Ne oldu, ne tiyatorası Gumandan? Anlat da bilem.
Haydar Bey anlatmaya başladı:
-Karargâh’tan Rahmi haber gönderdi on gün önce. Tiyatoracıyız diye şubedeki zabiti kandırmışlar. Temsil vereceğiz bize asker elbisesi, tüfek lazım demişler. Senin akıllı da bunlara inanıp vermiş mi…’.
Celalettin Efe araya girdi.
-Böyle bi şeyi biz yapsak yerin dibine soka soka çıkarısın Gumandan. Goca zabit bu gadar saf olsun… Olur iş del valla.
Kurmay Haydar devam etti.
-Oluru olmazı; bunlar sırtlarına resmi elbiseleri giyip köy basmaya, soygun yapmaya başlamışlar. Tabii asker elbisesi giydiklerinden her gittikleri yere buyur edilmişler. Sofra kurdurup karınlarını doyurduktan sonra köylünün neyi var neyi yoksa almışlar. Hüseyinalan’dan başlamışlar, Bağlı, Tuzaklı derken bizim buralara kadar gelmişler. Rahmi Bey haber ettiğinden biz de onları arıyorduk. Seferışıklar’a gelirken yamaçta yemek yedikleri sırada kıstırdık. Tek silah atmadan teslim aldık seninkileri. Önce soyup bir güzel dövdük. Soygun paralarına, elbise ve tüfeklere el koyup iç donlarıyla elleri bağlı Bursa’ya Rahmi’ye yolladık. Şimdi hapistekilere temsil veriyorlardır artık.
Sadettin Efe Kumandan’ın anlattıklarına kahkahayla güldü.
-U zabit her kimse amma rahatlamıştır ha Gumandan. Gece gündüz sana dovacıdır gali
Kurmay Haydar yanıtladı.
-Duacı olmaz mı? Dualarıyla beraber üç koyun, bir sandık lokum, bir sandık da nereden bulduysa hurma yollamış. Afiyetle yedik. Size ayıramadık, kusura bakmayın. Dutla idare ediverin artık.
Hep beraber gülüştüler. Sonra Haydar Bey sıkı sıkı tembihledi.
-Aman diyeyim ha, bu tiyatora mevzusunu Rahmi’den başka kimse bilmiyor. Sakın ola ağzınızdan kaçırayım demeyin. Maazallah Miralay’ın kulağına giderse hepimiz yanarız.
Bu hikaye yazar Süleyman Işık’ın “KUVVA” adlı romanından aktarıdır

Bir hazin tiyatora hikayesi

This entry was posted in EDEBİYAT - ANI - ÖYKÜ - ŞİİR, GEÇMİŞİN İÇİNDEN, GEÇMİŞİN İÇİNDEN YAŞAM, KÜLTÜR - EĞİTİM - ÇAĞDAŞLIK, Sanat Edebiyat ve Kultur. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *